Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Savaş ve Barış I. Cilt», страница 9

Шрифт:

XVII

Boston masaları kurulmuş, oyun oynayacaklar gruplara ayrılmış bulunuyordu. Böylece Kont’un konukları, oturma salonu ile çalışma odası arasında paylaştırılmış oldu.

Elindeki iskambil kâğıtlarını bir yelpaze gibi açmış olan Kont, yemekten sonra küçük bir şekerleme yapma alışkanlığına karşı koyabilmek için her şeye cömertçe gülüyordu. Kontes’in çağrısına uyan gençler, salonun klavsen ve arp bulunan köşesine toplanmışlardı. İlk olarak genel istek üzerine Jülia arpın başına geçip bir çeşitleme çaldı. Sonra, müzik alanındaki yetenekleri öteden beri herkesçe bilinen Nataşa ile Nikolay’dan bir şarkı isteyen öbür genç kızlara katıldı o da…

Büyük kız muamelesi gören Nataşa, bundan hem gurur duymuş hem de korkuya kapılmıştı. Nitekim, işte bu korku içinde sordu:

“Ne söyleyeceğiz peki?”

Nikolay verdi cevabı:

Pınar’ı söyleyelim…”

Nataşa, “Ne duruyoruz öyleyse hadi, çabuk!” dedi. “Buraya, yanıma gelin Boris. Peki ama Sonya nerede kuzum?”

Çevresine dikkatle baktı ama arkadaşını göremedi ve aramaya koştu hemen.

Odasında değildi Sonya. Nataşa çocuk odasına gitti soluk soluğa. Ama orada da kimseyi göremeyince Sonya’nın olsa olsa koridordaki sandığın üstünde olabileceğini düşündü ve oraya koştu. Rostof ailesinin genç kızlarının kederli oldukları zamanlarda gittikleri yerdi koridordaki sandık.

Gerçekten de oradaydı Sonya. Sırtındaki zarif pembe giysinin buruşmasını umursamaksızın dadısının sandığın üzerinde serili duran çizgili, kirli, kuş tüyü yatağının üstüne yüzükoyun uzanmış; incecik parmaklarıyla yüzünü örtmüş, çıplak narin omuzları sarsıla sarsıla ağlamaktaydı.

Nataşa’nın, o ana kadar doğum günü kutlanan bütün çocukların yüzleri gibi sevinç taşan yüzü değişti birden. Bakışları sabitleşti, geniş boynu ürperdi, dudaklarının uçları aşağı sarktı.

Telaşla eğilip sordu:

“Ne var, Sonya? Söylesene, ne oluyor sana böyle? Hey Sonya! Sonya diyorum! Heyy!..”

Cevap alamayınca kocaman ağzını sonuna kadar açmış ve birdenbire son derece çirkinleşmişti. Sonra da yine birdenbire ve nedenini bilmeden sadece Sonya ağlıyor diye, küçücük bir çocuk gibi hıçkırarak ağlamaya başladı. Sonya başını kaldırmak istedi o sırada, Nataşa’ya cevap vermek istedi ama başaramadı bunu; başaramayınca da yüzünü biraz daha yatağa gömüp sakladı.

Nataşa, kuş tüyü yatağın üzerine oturup arkadaşına sımsıkı sarılmıştı şimdi; hâlâ ağlamaktaydı. İlkin Sonya toparlandı. Doğrulup gözlerini kuruladıktan sonra olanları anlatmaya başladı:

“Nikolay sekiz gün sonra gidiyor. Hareket emrinin geldiğini kendisi söyledi bana… Ama inan… İnan ki yine de ağlamazdım ben…”

Burada bir an sustu ve avucunda sakladığı bir kâğıdı gösterdi. Nikolay’ın yazmış olduğu dizelerdi bunlar. Sarsılarak devam etti Sonya:

“Ağlamazdım, evet… Ama bilemezsin… Hiç kimse bilemez bu dünyada… Onun ne kadar… Ne kadar iyi bir insan olduğunu… Hiç kimse anlayamaz… Ne kadar pırıl pırıl bir yürek taşıdığını…”

Ve bu kez de Nikolay iyi yürekli olduğu için ağlamaya başladı:

“Senin işin kolay…” diyordu. “Sakın kıskanıyorum sanma!.. Seni de Boris’i de ne çok sevdiğimi bilmez değilsin… O da çok iyidir… Hiçbir engel yok sizin önünüzde. Ama Nikolay est nion cousin…193 Dolayısıyla da başpiskoposun izni gerekli… Aslında sadece o bile yeterli değil! Çünkü eğer annem…” Sonya, Kontes’i kendi öz annesi saymakta ve ona “annem” demekteydi. “Nikolay’ın meslek hayatını söndürdüğümü, insafsız olduğumu, nankörlük ettiğimi söyleyecek olursa… Hâlbuki…” Burada istavroz çıkardı. “Tanrı tanığım olsun! Annemi de hepinizi de o kadar çok seviyorum ki… Sadece bir Vera var… Neden ama neden?.. Ne yaptım ki ben ona?.. Bütün hepinize o kadar minnettarım ki sizler için neyim varsa feda edebilirim!.. Ama… Ama ne yazık ki elimde hiçbir şey yok!..”

Daha fazla konuşamadı genç kız ve yeniden elleriyle yüzünü örtüp başını kuş tüyü yastığa gömdü. Bu arada Nataşa yavaş yavaş durulmuş, toparlanmıştı. Şimdi yüzünde, arkadaşının üzüntüsünün derinliğini tam anlamıyla kavradığını gösteren bir ifade vardı. Sonya’nın içini kemiren gerçek derdi sezinler gibi oldu birden ve sordu:

“Dinle, Sonya… Vera yemekten sonra gelip seninle konuştu mu hiç? Saklama boşuna, konuştu değil mi? Söyle hadi!”

Ağır ağır konuşmaya başladı Sonya:

“Evet…” dedi. “Nikolay yazmıştı şiirleri. Ben de başka şiirler kopya etmiştim. Bütün hepsini masamın üzerinde bulmuş Vera. Anneme göstereceğini söyledi. Ayrıca da ‘Nankörsün!’ dedi bana! Nikolay’ın benimle evlenmesine annemin asla razı olmayacağını söyledi… Sonra da… Sonra da Nikolay’ın ancak Jülia ile evlenebileceğini, benim avucumu yalayacağımı söyledi!.. Nikolay’ın bütün gün Jülia’ya ne kadar yakın davrandığına bakılırsa haksız da sayılmaz!.. Peki ama neden bütün bunlar böyle oluyor, Nataşa? Neden ama neden?..”

Daha fazla ağlıyordu şimdi Sonya. Nataşa, arkadaşını hafifçe kendine çekerek kollarının arasına aldı ve yatıştırmaya çalıştı:

“Sakın ona inanayım deme Sonyacığım!” dedi gülümseyerek. “Deli misin sen ona inanacak kadar! Hatırla sonra; sen, ben ve Nikolay oturma odasında neler konuştuk. Akşam yemeğinden sonra yaptığımız konuşmayı söylüyorum hani?.. Her şeyin nasıl olup biteceğini tartışmış ve karara bağlamıştık, unutmadın herhâlde? Şu anda tam hatırlamıyorum neler tasarladığımızı. Ama çok iyi biliyorum ki her şey tam istediğimiz gibi olacak… Şinşin amcanın kardeşi de bir akrabasının kızıyla evli. Üstelik onlar kardeş çocuğu. Bizse kardeş çocuklarının çocuklarıyız. Boris de böyle bir şeyin pekâlâ mümkün olabileceğini söylüyor, biliyor musun? Ben ona bütün her şeyi anlattım çünkü… Bilemezsin Sonya; öylesine akıllı, öylesine iyi bir insan ki Boris, hakikaten bilemezsin!..”

Bir yandan da gülerek arkadaşını öpüyordu Nataşa. Güven verici bir içtenlikle devam etti:

“Ağlama ne olur; Sonya, biricik sevgili kardeşim benim! Canım Sonyacığım, ağlama! Vera kötü yürekli bir kızdır, bilmez misin? Bir gün elbet cezasını çekecek bütün bu yaptıklarının; hiçbiri yanına kâr kalmayacak, göreceksin. Ve yine göreceksin ki bizim için her şey düzelecek. Bunu da anneme Vera değil, doğrudan doğruya Nikolay kendisi söyleyecek! Anlıyor musun? Sonra, inan bana, Nikolay aklının ucundan bile geçirmiyor Jülia’yı…”

Arkadaşının başını öpüyordu durmadan. Sonya doğruldu nihayet. Kedi yavrusu birden canlanmış, gözleri ışıldamıştı. Neredeyse kuyruğunu sallayıp minik ayaklarını hareketlendirerek koşup zıplamaya ya da ilk bulduğu bir yumakla oynamaya başlayacaktı. Bir kedi yavrusuna yaraşan da bu değil miydi zaten?

Genç kız, saçlarını düzeltirken ve üstüne başına çekidüzen verirken bir yandan da Nataşa’ya soruyordu heyecan ve merakla:

“Gerçekten böyle mi düşünüyorsun? Ne olur, doğru söyle! Peki, yemin eder misin?”

Arkadaşının örgüsünden dışarı taşmış bir tutam saçı düzeltirken cevap verdi Nataşa:

“Yemin ederim ki doğru söylüyorum!” İkisi de keyifle kıkırdadılar.

“Şimdi artık gidip Pınar’ı söyleyebiliriz.” dedi Nataşa.

“Hadi öyleyse gidelim.”

Küçük kız son anda bir şey hatırlayarak durakladı birden, Sonya’yı da kolundan çekip durdurmuştu.

“Bak, ne diyeceğim… Hani o şişman Piyer var ya! Canım şu, yemekte karşımda oturan… Öyle matrak adam ki! Bilemezsin bugün nasıl eğlendiğimi!”

Koridorda koşmaya başlamıştı bile…

Saçlarına yapışmış tüyleri eliyle silkeledi Sonya; şiirleri, hafif çıkık göğüs kemiklerinin arasına sokup koynuna gizledi. Sonra o da Nataşa’nın ardından uçarı, şen bir hâlde koridorda koşmaya başladı. Yüzü yine kıpkırmızıydı oturma salonuna girdiğinde…

Konukların arzusu üzerine gençler, hemen bir dörtlü oluşturup herkesin bayıldığı bir şarkı olan Pınar’ı söylediler.

Ardından da Nikolay, onlara, yeni öğrenmiş olduğu bir şarkıyı okudu:

 
Ne güzeldir ah! Ne güzeldir, ay ışığında
 

Heyecandan tatlı tatlı ürpererek:

 
“Tanrı’nın en sevgili kuluyum artık ben,
Çünkü beni bir düşünen var.” diyebilmek…
Bir arpın tellerinde ağır ağır
Gezinen iki süt beyazı el
Coşkun bir havayla ortalığı çınlatır
 

Ve sarhoş eder beni çağrısıyla:

 
Mutlu günlere evet can ve gönülden,
Yeter ki hep yanımda kal sen!
 

Nikolay şarkının son dizelerini okurken salondaki gençler dansa hazırlanıyorlardı. Balkondaki yerlerini alan orkestra üyelerinin ayak tıkırtıları ve öksürük sesleri kaplamıştı salonu…

Piyer salonda oturmaktaydı. Yurt dışından henüz dönmüş bulunan Şinşin; çok geçmeden başka konukların da katıldığı, politika hakkında bir konuşmaya girişmişti delikanlıyla. Ama sıkılıyordu Piyer.

Tam o sırada müzik başladı. Müzik başlar başlamaz da Nataşa girdi salona ve dosdoğru Piyer’e ilerledi… Yanakları al aldı ama gözlerinin içi gülüyordu.

“Annem sizi dansa davet etmemi söyledi…” dedi.

“Figürleri birbirine karıştırmaktan korkarım…” diye cevap verdi Piyer. “Ama bana öğretmenlik etmek lütfunda bulunursanız…”

Bir yandan da iri kolunu küçük kıza uzatmıştı. Çiftler yerlerini almamışlardı henüz, çalgıcılar da aletlerini akort etmeye yeni başlamışlardı. Ayakta beklemektense yeni damıyla birlikte bir yere oturdu Piyer. Nataşa mutluluktan uçuyordu. Nasıl uçmasın ki yurt dışından gelmiş olan büyük biriyle dans edecekti! Nitekim herkesin onları görebileceği bir yere sürüklemişti Piyer’i ve delikanlıyla artık büyümüş genç bir kız gibi konuşuyordu. Konuk bir kızın bir süre için ona emanet ettiği yelpaze vardı elinde. İşin güzeli, bu tür şeyleri ne zaman ve nasıl öğrendiği bilinmez ancak yüksek sosyete hanımlarına yaraşır bir tavır takınmıştı. Hafif hafif sallıyordu yelpazeyi, sonra da kavalyesiyle sohbet ederken gülümseyince onun ardına gizleniyordu.

Tam o sırada salonu katetmekte olan yaşlı Kontes, kızının hâlini görünce ilkin şaşırdı sonra da hoşlandı ve bağırdı:

“Aaaa! Şuna da bakın hele! Ne dersiniz bu işe, ne buyurulur bu beklenmedik gösteriye?”

Kızardı Nataşa ve gülmeye başladı.

“Ne var anne, sanki bunda? Niçin öyle konuşuyorsunuz? Şaşılacak ne var kuzum, bu işte?..”

Orkestra üçüncü İskoç dansına girmişti ki Kont’la Mariya Dmitriyevna’nın oyun oynadıkları salondan, çekilip üzerinden kalkılan sandalyelerin gıcırtısı yükseldi. Hemen ardından da en seçkin konuklarla yaşlıların büyük bir kısmı, uzun süre oturmaktan gelen uyuşukluklarını gidermek için gerine gerine cüzdanlarını ve para çantalarını ceplerine yerleştirip balo salonuna yöneldiler.

En önde Mariya Dmitriyevna ile Kont ilerliyordu. İkisinin de yüzünden memnuniyet ve neşe taşıyordu. Kont’un muzipliği tuttu birden: Büyük bir nezaketle ve usta bir balet gibi kolunu kıvırarak Mariya Dmitriyevna’ya döndü. Bedenini dimdik tutuyordu. Çehresi; bambaşka, çapkın ve kurnaz bir gülümseyişle aydınlanmıştı. Herkes son figürü de yapıp dansı tamamlayınca birden müzisyenlere doğru ellerini çırptı Kont ve birinci kemana seslendi:

“Semyon! Danilo Kupor’u biliyorsun değil mi?”

Kont’un en sevdiği ve gençliğinden beri büyük bir zevkle yapageldiği danstı bu (“Anglez”in bir figürüydü aslında.).

Büyük biriyle dans etmekte olduğunu o saat unutuverdi Nataşa ve kıvırcık saçlı başını dizlerine kadar eğip koca salonu çın çın öttüren bir kahkaha koyuvererek avazı çıktığı kadar “Babama bakın, babama!” diye haykırdı.

Nitekim çok geçmeden salondaki herkes, zevkle, kendisinden bir hayli uzun olan gösterişli damı Mariya Dmitriyevna’nın karşısında; kollarını müziğe uyarak kıvırıp titreten, omuzlarını oynatan, ayaklarını bir sağa bir sola kıvırıp topuklarıyla yeri döven ve ablak yüzüne gittikçe biraz daha yayılan keyifli gülümseyişle âdeta hepsine meydan okuyarak yeteneklerini zorlayan bu neşeli ihtiyarcığı seyre başlamıştı. Dahası vardı: Danilo Kupor’un coşkun bir trepak’ı194 andıran hareketli ve sürükleyici sesleri yükselir yükselmez salonun bütün kapıları, bir yanda erkekler öbür yanda kadınlar olmak üzere, efendilerinin eğlenişini seyretmek için gelen uşak ve hizmetkârlarla dolmuştu.

Ve kapılardan birinin eşiğinden dadının sesi duyuldu:

“Bizim efendimiz kartaldır, kartal!”

İyi dans ederdi Kont ve bunu da bilirdi. Ne var ki damı gereğince dans edemiyor, etmek de istemiyordu. İri gövdesini dimdik tutarak kocaman ellerini aşağıya doğru sarkıtmaktaydı (El çantasını Kontes’e emanet etmişti.). Dans eden sadece, o ciddi ama güzel yüzüydü sanki! Kont’un bütün o yuvarlak silüetinde dile gelen özellik, Mariya Dmitriyevna’nın gittikçe daha içten gülümseyen dudaklarında ve arada, bir hafifçe ürperen burnunda yansımaktaydı yalnız.

Ama Kont’un, kendisini seyredenleri olağanüstü çevik ayaklarının umulmadık yumuşak hareketleri ve zarif sıçrayışlarıyla şaşırtıp hayran bırakmasına karşılık; Mariya Dmitriyevna da omuz kırıp dönerken ya da kollarını kıvırıp ayaklarını yere vururken gösterdiği çabayla takdir topluyordu. Hele onun her zamanki o somurtkanlığa varan ciddiliğini bilenlerin gözünde bu çaba, bir kat daha değer kazanıyordu.

Ve dans, gittikçe hızlanmaktaydı. Kont ve Mariya Dmitriyevna ile birlikte dansa katılanlar, hiç kimsenin dikkatini çekemiyordu artık; çekmeye çalıştıkları da yoktu. Onlar da herkesle birlikte Kont’a ve Mariya Dmitriyevna’ya bakmaktaydılar. Ayrıca Nataşa, salonda bulunan kim varsa -zaten gözlerini dans edenlerden ayıramadıkları hâlde- teker teker giysilerinin bir ucundan ya da kollarından çekerek mutlaka babasına bakmalarını istemekte ve bunu da başarılı bir şekilde sağlamaktaydı.

Kont, figürler arasındaki duraklamalarda derin derin soluyor; sonra da orkestraya dönüp el kol işaretiyle daha hızlı çalmalarını emrediyordu müzisyenlere ve dans hızını gittikçe biraz daha arttırıp her an biraz daha coşarak bedenini kıvırmaya ve Mariya Dmitriyevna’nın çevresinde sırayla bir parmaklarının ucunda bir topuklarının üzerinde fır dönmeye koyuluyordu yeniden.

Ve nihayet, damını ilk almış olduğu yere götürüp son figürü yaptı: İnanılmaz bir çeviklikle arkadan yukarı kaldırdı ayağını, terli başını gülümseyerek öne eğdi ve sağ eliyle bir yuvarlak çizdi havada. Ortalık alkıştan inlemekte, salonun dört köşesinden şen kahkahalar yükselmekteydi. En çok da Nataşa alkışlayıp gülüyordu. Kont’la Mariya Dmitriyevna, durdukları yerde soluk soluğaydılar. Patiska mendilleriyle terlerini kuruluyorlardı şimdi ikisi de…

“Bizim zamanımızda işte böyle dans edilirdi, ma chère.” dedi Kont neşeyle gülümseyerek.

Kollarını sıvarken güçlükle nefes alabilen Mariya Dmitriyevna da keyifle cevap verdi:

“Bravo Danilo Kupor!”

XVIII

Rostofların salonunda yorgunluktan artık falsolu sesler çıkarmaya başlayan müzisyenlerin çaldığı altıncı anglez de oynanıp bitkin düşmüş uşaklarla aşçılar akşam yemeğinin hazırlıklarına giriştikleri sırada, Kont Bezuhof da altıncı kalp krizini geçirmekteydi. Herhangi bir iyileşme umudunun bundan böyle söz konusu olamayacağını bildirmişti hekimler. Hastanın konuşmaksızın günah çıkarması sağlandığı gibi kendisine kutsal ekmek de verilmişti. Dinî tören için hazırlıklar yapılıyordu şimdi…

Böyle zamanlarda daima rastlandığı gibi sıkıntılı bir bekleyiş ve aslında gereksiz bir telaş vardı konakta. Sokak kapısında, dışarıda, arabalarla hastayı son bir ziyarete gelenlerin gözlerinden saklanmaya çabalanan tabutçular toplanmıştı. Kont’un cenaze töreni dolayısıyla verilecek büyük siparişi beklemekteydiler. Moskova Garnizon Komutanı, hastanın durumunu öğrenmek için sık sık yaver yollamış; karanlık bastırınca da Kont Bezuhof’la -Katerina döneminin bu ünlü büyüğüyle- helalleşmek üzere bizzat kendisi çıkıp gelmişti.

Göz kamaştırıcı kabul salonu tıklım tıklım doluydu. Komutan, hastanın başucunda yaklaşık yarım saat kadar kaldıktan sonra dışarı çıktığında salondaki herkes saygıyla ayağa kalktı; o da kendisini selamlayanlara hafifçe karşılık verdikten sonra gözlerini ona çevirmiş hekimlerin, din adamlarının ve hastanın yakınlarının arasından elinden geldiğince çabuk geçmeye çalışarak kapıya doğru ilerledi. Kendisini; son günlerde bir hayli zayıflamış, rengi de iyice sararmış olan Prens Vasili uğurluyordu. Ayrılırken Komutan’a alçak sesle bir şeyler söylediği görüldü.

Komutan’ı yolcu ettikten sonra salonda tek başına kalan Prens Vasili, bir sandalyeye oturup bacak bacak üstüne attı; dirseğini dizine dayayıp eliyle gözlerini kapadı. Bir süre kaldı öylece. Sonra kalktı ve hiç alışık olmadığı hızlı adımlarla uzun koridorlardan -çevresine korkuyla bakarak- geçip konağın arka kısmına, Büyük Prenses’in dairesine yollandı.

Kabul salonu hafif bir ışıkla aydınlatılmıştı. Herkes hep bir ağızdan konuşuyordu fısıltılar hâlinde. Hastanın artık can çekiştiği söylenmekteydi. Biri içeri girip çıktıkça hemen susuyorlar ve gıcırdayan kapıya, bir şeyler beklediklerini belli eder bir tavırla, bir şey sorarmış gibi bakıyorlardı. İhtiyar bir din adamı, gelip yanına oturan ve onu saf saf dinleyen bir kadıncağıza “İnsanların sonu budur işte!” diyordu. “Sınır çizilmiş bir kere! Ne yapsan nafile, sınırı aşamazsın!”

Bu konuda kendine özgü bir düşüncesi yokmuş gibi dinliyordu kadın, sonra da din adamına unvanıyla hitap ederek soruyordu:

“Son dinî tören için bir parça geç kalınmadı mı acaba? Düşünüyorum da… Siz ne dersiniz?”

Elini yarı ağarmış ve iyice taranıp bastırılmış birkaç tutam saçın süslediği dazlak kafasının üzerinde gezdiriyordu din adamı ve “O törenin büyük bir anlamı vardır, hemşire hanım.” diye karşılık veriyordu yaşlı kadına.

Salonun öteki ucundan bir soru soruldu:

“Kimdi o kuzum? Başkomutan mıydı yoksa?”

“Ne kadar da genç gösteriyor!”

“Oysa rahat yetmişindedir!”

“Kont artık hiç kimseyi tanımıyormuş, söylendiğine göre…”

“Son dinî töreni yapacaklar herhâlde?”

“Kendisine tam yedi defa son dinî tören yapılan birini tanıyorum!”

Hastanın odasından yaşlı gözlerle çıkan Ortanca Prenses, Doktor Lorrain’e yöneldi. Katerina’nın portresi altındaki masaya zarif bir tavırla dirseğini dayamış oturmaktaydı Lorrain. Prenses de onun yanına oturdu ve iş olsun diye, havalar hakkında bir soru yöneltti Doktor Lorrain’e.

Lorrain hemen karşılık verdi:

“Tres bcau, tres beau, Princesse. Et puis â Moscou on se croit â la campagne…”195

İçini çekti Prenses.

“N’estce pas!”196 demekle yetindi.

Kısa bir sessizlikten sonra sordu yeniden:

“Bu durumda su içebilir herhâlde? Sizce bir sakınca yoksa tabii…”

Lorrain düşündü.

“İlacını aldı değil mi? “

“Evet.”

Saatine baktı Doktor Lorrain. Sonra da “Bir bardak sıcak su alın…” dedi. “İçine de une pincée de cremor tartari197 ekleyin.”

Une pincée’nin miktarını ince parmaklarıyla göstermeyi de unutmamıştı ünlü Fransız hekim.

Biraz ötede bir Alman hekim, Garnizon Kumandanı’nın yaverlerinden biriyle sohbete dalmıştı:

“Tıp tarihi, üçüncü sekteyi atlatabilen adam kaydetmemiştir bugüne kadar!” diyordu.

Hastanın yanından biraz önce çıkmış olan yaver, “Yüzü kireç gibiydi!” dedi yavaşça.

Sonra da bir fısıltı hâlinde sordu:

“Peki ama bütün bu servet kime kalacak şimdi?”

Gülümsedi Alman hekim:

“Heveslisi çoktur, merak etmeyin, ortada kalmaz!”

Bütün gözler, gıcırdayan kapıya çevrilmişti birden. Ortanca Prenses, Lorrain’in söylediği ilacı hazırlamış; hastaya götürmekteydi.

Lorrain’e yaklaştı Alman hekim ve çok bozuk bir Fransızcayla sordu:

“Yarın sabahı bulur mu dersiniz?”

Lorrain dudaklarını kemirir gibi oldu bir süre, sonra parmağını kaldırıp “olamaz” anlamında salladı. Hastanın durumunu tartışma götürmez bir şekilde kavrayıp bildiği ve bunu da böyle açık seçik belirtebildiği için kendisiyle gurur duyuyordu. Bu gururu da gizlemeye gerek görmediğini ortaya seren nazik bir gülümseyişle “Bu gece, bu iş biter!” diye fısıldadı.

Ve kalkıp uzaklaştı.

Aynı sıralarda Prens Vasili, Büyük Prenses’e ait odanın kapısını açıyordu. Oda loştu. İkonaların altında iki kandil yanıyordu sadece. Hoş bir tütsü ve çiçek kokusu kaplamıştı ortalığı…

Oda; boydan boya ufak tefek eşyalar, minik konsollar, küçük dolaplar ve çeşit çeşit masalarla doluydu. Üzerine kuş tüyü bir yatak konulmuş yüksek karyolanın beyaz örtüsü görülmekteydi.

Bir fino köpeği havlamaya başladı Prens içeri girince ve Büyük Prenses’in sesi duyuldu:

“Siz misiniz, mon cousin?”198

Bir yandan da hemen kalkmış ve her vakit, hatta o anda bile başına sımsıkı yapıştırılmış gibi insana şaşkınlık verecek derecede düz ve cilalı gözüken saçlarını düzeltmişti.

Sonra “Ne var?” diye sordu telaşla. “Kötü bir şey mi oldu yoksa? Birdenbire çok korktum!”

Gerçekten yorgun ve bıkkın bir hâldeydi Prens. Kendisini biraz önce Prenses’in oturduğu koltuğa bırakırken “Yeni bir şey yok, hayır…” dedi. “Durum hep aynı…”

Asıl söylemek istediği şeyin önemini belirtmek istercesine sustu bir an. Sonra kararlı bir sesle yeniden konuşmaya başladı:

“Buraya, seninle baş başa bir iş konuşmaya geldim, Katiş… Amma da sıcak bu oda! Neyse, otur şöyle yanıma da causons.”199

Prenses, yüzünde o hiç değişmeyen taş gibi katı ifadeyle, Prens’in karşısına oturup onu dinlemeye hazırlanmıştı.

Donuk bir sesle “Ben de acaba bir şey mi oldu diye düşünüyordum…” dedi. “Uyuyayım dedim ama bir türlü uyuyamadım, mon cousin…”

Prens Vasili, Prenses’in elini elinin içine almış ve her vakit yaptığı gibi aşağı doğru çekerken sormuştu:

“Evet canım, başkaca nasılsın?”

Bu “başkaca” sözcüğü, ikisinin de çok iyi anladığı ve ama hiçbirisinin belirtmek istemediği birçok anlama geliyordu.

Prenses, bedeninin bacaklarına oranla çok uzun ve dimdik olan üst kısmını hiç eğmeden bir parça patlak ve kül rengi gözlerinde en küçük bir heyecan duymadığını ortaya seren sakin bir ifadeyle, Prens’in gözlerinin içine bakıyordu şimdi… Başını salladı, sonra da hafif bir iç çekişle ikonalara çevirdi bakışlarını.

Aynı zamanda hem hüzün ve bağlılık hem yorgunluk hem de artık yakında rahata kavuşma umudunun belirtisi şeklinde yorumlanabilirdi bu davranış. Prens Vasili; bunu bir yorgunluk işareti şeklinde yorumladı ve bıkkın bıkkın “Sen, benim durumum daha mı rahat sanıyorsun?” dedi. “Je suis ereinte comme un cheval de poste.200 Ama yine de şimdi seninle konuşmamız gerekiyor Katiş. Hem de çok ciddi bir şekilde konuşmalıyız canım…”

Sustu Prens. Yanakları bir sağa bir sola doğru sinirli tiklerle gerilip çekilmekte; bu da yüzüne, salonlarda büründüğü görünüşün tam tersine, aksi ve sevimsiz bir ifade vermekteydi. Gözleri de her zamanki gibi değildi: Bir an şakacı ve muzip bir ışıltıyla parlıyor, bir an sonra ise çevreyi korkuyla süzmeye başlıyordu bu gözler.

Prenses, dizinin üzerindeki küçük köpeği kuru sıska elleriyle tutmuş; Prens Vasili’nin gözlerinin içine dikkatle bakıyordu. Ve iyice belliydi ki Prenses Katiş, odaya çöken sessizliği, ne olursa olsun -sabaha kadar susması gerekse dahi- bozmamaya kararlıydı.

Prens Vasili, “Dinleyiniz; benim sevgili Prensesim, benim sevgili yeğenim Katerina Semyonovna.” diye sürdürdü konuşmasını.

Bunları söylerken kendi kendisiyle şiddetli bir çatışma hâlinde bulunduğunun pekâlâ farkındaydı Prens Vasili. Ama bunu yapmaya kendisini mecbur hissederek konuşmaya karar vermişti bir kere… Devam etti:

“Böyle anlarda her şeyi düşünmek, bütün ihtimallere karşı hazırlıklı bulunmak gerekiyor. Bu görev de herkesten önce bana düşmekte: İleriyi düşünmek. Sizleri… Ayrı ayrı her birinizi düşünmek görevi… Ben sizleri kendi çocuklarım kadar severim, bilmez değilsin!..”

Prenses; hep o aynı donuk, hep o aynı hareketsiz gözlerle bakmaya devam ediyordu. Prens Vasili, yeğeninin yüzüne bakmaksızın zapt etmeyi tam başaramadığı bir öfkeyle yandaki küçük masayı ittikten sonra “Tabii, bu arada ailemi de düşünmem gerekiyor…” dedi. “Bildiğin gibi sizler, Mamontoflar, üç kız kardeşsiniz. Bir de benim karım var. Kont’un doğrudan doğruya mirasçıları, işte bunlar. Yani bizleriz!..”

Prenses’in susuşunu, söylenenleri onaylamadığına yorarak sessiz kaldı bir an; sonra da yeğeninin şüphelerini gidermek amacıyla şöyle devam etti:

“Bütün bunları düşünmek sana şu anda çok… Nasıl desem… Çok yersiz, çok saçma… En azından çok ağır gelebilir, bilmez değilim elbette! Pekâlâ biliyorum… Benim için de kolay değil, inan ki! Ama ben artık altmış yaşındayım ve bu bakımdan da her şeye hazırlıklı olmalıyım…”

Burada yine sustu Prens Vasili. Sonra içini çekerek konuştu:

“Piyer’i çağırmaları için adam yolladım biraz önce. Kont, parmağıyla resmini gösterip onu yanına çağırtmamızı istemişti. Bunu biliyor muydun? Bilmiyordun, öyle değil mi?”

Prens Vasili, soran gözlerle ısrarlı bir şekilde bakıyordu Prenses’e ama onun bu sözleri mi kavramadığını, yoksa bir şey düşünmeksizin mi öyle donuk bakışlarla bakakaldığını bir türlü kestiremiyordu. Prenses konuştu nihayet:

“Ben Tanrı’ya bir tek şey için dua ediyorum, mon cousin…” dedi.

“O da şu: Onun taksiratını bağışlasın ve o temiz ruhunu sakin sakin uğurlasın bu ölümlü dünyadan…”

Biraz önce öfkeyle itmiş olduğu masayı yeniden kendisine doğru çekerken bir eliyle de dazlak kafasını kaşıdı Prens Vasili ve sabırsızlıkla “Haklısın, evet…” dedi. “O konuda haklısın. Ama bir de gayet iyi biliyorsun ki geçen kış Kont bir vasiyetname hazırladı. Ve bu vasiyetname ile dolaysız mirasçı olanları -yani bizleri- hiç hesaba katmaksızın bütün malını mülkünü Piyer’e bıraktı!”

Umduğu etkiyi uyandırıp uyandırmadığını anlamak için Katerina Semyonovna’nın yüzüne dikkatle baktı Prens Vasili. Ama Prenses son derece sakindi.

“Onun hazırladığı vasiyetnamelerin haddi hesabı yoktur!” dedi yine aynı tavırla. “Ayrıca, mirasını Piyer’e bırakması imkânsız! Piyer, onun meşru oğlu değil ki…”

Prens Vasili birdenbire o kadar heyecanlandı ki küçük masayı neredeyse bedenine yapıştıracaktı. Hiç yapmadığı bir şekilde hızlı hızlı konuşmaya başladı:

“İyi güzel söylüyorsun ama ma chère201 ya Kont, İmparator’a bir mektup yazıp Piyer’in kendi yasal oğlu sayılmasını rica ettiyse? O zaman ne olur, düşünebiliyor musun? Sana söyleyim ne olacağını: Kont’un bu ricası, devlete ve İmparator’a yaptığı büyük hizmetler göz önünde tutularak kabul edilir…”

Karşısındaki kimseden çok daha fazla şey bildiğini sanan kişiler gibi gülümsemişti Prenses. Prens Vasili, onun elini tutarak devam etti:

“Dahası var! Bu mektup yazılmış ama gönderilmemiştir. İmparator da bundan haberdardır. Şimdi, bütün iş şurada: Söz konusu mektup hâlâ yerinde duruyor mu durmuyor mu? Kısacası o mektup ortadan kaldırıldı mı kaldırılmadı mı? Eğer kaldırılmadı ise bütün her şey biter bitmez…”

Prens Vasili, burada, “Kont ölür ölmez.” demek istediğini belirtmek için iç geçirdikten sonra sürdürdü konuşmasını:

“Bütün her şey biter bitmez evet, Kont’un evrakı açılacak; bu evrakın arasında bulunan vasiyetname ile mektup İmparator’a verilecek ve onun, Piyer’le ilgili ricası da kabul edilecektir. Ve böylece Piyer, Kont’un yasal oğlu sıfatıyla, tüm servetin tek sahibi olacaktır.”

Sanki her şey olabilirmiş de böyle bir şey asla olmazmış gibi alaycı bir tavırla gülümseyerek sordu Prenses:

“Bizim payımız ne olacak peki?”

“Mais, ma pauvre Catichc, c’est clair comme le jour.202 O durumda Piyer, Kont’un tek yasal mirasçısı oluyor; siz de hava alıyorsunuz.”

Durup bir an soluk aldıktan sonra devam etti:

“Dinle, bak. O vasiyetname ile mektup yazıldı mı yazılmadı mı? Yazıldı ise ortadan kaldırıldı mı kaldırılmadı mı? İşte bunu öğrenmen gerekiyor, güzelim. Bu kâğıtlar herhangi bir nedenle herhangi bir yerde unutulup kalmış da olabilir. Geleceğimiz için bu hususu da öğrenmelisin. Zira…”

Şeytanca bir tavırla ve gözlerinde yine aynı ifadeyle Prens Vasili’nin sözünü kesti Prenses:

“Bir bu eksikti! Öyle ya, ben kadınım! Yani siz erkeklere göre, anadan doğma bir aptalım. Ama evlilik dışı bir çocuğun mirasa konamayacağını bilecek kadar da dünyadan haberdarım…”

Prens’e söylediği şeyin ne denli saçma olduğunu ispatlamak için de Piyer’in ne olduğunu Fransızca olarak söyledi:

“Un bâtard…”203

“Nasıl olur da sen bunu anlayamazsın Katiş? Nasıl olur da şu pırıl pırıl zekânla bunu bir türlü kavrayamazsın? Oysa o kadar basit ki söylediğim. Eğer Kont, İmparator’a oğlu Piyer’in yasal mirasçısı sayılmasını rica etmek için bir mektup yazmışsa ve bu rica, İmparator tarafından kabul edilirse -ki kaçınılmaz olarak kabul edilecektir- Piyer artık Piyer olmaktan çıkıp Kont Bezuhof olacak; dolayısıyla da bütün mirasa konacaktır. Yani o vasiyetname ile o mektup ortadan kaldırılmadı ise sana, bir büyüğüne iyilik etmiş olmanın zevki et tout ce qui s’en suit’nin204 avuntusundan başka bir şey kalmayacak. İşte böyle, yavrum!”

“Ben o vasiyetnamenin yazıldığını biliyorum. Ama yine biliyorum ki o vasiyetnamenin hiçbir geçerliliği yok! Siz de beni tam bir budala sanıyorsunuz korkarım, mon cousin!”

Kadınların karşılarındakilere zekice bir hakarette bulunduklarını sandıkları zaman büründükleri yüz ifadesiyle söylemişti bunu Prenses. Prens Vasili ise işin bu yanının üzerinde durmadı bile ve sabırsızlıkla:

“Prenses Katerina Semyonovna, güzelim, güzel yavrucuğum…” dedi. “Ben buraya seninle tartışmaya değil; seni iyi yürekli, dürüst ve gerçekten bağlılık duyduğum bir akraba olarak kabul ettiğim için her ikimizi de ilgilendiren birtakım önemli çıkarları konuşmaya geldim ve kim bilir kaçıncı defadır söylüyorum sana: Eğer Kont’un evrakı arasında o vasiyetname ile İmparator’a yazdığı o mektup varsa ne sen ne de kız kardeşlerin, bu mirasta en ufak bir hak dahi iddia edemezsiniz! Bana inanmayabilirsin ama kendi aile avukatınıza inanırsın sanırım. Az önce Dmitri Onufriç’le uzun boylu konuştum, o da aynı şeyi söyledi…”

Prenses’in düşünceleri değişivermişti birden, her hâlinden belliydi bu. Gerçi bakışları değişmemişti ama ince dudakları solmuş ve konuşmaya başladığı vakit de sesi öyle bir çınlamıştı ki kendisi bile şaşırmış ve ürkmüştü.

“İşte şimdi her şey tastamam oldu!” dedi. “Zaten hiçbir şey istememiştim ben, şimdi de istemiyorum!”

Dizindeki finoyu itip yere attı. Giysisinin buruşukluklarını düzeltti bir süre. Bir yandan da kendi kendine konuşmaktaydı:

“Minnet ve şükran duymak diye işte buna derler, öyle ya! Onun uğruna her şeylerini feda etmiş insanlara, demek böyle teşekkür edecekmiş! Harika doğrusu! Mükemmel!”

Prens’in orada olduğunu hatırladı birden.

“Evet, Prens! Benim artık hiçbir şeye ihtiyacım yok!”

Prens Vasili, sakin bir sesle “Güzel ama sen tek başına değilsin ki…” dedi. “Kız kardeşlerin var!”

Prenses yine dinlemiyordu onu, kendi kendine konuşmaya başlamıştı yeniden:

“Bu evde adilikten, kıskançlıktan, ihanetten, entrikadan ve ikiyüzlülükten başka bir şey olmadığını zaten çoktandır biliyordum ben! Biliyordum ama unutmuştum…”

Prens Vasili, yine sadede geldi:

“Sen şimdi bana tek bir şeyi söyle yeter. O vasiyetnamenin nerede olduğunu biliyor musun bilmiyor musun?”

Yanakları gittikçe artan bir şiddetle titremekteydi bunu sorarken. Ama Katerina Semyonovna’dan cevap almak kolay değildi.

“Evet evet.” diyordu Prenses kendi kendine. “Aptalın biriymişim ben! Her şeye rağmen inanıyordum insanlara, seviyordum, seve seve fedakârlık ediyordum. Oysa görüyorum ki sadece adi ve düzenbaz insanlar kârlı çıkmakta!.. Ama bütün bu dolapları kimin çevirdiğini bilmez değilim ben… Gayet iyi biliyorum hem de!”

193.“Kuzenim benim…”
194.Trepak: Çok hızlı oynanan bir Rus dansı.
195.“Çok güzel Prenses, çok güzel. Ve insan Moskova’ya gelince kendini kırda sanıyor…”
196.“Değil mi!”
197.“Bir tutam cremor tartari…”
198.“Kuzenim.”
199.“Konuşalım.”
200.“Bir posta beygiri kadar bitkinim.”
201.Güzelim.
202.“Ama benim zavallı Katişçiğim, gün gibi açık bir şey bu.”
203.“Bir piç…”
204.“Ve bunun sonucunda meydana gelen her şeyin…”
954,94 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
09 августа 2023
Объем:
19 стр. 31 иллюстрация
ISBN:
978-625-6865-50-1
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают