Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Savaş ve Barış I. Cilt», страница 8

Шрифт:

XIV

Anna Mihailovna ile oğlu gittikten sonra Kontes Rostova, mendiliyle sık sık gözlerini kurulayarak uzunca bir süre tek başına kalmıştı.

Neden sonra uzandı çıngırağa. Yetişmekte bir an geciken oda hizmetçisine öfkeyle çıkışmaktan da geri kalmadı:

“Neyiniz var kuzum? Yoksa burada çalışmak istemiyor musunuz? Eğer öyleyse size hemen başka bir yer bulabilirim?”

En yakın arkadaşının üzüntüsü ve çaresizliği, Kontes’i âdeta yıkmıştı. Alabildiğine keyifsiz ve kızgındı. Oda hizmetçisini yok yere paylardı hep böyle zamanlarında. Nitekim kadın, pek fazla alınmadan “Hanımefendiden özür dilerim…” demekle yetindi.

“Kont’tan buraya kadar zahmet buyurmasını rica edin lütfen.”

Çok geçmeden Kont, her zamanki gibi hafifçe suçlu bir edayla sallanarak yaklaştı karısına.

“İşte koşup geldim hemen, Kontesçiğim! Ve bilseniz, akşama ne kadar harika bir sauté de gelinottes au madère’imiz172 var, ma chère!173 Tattım, tatmaz olur muyum hiç! Taraska’ya o bin rubleyi boşu boşuna vermiyorum ben. Fazlasıyla hak ediyor!”

Bir yandan da karısının yanına oturup dirseklerini dizlerine yaslamış ve ağarmış saçlarını karıştırmaya koyulmuştu.

“Arzunuz, sevgili küçük Kontes?”

“Eveeeet, dostum…”

Devam edecekti ki birden durup yeleğini gösterdi Kont’a:

“Bu leke de neyin nesi kuzum?” Kendi sorusunu gülümseyerek yine kendisi cevaplandırdı: “Kızartmanın yağı olsa gerek! Eveeeeet, Kontçuğum, benim biraz paraya ihtiyacım var.”

Birden derin bir keder kaplamıştı yüzünü.

“Hemen Kontesçiğim, hemen!”

Kont telaşla cüzdanına el atmıştı.

“Bana bir hayli çok para lazım Kontçuğum…” dedi Kontes. “Beş yüz rubleye ihtiyacım var.”

Ve patiska mendilini alarak kocasının yeleğini silmeye koyuldu.

“Derhâl, derhâl!” demişti Kont yeniden.

Hemen ardından da seslendikleri kimselerin dörtnala koşup geleceğinden emin olanların gür sesiyle bağırdı:

“Hey! Kimse yok mu orada? Mitenka’yı yollayın bana çabuk!”

Kont’un aile çevresi içinde yetişmiş bir soylu çocuğu olan ve şimdi de bütün işlerine bakan Mitenka, sessiz adımlarla belirivermişti.

Kont, kısa bir süre düşündükten sonra karşısında saygıyla bekleyen delikanlıya döndü.

“Dinleyin, azizim… Bana… Banaaaa… Evet, bana yedi yüz ruble lazım! Ama dikkat, geçen seferki gibi yırtık ve kirli banknotlar istemem. Tertemiz ve yepyeni olmalı: Kontes içindir!”

Kontes de kederle içini çekerek “Evet, Mitenka…” dedi. “Lütfen temiz olsun paralar.”

“Size ne zaman için gerekli bu paralar, Ekselans?” diye sordu Mitenka. “Biliyorsunuz ki…”

Kont’un hızlı hızlı ve zorlukla soluk alıp vermeye başladığını görünce -ki bu, fırtınanın yaklaştığını belirten şaşmaz bir işaretti- çabucak ekledi:

“Meraklanmayın efendim… Hemen şimdi mi arzu ediyorsunuz parayı?”

“Evet, evet, güzel söyledin; hemen şimdi getir ve Kontes’e ver!”

Eğilerek çıkan delikanlının arkasından gülümsedi Kont ve ekledi:

“Eşsiz bir hazinedir benim Mitenkam! İmkânsız diye bir şey tanımaz; bilir bir şeyi imkânsız görmekten tiksindiğimi ve her şeyi mümkün kılar!”

“Para kadar kötü bir şey yok bu dünyada!” dedi Kontes. “Her gün binlerce yıkıma yol açıyor para, Kont. Binlerce yıkıma… Gelgelelim o meblağa aşırı derecede ihtiyacım var!”

“Para harcama konusunda sizin ününüzü işitmemiş olan kimse sanırım yoktur, Kontesçiğim…” dedi Kont.

Ve karısının elini öptükten sonra çalışma odasına yöneldi.

Anna Mihailovna, Bezuhof’un konağından döndüğünde Kontes; istediği parayı, yine istediği gibi yepyeni banknotlar hâlinde çoktan almış ve bir sehpanın üzerinde duran mendilinin altına yerleştirmiş bulunmaktaydı. Prenses yakın dostunun aşırı gergin hâlini fark etmişti hemen.

“Durum nedir, hayatım?” diye sordu Kontes.

“Ne feci bir durumda olduğunu bilemezsin! Tanınmaz hâle gelmiş! Öylesine düşkün, öylesine bitkin! Dolayısıyla da içeri girmemle çıkmam bir oldu ve iki kelime dahi söyleyemedim…”

Kontes mendilin altındaki parayı alırken “Annette…”174 dedi. “Tanrı aşkına reddetme!”

Bunu söylerken kıpkırmızı kesilmişti birdenbire. Ve bu hâl, hiçbir gençlik izi kalmamış ciddi ifadeli kara kuru yüzü ile tam bir zıtlık yaratmaktaydı.

Anna Mihailovna durumu hemen kavramış ve Kontes’i öpebilmek için eğilmişti.

“Boris için… Üniforması için… Benden… Bir katkı…”

Anna Mihailovna ona sımsıkı sarılmış ağlıyordu şimdi. Kontes de ağlamaktaydı. Ağlıyorlardı çünkü candan dosttular çünkü iyiydiler ve çünkü iki gerçek çocukluk arkadaşı olarak para gibi bayağının bayağısı bir şeyle karşı karşıya bulunuyorlardı ve çünkü gençlikleri yoktu artık, yitip gitmişti… Ama gözyaşları her ikisini de dinlendirmekte, rahatlatmaktaydı…


XV

Kontes Rostova; yanında kızları ve daha şimdiden birçok konuk olduğu hâlde, salonda yerini almış bulunmaktaydı. Kont, erkekleri almış; çubuk koleksiyonunu göstermek ve arzu edenlerin denemesine sunmak üzere, çalışma odasına götürmüştü. Ara sıra dışarı çıkıyor ve beklenen konuğunun gelip gelmediğini soruyordu.

Beklenen konuk, yüksek tabaka tarafından le terrible dragon175 diye adlandırılan Mariya Dmitriyevna Ahrasimova’ydı. Serveti ve soyluluk unvanlarıyla değil, düşüncelerinin dürüstlüğü ve düşüncelerinin sadeliğiyle ün salmış bir hanımdı bu. Moskova ve Petersburg yüksek sosyetelerinin olduğu kadar İmparator ailesinin yakından tanıdığı Mariya Dmitriyevna hakkında sık sık hikâyeler anlatılır; bunlara gülündüğü kadar hayranlık da duyulurdu. Gerçek şuydu ki herkes bu hanıma karşı daima korkuyla karışık bir saygı beslerdi.

Tütün dumanıyla dolu çalışma odasında, Fransızlara yollanan savaş bildirgesinden ve askere alma işlemlerinden söz edilmekteydi. Odadakilerden hiçbiri okumamıştı henüz bildirgeyi ama herkes böyle bir bildirgenin yayınlandığından haberdardı.

Bir sedire, kendi aralarında konuşarak tütün içen iki konuğun arasına oturmuştu Kont. Kendisi tütün içmediği gibi konuşmuyordu da ama başını bir o yana bir bu yana çevirerek salonun her köşesine yayılmış tütün içenleri keyifle seyretmekte ve biraz önce kapıştırmış olduğu iki konuğunun tartışmasını dinlemekteydi…

Tartışanlardan biri buruşuk, zayıf yüzlü, sarı benizli, bıyıksız ve sakalsız bir sivildi; en şık delikanlılar kadar modaya uygun giyinmiş olduğu hâlde artık ihtiyarlığın eşiğinde bulunduğu hemen belli oluyordu. Evin ahalisinden biriymişçesine rahatça bağdaş kurup oturmuştu sedire; çubuğun ucunu ağzına derinlemesine yerleştirmiş, kısa aralıklarla ve her seferinde gözlerini kısarak dumanı içine çekiyordu. Şinşin’di adı, Kontes’in yeğenlerinden biriydi; müzmin bekârlığı ve dedikoduculuğuyla ün salmıştı Moskova salonlarında. Muhatabı ile lütfetmiş de konuşuyor havasındaydı.

Muhatabı, Muhafız Alayı’ndan genç ve terütaze bir subaydı. Özenli, dar giysileri içinde tığ gibiydi. Düzgün ağzının tam ortasına yerleştirmişti çubuğunu; hafif çekişlerle ciğerlerine doldurduğu dumanı, halkalar hâlinde üflemekteydi. Semyonofski Alayı’ndan Teğmen Berg’di bu. İzinli olup da Boris’le birlikte kıtaya dönmeye hazırlanan ve Nataşa tarafından ablası Vera’nın nişanlısı ilan edilen Berg…

İşte Kont Rostof, ikisinin arasına oturmuş; dikkatle dinliyordu onları. Hakiki anlamda delisi olduğu Boston oyununun dışında Kont’un en sevdiği eğlence, iki gevezeyi kapıştırıp dinlemekti. Nitekim şu anda da Kont’un keyfine diyecek yoktu. Gerçekten de yanında Şinşin, gülümseyerek ve kendisine ün sağlayan konuşma üslubunun temel özelliğine uygun şekilde, Rus halk dilinin en sevimli deyimleriyle seçkinlerin Fransızcasının en çarpıcı örneklerini iç içe geçiştirerek “Eveeeet azizim, mon tres honorable176 Alfons Karliç…” diyordu. “Vous comptez vous faire des rentes sur l’Etat,177 yanılmıyorsam bölüğünüzden de belli bir gelir sağlamak istiyorsunuz?”

“Katiyen, Pyotr Nikolaiç! Sadece ve sadece, süvari sınıfının piyade sınıfına oranla çok daha az avantaj sunduğunu göstermek istiyorum ben. Bakın Pyotr Nikolaiç, benim durumumu alalım ele.”

Berg büyük bir rahatlık ve saygıyla, kesin bir dille konuşurdu daima. Ve sadece kendisinden söz ederdi. Sohbet konusu kendisini doğrudan doğruya ilgilendirmiyorsa susup sakin sakin beklerdi. Böyle bir durumda, kendisi en ufak bir sıkıntı duymadan başkalarına da en ufak bir sıkıntı vermeksizin saatlerce bekleyebilirdi. Buna karşılık konu, kendisiyle ilgili şeylere dayandığında gözle görülür bir keyifle bol bol konuşmaya başlardı. Şimdi olduğu gibi:

“Benim durumumu göz önüne alın, Piyotr Nikolaiç. Eğer ben süvari olmuş olsaydım, teğmen rütbesiyle dahi üç aylık olarak iki yüz rubleden fazla para alamayacaktım; oysa şimdi tam iki yüz otuz ruble alıyorum, üç ayda…”

Bunu söylerken Şinşin’e ve Kont’a neşeyle gülümsemişti, onun başarılarının herkes tarafından canıgönülden arzulandığına kesin güveni vardı. Şöyle devam etti:

“Dahası var, Pyotr Nikolaiç. Muhafız Alayı’na geçmek, durumumu bir kat daha parlaklaştırıyor çünkü Muhafız Alayı’nda piyadeler çok daha çabuk terfi ediyor. Sonra düşünün ki iki yüz otuz rubleyle gül gibi geçiniyorum…”

Ve çubuğunun dumanını büyük bir halka hâlinde üfleyerek sonlandırdı sözlerini:

“Bir miktar para biriktirebildiğim gibi, biraz da babama gönderebiliyorum.”

Çubuğunun süsüyle oynayarak mırıldanır gibi konuştu Şinşin:

“La balance yest…178 Comme dit le proverbe:179 Başı sıkışan Alman, iğne deliğinden geçer.”

Kont’a göz kırpmaktan geri durmamıştı. Ve Kont koyuvermişti kahkahayı. Onun güldüğünü gören bazı konuklar, sohbeti Şinşin’in yönettiğini anlayınca hemen yaklaşıp Berg’i dinlemeye koyuldular. O da Muhafız Alayı’na geçişi sayesinde harp okulundan gelme arkadaşlarına oranla rütbe bakımından bir derece ileride bulunduğunu; savaş sırasında bir bölük kumandanı öldürüldüğü takdirde, en üst rütbede oluşu dolayısıyla kendisinin kumandanlığa atanabileceğini; alaydaki herkesin onu pek sevdiğini ve de babasının ondan ne kadar hoşnut olduğunu anlattı da anlattı; dinleyenlerin alay ettiğinin ya da ilgisiz kaldığının farkına varmaksızın… Gelgelelim bütün bunları anlatırken âdeta kendinden geçmekte ve başkalarının başka konulara da ilgi duyabileceğini unutmaktaydı. Ama öylesine kibar, öylesine ağırbaşlı bir anlatışı vardı ve henüz oluşan bencilliğinin çocuksu karakteri öylesine meydandaydı ki eli kolu bağlı kalan dinleyiciler ister istemez yumuşayıp yatışıyorlardı sonunda.

Nitekim Şinşin, ayaklarını sedirden yere indirirken “Hiç üzülmeyin, azizim…” dedi genç subaya, dostça sırtını sıvazlayarak. “İster piyade ister süvari sınıfında olun, hiç önemi yok; sizin her yerde yolunuz açık. Dediydi dersiniz!”

Sevinçle gülümsedi Berg. Sonra Kont ve onun ardından bütün konuklar yemek salonuna geçtiler.

Konuklar şatafatlı bir akşam toplantısında yemekten önce zabuskileri tatmak için çağrılmayı beklediklerinden, uzun sohbetlere girmiyorlardı. Fakat aynı zamanda sofraya oturmaya can attıklarını göstermek için hareket etmek ve susmamak zorunda sanıyorlardı kendilerini. Ev sahipleri dönüp dönüp kapıya bakıyor, ara sıra da bakışıyorlardı. Daha kimi yahut neyi beklediklerini davetliler bu bakışlardan anlamaya çalışıyorlardı: Acaba mühim bir akrabaları mı gelecekti, yoksa yemek mi daha hazır değildi?

Yemek başlamadan biraz önce gelmiş olan Piyer, her zamanki beceriksizliğiyle, ilk önüne çıkan koltuğa oturmuş; söz konusu koltuk da salonun tam ortasında durduğundan herkesin yolunu keser duruma girmişti.

Kontes, konuşturmak istedi Piyer’i ama delikanlı, birisini arıyormuş gibi çevresine çocuksu bakışlar atıyor ve kendisine yöneltilen sorulara hep kesik kesik konuşarak cevap veriyordu. Herkesin yolunu kestiğinin farkında bile değildi. Konukların çoğu, Petersburg’daki ayı macerasını öğrenmiş olduklarından, bu iri yarı, sakin delikanlıya merakla bakmakta; nasıl olup da bu hantal ve çekingen çocuğun bir komisere o oyunu oynayabileceğini düşünmekteydi.

“Henüz mü geldiniz?” diye sormuştu Kontes.

Piyer, çevresine bakınarak “Oui, madame…”180 dedi.

“Kocamı görmediniz mi?

“Non, madame.”181

Bu cevabı verirken nedeni anlaşılmayan ve kim için olduğu belli olmayan bir tebessüm dalgalanmıştı yüzünde.

“Yanılmıyorsam bu yakınlarda Paris’teydiniz? Çok ilginçti herhâlde?”

“Çok ilginçti.”

Anna Mihailovna’ya şöyle bir göz ucuyla baktı Kontes. Prenses hemen kavradı, bu delikanlıyla meşgul olması istenmekteydi. Piyer’in yanı başına oturup Kont Bezuhof hakkında konuşmaya başladı. Gelgelelim Piyer, tıpkı Kontes’e olduğu gibi ona da baştan savma cevaplar verecekti.

Konuklar kendi aralarında koyu bir sohbete dalmıştı. Rusça-Fransızca karışımı cümleler yükseliyordu salonun dört köşesinden:

“Les Razoumovsky…”182

“Ç’a été charmant…”183

“Vous êtes bien bonne…”184

“La Comtesse Apraksine…”185

Kontes ayağa kalkıp balo salonuna doğru ilerledi. Çok geçmeden de sesi yükseldi oradan:

“Mariya Dmitriyevna?”

Kalın bir kadın sesi cevap verdi Kontes’e:

“Bizzat kendisi.”

Ve Mariya Dmitriyevna salona girdi. Bütün genç kızlar hep birden ayağa kalkmıştı. Onlara, yaşlıların dışında kalan hanımlar da katıldı.

Salon kapısının eşiğinde durmuştu Mariya Dmitriyevna. Ellilik şişman gövdesinin üzerindeki, ağarmış bukleli saçlarıyla bir kat daha haşmet kazanan başını dimdik tutmuş; giysisinin geniş kollarını sanki kıvırmak üzere acele etmeden toplayarak salondakileri süzüyordu teker teker. Bütün gürültüleri bastıran davudi sesiyle her zamanki gibi sadece Rusça konuştu:

“Ev sahibemiz ve çocuklarının şenlikleri bol olsun!”

Elini öpmekte olan Kont’a bakarak ekledi sonra:

“Sana gelince iflah olmaz günahkâr… Moskova’da sıkılıyorsun değil mi? Ava tazı salamıyorsun çünkü değil mi burada?”

Genç kontesleri eliyle işaret ederek tamamladı sözlerini:

“N’eylersin azizim, bunlar büyüyor işte! Ve tabii ister istemez birer nişanlı bulmak gerekiyor küçük hanımlara…”

Elini öpmek üzere neşe içinde yaklaşan Nataşa’yı okşayarak sordu:

“Nasılsın bakalım, kazak süvarisi?”

Çevresinde döndü:

“Dikkafalı yaramaz bir kız bu, bilmez değilim. Ama ne yapayım ki her hâliyle hoşuma gidiyor…”

Ve kocaman bir çantadan çekip çıkardığı armut şeklindeki sarı yakut küpeleri sevinç ve heyecandan kıpkırmızı kesilen Nataşa’ya doğum günü armağanı olarak uzattıktan sonra, hiç beklemeksizin Piyer’e dönüp yalancıktan ince ve yumuşak bir sesle “Evet dostum, sıra sende!” dedi. “Yaklaş bakalım, yaklaş hele, yaklaş! Yanıma gel şöyle…”

Bunları söylerken tehditkâr bir edayla giysisinin kollarını daha da yukarı çekmişti.

Gözlüklerinin ardından bir çocuk ürkekliğiyle ona bakarak yavaş yavaş ilerledi Piyer. Mariya Dmitriyevna aynı tavırla devam etti:

“Yaklaş azizim; korkma, yaklaş! Babana bile yeri geldiğinde hakikati dobra dobra söyleyen, sadece ben oldum. Şimdi de senin yüzüne karşı söyleyeceğim. Bu bir Tanrı buyruğu!”

Söyleyeceklerinin önemini arttırmak amacıyla durdu bir an. Salondaki herkes, bunun sadece bir girişten ibaret olduğunu sezmiş ve âdeta kulak kesilmişti.

Mariya Dmitriyevna ağır ağır konuştu:

“Doğrusu hoş delikanlı! Hoşluğuna diyecek yok! Düşünceli de üstelik!.. Babası ölümle pençeleşirken o da iş yokluğundan ayının sırtına jandarma bağlayıp gezdiriyormuş! Ayıptır oğlum, ayıptır! Utanır insan! Canın dövüşmek istiyorsa savaşa yollan!”

Dönüp gülmemek için kendisini güç zapt eden Kont’a kolunu uzatırken “Sanırım artık yemeğe oturabiliriz.” dedi.

Kont’la Mariya Dmitriyevna, kol kola sofraya doğru yürüdüler. Onların hemen ardından, Hafif Süvari Alayı Kumandanı’nın kolunda Kontes Rostof ilerliyordu. Onları da Anna Mihailovna ile Şinşin ve Berg’le Vera izlemekteydi. Güler yüzlü Jülia Karagina, Nikolay’la birlikteydi. Daha sonra da salon boyunca öbür çiftler, onların ardından çocuklar, eğitmenler ve dadılar yürüdüler.

Uşaklar hareketlenmiş, konuşmaya koyulmuşlardı şimdi. Geri çekilip itilen sandalyelerin gıcırtısı kaplamıştı ortalığı. Çok geçmeden de Kont’un balkonda hazır bekleyen özel orkestrası çalmaya başlayacak ve konuklar yerlerini alacaktı.

Müziğin ilk nağmelerine bıçak ve çatalların şıkırtısı karışmakta; onlar da konuşmaların, uşakların ayak seslerinin uğultusu içinde eriyip gitmekteydi.

Masanın bir ucunda Kontes yer almıştı. Sağında Mariya Dmitriyevna, solunda Anna Mihailovna vardı. Onları öbür hanımlar izliyordu.

Masanın öbür ucunda ise sağında Hafif Süvari Alayı Kumandanı, solunda Şinşin olmak üzere Kont oturuyordu. Daha sonra da erkek konuklar sıralanmışlardı.

Daha ileride, uzun masanın bir yanında, başta Vera ile Berg ve Boris’le Piyer olmak üzere gençler; öbür yanında da çocuklar, dadılar ve eğitmenler oturmaktaydı.

Kont, bir yandan konuklarına ve tabii kendisine de içki koyarken bir yandan da billur kadehlerin, sürahilerin ve meyve tabaklarının arasından başına gök mavisi şeritlerle süslü uzun bir hotoz geçirmiş olan karısını seyretmekten geri durmuyordu. Kontes de bir yandan ev sahibesi görevlerini yerine getirirken öte yandan da ananasların ardından kocasına anlamlı bakışlar atmakta; Kont’un kıpkırmızı olmuş dazlak kafası ve çehresiyle ağarmış saçları arasındaki karşıtlığın bu akşam daha da belirginleştiğini düşünmekteydi…

Kadınlar tarafında düzenli şekilde süregelen bir gevezelik, inişsiz çıkışsız bir şırıltı hâlinde akıp gidiyordu. Erkekler tarafında ise sesler gittikçe biraz daha yükselmekteydi. Özellikle de Kont tarafından öbür konuklara örnek olarak sunuldukça yiyip içen, yiyip içtikçe de heyecanlanıp kızaran Hafif Süvari Alayı Albayı’nın sesi…

Berg, sevgi dolu bir gülümseyişle aşkın dünyevi değil uhrevi bir duygu olduğunu söylemekteydi Vera’ya. Boris, yeni dostu Piyer’e konukların adlarını sıralamakta; aynı zamanda da tam karşısında oturan Nataşa’yla bakışmaktaydı. Piyer az konuşuyor, karşısındaki yeni yüzleri inceliyor ve çok yiyordu. Nitekim â la tortue186 çorbadan balıklı böreğe ve dağ tavuğu kızartmasına kadar bütün yemeklerden aldığı gibi yemeklerin yanı sıra sunulan şarapların da hiçbirini geri çevirmemişti. Gerçekten de Piyer, metrdotelin gizemli bir edayla yanındaki adamın omuzu üzerinden eğilip “dry Madera” ya da “Tokay” ya da “Ren şarabı” diye fısıldıyarak uzattığı peçeteye sarılı şişelerden, her kuverin önünde sıralı ve Kont’un monogramını taşıyan dört billur kadehten ilk eline geleni kavrayıp ayrı ayrı tatmıştı. Karşısında Nataşa, on üç yaşındaki kızlar ilk öpüştükleri ve sırılsıklam âşık oldukları delikanlıya nasıl bakarlarsa öyle bakıyordu Boris’e. Bu aynı bakış, bazen Piyer’e de yöneliyordu. Ve Piyer, gözleri ışıl ışıl gülen bu sevimli küçük kızın karşısında nedenini kestiremediği bir gülme arzusuna kapılmaktaydı.

Nikolay, Sonya’nın bir hayli uzağında, Jülia Karagina’nın yanında yer almıştı ve yine o aynı -kendisine rağmen içinden taşıp gelen- gülümseyişle konuşuyordu genç kızla. Sonya da gülümsüyordu. Ama bu, tamamıyla göstermelik bir gülümseyişti; kıskançlıktan içi içini kemirmekteydi aslında. Bir solup bir kızararak Nikolay’la Jülia’nın konuştuklarını işitebilmek için çırpınmaktaydı. Dadı kadın, kaygılı bakışlarla süzüyordu çevresini. Çocuklara en ufak bir kötülüğe yeltenecek olanların üzerine kartal gibi çullanmaya hazırdı. Sofradaki bütün yemekleri, tatlı ve şarap çeşitlerini, Almanya’daki ailesine yazacağı mektupta anlatabilme amacıyla sadece adlarıyla değil; özellikleriyle de hafızasına kazımak için çırpınan Alman eğitmense yemeklerin, çerezlerin ve şarapların bütün çeşitlerini hatırında tutmaya çalışıyor, peçeteye sarılı şişe ile şarap sunan sofracıbaşının onu atlamasına çok içerliyordu. Kaşlarını çattı, zaten almak istememiş fakat şarabın ona hararetini, açgözlülüğünü gidermek için değil; sadece tadını çok merak etmesi dolayısıyla lazım olduğunu, kimsenin anlamamak istemesine gücenmiş gibi bir tavır takınmaya gayret etmişti.

XVI

Erkekler tarafında sohbet yavaş yavaş koyulaşmakta, koyulaştıkça da kızışmaktaydı. Albay’ın söylediğine göre, savaş ilanını içeren bildirge Petersburg’da yayımlanmış ve metnin bir örneği de bugün bir özel kurye tarafından askerî valiye iletilmiş bulunuyordu.

Bu haber üzerine dayanamayıp sordu Şinşin:

“Ne demeye savaşmaya kalkışıyoruz biz şimdi Napolyon’la durup dururken? Niye yani, niye? Il a déjà rabattu le caquet à l’Autriche. Je crains que cette fois ce ne soit notre tour.”187

Uzun boylu, iri yarı, kanlı canlı bir Alman’dı Albay; görüldüğü kadarıyla da şevkli bir asker ve kusursuz bir yurtseverdi. Şinşin’in sözleri incitmişti onu. Yabancı kökenli olduğunu belli eden bir şekilde konuşarak cevap verdi:

“Niye mi dediniz, bayım? İmparator bilir niye olduğunu. Yayımladığı bildirgede, Rusya’yı tehdit eden tehlikeler karşısında kayıtsız kalamayacağını ve gerek imparatorluğunun güvenliğini sağlamak gerekse kendi onurunun ve imza koyduğu ittifakların…”

Nedendir bilinmez, bu sözcüğü tüm sorunun çözümü onun içinde gizliymiş gibi üzerine iyice basarak söylemiş; sonra da resmî görevlilerin şaşmaz belleğiyle, İmparator bildirgesinin giriş bölümünü aktarmaya devam etmişti:

(…) Kutsal karakterini koruyup sürdürmek zorunluluğunun yanı sıra, biricik ve kesin amaç olarak kabul ettiği, Avrupa’da barışı sarsılmaz sağlam temellere oturtmak iradesinin kendisini, bugün, Rus ordusunun bir kısmına sınırı aşma emrini verme ve niyetlerini gerçekleştirme doğrultusunda yeni çabalarda bulunma kararını almaya sürüklediğini söylüyor.

Burada bir an durdu Albay. Bardağındaki şarabı bir dikişte yuvarladıktan sonra göz ucuyla Kont’un kendisini onaylayıp onaylamadığını da kontrol ederek resmî bir tonla sonlandırdı konuşmasını:

“Niçin Napolyon’la savaşacağımızı sormuştunuz, bayım. İşte bunun için!”

Kaşlarını çatıp gülümseyerek sordu Şinşin:

“Connaissezvous le proverbe;188 Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma. Cela nous convient.189 Suvorof gibi koskoca bir komutan bile â plate couture190 yenilmekten kurtulamadı! Kaldı ki gösterin bana bugün, nerede hani bugünkü Suvoroflarımız? Je vous demande un peu!”191

Albay, yumruk yaptığı elini masaya vurarak cevaba başladı:

“Bize düşen, kanımızın son damlasına kadar vuruşmak ve İmparator’umuz uğruna can vermektir. Her şey düzelir işte o zaman… Bir şey daha gerekli her şeyin düzelmesi için: Elden geldiğince az düşünmek…”

“Elden geldiğince az” deyişini özellikle çekip uzatmıştı Albay. Yine Kont’a bakarak devam etti:

“Elden geldiğince az, evet, elden geldiğince az akla başvurmak… Biz ihtiyar hafif süvariler; işte böyle düşünmekteyiz, o kadar!”

Birdenbire Nikolay’a dönerek sordu:

“Siz, delikanlı! Delikanlı ve aynı zamanda genç hafif süvari, siz peki; ya siz, bu konuda ne düşünüyorsunuz?”

Daha savaş sözü geçer geçmez yanındaki genç kızla konuşmasını bir yana bırakıp gözlerini Albay’a dikmiş ve kulak kabartarak dinlemeye başlamış olan Nikolay, heyecandan kıpkırmızıydı şimdi. “Tamamıyla sizin fikrinizdeyim.” dedi.

Bir yandan da önündeki tabağı durmaksızın çevirmekte ve yine durmaksızın kadehlerin yerini değiştirmekteydi. Büyük bir tehlikeye istekle atılmak üzere olan insanların kararlı ve gözü pek havasına bürünmüştü. Şöyle tamamladı sözlerini: “Şundan eminim: Ruslar yenmek ya da ölmek zorundadır!”

Bunu söyler söylemez kendisini dinleyenlerle birlikte o da farkına vardı ki dediği şey, şu anki duruma hiç mi hiç denk düşmeyecek derecede abartılı bir coşkunluğu dile getirmektedir; dolayısıyla da tamamıyla yersiz ve münasebetsizdir.

Yanındaki Jülia yetişecekti imdadına. Gerçekten de genç kız, “C’est bien beau ce que vous venez de dire…”192 demişti hafifçe iç geçirerek.

Ve Nikolay konuşurken omuzlarına kadar kızaran Sonya, şimdi tepeden tırnağa titremeye başlamıştı.

Piyer, bir baş hareketiyle onayladığını belirterek “Doğru söz.” dedi.

Albay’sa masaya, yumruk yaptığı eliyle tekrar vurduktan sonra, “Siz gerçek bir süvarisiniz, delikanlı!” diye gürledi. “Gerçek ve tam bir hafif süvarisiniz, evet!”

Tam o sırada masanın öbür ucundan Mariya Dmitriyevna’nın davudi sesi yükseldi birden: “Ne diye gürültü ediyorsunuz bakayım siz orada?”

Hemen ardından, Süvari Albayı’na seslendi özellikle: “Ne vurup duruyorsun masaya öyle? Kiminle ne alıp veremediğin var yine? Yoksa Fransızlarla savaşmakta olduğunu mu sanıyorsun, ha?”

Albay gülümseyerek cevap verdi: “Hakikati söylüyorum ben, hakikati!”

Kont Rostof söze karıştı: “Hep savaştan söz ediyoruz, Mariya Dmitriyevna… Oğlum savaşa giderken başka bir şeyden söz edebilir miyiz?”

Sesini masanın öbür ucundan işittirebilmek için bağırmak zorunda kalmıştı. Mariya Dmitriyevna ise kendisini hiç zorlamadan işitileceğinden emin olarak cevabı yapıştırdı:

“Peki ya ben? Dört oğlumun dördü de orduda benim ve katiyen şikâyet etmiyorum. Her şey Tanrı’ya bağlıdır bu dünyada. Savaşta her an ölümle burun buruna gelip de kurtulan insan, bir bakarsın, yatağında mışıl mışıl uyurken gidivermiş!”

Herkes doğru buldu bu sözü. Sonra konuşma, yeniden, masanın iki ucunda kutuplaştı.

Küçük erkek kardeşi, Nataşa’ya: “Soramazsın işte!..” diyordu. “Var mısın iddiaya? Kendine güveniyorsan iddiaya girelim?”

“Varım.” dedi Nataşa.

Yüzü birden kızarmış, neşeli ve her şeyi yapmaya hazır kararlı birinin ifadesini almıştı. Yavaş yavaş kalktı ayağa, kaçamak bir bakışla karşısındaki Piyer’i de kendisini dinlemeye davet ederek annesine seslendi:

“Anne!”

Kontes korkmuştu ilkin, nitekim ürkek bir sesle sordu: “Ne var?”

Ama kızının yüzüne biraz dikkatle bakınca anladı onun yine bir afacanlık yapacağını, göstermelik bir sertliğe büründü ve küçük kızı sözüm ona korkutmak için elini sallarken başıyla da “Sakın haa!” anlamında bir uyarıda bulundu.

Bir sessizlik çöktü salona.

Nataşa’nın incecik çocuk sesi, bu sefer daha da kararlı bir ifadeyle yükseldi yeniden:

“Yemekten sonra ne tatlısı yiyeceğiz, anne?”

Kontes kaşlarını çatmak istedi ama başaramadı. Mariya Dmitriyevna ise kocaman parmağını sallayarak hizaya getirmek istedi küçük kızı ve sert olmaya çalışan bir sesle çıkıştı:

“Bana bak kazak!”

Konukların çoğu, küçük kızın bu beklenmedik çıkışını neye yormak gerektiğini kestiremedikleri için büyüklerin yüzüne çevirmişlerdi soran bakışlarını. Onlardan medet ummaktaydılar.

Kontes öfkeyle sordu:

“Başına gelecekleri biliyorsun, değil mi?”

Ama artık vartayı atlattığını kavramıştı Nataşa, kendinden emin ve neşeli bir sesle bağırdı yeniden:

“Sahi; yemekten sonra ne tatlısı var, anne?”

Sonya ile şişman Patya gülmemek için zor tutuyorlardı kendilerini. Nataşa kardeşine fısıldadı:

“Sordum işte! Kazandım iddiayı!”

Tanık göstermek istercesine Piyer’e de bakmıştı.

Mariya Dmitriyevna verdi cevabı, küçük afacan kıza:

“Dondurma var ama sen cezalısın!”

Salonda hava tamamıyla yumuşamıştı artık. Nataşa için çekinilecek hiç kimse kalmamıştı sofrada. Mariya Dmitriyevna bile… Nitekim şimdi doğrudan doğruya ona yöneltecekti soruyu:

“Ne dondurması var, Mariya Dmitriyevna? Eğer vanilyalıysa hiç sevmem!”

“Havuç dondurması var, sevmez misin?”

Neredeyse haykıracaktı Nataşa:

“Şaka yapmayın, ne olur, Mariya Dmitriyevna! Doğrusunu söyleyin lütfen, ne dondurması var? Öğrenmek istemek günah mı sanki?”

Mariya Dmitriyevna ile Kontes dayanamayıp gülmeye başlamışlardı. Onlarla birlikte öbür konuklar da rahatça gülmeye koyulmuştu. Herkes yaşlı otoriter kadının nükteli cevabına değil, onunla böyle konuşma cüretini gösteren küçük haşarı kızın akılalmaz rahatlığına gülüyordu en çok.

Yemekten sonra ananaslı dondurma olduğunu öğreninceye kadar soru sormakta diretti Nataşa. Konuklara, dondurmadan önce şampanya sunuldu. Orkestra yeniden çalmaya başlamıştı şimdi ve Kont, eşiyle öpüşmüştü. Bunu, bütün konukların ayağa kalkarak önce Kontes’i kutlamaları; sonra da masanın öbür ucundaki Kont’la ve birbirleriyle kadeh tokuşturmaları izledi. Uşaklar yine gürültü çıkarmaksızın oradan oraya seğirtmekte, sandalyeler gıcırdamaktaydı. Ve konuklar yemek salonuna geldikleri zaman, düzen içinde ve yüzleri biraz daha kızarmış olarak çıkıp oturma salonuna ve Kont’un çalışma odasına geçtiler.

172.“Madera şarabıyla yapılmış sote…”
173.“Sevgilim!”
174.“Anna…”
175.Dehşet ejderha.
176.“Pek saygıdeğer dostum…”
177.“Devletin sırtından bir gelir elde etmek hesabındasınız…”
178.“Dengesi yerinde…”
179.“Atasözünün dediği gibi.”
180.“Evet, hanımefendi…”
181.“Hayır, hanımefendi.”
182.“Razumovskiler…”
183.“O kadar güzeldi ki…”
184.“Çok lütüfkârsınız…”
185.“Kontes Apraksin…”
186.Kaplumbağalı.
187.“Avusturya’nın burnunu kırdı işte. Bizim de en sonunda aynı akıbete uğramamızdan korkarım.”
188.“Atasözünü bilir misiniz?”
189.“Bu, bizim hâlimize tam denk düşüyor.”
190.“Pestili çıkarcasına.”
191.“Sorarım size!”
192.“Söylediğiniz çok güzel bir şey…”
950,19 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
09 августа 2023
Объем:
19 стр. 31 иллюстрация
ISBN:
978-625-6865-50-1
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают