Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Savaş ve Barış I. Cilt», страница 5

Шрифт:

Dolohof; güven verici bir sesle “Tamamıyla çek çıkar onu.” dedi. “Yoksa tutunduğumu sanırlar.”

“İngiliz böbürleniyor demek ha?” diye sordu Anatol. “Bu iyi işte, öyle değil mi?..”

“Elbette iyi.” diye cevap verdi Piyer.

Bir yandan da elinde rom şişesiyle pencereye doğru ilerleyen Dolohof’a bakıyordu. Şafağın alaca karanlığa karıştığı aydınlık bir gökyüzü seçilmekteydi pencereden belli belirsiz.

Dolohof; elinde şişe, bir sıçrayışta pencereye atladı ve bağırdı:

“Dinleyin, hey!”

Pervazın üzerinde ayaktaydı şimdi ve odadakilere seslenmekteydi. Herkes susmuştu.

İngiliz’in anlayabilmesi için Fransızca konuşuyordu ve bu dili iyi konuştuğu söylenemezdi katiyen:

“Ben şimdi burada tam elli emperyal’e120 bahse giriyorum.”

İngiliz’e dönüp sordu: “İsterseniz yüz olsun?”

“Hayır.” diye cevap verdi İngiliz. “Elli tamamdır.”

“Pekâlâ. Pencerenin üzerinde dışa doğru tam şuraya oturarak ve hiçbir yere tutunmaksızın elimdeki şu rom şişesini bir dikişte içeceğime dair bahse giriyorum. Tamam mı, işittiniz mi?”

“Tamam.” dedi İngiliz.

Anatol, İngiliz’e döndü ve giysisinin yakasından tutup tepeden tırnağa süzerek (Kısa boyluydu İngiliz.) bahis şartlarını İngilizce olarak tekrarladı.

Dolohof, dikkatleri kendi üzerine çekmek için şişeyi pencereye vurarak haykırdı:

“Dur bekle Kuragin, bekle biraz! Siz de dinleyin! Eğer içinizden herhangi birisi şu benim yaptığımı yapacak olursa kendisine hemen yüz emperyal veririm. Anlaşıldı mı?”

Başıyla bir evet işareti yaptı İngiliz ama bu işaret, yeni bahsi kabul ettiği anlamına değil, söyleneni anlamış olduğu anlamına geliyordu. Gelgelelim Anatol bırakmamıştı adamın yakasını ve yabancının ikinci bir “anladım” işaretine rağmen Dolohof’un dediklerini İngilizceye çevirmeye devam ediyordu.

Bu arada, Muhafız Alayı’nda hafif süvari olarak görevli olan ince yapılı bir delikanlı (Akşamki kumarda da kaybetmişti üstelik.), pencereye çıkmış ve başını uzatıp aşağıya bakmıştı. Taş döşeli yolu görünce “Vay canına!” dedi. “Korkunç bir şey bu!”

“Susun!” diye bağırdı Dolohof aynı anda.

Ve genç subaya inmesini işaret etti. Mahmuzları birbirine takılan delikanlı güçlükle atlayabildi odaya.

Şişeyi rahatça uzanıp alabileceği şekilde dayanağın üzerine yerleştirdi Dolohof, sonra da yavaş yavaş ve temkinle pencerenin dışına doğru kaydı. Ayaklarını sarkıtıp iki eliyle pencerenin kenarına tutunarak yerine yerleşti ve ellerini serbest bırakıp şişeyi aldı.

Bu sırada Anatol, ortalık tamamıyla ışımış olduğu hâlde, iki mum getirmiş ve pencere dayanağının üzerine koymuştu. Böylece Dolohof’un beyaz gömlekli sırtı ve kıvırcık saçlı kafası, her iki yandan aydınlanmış oluyordu.

Herkes pencerenin çevresinde toplanmıştı şimdi. İngiliz en ön sıradaydı. Piyer gülümsüyordu sadece, tek kelime etmiyordu. Konuklardan ötekilere oranla daha yaşlı gösteren biri, korkuyla ileri atıldı birden ve Dolohof’u gömleğinden yakalayıp tutmak istedi. Bir yandan da kaygılı bir tonla, aklın sesini dile getiriyordu:

“Anlamsız bir iş bu, efendiler! Öldürecek kendisini! Bir hiç için ölecek!”

Anatol durdurmuştu onu, bırakmamıştı:

“Dokunma ona, ürkütürsün! Asıl o zaman ölür!.. Anladın değil mi ha, anladın değil mi?”

Dolohof döndü, duruşunu değiştirdi, açık kollarıyla pencerenin dayanağına yeniden yaslandı ve sözcükleri iyice telaffuz ederek konuştu:

“Eğer bir daha birisi beni rahatsız edecek olursa onu tuttuğum gibi buradan aşağı yollarım. Tamam mı?.. Hadi şimdi işimize bakalım!..”

Ve bunu der demez döndü yeniden, ellerini dayanaktan çekti, şişeyi alıp dudaklarına götürdü. Başını arkaya atmış; serbest kolunu, dengeli durabilmek için havaya kaldırmıştı.

Biraz önce kırılan camın parçalarını toplamak için çömelmiş olan uşaklardan biri; gözlerini pencereden, daha doğrusu, Dolohof’un sırtından ayırmaksızın öylece, olduğu yerde kalakalmıştı. Anatol; gözleri fal taşı gibi açılmış hâlde, dimdik duruyordu. İngiliz; dudakları ileri doğru uzanmış hâlde, yandan bakmaktaydı sahneye. Dolohof’u durdurmak isteyen konuk, odanın bir köşesine kaçmış ve yüzü duvara dönük olarak oradaki divana uzanmıştı. Elleriyle gözlerini kapamıştı Piyer ve şimdi yüzünde, duyduğu korku ve dehşeti dile getiren silik bir gülümseyiş dalgalanıyordu. Herkes taş kesilmişti sanki. Sinek uçmuyor, çıt çıkmıyordu.

Ellerini gözlerinden çekti Piyer. Dolohof hep aynı pozisyonda oturmaktaydı. Başı o derece arkaya devrilmiş durumdaydı ki ensesindeki kıvırcık saçlar gömleğinin yakasına değiyor ve şişeyi tutan eli, harcadığı çabadan dolayı titreyerek gittikçe biraz daha havaya kalkıyordu.

Gözle görülür şekilde boşalmaktaydı şişe ve bununla beraber delikanlının başı da gittikçe biraz daha arkaya devrilmekteydi. Nasıl oluyor da bu iş bu kadar uzun sürebiliyor? diye aklından geçirdi Piyer. Dolohof işe girişeli yarım saatten fazla olmuş gibi geliyordu ona. Tam o sırada genç subay, birdenbire sırtıyla arkaya doğru bir hareket yaptı ve kolu titredi. Bu titreme, dışarı doğru eğimli pervaza yerleşmiş olan vücudun tümüne sirayet etmişti. Ve çabasının ağırlığı altında Dolohof’un kolu ile başı daha da şiddetli bir şekilde titremeye başladı. Bu el, dayanağı yakalamak için yukarı kalktı ama indi yeniden. Piyer de yeniden kapadı gözlerini ve içinden, onları bir daha hiç açmayacağına yemin etti. Sonra birdenbire çevresinde herkesin harekete geçtiğini duydu. Gözlerini açtı ve Dolohof’un pencere boşluğunun ortasında ayakta durduğunu gördü. Yüzü solgun ama neşeliydi.

“İşte size boş şişe!”

İngiliz’e fırlatmıştı şişeyi. Adam ustaca kaptı. İçeri atladı Dolohof. Keskin rom kokuyordu. Dört bir yandan sesler yükseliyordu şimdi:

“Müthiş doğrusu!”

“Ne adam!”

“Bahse tutuşmak dediğin böyle olur işte!”

“Şeytanın ta kendisi!”

“Pes doğrusu!”

İngiliz, elinde kesesi, parayı sayıyordu. Dolohof, kaşlarını çatmış; hiçbir şey söylemeksizin beklemekteydi. Ve Piyer, hiç beklenmedik bir şekilde pencereye zıplayıp bağırmaya başladı:

“Hey efendiler! Benimle bahse girmek isteyen yok mu? Aynı şeyi ben de yapacağım! Ayrıca bunun için bahse girmeye de gerek yok. Dolu bir şişe içki getirtin yeter! Evet, dolu bir şişe verin bana hemen! Ve görün bakalım aynısını yapıyor muyum yapmıyor muyum! Bırakın!”

Dört bir yandan sesler yükseldi yine:

“Deli misin sen?”

“Bırakmayın onu sakın!”

“Geç arkadaş, senin merdiven çıkarken bile başın dönüyor!”

Piyer âdeta tepinerek haykırıyordu:

“Bir şişe rom, diyorum size! Aynısını yapacağım, diyorum! Bir dikişte boşaltacağım!”

Delikanlıyı kollarından tutup aşağı indirmek istediler ama öylesine acı kuvveti vardı ki yaklaşanları bir hamlede uzaya fırlatıyordu. Piyer’e bu durumda söz dinletmenin imkânsızlığını kavrayan Anatol, “Siz bu işi bana bırakın.” dedi çevresindekilere yavaşça. “Onu kandırmak için başka çare kalmadı.”

Sonra da Piyer’e dönüp yüksek sesle “Tamam, dostum.” dedi. “Şimdi dinle. Seninle ben bahse tutuşuyorum. Ama bu gece için değil, yarın gece için. Kabulse hemen in oradan, bir dostu ziyarete gideceğiz!..”

“Oldu!” diye haykırdı Piyer. “Gidelim hemen! Ama Mişka’yı da beraber götürelim…”

Ve ayıyı belinden tutup havalandırarak odanın ortasında dönmeye başladı.

VII

Prenses Drubetskaya’ya, Anna Pavlovna’nın gece toplantısında sevgili biricik oğlu Boris konusunda vermiş olduğu sözü tutmuştu Prens Vasili. Gerçekten de Boris’in durumu İmparator’a anlatılmış ve delikanlı istisnai bir muameleye tabi tutularak önce Muhafız Alayı’na alınmış, hemen ardından da üsteğmen olarak Semyonovski Alayı’na atanmıştı. Buna karşılık Boris, Anna Mihailovna’nın entrikayla karışık tüm girişimlerine ve uğraşlarına rağmen Kutuzof’un yaverliğine getirilmediği gibi doğrudan doğruya başkumandanın şahsına bağlı bir görevle de sorumlu kılınmamıştı.

Anna Pavlovna’nın toplantısında bulunduktan az zaman sonra Moskova’ya dönmüş ve zengin hısımları Rostofların konağına gelmişti doğrudan doğruya Anna Mihailovna. Moskova’ya her gelişinde onlara uğrardı zaten; sevgili biricik oğlu Boris de çocukluğundan beri o konakta yetişmiş ve orduda üsteğmen rütbesiyle Muhafız Alayı’na atanma şerefine erdiği şu son döneme kadar uzun yıllar o konakta yaşamıştı. 10 Ağustos günü Petersburg’dan ayrılmıştı alay. Teçhizat ve malzemelerini sağlamak için Moskova’da kalmış olan Boris’in ise orduya yolda, Radzivilof’ta katılması gerekiyordu.

Rostoflarda, anne Natalya ile küçük kız Natalya’nın doğum günü şöleni vardı o gün. Kontes Rostof’un Povarskaya Caddesi’ndeki, bütün Moskova’nın dilinde olan büyük konağının önü; sabahtan beri, bu mutlu olayı kutlamaya akın eden ziyaretçilerin arabalarıyla dolup taşmaktaydı. Kontes; yanında güzelliğiyle hemen dikkati çeken büyük kızı olduğu hâlde, konağın misafir salonunda kabul ediyordu ziyaretçileri.

Kontes; Doğulu hanımlar gibi kuru yüzlü ve doğurduğu on iki çocuğun yükü altında vaktinden önce çökmüş, kırk beş yaşlarında bir kadındı. Konuşma ve hareketlerindeki güçsüzlükten ileri gelen yavaşlık; saygıdeğer, önemli bir kişi havası veriyordu ona.

Kutlamaları kabul sırasında, evin devamlı misafiri sıfatıyla Anna Mihailovna Drubetskaya da hazır bulunmakta ve ziyaretçilerin ağırlanmasına yardımcı olmaktaydı. Gençler, bu törene katılmayı gereksiz görmüş ve dipteki odalara çekilmişlerdi. Konukları bizzat Kont karşılamakta ve uğurlamaktaydı. Teker teker herkesi akşam yemeğine çağırmayı ihmal etmiyordu.

“Gerek kendi adıma gerekse yaş günlerini kutladığımız eşim ve küçük kızım adına çok, gerçekten çok minnettarım, ma chère (ya da mon cher)!” Bunu dedikten sonra herkese -mevkice ondan üstün olanlara olduğu gibi onun altında bulunanlara da- hiçbir fark gözetmeksizin, hiçbir ayrım yapmaksızın ma chère ya da mon cher121 diye hitap ediyordu. “Sakın gelmezlik etmeyin akşam yemeğine. Yoksa pek üzülürüm, mon cher. Bütün aile adına dostça rica ediyorum, ma chère.”

İşte bu sözleri; tombul, neşeli ve sinekkaydı tıraşlı yüzünde hep aynı ifadeyle ve aralıksız tekrarlanan selamların eşlik ettiği aynı enerjik tokalaşmayla, istisnasız herkese ve hiçbir değişikliğe uğratmaksızın yöneltmekteydi Kont. Böylece gideni uğurladıktan sonra salonda kalanın yanına dönüyor, bir koltuk çekip oturuyordu rahatça ve konuk kim olursa olsun umursamaksızın bacaklarını açıp ellerini dizlerinin üzerine koyarak yaşamasını seven ve de bilen güngörmüş bir adam edasıyla iki yanına sallanarak bazen Rusça bazen de çok kötü ama güven dolu Fransızcasıyla hava tahminleri yapıyor, sağlık durumu hakkında bilgi verip öğüt alıyor; sonra da yorgun ama ödevini yapma konusunda kesin kararlı bir erkek sıfatıyla ve dazlak kafasında artakalmış tek tük gri saçları elleriyle düzeltmeyi ve akşam yemeği davetini yenilemeyi unutmadan geçiriyordu konuklarını. Holden döndükten sonra, arada bir, kış bahçesinden ve kilerden dolanıp tam seksen kişilik yemek sofrasının kurulduğu büyük mermerli salona yöneliyor; gümüş ve porselen takımları taşıyan, masaları yerleştiren, damasko çiçekli masa örtülerini yayan hizmetçileri denetliyor ve bütün işlerini yürüten soylu Dimitri Vasilyeviç’i çağırıp şöyle diyordu:

“Eveeet Mitenka, güzeeel! Her şeyin yerli yerinde olmasına dikkat et lütfen…”

Birbirine eklenmiş masalardan oluşan dev sofraya bir kez daha zevkle baktıktan sonra da ekliyordu:

“Mükemmel, mükemmel doğrusu! Sofra dediğinin işte böyle kusursuz olması gerek…”

Ve içten bir memnunluk duygusuyla içini çekerek misafir salonunun yolunu tutuyordu.

Kontes’in iri yarı uşağı, salonun kapısında belirmiş ve davudi sesiyle ilan etmişti: “Maria Lvona Karagina ve kızı!”

Şöyle bir düşündü Kontes ve kocasının portresiyle süslü altın tabakadan bir sarımlık tütün aldıktan sonra “Bütün bu ziyaretler beni bitkin düşürdü!” dedi. “Artık bu son olsun… Nasıl da kendini beğenmiştir ey Tanrı’m! Al içeri…”

“Tamam, öldürebilirsin beni!” der gibi hüzünlü bir sesle söylemişti bu son sözleri.

Uzun boylu, iri yapılı, her hâlinden kibir akan bir kadın ve güler yüzlü kızı, giysilerinden yükselen hışırtıların eşliğinde salona girdiler. Ve oradan oraya çekilen sandalyelerin gürültüsüne karışan heyecanlı kadın sesleri kapladı ortalığı:

“Chère comtesse il y a si longtemps…”122

“Elle a été alitée, la pauvre enfant…”123

“…au bal des Razoumovsky…”124

“…et la Comtesse Apraksine…”125

“J’ai été si heureuse…”126

Giysilerin hışırtısı, kimi zaman eriyip kimi zaman yükselen bu sesler, kadınların neşeli konuşmalarına karışıyordu. İlk duraklamada yeniden bir hışırtıyla yine aynı sözlerin tekrarına gelip dayanan, en son olarak da holde mantoların giyilmesi ve kapının hep aynı sözlerle açılıp kapanmasıyla biten bir sohbet başlıyordu…

Konuşma çok geçmeden günün en ilginç haberine, yani yaşlı Kont Bezuhof’un hastalığına ve Kont’un evlilik dışı oğlu Piyer’in, Anna Pavlovna Şerer’in toplantısındaki münasebetsizliklerine gelmişti. Büyük Katerina devrinin en yakışıklı ve çapkın erkeklerinden biri olan kont, sınırsız zenginliğiyle ünlüydü.

“Doğrusu zavallı Kont’a pek acıyorum.” dedi ziyaretçi hanım. “Sağlığı zaten alabildiğine bozuk, şimdi de oğlunun çektirdiği eziyet eklendi buna. Adamcağız ölürse hiç şaşmam!”

Kont Bezuhof’un eziyet çekme nedenini en az on beş kere dinlemiş olduğu hâlde, ziyaretçinin neyi kastettiğini bilmezlikten gelme yolunu seçen Kontes, sordu:

“Ne olmuş kuzum Tanrı aşkına?”

“İşte, bugünkü eğitim!” diye cevap verdi konuk. “Daha yurt dışındayken bu delikanlının kendi başına buyruk bir hayat sürmesine müsaade edilmiş, şimdi de Petersburg’da öyle rezaletler çıkarmış ki polis eliyle başkent dışına sürülmüş.”

“Gerçekten mi?”

Kontes’in sorusunu Prenses Anna Mihailovna cevaplandırdı:

“Yanlış dostlar seçiyor kendisine. Prens Vasili’nin oğlu, Dolohof adında biri ve o, bir araya gelip bir sürü edepsizlik yapmışlar. İçlerinden ikisi de cezaya uğratılmış: Dolohof subaylıktan atılıp basit askerliğe döndürülürken Bezuhof’un oğlu Moskova’ya sürgün edilmiş. Anatol Kuragin’e gelince… Gerçi babası meseleyi örtbas etmiş ama o da Petersburg dışına çıkarılmaktan kurtulamamış…”

“Peki ama ne yapmış bunlar?”

Yine Kontes sormuştu bunu. Bu sefer cevap konuktan geldi:

“Gerçek birer haydut bunların üçü de. Özellikle Dolohof. Üstelik de bu Dolohof, Maria İvanovna Dolohova gibi son derece saygıdeğer bir kadının oğlu! Üçü bir araya gelip ne yapsalar beğenirsiniz? Bir yerlerden bir ayı bulmuşlar kendilerine, hayvanı da arabalarına bindirip aktrislerle buluşmaya gitmişler. Polis çıkmış önlerine engel olmak için. Ama laf dinleyen kim! Dahası var: Komiseri sımsıkı yakalayıp ayıyla sırt sırta bağlamışlar mı bunlar bir güzel, sonra da hayvanı ırmağa itmişler mi! Ayı başlamış sırtında komiserle yüzmeye…”

Kont Rostof kahkahayı basmıştı.

“Doğrusu, komiserin yüzünü görmek isterdim, ma chère.” diye bağırıyordu.

“Öyle demeyin! İğrenç bir şey bu! Gülecek ne var bunda, kont?”

Böyle diyorlardı ama diğer yandan kendileri de katıla katıla gülüyorlardı.

Ziyaretçi hanım şöyle devam etti:

“Zavallı amirlerini kurtarıncaya kadar akla karayı seçmiş polisler. Kont Kiril Vlandirimoviç Bezuhof’un oğlu işte böyle eğleniyor, düşünün siz! Çok terbiyeli ve çok zeki diye herkes tarafından övüle övüle bitirilemeyen delikanlı, bu! Yabancı eğitimin meyvesi işte! Umarım, burada hiç kimse onu salonuna kabul etmez. İstediği kadar zengin olsun, hiç önemi yok; önemli olan terbiyedir. Bana takdim etmek istediler kendisini, kesinlikle hayır dedim. Benim yetişkin kızlarım var!”

“Bu delikanlının çok zengin olduğunu nereden çıkarıyorsunuz kuzum?”

Kontes bunu sorarken genç kızlardan tarafa eğilmişti. Hiç umursamazmış gibi kendi aralarında konuşmaya koyuldu kızlar. Kontes devam etti:

“Benim işittiğime göre Kont’un bütün çocukları evlilik dışıymış. Yanılmıyorsam Piyer de öyle.”

Konuk hanım; onaylayan bir el işaretiyle “Bütün çocukları, evet.” dedi. “Sayısının da yirmiyi aşkın olduğunu söylüyorlar.”

Önemli ahbapları olduğunu ve yüksek sosyeteye ilişkin haberleri sağlam kaynaklardan aldığını ortaya koymak isteyen Prenses Anna Mihailovna, daha çok mırıltıyı andıran ama güven uyandıran bir sesle konuşmaya karıştı:

“İşin aslı şu: Kont Kiril Vladimiroviç’in şöhretini işitmemiş olan yoktur elbette. Bir söylentiye göre, çocuklarının sayısını bilmezmiş. Ama kesin bir husus var, o da: Kont’un bütün çocukları arasında en fazla Piyer’i sevdiği, en çok ona bağlı bulunduğu.”

“O ihtiyar hâlinde bile daha geçen yıl ne kadar yakışıklı adamdı!” diye iç geçirdi Kontes. “Hayatımda onun kadar yakışıklı insan, hiç görmedim.”

Yine Anna Mihailovna sürdürdü konuşmayı:

“Çok değişti, evet. Birdenbire çöktü âdeta. Ne diyordum? Eveeet. Karısı tarafından Kont’un servetinin mirasçısı, Prens Vasili’dir. Ama kont, söylendiğine göre, Piyer’i herkese tercih ettiğini, onun eğitimiyle bizzat uğraştığını İmparator’a da yazmış; öyle ki zavallı adam birdenbire hayata veda etse -ve bu, her an olabilir diyorlar; nitekim Lorrain’i getirmişler Petersburg’dan- bu muazzam servetin Piyer’e mi yoksa Prens Vasili’ye mi nasip olacağını kimse kestiremiyor. Düşünün bir kere: Tam kırk bin toprak kölesi ve milyonlarca ruble! Ben durumu gayet iyi biliyorum çünkü bütün bunları bana bizzat Prens Vasili anlattı. Ayrıca Kiril Vladimiroviç, anne tarafımdan benim de akrabamdır; nitekim Borisimin vaftiz babası da odur.”

Basit bir ayrıntıyı belirtir gibi hiç üzerinde durmaksızın eklemişti bu son sözleri. O sırada konuk hanım karıştı konuşmaya:

“Dün de Prens Vasili Moskova’ya gelmiş. Teftiş gezisindeymiş, bana söylendiğine göre.”

“Evet ama entre nous,127 bu bir bahane…” dedi Prenses. “Prens, aslında, Kont Kiril Vladimiroviç’in durumunun son derece ağır olduğunu öğrenince onu görmeye geldi.”

Kont Rostof’unsa aklı hâlâ Petersburg’daki ırmak sahnesinde takılı kalmıştı. Neşeyle gülerek “Bütün her şey bir yana, ma chère…” dedi. “Komiser hikâyesine diyecek yok doğrusu!”

Konuk hanımın kendisini dinlemediğini görünce de hiç alınmaksızın genç kızlara dönerek devam etti:

“Adamcağızın o anki yüzünü şöyle bir hayal ediyorum da!..”

Ve komiserin buzlu ırmakta kollarını nasıl salladığını taklit ederek karnı tok, sırtı pek olanlara özgü gevrek kahkahalarla sarsıla sarsıla güldü yeniden. Hemen ardından da konuk hanıma dönüp “Akşam yemeğine mutlaka bekliyoruz…” dedi.


VIII

Bir sessizlik çökmüştü ortalığa birdenbire. Kontes, nazik bir gülümseyişle ziyaretçi hanıma baktı. Onu, müsaade isteyerek kalkıp giderken görürse katiyen üzülmeyeceğini gizlememiş oluyordu böylece. Nitekim konuk genç kız, soran bakışlarını annesine çevirerek giysisinin eteğini düzeltmeye başlamıştı bile…

İşte tam o sırada, yan odadan salona doğru koşan erkekli kadınlı bir grubun ayak sesleri yükseldi; bir sandalyenin devrilirken çıkardığı gürültü izledi bunu; sonra da kısa muslin etekliğinin içinde bir şey sakladığı anlaşılan on üç yaşlarında bir kız çocuğu, rüzgâr gibi daldı içeri ve salonun ortasında soluk soluğa durdu. Aslında istemeksizin sadece koşusunun hızıyla sürüklenerek oraya kadar geldiği belli oluyordu. Aynı anda kapıda; çilek rengi yakalı bir öğrenci, bir Muhafız Alayı subayı, on beş yaşında bir genç kız ve sırtında küçük bir çocuk ceketi taşıyan kırmızı yanaklı şişman bir erkek çocuğu belirivermişti.

Derhâl ayağa kalktı Kont ve sallanarak ilerleyip küçük kızın önünde kollarını olanca genişliğiyle açtı:

“İşte geldi!” diye bağırdı gülerek. “Şenliğin kahramanı geldi! İşte doğum gününü kutladığımız dilber bu, ma chère!”

Küçük kızını, yapmacık da olsa azarlamak gereğini duydu Kontes:

“Ma chère, il y a un temps pour tout.”128 dedi sert olmaya çalışıp da beceremeyen bir sesle. Sonra da kocasına dönüp ekledi:

“Onu hep sen şımartıyorsun, Elie.”129

Bu arada ziyaretçi hanım araya girdi:

“Bonjour, ma chère, je vous félicite.”130 dedi küçük kıza.

Ve hemen Kontes’e dönüp tamamladı sözlerini:

“Quelle délicieuse enfant!”131

Simsiyah gözleri, kocaman bir ağzı vardı kızın. Güzel değildi ama hayat doluydu. Hızla koşarken bluzu kaymış ve omuzları ortaya çıkmıştı. Siyah bukleleri karmakarışık bir şekilde arkaya atılmıştı. İncecik kolları çıplaktı. Bacaklarında, iskarpinli ayaklarını açıkta bırakan dantel bir pantolon vardı. Artık çocuk olmaktan çıktığı ama henüz genç kızlığa erişmemiş bulunduğu en sevimli çağını yaşıyordu sözün kısası… Babasının kollarından sıyrılıp annesine doğru koştu ve işittiği azara aldırmaksızın kıpkırmızı kesilmiş küçük yüzünü onun ipek başörtüsüne gömerek kıkır kıkır gülmeye başladı. Eteğinin altından çıkardığı bir oyuncak bebek vardı şimdi elinde ve bir yandan gülüyor, bir yandan da kesik kesik konuşarak bir şeyler anlatıyordu:

“Görüyorsunuz değil mi şunu?.. Bebek bu… Mimi… Görüyorsunuz işte değil mi?”

Daha fazla konuşamadı Nataşa. Başını bu sefer de annesinin kucağına gömüp delice gülmeye başlamıştı. Ama öylesine içten bir gülüştü ki bu, salondaki herkes -kendini beğenmiş konuk hanım bile- onunla birlikte basmıştı kahkahayı…

Kontes, yine yapmacık bir öfkeyle itti Nataşa’yı.

“Tamam, tamam! Hadi bakalım, al şu canavarını da git artık!”

Ve konuk hanıma dönüp kızı göstererek “Küçük kızım.” dedi.

Annesinin başörtüsünün dantelaları arasından bir an yüzünü gösterdi Nataşa. Gülmekten gözüne dolan yaşlarla konuk hanımı tepeden tırnağa süzdükten sonra yine saklandı.

Bu aile sahnesi karşısındaki hayranlığını sahneye katılarak belirtme gereğini duyan konuk hanım, sordu Nataşa’ya:

“Söyleyin bakalım, güzelim bana: Nedir bu Mimi sizin için? Kızınız olmalı herhâlde?”

Kadının bir çocuğun düzeyine inmek için kullandığı bu küçümseyici söz, hiç hoşuna gitmemişti Nataşa’nın; cevap vermeksizin ciddi bakışlarla süzdü kadını.

Bu arada Prenses Anna Mihailovna’nın subay oğlu Boris, Kont Rostof’un büyük oğlu Nikolay, yeğeni on beş yakındaki Sonya ve küçük oğlu Petruşa’dan oluşan genç kuşak temsilcileri salona yerleşmişlerdi ve tüm varlıklarından taşan canlılık ve neşeyi görgü kuralları içinde zapt etme çabasındaydılar. Hâllerinden öyle anlaşılıyordu ki orada, biraz önce koşturarak gidip kapandıkları dip odalarda kendi aralarında sürdürdükleri sohbet; burada, şehir dedikoduları, hava durumu ve Comtesse Apraksine132 arasında gidip gelen konuşmalardan çok daha eğlendiriciydi. Arada bir göz göze geldiklerinde gülmemek için kendilerini zor tutmalarından da belli oluyordu bu.

Öğrenci ile subay, çocukluk arkadaşı olan bu iki delikanlı; aynı yaştaydılar ve biribirlerine hiç benzememekle birlikte, pek yakışıklıydılar. Boris; uzun boylu, düzgün ve ince hatlı, sakin ve güzel yüzlü, sarışın bir gençti. Orta boylu olan Nikolay ise kıvırcık saçlı ve temiz yüzlüydü, bıyıkları yeni yeni terlemişti, gemlenmez bir coşkunluk taşıyordu çizgilerinden. Salona girer girmez kıpkırmızı kesilmişti, mutlaka ve ne pahasına olursa olsun bir şeyler söylemek istediği ama bir türlü başaramadığı hemen fark ediliyordu. Buna karşılık Boris, kıvrak bir zekâ gösterisiyle neşeli bir tonda anlatmaya koyulacaktı: Mimi kardeşi, tam beş yıl önce yani henüz el değmemiş hâldeyken tanımıştı o ve aynı Mimi kardeşin beş yıl gibi kıpkısa bir süre içinde yaşlanıp gittiğini görmüş ve üstelik kafasının boylu boyunca yarılışına da tanıklık etmişti. Nataşa dönüp kardeşine baktı. Nikolay gözlerini yummuş; sessiz sessiz, sarsıla sarsıla gülüyordu. Gülmesini daha fazla tutamayacağını anlamıştı Nataşa, bir anda kararını verip zıpladı ve cılız bacaklarının elverdiği kadar hızla kaçtı.

Boris gülmemişti. Hafifçe gülümseyerek annesine döndü:

“Yanılmıyorsam, siz de çıkmak istiyordunuz, maman?133 Arabayı hazırlatayım mı?”

Anna Mihailovna da gülümseyerek cevap verdi oğluna:

“Evet evet, hazırlat.”

Hemen çıktı Boris, Nataşa’yı izledi. Şişman çocuk da çok işi olup da rahatsız edilen insanların öfkeli bakışıyla onların arkasından koşarak uzaklaştı.

120.Emperyal: Çarlık döneminin Rus altını. (ç.n.)
121.Azizem ya da azizim.
122.“Sevgili Kontes, ne kadar zaman oldu…”
123.“Hastaydı zavallı yavrucak, yataktan başını kaldıramıyordu…”
124.“Razumovskilerin balosunda…”
125.“Ve sonra Kontes Apraksin…”
126.“Nasıl mutlu oldum bilseniz…”
127.“Laf aramızda…”
128.“Her şeyin bir zamanı vardır, güzelim.”
129.İlya.
130.“Bonjur, güzelim; kutlarım sizi.”
131.“Ne şeker çocuk bu!”
132.Kontes Apraksin.
133.Anne.
950,19 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
09 августа 2023
Объем:
19 стр. 31 иллюстрация
ISBN:
978-625-6865-50-1
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают