Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Savaş ve Barış I. Cilt», страница 6

Шрифт:

IX

Gençler takımından şimdi, Kontes’in Nataşa’dan dört yaş daha büyük olan ve artık yetişkin bir genç kız havası taşıyan büyük kızı ile ziyaretçi hanımın kızı sayılmazsa sadece Nikolay ve yeğen Sonya kalmıştı salonda.

Sonya; ince ve narin yapılı, esmerce bir kızdı. Uzun kirpikleriyle gölgelenen yumuşak tatlı bakışları, başına iki kere doladığı siyah bir saç örgüsü, özellikle boynunda ve cılız ama yine de güzel kollarında iyice belirginleşen mat bir teni vardı. Hareketlerinin uyumluluğu ve yumuşaklığı, elleriyle parmaklarının zarifliği ve esnekliği; biraz açıkgöz, ihtiyatlı, hatta yapmacık davranışları ile henüz tam biçimlenmemiş ama çok güzel bir şey olacağı şimdiden belli bir kedi yavrusunu andırmaktaydı. Çevresinde konuşulanlara ilgi duyduğunu küçük bir gülümseyişle belirtmeye alışmıştı ama gözleri, kendisine rağmen askere gitmeye hazırlanan cousin’ine,134 uzun kalın kirpiklerinin altından öylesine sırılsıklam âşık bir genç kız tutkunluğuyla bakarken hiç kimseyi bir an bile aldatamazdı bu gülümseyişi. Küçük kedinin, ilk fırsatta daha istekli olarak sıçrayıp Boris ve Nataşa gibi salonu terk eder etmez cousin’iyle oynamaya başlamak için beklediği, hemen belli oluyordu.

İhtiyar Kont, ziyaretçi hanıma, oğlu Nikolay’ı göstererek açıkladı:

“Evet, ma chère. Arkadaşı Boris subaylığa yükselince benim Nikolay da dostluk dayanışmasıyla, ondan geri durmamayı kararlaştırdı; üniversiteyi ve ihtiyar babasını terk ediyor işte. Askerlik mesleğini seçti, ma chère. Oysa arşivlerde yeri hazır, onu bekliyordu. Dostluk işte!”

Soran bir tavırla söylemişti bu son sözünü kont.

Ziyaretçi hanımsa başka bir konuya ilgi gösterir görünme yolunu seçti:

“Gerçekten de savaş ilan edildi diyorlar…”

“Ne zamandır söyleniyor?” dedi Kont. “Bu sefer de öyle olacaktır, görürsünüz; lafı edildiğiyle kalacaktır iş.”

Sonra da elinde olmaksızın tekrarladı:

“Dostluk işte, ma chère! Hafif Süvari Alayı’na giriyor…”

Ne cevap vereceğini şaşıran ziyaretçi hanım, başını sallayabildi ancak. Asıl cevap, Nikolay’ın kendisinden geldi:

“Dostluk için yapmıyorum o işi ben. Katiyen dostluk için yapmıyorum! Sadece ve sadece, içimde askerlik mesleğine karşı bir istek duyduğumdan yapıyorum.”

Ağır bir iftira karşısında kendisini savunur gibi söylemişti bunları, söylerken de kıpkırmızı kesilmişti. Yeğeni Sonya ile ziyaretçi hanımın genç kızına bir bakış attı. Her ikisi de ona, onaylayan bir gülümseyişle bakıyorlardı. Kont konuştu yeniden:

“Pavlograd Hafif Süvari Alayı Kumandanı Schubert de akşam yemeğine bizde. İznini burada geçirmekteydi. Dönerken Nikolay’ı birlikte götürecek. İşte böyle, ne yapalım?”

Oğlunun kararının Kont’a acı verdiği anlaşılıyordu. Gerçi şaka eder gibi bir tonla konuşmuştu ama susarken de çaresizlik içinde omuz silkmekten kendisini alamamıştı. Nikolay atıldı:

“Baba, gitmemi istemediğiniz takdirde kalacağımı size daha önce de söylemiştim. Ama biliyorum ki askerlikten başka hiçbir iş yapamam ben. Diplomat ya da memur olmak için yaratılmamışım…”

Bu son iddiasının gerekçesini de genç kızlara çapkınca yönelttiği kaçamak bir bakışla gülümseyerek açıkladı:

“Her şeyden önce, duygularımı gizlemesini bilmiyorum.”

Küçük dişi kedinin gözleri, iki ok gibi Nikolay’a çevrilmişti; her an sıçramaya hazır bekliyordu.

“Peki, peki.” dedi İhtiyar Kont. “Hemen parlıyor, görüyorsunuz. Hep o Bonapart, başlarını döndürdü bunların! Neymiş? Teğmenken imparator olmuş! Dönüp dolaşıp bunu söylemekteler…”

Bir an durdu Kont Rostof, sonra da ziyaretçi hanımın yüzünde şöyle bir dalgalanan alaycı gülümseyişi fark etmeksizin ekledi:

“Tanrı’nın işi, ne var bunda yani? Tanrı istemese olabilir miydi?”

Ve büyükler böylece, Bonapart hakkında konuşmaya giriştiler. Bu arada Bayan Karagina’nın kızı Jülia, genç Rostof’a dönmüş ve tatlı tatlı gülümseyerek sormuştu:

“Perşembe günü Arharoflara gelmediniz? Gözlerimiz hep sizi aradı. Hele ben, çok sıkıldım.”

Gururu okşanan delikanlı gelip yanına oturdu Jülia’nın ve genç kızla konuşmaya başladı gülümseyerek. Bu gülümseyişinin kıskanç Sonya’nın yüreğine bir hançer gibi saplandığını fark etmemişti. Kıpkırmızıydı Sonya, zoraki gülümsüyordu. Nitekim delikanlı, Jülia’yla konuşurken bir ara ona baktığında genç kız; dudaklarında hep o zoraki gülümseyiş ve gözlerinde zor zapt ettiği yaşlarla birdenbire kalktı. Çıkmadan önce Nikolay’a tutkuyla kırbaçlanan bir öfkeyle bakmaktan da kendisini alamamıştı. Delikanlının bütün heyecanı sönüverdi bir anda. Konuşmaya verilecek ilk arayı bekledi ve yüzü bozguna uğramış bir hâlde çıktı Sonya’nın ardından.

“Bütün bu gençlerin sırları nasıl da apaçık ortada, ey Tanrı!”

Çıkmakta olan Nikolay’ı başıyla işaret ederek söylemişti bunu Anna Mihailovna. Hemen ekledi:

“Cousinage, dangereux voisinage.”135

Kontes; gençlerle birlikte salona dolan güneş ışığı yitip gidince hiç kimsenin kendisine yöneltmediği ama onu sürekli kaygılandıran bir soruya cevap verir gibi “Doğru, evet.” dedi. “Bizleri bir an sevince gark etmeleri için ne kadar acı çekmemiz, ne denli derin endişelere katlanmamız gerektiğini düşünüyorum da! Şimdi bile, korktuğumuz kadar sevinemez durumdayız aslında. Sonu gelmeyen bir tasa içinde yaşıyoruz hepimiz! Zira gerek kız ve gerekse erkek çocuklarımız, sayılamayacak kadar çok tehlikeyle dolu çağlarını yaşamaktalar.”

“Her şey eğitime bağlı…” dedi ziyaretçi hanım.

“Evet, haklısınız… Ben kendi payıma, Tanrı’ya şükür, çocuklarımın dostu olarak kaldım hep bugüne kadar…”

Kontes de çocuklarının kendilerinden saklayacağı hiçbir şeyi olamayacağını sanan sayısız ana babanın yanılgısına düşüyordu. Şöyle devam etti:

“Biliyorum ki bundan böyle de kızlarımın ilk confidente’ı136 daima ben olacağım. Ayrıca yine biliyorum ki Nikolay, o taşkın karakteri gereği günün birinde birtakım çılgınlıklar yapacaktır -hiçbir erkek çocuğu bu tür davranışlardan kendisini sıyıramaz- ama bunlar katiyen o Petersburglu bayların şımarıklıklarına benzemeyecektir.”

Çetrefilli sorunları daima, her şeyi “çok cici” bularak çözüme ulaştıran Kont da doğruladı bu görüşü.

“Evet evet…” dedi. “Çok iyi, çok cici çocuklardır bizim çocuklarımız! Düşünün hele bir, hafif süvari olmak istiyor! Gelgelelim yapacak hiçbir şey yok, ma chère, yapacak hiçbir şey yok!”

“Ne kadar tatlı bir küçük kızınız var!” dedi ziyaretçi hanım. “Cıva gibi bir şey!”

Kont bunu da onayladı:

“Evet evet, cıva gibi tıpkı! Bana çekmiş! Ve bir de sesi var ki sormayın! Yoo yoo, istediği kadar kızım olsun, ben hakikati söylemeden edemem. Bir opera şarkıcısı olacak Nataşa, yeni bir Salomoni olacak. Zaten bir İtalyan öğretmenle anlaştık, ona ders vermesi için…”

“Pek erken sayılmaz mı? Bu yaşta öğrenime başlamanın ses bakımından iyi sonuç doğurmadığı söylenir de…”

“Ne münasebet efendim, niçin pek erken olsun ki?” diye cevap verdi kont. “Ya henüz on iki on üç yaşında evlendirilen annelerimize ne diyeceğiz bu durumda?”

“Daha şimdiden Boris’e âşık. Ne dersiniz siz bu işe?”

Kontes’ti konuşan. Tatlı tatlı gülümseyerek Boris’in annesine bakıp da söylemişti bunları. Sonra da kendisini öteden beri kaygılandıran düşünceye cevap verir gibi devam etti:

“Dedim ya demin size; onu biraz katı kurallar içinde yetiştirmiş, ona birtakım şeyleri yasaklamış olsaydım şimdi kuytuda kim bilir neler yaparlardı gizli gizli!”

“Öpüşürlerdi.” demek istemişti kontes. Bir an daldıktan sonra sözlerini şöyle tamamladı:

“Oysa şimdi ne zaman ne yapacağını, ne söyleyeceğini gayet iyi biliyorum. Her akşam uyumadan önce kendisi koşuyor odama ve bütün olup bitenleri ilkin bana anlatıyor. Belki de şımartmış oluyorum onu böylece ama inanıyorum ki böylesi çok daha iyi. Büyük kızımı çok katı kurallar içinde yetiştirdim zira…”

“Gerçekten de ben bambaşka bir şekilde yetiştirildim.”

Güzel, genç Kontes Vera; gülümseyerek söylemişti bunu. Ama bu gülümseyiş, genellikle olduğu gibi yüzünü güzelleştirmemiş; tam tersine doğal olmayan, dolayısıyla da nahoş bir ifade vermişti çizgilerine. Oysa sadece güzel değil, aynı zamanda zeki ve terbiyeliydi de. Kusursuz bir öğrenim görmüştü, üstelik çok tatlı bir sesi vardı. Her şeyden önemlisi, şu söylediği şey -yani bambaşka bir şekilde yetiştirilmiş olduğu- hem doğru hem de yerinde söylenmişti. Gelgelelim -gariptir ya- gerek ziyaretçi hanım ve gerekse bizzat Kontes, genç kızın bunu niçin söylediğini anlamamış gibi baktılar ona. Âdeta huzurları kaçmıştı…

“Büyük çocukların üzerine titremek gelenektendir.” dedi ziyaretçi hanım. “Olağanüstü birer insan olmalarını bekleriz ilk çocuklarımızın hep…”

“İster istemez itiraf etmek gerekiyor, ma chère!” diye atıldı Kont.

“Benim küçük Kontesim, gerçekten de Vera’nın üzerine titredi hep.

Ama ne olmuş yani?”

Vera’ya keyifle göz kırparak tamamladı sözlerini:

“Çok cici bir kız değil mi, şimdi benim büyük kızım!”

Bayan Karagina ve genç kızı, akşam yemeğine gelmeyi vadederek kalkmışlardı. Onları salonun kapısına kadar uğurladıktan sonra “Bu ne biçim nezaket, ey Tanrı’m!” dedi Kontes. “Neredeyse çakılıp kalacaklardı buraya!”

X

Salondan koşarak çıkan Nataşa, kış bahçesine gelir gelmez durmuştu. Salondan gelen seslere kulak kabarttı bir süre. Aslında Boris’in gelmesini bekliyordu. Sabrı tükenmeye başlamıştı bile, delikanlı birazcık daha gecikse ağlayacaktı. Ve tam o sırada Boris’in ayak seslerini işitti. Acele etmeden geliyordu Boris, ne yavaş ne de hızlı.

Bir sıçrayışta tahta çiçek saksılarının arkasına atlayıp gizlendi Nataşa.

Boris, odanın ortasında durmuştu. Çevresine bakındı önce üniformasının kolundaki tozları silerek. Sonra da aynaya doğru ilerleyip biçimli yüzünü incelemeye başladı. Nataşa; pususunda sessiz ve hareketsiz, onu izlemekteydi. Bakalım, ne yapacaktı? Bir süre aynanın karşısında kaldı Boris, gülümsedi kendi kendine ve çıkış kapısına doğru yürüdü. Nataşa seslenip çağırmak istedi onu ilkin ama hemen vazgeçti.

Arasın… dedi içinden.

Boris henüz çıkmıştı ki bir başka kapıdan Sonya girdi içeri. Yüzü kıpkırmızıydı. Hem ağlıyor hem de öfkeyle bir şeyler mırıldanıyordu… Nataşa’nın ilk hareketi, ona koşmak için atılmak olmuştu ama son anda yine tutmuştu kendisini. Böylece pususunda, insanı görünmez kılan sihirli bir şapkanın altına girmiş gibiydi ve dünyada olup bitenleri gözlemekteydi. Bundan da özel bir zevk alıyordu üstelik. Yepyeni bir zevk… Salon kapısına doğru öfkeyle bakarak bir şeyler mırıldanıyordu hep Sonya. Ve kapıda, çok geçmeden Nikolay belirdi. Genç kıza doğru seğirterek “Sonya!” dedi. “Neyin var, ne oldu sana? Böyle davranmak hiç yakışık alır mı?”

Boğulur gibiydi Sonya.

“Hiç… Hiçbir şeyim yok! Bırakın beni lütfen!” diyebildi ancak.

Ve hıçkırarak ağlamaya başladı.

“Var. Ve ne olduğunu biliyorum ben…”

“Biliyorsanız tamam işte! Ne arıyorsunuz burada artık? Onun yanına gidin hadi!”

“Sonyaaa! Bir tek şey söyleyeceğim sadece! Temelsiz bir varsayım uğruna hem kendini hem de beni nasıl üzersin?”

Nikolay, bunları söylerken genç kızın elini ellerinin arasına almıştı.

Nataşa ise hiç kımıldamaksızın ve soluğunu tutarak ışıldayan gözlerle onları izliyordu pususundan. Peki şimdi ne olacak acaba? diye geçiriyordu içinden.

“Sonya, dünyada senden başka hiç kimseye ihtiyacım yok!” diyordu Nikolay. “Benim için bu dünyada sadece sen varsın! Sadece sen, anlıyor musun? Ve ben bunu sana ispatlayacağım.”

“Benimle böyle konuşman hiç hoşuma gitmiyor.”

“Peki öyleyse bir daha yapmam. Tamam mı? Bağışla beni, Sonya!”

Nikolay, bunları söyler söylemez genç kızı kendisine çekip dudaklarından öpmüştü…

Nataşa, İşte bu güzel! dedi kendi kendine ve Sonya ile Nikolay’ın ardından dışarı çıkıp Boris’i çağırdı şeytani bir edayla.

“Benimle birlikte gelin, Boris. Size çok önemli bir şey söyleyeceğim…”

Böylece delikanlıyı kış bahçesinde tahta saksıların arasında gizlendiği yere doğru sürüklüyordu. Boris, hep gülümseyerek izlemekteydi onu. Nataşa durdu nihayet ve delikanlı sordu:

“Nedir söz konusu olan?”

Birden ne yapacağını şaşırmıştı Nataşa. Ne yapması gerektiğini kestiremeksizin çevresine bakındı. Saksılardan birinin üzerine gelişigüzel bırakılmış oyuncak bebeği gördü, uzanarak aldı ve Boris’e uzatarak “Öpün bebeği.” dedi.

Boris, küçük kızın heyecanla ürperen yüzünü dikkatli ve sevgi dolu bakışlarla süzüyordu hiç cevap vermeksizin.

“Demek ki istemiyorsunuz? Öyleyse buraya gelin…”

Bebeği atmış ve çiçeklerin arasına iyice sokulmuştu şimdi. Bir yandan da fısıldıyordu:

“Daha yakına, biraz daha yakınıma gelin!”

Üniformasının kol sırmasından tuttu genç subayı. Kıpkırmızı kesilen yüzünde dinî törenlere katılanlara özgü, korkuyla karışık bir ciddilik dalgalanıyordu. Heyecandan neredeyse ağlayacak bir hâlde ama yine de gülümseyerek güçlükle işitilebilen bir sesle fısıldadı:

“Peki ya beni? Beni de mi öpmek istemiyorsunuz?”

Kızarma sırası bu sefer Boris’teydi.

“Çok tuhafsınız!” diyebildi ancak.

Büsbütün kızarmıştı. Nataşa’ya doğru eğildi ve bekledi, hiçbir şey yapmaksızın…

Bunun üzerine Nataşa saksılardan birinin üzerine sıçradı. Boyu, Boris’inkini aşıyordu şimdi. Delikanlıya, ince çıplak kolları ensesinde birleşecek şekilde sarıldı ve saçlarını bir baş hareketiyle arkaya doğru savurup atarak doyasıya öptü onu dudaklarından.

Sonra da saksıların arasından süzülerek çiçeklerin öbür tarafına kaydı ve başını eğip durdu, bekledi.

“Nataşa…” dedi Boris. “Biliyorsunuz ki sizi seviyorum ama…”

Delikanlının sözünü kesti Nataşa:

“Yani bana âşık mısınız?”

“Evet, âşığım size ama çok rica ediyorum, yeniden başlamayalım her seferinde… Daha dört yıl var… Dört yıl sonra sizi resmen isteyeceğim.”

Nataşa düşündü bir an. Sonra da parmaklarıyla sayarak “On üç, on dört, on beş, on altı.” dedi. “Tamam! Kesin, değil mi?”

Aynı anda neşeli ve huzurlu bir gülümseyiş kaplamıştı yüzünü.

“Kesin.” dedi Boris.

Küçük kız yine sordu:

“Ebediyen, değil mi? Ölünceye kadar?”

Ve alabildiğine mutlu, delikanlının koluna girerek yandaki sigara içilen salona yöneldi.

XI

Aralıksız ziyaretlerden öylesine yorulmuştu ki Kontes, bundan böyle hiç kimseyi kabul etmemeye ve iyi dilek sunmak üzere gelecek ziyaretçileri akşam yemeğine beklediğini bildirtmekle yetinmeye karar vermişti. Bu kararın nedeni, sadece yorgunluk değildi aslında. Kontes, Petersburg’dan yeni gelmiş olan ve pek az görebildiği çocukluk arkadaşı Prenses Anna Mihailovna ile baş başa kalmak istiyordu.

Bayan Karagina’yla kızı gittikten sonra, zarif ama üzgün çehreli Anna Mihailovna; sandalyesini Kontes’in sandalyesine yaklaştırarak şöyle girdi söze:

“Seninle açık açık konuşacağım. Biz eski dostların sayısı gittikçe azalıyor! İşte bunun içindir ki senin dostluğuna her şeyden fazla önem veriyorum…”

Burada Vera’ya bakarak susmuştu Anna Mihailovna. Kontes, dostunun elini tutup sevgiyle sıktıktan sonra evde pek sevilmediği belli olan büyük kızına döndü:

“Vera! Nasıl oluyor da hiçbir şey anlamıyorsunuz sizler? Burada fazlalık ettiğinin farkında değil misin kuzum? Hadi sen de git kız kardeşlerinin yanına ya da başka bir şeyler yap, ne bileyim…”

Katiyen incinmemişti güzel Vera. Küçümseyici bir gülümseyişle “Daha önce söylemiş olsaydınız hemen giderdim anne.” dedi.

Ve kalkıp odasına yollandı.

Tam sigara salonunun önünden geçiyordu ki içerideki iki pencereden her birinin yanında bir çiftin oturmakta olduğunu gördü ve durdu. Yine o küçümseme dolu gülümseyiş belirdi yüzünde. Sonya, Nikolay’ın hemen yanı başına oturmuştu; delikanlı bir şeyler kopya ediyordu onun için. Yazdığı ilk aşk şiiriydi bu herhâlde. Boris’le Nataşa ise öbür pencerenin önündeydiler. Konuşuyorlardı ama Vera içeri girer girmez sustular.

Sonya ve Nataşa, suçlu ama mutlu bakışlarla süzüyorlardı Vera’yı şimdi. Aslında bu küçük âşık kızlar, sevimli ve dokunaklı bir görüntü oluşturuyordu; gelgelelim bu görüntü güzel Vera’da en ufak bir hoşluk duygusu uyandırmamış gibiydi. Nitekim sert bir sesle “Size kaç kere tembih ettim…” diye başladı söze. “Bana ait olan şeylere el sürmeyin lütfen. Yapacağınız işleri de kendi odanızda yapın.”

Bir yandan da Nikolay’ın önündeki mürekkep hokkasını kaldırıp almıştı. Delikanlı; kaleminin ucunu son bir defa hokkaya daldırırken “Tamam, tamam…” dedi. “Bir daha dokunmayız senin eşyalarına.”

“Hiçbir işi zamanında yaptığınızı görmedim…” diye devam etti Vera. “Biraz önce öyle bir girdiniz ki salona, bütün herkes sizden utandı.”

Bu eleştirinin doğruluğundan hatta kesinkes doğruluğundan ötürü cevap vermediler Vera’ya ve kendi aralarında bakışmakla yetindiler. Vera ise bir türlü gitmek bilmiyor ve hokka elinde, konuşmaya devam ediyordu:

“Sonra daha henüz çocuksunuz hepiniz. Nataşa ile Boris arasında ve siz ikiniz arasında ne gibi bir sır bulunabilir ki? Saçma sapan şeyler bütün bu yaptıklarınız!”

Uzlaşma arayan tatlı bir sesle sordu Nataşa:

“Peki ama bütün bunlar seni ne diye ilgilendiriyor Vera?”

Küçük kızın o gün her zamankinden daha iyimser ve herkese karşı daha nazik davranma arzusunda olduğu görülüyordu. Ama Vera yanaşmayacaktı ödün vermeye.

“Aptalca bir şey yaptığınız!” diye devam etti. “Sizin adınıza ben utanıyorum!”

Nataşa öfkelenmeye başlamıştı artık.

“Herkesin bir sırrı vardır…” dedi. “Biz gelip de Berg’le senin canını sıkıyor muyuz?”

“Bir de sıkacaktınız yani!” diye karşıladı saldırıyı Vera, alaycı bir sesle. “Benim yaptıklarımda hiçbir kötü ve gizli kapaklı yan yok! Ama senin Boris’le neler yaptığın, gün gibi meydanda ve ben de bunu anneme söyleyeceğim…”

“Natalya İlyinişna benimle hiçbir kötü şey yapmadı…” dedi Boris soğukkanlı bir sesle. “Bana daima iyi ve dürüst davrandı. Kendisinden en ufak bir şikâyetim yok.”

Gururu kırılmış olan Nataşa, “Bırakın Boris.” dedi öfkeden titreyen sesiyle. “Diplomatlık yapmanıza gerek yok!” Diplomat sözcüğü, o çağda, gençler tarafından özel bir anlamda çok sık kullanılıyordu. “Öfkesini nedense hep benden çıkarıyor!”

Sonra da Vera’ya dönüp ekledi:

“Hiçbir zaman anlayamazsın bunu sen çünkü hiçbir zaman hiç kimseyi sevmedin, duygusuzsun, bir Madame de Genlis’ten137 başka bir şey değilsin!” Son derece onur kırıcı olarak kabul edilen bu ad, Nikolay tarafından takılmıştı Vera’ya. “En büyük zevkin de başkalarına cefa çektirmek!”

Ve bir solukta söylediği şu sözlerle tamamladı konuşmasını:

“Git, Berg’le istediğin kadar kırıştır şimdi!”

Vera’nın cevabı hazırdı:

“Orası benim bileceğim iş ama yapmayacağım bir tek şey varsa o da dünya âlemin gözleri önünde genç bir erkeğin ardından koşmaktır!”

“Tamam, tamam.” diye araya girdi Nikolay. “Muradına erdin işte nihayet! Kustun içindekini, hepimizin keyfini kaçırdın. Umarım artık memnunsundur!”

Vera’nın cevap vermesine fırsat vermeden ötekilere dönüp “Hadi, biz de çocuk odasına gidelim.” dedi.

Ve dördü birden, ürkütülmüş bir kuş sürüsü gibi aynı anda fırlayıp kapıya seğirttiler.

Vera’nın cevabı ancak orada yetişti arkalarından:

“Asıl keyfi kaçırılan biri varsa o da benim! Bütün tatsız şeyler bana söylendi, bense hiç kimseye hiçbir şey söylemedim…”

Kapanan kapının ardından sesler yükseldi:

“Madame de Genlis! Madame de Genlis!..”

Bütün herkes üzerinde bu tatsız ve sinir bozucu etkiyi uyandıran güzel Vera gülümsedi ve kendisine söylenenlere hiç mi hiç aldırış etmediği belliydi. Gülümseyerek aynaya yaklaşıp başörtüsünü ve saçlarını düzeltti. Yüzünü seyrederken bir kat daha duygusuzlaştığı, hemen fark ediliyordu.

Salondaki sohbet koyulaşmıştı iyice.

“Ah! Chère.”138 diyordu Kontes. “Benim hayatımda da tout n’est pas rose.139 Du train que nous allons,140 servetimizin uzun zaman dayanmayacağını ben görmüyor muyum sanıyorsun? Ve bunun suçu kulüpte, kulübün cömertliğinde… Taşrada bile şöyle bir durup oturmak yok ki bize, şöyle bir dinlenmek yok ki! Gösteriler, gezintiler, ziyaretler, av, şu bu derken günler geçip gidiyor… Neyse! Benim gailem anlatmakla tükenmez, tükense de bir işe yaramaz. Gelelim sana: Anlat bakalım, ne yaptın, nasıl hallettin? Seni gördükçe şaşırıyorum doğrusu Annette!141 Nasıl oluyor da bu yaşta Moskova, Petersburg demeden oradan oraya koşup bütün bakanlara ve önde gelen kimselere ulaşabiliyorsun kuzum? Hem de tek başına ve onların her biriyle ayrı ayrı mücadele ederek! Hayranım sana, inan! Eveeeet, şimdi anlat bakalım neler olup bitti? Benim aklım hiç ermiyor böyle işlere… Bazı şeyleri bir türlü öğrenemedim gitti!”

“Ah! Sevgili dostum!” diye konuşmaya başladı Prenses Anna Mihailovna. “Tanrı’ya dua edelim de taparcasına sevilen bir erkek çocukla dul ve dayanaksız kalmanın ne yaman bir çile olduğunu hiçbir zaman öğrenme!”

İçini çektikten sonra, biraz da gururlu bir sesle “İnsan mecbur kalınca her şeyi öğreniyor.” dedi. “Ben de öğrendim. Nitekim mevki sahibi kişilerden birine ihtiyacım olduğu vakit hemen bir pusula yazıp yolluyorum önce. ‘La princesse une telle,142 falanca ile görüşmek arzusundadır…’ diye, sonra da bir arabaya atladığım gibi gidiyorum. İstediğimi elde edinceye kadar gidiyorum, gerekirse üç dört kere! Ve hakkımda ne düşünecekleri umurumda bile değil!”

“Peki ama kimin yardımına başvurdun Boris için?” diye sordu kontes. “Çünkü oğlun Muhafız Alayı’na subay oldu bile, oysa benim Nikolay henüz subay adayı. Onun işini halledecek hiç kimse yok! Kim sana yardım etti?”

“Prens Vasili. Bilsen ne kadar nazikti! İstediğim bütün her şeye hiç naz etmeksizin evet dedi ve hemen ertesi gün İmparator’la konuştu…”

Prenses Anna Mihailovna büyük bir coşkunluk içinde söylemişti bunları. Amacına ulaşabilmek için ne kadar küçülmesi gerektiğini tamamıyla unutmuş görünmekteydi. Kontes sordu:

“Prens Vasili de yaşlandı artık, öyle değil mi? Rumyantseflerdeki tiyatro gösterilerinden bu yana kendisini görmedim. Beni unutmuştur herhâlde. II me faisait la cour.”143

Anılarını tazelediği bu son cümleyi gülümseyerek eklemişti. Anna Mihailovna şöyle cevap verdi ona:

“Hep o aynı Prens Vasili, sanki hiç değişmemiş! Yine eskisi gibi sevimli, cana yakın, nazik ve yararlı olmak için çırpınan kişi. Les grandeurs ne lui ont pas tourné la tête du tout.144 Ne dedi bana, bilir misin?

‘Sevgili Prenses…’ dedi. ‘Sizin için ne yapsam azdır, buyurun emredin!’ Gerçekten yiğit bir adam ve kusursuz bir akraba.”

Burada bir an durdu ve iç geçirdi Anna Mihailovna. Sonra sesini alçaltarak derin bir hüzünle devam etti:

“Ama benim oğluma nasıl bir sevgiyle bağlı olduğumu bilirsin Nathalie.145 Ve yine çok iyi bilirsin ki onun mutluluğu için yapmayacağım hiçbir şey yoktur. Oysa işlerim öylesine kötü, öylesine kötü gidiyor ki bugün gerçekten korkunç bir duruma düşmüş bulunmaktayım. Açtığım o talihsiz dava, varımı yoğumu yuttuğu gibi hep yerinde saymakta. Cebimde, à la lettre,146 düşün ki bir tek metelik kalmadı ve ben, şu anda Boris’in subaylığı için gerekli masrafları nasıl karşılayacağımı bilemiyorum!”

Bunları söylerken mendilini çıkarmış ve ağlamaya başlamıştı. Şöyle sürdürdü konuşmasını.

“Beş yüz rubleye ihtiyacım var, oysa üzerimde sadece yirmi beş ruble kadar bir para bulunuyor. Öylesine korkunç bir durumdayım ki ne yapacağımı şaşırdım. Şimdi tek umudum, Kont Kiril Vladimiroviç Bezuhof’ta. Boris’in vaftiz babasıdır, biliyorsun, Kont. Eğer vaftiz oğluna yardım olarak bir miktar para vermezse bütün girişimlerim boşa çıkmış olacak. Boris’e gerekli olan şeyleri benim tek başıma sağlamam imkânsızdır…”

Kontes’in de gözleri yaşarmıştı şimdi. Sessizce düşünüyordu. Prenses Anna Mihailovna devam etti:

“Zaman zaman diyorum ki kendi kendime, bunun belki de bir günah olduğunu düşüne düşüne diyorum ki: İşte önümüzde Kont Kiril Vladimiroviç… Tek başına yaşayan bir adam… Muazzam bir servet sahibi… Peki ama niçin yaşıyor? Hayat onun için çekilmez bir yük şu anda; oysa Boris, daha yeni atılıyor hayata… Öyle değil mi?”

“Boris’e herhâlde bir miktar miras bırakacaktır…” dedi Kontes.

“Orasını sadece Tanrı biliyor, chère amie!147 O karunlar, o büyük para babaları, öyle bencil oluyor ki… Ama çaresiz, Boris’le birlikte şimdi gidip ziyaret edeceğim onu ve durumu açıkça söyleyeceğim. İsteyen istediğini düşünsün benim hakkımda, umurumda değil. Gerçekten değil. Çünkü oğlumun kaderi söz konusu…”

Anna Mihailovna, gitmek üzere ayağa kalkmıştı.

“Saat iki.” dedi. “Sizse yemeğe dörtte oturuyorsunuz. O zamana kadar dönmüş olurum herhâlde.”

Ve Prenses, zamanın değerini gayet iyi bilen Petersburglu pratik bir hanım tavrıyla oğlunu çağırtıp hole doğru yürüdü. Sonra da kendisini kapıya kadar geçiren Kontes’e veda ederken oğlunun işitmemesi için “Bana iyi şanslar dile, ne olur…” diye fısıldadı.

Yemek salonundan Kont’un sesi yükseldi önce, sonra da kendisi göründü holün girişinde.

“Kont Kiril Vladimiroviç’e mi gidiyorsunuz, ma chère? Kont’un sağlığı biraz düzeldiyse Piyer’e yemeğe gelmesini söyleyin lütfen. Eskiden sık sık ziyarete gelirdi bizi, çocuklarla dans ederdi. Mutlaka çağırın onu, ma chère… İhmal etmeyin… Mutlaka bizim Taras’ın hüner gösterme günü. Dediğine bakılırsa Kont Orlof’un sarayında bile böyle bir akşam yemeği görülmemiş daha bugüne kadar!”


134.Yeğenine.
135.“Yeğenlik, tehlikeli yakınlık.”
136.Sırdaş
137.Madame de Genlis: Napolyon döneminde yaşamış ve yakın çevresi ile dostlarını İmparator’a, jurnal ederek hazin bir üne kavuşmuş olan, soylular sınıfından bir Fransız hanımı. (ç.n.)
138.“Azizem.”
139.“Bütün her şey tozpembe değil.”
140.“Bu gidişle…”
141.Anna.
142.“Prenses falanca.”
143.“Kur yapmıştı bana.”
144.“Eriştiği mevkiler başını döndürmemiş katiyen.”
145.Natalya.
146.Tam anlamıyla.
147.“Sevgili dostum!”
950,19 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
09 августа 2023
Объем:
19 стр. 31 иллюстрация
ISBN:
978-625-6865-50-1
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают