Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Savaş ve Barış I. Cilt», страница 4

Шрифт:

V

Konuklar, bu charmante soirée’den89 dolayı Anna Pavlovna’ya teşekkür ettikten sonra dağılmaya başlamışlardı.

Henüz acemiydi Piyer. İri yarı vücudu, ortayı aşan boyu, kocaman kırmızı elleriyle bir salonda yerine göre davranmasını ve hele bir salondan gereği gibi yani, birkaç gönül alıcı söz söyleyerek ayrılmasını beceremiyordu katiyen. Üstelik dalgındı da. Örneğin ayrılırken kendi şapkası yerine üç köşeli ve sorguçlu bir general şapkasını aldı ve general şapkasını geri almak için ricada bulununcaya kadar da şapkanın sorgucunu çekiştirip durdu şaşkın şaşkın. Ama yüzündeki alçak gönüllülük ve saflık ifadesi; salondaki dalgınlığıyla davranışlarındaki ve konuşmalardaki beceriksizliğini âdeta unutturmakta, hiç değilse bağışlatmaktaydı. Nitekim Anna Pavlovna; Hristiyanca bir hoşgörüyle baktı ona ve o münasebetsiz çıkışından dolayı kendisini bağışladığını belirten bir baş işaretiyle “Umarım ki yeniden görüşürüz, Sayın Bay Piyer.” dedi. “Ama bu arada fikirlerinizi değiştirmiş olacağınızı da umuyorum.”

Cevap vermedi Piyer. Gülümsedi ve eğilip selamlamakla yetindi. “Fikir fikirdir; siz onu bırakın da şimdi, benim ne iyi yürekli ve ne babayiğit bir delikanlı olduğuma bir bakın!” demek ister gibiydi ve başta Anna Pavlovna olmak üzere tek tek herkes, bunun böyle olduğunu sezdi.

Prens Andrey hole doğru yürüdü ve uşağın tuttuğu paltosunu giyerken karısının, kendilerini izlemiş olan Prens Hippolyte’le sürdürdüğü konuşmaya kulak kabarttı. Güzel Prenses’in yanı başında duran Prens Hippolyte; kelebek gözlüğünün ardından, gebe kadının yüzüne ısrarla bakmaktaydı.

Küçük prenses, Anna Pavlovna’ya veda ederken “Burada durmayın, Annett.” dedi. “Salona dönün lütfen, yoksa soğuk alacaksınız.”

Sonra da alçak sesle ekledi: “C’est arrete.”90

Anna Pavlovna, Lise’e, Anatol ile Prens Andrey’in kız kardeşini evlendirme tasarısından söz açma fırsatını bulmuştu toplantıda. Salona dönmeden önce o da alçak sesle “Bu hususta size güveniyorum, sevgili dostum.” dedi. “Kendisine yazın, bana da comment le pere envisagera la chose91 bildirin lütfen. Au revoir.”92

Anna Pavlovna içeri döner dönmez Prens Hippolyte Küçük Prenses’e yaklaşmış ve genç kadına iyice sokularak bir şeyler fısıldamaya koyulmuştu.

Biri Prenses’in şalını öbürü de Prens’in redingotunu tutan iki uşak, bu Fransızca konuşmanın sona ermesini beklerken konuşulanları anlıyormuş da bunu belli etmiyormuş havasındaydılar. Prenses, her zamanki gibi gülümseyerek konuşmakta ve yine gülümseyerek dinlemekteydi.

“Büyükelçi’nin toplantısına gitmediğim için nasıl mutluyum bilemezsiniz!” diyordu Prens Hippolyte. “Sıkıntıdan patlar insan orada! Tatlı bir gece geçirdik, öyle değil mi?”

Prenses, ayva tüyüyle süslü üst dudağını yukarı kaldırıp kıvırarak cevap verdi: “Balonun çok görkemli olacağını söylüyorlar. Sosyetenin en güzel kadınları hazır bulunacakmış. Hepsi…”

“Siz bulunmayacağınıza göre, hepsi değil.” dedi Prens Hippolyte neşeyle gülerek. “Hepsi değil katiyen!”

Bir yandan da hoyratça ittiği uşağın ellerinden şalı almış ve Prenses’in giymesine yardımcı olmuştu. Ve şalı genç kadının omuzlarına sardıktan sonra, beceriksizlik sonucu ya da bilerek (Ama bu ikinci şıkkın doğruluğunu hiç kimse iddia edemezdi.) ellerini uzunca bir süre çekmemişti Lise’in sırtından. Âdeta Prenses’e sarılmış gibiydi.

Nazik bir şekilde ve gülümseyerek sıyrılıp çekildi genç kadın, dönüp kocasına baktı. Prens Andrey’in gözleri kapalıydı sanki, bıkkın ve uykusuz görünmekteydi.

Göz kapaklarını aralayarak baktı karısına:

“Hazır mısınız?” diye sordu.

Bu arada Prens Hippolyte, son modaya uygun şekilde topuklarına kadar inen redingotunu aceleyle sırtına geçirmiş ve bacakları birbirine dolanarak Prenses’in ardından hızla merdivenleri inmeye koyulmuştu. Uşağın arabaya binmesine yardım ettiği genç kadına, “Princesse au revoir!”93 diye seslendi.

Bacakları gibi dili de dolanmaktaydı.

Prenses, giysisinin eteğini toplayıp arabaya yerleşmişti bile; kocası, kılıcını kontrol etmekteydi; Prens Hippolyte ise Prenses’e yardım etmeye çabalarken herkesi engelliyordu.

“Müsaade eder misiniz efendim?”

Arabaya binmesine engel olan Hippolyte’e; kupkuru, sert bir sesle ve Rusça söylemişti bunu Prens Andrey. Sonra arkadaşına dönüp yumuşak ve tatlı bir sesle eklemişti:

“Bekliyorum Piyer.”

Arabacı, kamçısını hafiften şaklatarak harekete geçirmişti şimdi atları. Kaldırım taşı döşeli yol, arabanın tekerlekleri altında çınlamaktaydı. Merdivenlerin üzerinde dikili kalan Prens Hippolyte, evine bırakmayı üstlenmiş olduğu Vikont’u beklerken kesik kesik gülüyordu.

“Eh bien, mon cher, votre Petite Princesse est très bien.”94

Arabaya binip Hippolyte’in yanına yerleşir yerleşmez söylemişti bunu Vikont. Sonra da pekiştirmek için tekrarladı: “Mais très bien.”95

Ardından parmaklarının ucuyla bir öpücük yollayarak ekledi hemen:

“Et tout à fait française.”96

Hippolyte kahkahayı basmıştı.

“Et savezvous que vous êtes terrible avec votre petit air innocent?”97 diye devam etti Fransız asilzadesi. “Je plains le pauvre mari, ce petit officier qui se donne des airs de prince régnant.”98

Bir kahkaha daha koyuverdi Hippolyte. Bir yandan da konuşuyordu:

“Et vous disiez que les dames russes ne valaient pas les dames françaises.”99

Gururlu bir tonla tamamladı sözlerini: “II faut savoir s’y prendre.”100

Ötekilerden daha önce gelmiş olan Piyer, evin teklifsiz misafirlerinden biri sıfatıyla Prens Andrey’in çalışma odasına yöneldi ve her zaman yaptığı gibi divanın üzerine uzandı hemen; başucundaki kitap rafına uzanıp rastgele bir kitap aldı (Sezar’ın İtirafları idi bu.) ve yine rastgele bir sayfasını açıp okumaya koyuldu.

Bembeyaz küçük ellerini ovuşturarak girmişti içeri Prens Andrey.

“Neler yaptın kuzum Bayan Şerer’in evinde?” dedi. “Kadını gerçekten hasta edeceksin!”

Yüzü duvara doğru olan Piyer, divanı inildeterek bir hamlede döndü arkadaşına; gülümsedi ve umursamadığını göstermek için elini salladı, sonra da hızlı hızlı konuşmaya başladı:

“O Rahip son derece ilginç bir adam aslında. Gelgelelim, yanlış akıl yürütüyor… Ebedî barış bence de mümkün ama… Nasıl desem… Bilemiyorum… Ama her hâlükârda kesin olan şey, ebedî barışın siyasal denge yoluyla gerçekleşemeyeceğidir…”

Bu türden soyut tartışmaların Prens Andrey’i pek ilgilendirmediği anlaşılıyordu.

“İnsan her düşündüğünü her yerde söyleyemez, mon cher.”101 dedi.

Bir dakikalık sessizlikten sonra söylemişti bunu.

Ardından da sordu: “Bir karar verebildin mi nihayet? Muhafız şövalye mi olacaksın, yoksa diplomat mı?”

Piyer, bağdaş kurup oturdu divana.

“İnanır mısınız?” dedi. “Daha hiçbir şey bilmiyorum. Aslında, ikisi de cezbetmiyor beni.”

“Evet ama şu ya da bu şekilde bir karar vermen gerekiyor artık. Baban bunu bekliyor.”

Piyer, henüz on yaşındayken bir rahip olan eğitmeniyle birlikte yurt dışına gönderilmiş ve on yıl orada kalmıştı. Moskova’ya döndüğünde rahibe yol vermişti babası, sonra da delikanlıya şöyle demişti:

“Şimdi Petersburg’a gideceksin, çevrene iyice bakacak ve gördüklerin arasında seçim yapacaksın. Seçeceğin şey, önceden kabulümdür. İşte sana Prens Vasili’ye verilmek üzere bir mektup ve işte sana gönlünce harcamak üzere bol bol para. Arada sırada bana mektup yazarak ne olup bittiğini bildir. Sana daima ve her yerde yardım edeceğimden hiç şüphen olmasın.”

Gelgelelim Piyer, üç aydan beri hâlâ bir meslek seçecekti kendisine. Andrey’in sözünü ettiği karar da işte bununla ilgiliydi.

Alnını ovuşturdu Piyer; aklı, gece toplantısında rastladığı İtalyan Rahip’te kalmıştı:

“Farmason olsa gerek.” diye mırıldandı.

Devam edecekti belki konuşmaya ama Prens Andrey kesti sözünü:

“Bırak şu zırvaları bir yana da ciddi şeylerden söz edelim! Atlı Muhafız Alayı’nı, gidip gördün mü?”

“Görmedim, hayır. Ama bakın aklıma ne geldi, ne zamandır size söylemek istiyordum zaten bunu. Şu anda biz Napolyon’la savaş hâlindeyiz, öyle değil mi? Eğer bu, özgürlük uğruna girilmiş bir savaş olsa anlardım. Ve ilkin ben gider, yazılırdım askere. Ama dünyanın en büyük adamına karşı İngiltere’ye, Avusturya’ya yardım etmek; doğrusu, hiç de iyi bir şey değil!..”

Piyer’in çocuksu sözlerine karşılık olarak omuz silkmekle yetindi Prens Andrey. Ona göre bu türden budalalıklara cevap verebilmek imkânsızdı.

“Herkes kendi inançları için savaş çıkarsaydı, dünyada savaş diye bir şey olmazdı.” dedi.

O safça sözlere bundan başka bir cevap vermek de güçtü hani.

“İşte o vakit, dünyanın tadına doyulmazdı.” dedi Piyer.

Prens Andrey gülümsemişti.

“Doğru, evet. Ama nerede o günler!”

Piyer damdan düşercesine sordu:

“Sahi, siz neden savaşa katılıyorsunuz kuzum?”

“Neden mi? Bilmem. Katılmam gerekiyor herhâlde. Ayrıca…”

Bir an durduktan sonra tamamladı sözünü:

“Katılıyorum çünkü burada sürdüğüm hayat bana göre bir hayat değil!”

Bir kadın giysisinin hışırtısı işitildi yan odadan. Prens Andrey, orada değilmiş de yeni kendine geliyormuş gibi silkindi. Yüzü, yeniden Anna Pavlovna’nın salonunda takındığı ifadeye bürünmüştü. Oturuşunu düzeltip ayaklarını yere indirdi Piyer. Aynı anda da Prenses içeri girdi.


VI

Başka bir elbise giymişti üzerine. Toplantıdaki kadar şık ve zarif bir ev giysisiydi bu. Prens Andrey, kibarca yerinden kalkıp karısının oturması için bir koltuk çekti. Prenses, hızla ve telaşla koltuğa yerleşirken her zamanki gibi Fransızca olarak başladı konuşmaya:

“Niçin diye sorarım sık sık kendi kendime, niçin Annette bir türlü evlenmedi? Onunla evlenmemiş olduğunuzdan dolayı, bilseniz ne kadar budalasınız, baylar! Bağışlayın beni ama tek tek hepiniz kadın konusunda kara cahilsiniz. Tartışmayı bu kadar sevdiğinizi doğrusu hiç bilmezdim, Bay Piyer!”

Piyer en ufak bir sıkıntıya (hani şu, bir delikanlının genç bir kadınla ilişkilerinde pek sık rastlanan sıkıntıya) kapılmaksızın cevap verdi Prenses’e:

“Kocanızla bile durmadan tartışıyorum. Niçin savaşa gitmek istediğini bir türlü anlayamıyorum çünkü.”

Prenses canlandı hemen. Belli ki bu sözlerle onun hassas bir noktasına dokunmuştu:

“Yaa!” dedi. “Ben de aynı şeyi söylüyorum. Erkeklerin neden savaştan bir türlü vazgeçemediklerini anlamıyorum ben, katiyen anlamıyorum! Nasıl oluyor da biz kadınlar hiçbir şey isteyemiyor, hiçbir şeye ihtiyaç duymuyoruz? Siz söyleyin lütfen, hakemlik edin… Şunu kendisine tekrarlamaktan dilimde tüy bitti: Burada son derece parlak bir konumu var, amcasının yaverliğini yapıyor. Herkes tanıyor onu, herkes ona büyük değer veriyor. Geçen gün Apraksinlerde olacaktınız da bir hanımın söylediklerini işitecektiniz:

‘C’est ça le fameux Prince André?’102 diyordu heyecanla. Ma parole d’honneur!103 Gittiği her yerde o kadar çok seviliyor, o kadar iyi karşılanıyor ki… Doğrudan doğruya İmparator’un yaverliğine atanması işten bile değil aslında. Biliyor musunuz ki İmparator ona pek nazik bir şekilde hâl hatır sordu. Biz Annette ile konuştuk bütün bu ihtimalleri ve o göreve getirilmesinin çok kolayca sağlanabileceği sonucuna vardık. Şimdi söyleyin bakalım, sizin fikriniz nedir?”

Prens Andrey’e baktı Piyer ve bu konuşmanın, arkadaşının hoşuna gitmediğini sezerek cevap vermekten kaçındı.

“Ne zaman gidiyorsunuz?”

Piyer sormuştu bunu. Prenses, Anna Pavlovna’nın salonunda Hippolyte’le konuşurken takındığı ama şimdi Piyer’in de olduğu aile ortamına hiç de uygun düşmeyen işveli ve şen şakrak bir havayla konuştu:

“Ah! Ne me parlez pas de ce départ, ne m’en parlez pas. Je ne veux pas en entendre parler…104 Bütün sevgili ahbaplarımdan uzakta kalacağımı düşünüyorum da… Sonra, gayet iyi biliyorsun ki André…”105

Kocasına anlamlı bir şekilde göz kırparak kesmişti konuşmasını. Ürperir gibi oldu ve sözlerini mırıldanarak tamamladı:

“J’ai peur, j’ai peur!”106

Odada kendisinden ve Piyer’den başka bir varlık daha varmış da yeni fark ediyormuş gibi şaşkın bir hâlde karısına baktı Prens. Sonra da nazik ama soğuk bir sesle sordu:

“Neden korkuyorsun Lise? Bunu bir türlü anlayamıyorum.”

“İşte bütün erkeklere özgü bencillik çıktı yine ortaya! Hepiniz, evet, istisnasız hepiniz bencilsiniz! Sırf kapris olsun diye bırakıp gidiyor beni, tek başıma çiftliğe hapsediyor.”

“Babam ve kız kardeşimle birlikte, unutma.”

Soğuk bir sesle söylemişti bunu Prens Andrey.

“Evet ama ben yine kendi dostlarımdan uzakta, yapayalnız kalacağım.” diye atıldı Prenses. “Ve o, yine korkmamamı bekliyor!”

Hüzünlüydü sesi bu sefer, üst dudağı yukarı doğru kıvrılmış ve yüzündeki neşeli ifade değişmişti; bu hâliyle bir sincabı andırıyordu. Piyer’in önünde gebeliğinden söz etmeyi uygunsuz buluyormuş gibi susmuştu birden. Oysa bütün korkusu, bundan ileri geliyordu.

Gözlerini karısının gözlerinden ayırmaksızın ağır ağır konuştu Prens Andrey:

“De quoi vous avez peur107 ben yine de anlamadım.”

Kıpkırmızı kesildi Prenses. Ellerini şiddetli bir hareketle salladı.

“Non, André, je dis que vous avez tellement changé.”108 dedi.

Prens Andrey, gözlerini yine karısının gözlerinden ayırmaksızın “Doktor sana erkenden yatmanı öğütlemişti. Çoktan yatağa girmiş olman gerekiyordu bu saatte.” dedi.

Hiçbir şey söylemedi Prenses. Ama ayva tüyüyle kaplı üst dudağı birdenbire titremeye başlamıştı. Prens, omuz silkerek ayağa kalktı ve birkaç adım yürüdü odanın ortasına doğru.

Şaşkın ve çocuksu bir havaya bürünmüştü Piyer. Gözlüklerinin ardından bir ona bir öbürüne bakıyordu. Bir ara ayağa kalkmaya davrandı ama sonra vazgeçti. Tam o sırada Küçük Prenses, “Bay Piyer’in burada olması bir şeyi değiştirmez.” dedi.

Birden gerginleşmişti güzel yüzü. Ağlamamak için kendisini zor tutarak şöyle devam etti: “Uzun süreden beridir sormak istiyordum sana Andrey, niçin bana karşı bu kadar değiştin? Ne yaptım ki sana ben? Tutturmuş, ille de savaşa gideceğim diyorsun. Bana hiç acımıyorsun, kabul ama niçin?”

“Lise!” demekle yetindi Prens Andrey.

Ama bu sözde hem bir rica hem bir tehdit ve özellikle de genç Prenses’in kendi sözlerinden pişmanlık duyacağı kanaati gizliydi. Ancak Prenses, yine de soluk soluğa devam etti: “Hastaymışım ya da bir çocukmuşum gibi davranıyorsun bana. Her şeyi görüyor ve değerlendiriyorum. Altı ay önce böyle miydin?”

Prens Andrey, daha da katı bir tonla konuştu: “Lise, lütfen kes artık!”

Arkadaşıyla karısı arasındaki bu gergin konuşma sırasında sinirleri iyice bozulan Piyer, ayağa kalkmış ve Prenses’e doğru ilerlemişti. Gözyaşı görmeye katlanamıyor gibi bir hâli vardı, neredeyse ağlayacaktı o da.

“Sakin olun, Prenses.” dedi. “Siz öyle sanıyorsunuz… Sanırım aldanıyorsunuz… Yani eminim… Eminim zira ben de… Şey… Hayır hayır… Hiçbir şey yok… Bağışlayın beni ne olur… Burada bir üçüncü kişi fazla… Lütfen sakin olun… İyi akşamlar…”

Prens Andrey, kolundan yakalamıştı onu.

“Hayır dur, Piyer. Prenses, geceyi seninle birlikte geçirmek zevkinden beni yoksun bırakmayacak kadar iyi bir insandır.”

Gözyaşlarını zapt etmeye gerek duymadan konuştu Prenses: “İşte, sadece kendiSİni düşündüğü meydanda!”

“Lise!”

Artık sabrının tükendiğini belirten yüksek ve buz gibi bir sesle söylemişti bunu Prens Andrey. Ve Prenses’in güzel yüzündeki küskün sincap ifadesi, birdenbire kaybolup yerini ancak acıma uyandırabilecek bir korku ifadesine bırakmıştı. Güzel gözleriyle kaçamak bir bakış attı kocasına. Suçlu olduğunu sezerek kuyruğunu hızla sallamaya başlayan köpeklere özgü bir ürkeklik çökmüştü davranışlarına. Giysisinin kıvrımlarından tutarken “Mon Dieu, mon Dieu!”109 diyebildi ancak.

Ve bir çırpıda Prens’e yaklaşıp onu alnından öptü.

“Bonsoir, Lise.”110 dedi Prens Andrey.

Aynı zamanda ayağa kalkıp Prenses’e doğru ilerlemiş ve büyük bir nezaketle tıpkı yabancı bir kadının elini öper gibi onun elini öpmüştü.

İkisi de susuyordu. Ne biri ne öteki niyetliydi sessizliği bozmaya. Piyer zaman zaman kaçamak bakışlar atıyordu Prens Andrey’e. Prens ise küçük eliyle alnını ovuşturuyordu.

Derin bir iç geçirdikten sonra ayağa kalktı Prens nihayet ve kapıya doğru yürürken “Gidip bir şeyler yiyelim bari.” dedi.

Baştan başa yenilenip görkemli bir şekilde döşenmiş olan yemek salonuna geçtiler. Peçetelerden gümüş sofraya ve billur içki takımlarına kadar her şey, genç evlilerde hep rastlanan gösteriş düşkünlüğünün belirgin damgasını taşıyordu.

Yemeğin ortasına gelmişlerdi ki Prens Andrey; dirseğini masaya, başını da avucuna dayadı ve tıpkı içinde uzun zamandır bir dert taşıyıp da artık dayanamayarak bundan kurtulmaya karar veren kimseler gibi birdenbire konuşmaya başladı:

“Sakın evlenme dostum, asla evlenme! İşte sana verebileceğim en iyi öğüt! Hayatta yapabileceğin bütün her şeyi yaptığından ve seçtiğin kadını artık sevmediğinden, onu tüm gerçekliği içinde açık seçik gördüğünden emin olmadıkça katiyen evlenme; yoksa amansız ve devasız bir şekilde aldanmış olursun! Artık hiçbir işe yaramayacak kadar yaşlandığın vakit evlen, anlıyor musun? Yoksa şunu bil ki sende iyi, soylu ve yüce olan bütün ne varsa sonuna kadar çürüyüp gidecektir! Bir hiç uğruna havaya savrulmuş olacaktır bütün her şey…”

Arkadaşını hiç bu kadar sinirli gördüğünü hatırlamıyordu Piyer. Prens Andrey devam ediyordu:

“Evet dostum, evet! Öyle şaşkın şaşkın bakıp durma yüzüme, sana hakikati söylemekteyim. Eğer gelecekte kendinden bir şeyler beklediğin hâlde tutup da şimdiden evlenecek olursan bil ki her an, senin için artık her şeyin bitmiş, bütün kapıların kapanmış, bütün yolların yasaklanmış olduğunu duyacaksın ancak sefil ruhlu ve ahmak bir dalkavuk kadar değer taşıyacağın o iğrenç sosyete salonlarından başka her şeyin, evet!..”

Hınçla masaya vurdu elini.

Piyer gözlüklerini çıkararak şaşkınlık içinde baktı arkadaşına. Bu duruş, yüzüne yeni bir görünüm kazandırmıştı; içinin güzelliği tümüyle dışına vurmuştu sanki…

“Karım…” diye devam etti Prens Andrey. “Kusursuz bir insandır. Namusunuza leke sürdürmeyeceğinden emin olabileceğiniz ender kadınlardan biridir, gerçekten. Ama buna rağmen ben, evlenmemiş olmak için bilsen neler vermezdim neler! Ve bunu da ilk söylediğim insan sensin Piyer. Anla seni ne kadar sevdiğimi…”

Bunları söylerken Anna Pavlovna’nın salonunda bir koltuğa gömülmüş duran ve gözlerini kısarak dudaklarının ucuyla Fransızca cümleler sıralayan o Bolkonski’ye hiç benzemiyordu Prens Andrey. Sert çizgileri olan yüzünün kasları sinirden kasılıyordu daha az önce. Hayat alevi sönmüş gibi donuk bakan gözleri ise şimdi canlı bir ışıltıyla parıldıyordu. Belli ki normal zamanlarında ne kadar durgun oluyorsa öfke anlarında da bir o kadar hırçın oluyordu. Şöyle devam etti konuşmaya:

“Bütün bunları neden söylediğimi anlamıyorsun. Baştan sona bir hayatın hikâyesi bu. Örneğin sen… Bonapart ve yaptığı işlerden söz ediyorsun…”

Bir an sustu Prens Andrey. Piyer buraya geldiğinden beri Bona-part hakkında tek kelime söylememiştı. Yine de devam etti konuşmaya:

“Bonapart diyorsun, evet ama hesaba katmıyorsun ki Bonapart amacı için çalışırken, gayesine doğru adım adım ilerlerken özgürdü. Aklında sadece kendine seçmiş olduğu hedef vardı Bonapart’ın ve o hedefe de ulaştı… Ama insan bir kadına bağlanmaya görsün, bir kürek mahkûmu hâline gelir ve yitirir tüm özgürlüğünü! İçinde umut ve kuvvet namına ne varsa üzerine amansızca çöken ve seni durmaksızın kıvrandıran bir pişmanlık kaynağıdır artık. Salonlar, dedikodular, balolar, anlamsız böbürlenmeler, eksik güdük insanlarla dolu bir ortam… İşte benim bir türlü parçalayıp dışına çıkamadığım kısır döngü! Şimdi savaşa gidiyorum işte, gelmiş geçmiş savaşların en büyüğüne katılacağım ve hiçbir şey bilmiyorum ve hiçbir şeye ermiyor aklım ve ne işe yarayacağımı da kestiremiyorum. Je suis très aimable et très caustique!111 Anna Pavlovna’nın salonunda konuştuğum vakit saygıyla dinlenişimden belli değil mi? Karımın bir türlü vazgeçemediği o ahmaklar çevresi ve o kadınlar… Bilebilseydin aslında neyin nesi olduğunu toutes les femmes distinguées112 ve genellikle tüm kadınların!.. Yerden göğe haklı babam: Bencillik, boş böbürlenme, ahmaklık, yetersizlik, kıt kafalılık; kadınların gerçekliği işte bunlardan ibaret! Uzaktan gördüğün vakit bir şey sanırsın onları, ele gelir bir yanları var duygusuna kapılırsın ama hayır, hiçbir yanları yoktur doğru dürüst, hiçbir yanları yoktur, hiç ama hiç!..”

Ve Prens Andrey, “Katiyen evlenme, azizim, aklın varsa evlenme!” diye sonlandırdı konuşmasını.

Piyer, “Doğrusunu isterseniz…” dedi. “Sizin kendinizi güçsüz görmenizi ve hayatınızı boşa harcadığınızı sanmanızı yadırgamamak elde değil. Siz ki her şeye sahipsiniz, bütün imkânlar önünüzde serili. Ve yine de…”

Susmuştu, tümüyle dile getirmemişti düşüncesini. Ama sadece ses tonu bile arkadaşına ne denli önem verdiğini ve gelecekte ondan ne denli büyük başarılar beklediğini ortaya koyuyordu.

Nasıl böyle konuşabilir? diye düşünüyordu Piyer. Onun gözünde Prens Andrey, erişilmez bir yetkinlik örneğiydi; zira Piyer’in eksikliğini duyduğu ve en uygun bir şekilde irade gücü olarak tanımlayabileceğimiz bütün nitelikleri benliğinde taşıyordu.

Gerçekten de Piyer; Prens Andrey’in çeşitli insanlarla ilişkilerinde daima soğukkanlılığını korumasına, olağanüstü güçlü belleğine, genel kültürüne (Her şeyi okur, her şeyi bilirdi ve bütün her şey hakkında fikir sahibiydi.) ve bütün bunların yanı sıra da zorlu çalışma şartlarına dayanmasına öteden beri hayrandı. Arkadaşının, onun tam tersine, felsefi düşüncelere dalma eğilimi göstermemesini garipserdi çoğu zaman ama bunda bile bir eksiklik değil, bir güçlülük belirtisi görüyordu.

En iyi, yani en dostça ve en sade ilişkilerde pohpohlama ya da övgü zorunludur; tekerlekli taşıtların aksamadan yol alabilmesi için yağlama nasıl zorunlu ise…

“Je suis un homme fini.”113 dedi Prens Andrey.

Kısa bir sessizlikten sonra da gülümseyerek ekledi:

“Benden söz etmeye bile değmez artık. Asıl senden konuşalım.”

Prens’in gülümseyişi, Piyer’in yüzüne de yansımıştı hemen. Tasasız tatlı bir sesle “Benden söz etmek neye yarar ki?” dedi. “Neyim ki ben? Je suis un bâtard!”114

Birdenbire kıpkırmızı oldu yüzü. Bu sözcüğü kullanabilmek için büyük bir çaba harcamış olduğu görülüyordu. Kendi kendine konuşur gibi devam etti:

“Sans nom, sans fortune…115 Gerçekten…”

“Gerçekten” ile ne demek istediğini söylemedi.

“Şu anda özgürüm, memnunum da bundan dolayı. Yalnız, ne yapacağım hususunda bir türlü karar veremiyorum. Size ciddi olarak danışmak istiyordum bu konuda.”

Prens Andrey iyilik dolu gözlerle bakıyordu ona. Ama dostluk ve sevgi okunan bu bakışta, kendi üstünlüğünün bilincinde olduğu yine de fark edilmekteydi.

Gülümseyerek konuştu:

“Seni gerçekten çok sevdiğimi, üzerine titrediğimi bilmen gerekir; zira şu bizim dünyamızda tek canlı varlık, sensin. Hangi mesleği istersen seç, hiç fark etmez. Eminim ki ne olursan ve nerede olursan ol iyi kalacaksın. Sadece bir nokta var: Kuraginlerle ahbaplığa bir son ver artık, bırak şu saçma sapan hayatı! Bütün o sefahat âlemleri, bütün o patavatsızlıklar doğrusu sana hiç yakışmıyor…”

Omuz silkti Piyer.

“Que voulezvous, mon eher.”116 dedi.

Sonra da eklemek gereğini duydu:

“Les ferames, mon cher, les femmes!”117

Başını sallayarak cevap verdi Andrey:

“Katiyen aklım almıyor, azizim. Les femmes comme il faut,118 bir diyeceğim yok ama les femmes de Kouraguine, les femmes et le vin!119 Kesinlikle anlamıyorum, hayır…”

Vasili Kuragin’in konağında kalıyordu Piyer ve Prens’in küçük oğlu Anatol’un sefih hayatını paylaşıyordu. Hani şu, ıslah olsun diye Prens Andrey’in kız kardeşiyle evlendirilmek istenen Anatol’un…

Aklına birdenbire iyi bir fikir gelmişçesine heyecanla konuşmaya girişmişti Piyer:

“Bilir misiniz azizim? Uzun zamandır bunu hep kendi kendime söyleyip duruyorum. Ciddi olarak. Diyorum ki geleceğim hakkında bir türlü karara varamayışım, hiçbir konuda doğru dürüst düşünemeyişim hep bu sürdüğüm hayat yüzünden. Baş ağrısından kurtulamıyorum, param kalmıyor. Bugün de çağırmıştı beni ama gitmeyeceğim.”

“Namusun üzerine söz ver bana: Gitmeyeceksin!”

“Namus sözü: Gitmeyeceğim!”

Piyer geç vakit ayrılmıştı Andrey’in evinden. Petersburg’a özgü, uyku kaldırmaz bir haziran gecesiydi. Bir fayton çevirdi Piyer. Niyeti gidip yatmaktı hemen. Ama konağa yaklaştıkça her an biraz daha güçlü bir şekilde hissediyordu ki geceden çok gurubu ya da şafağı andıran bu gecede uyumak imkânsızdır.

Art arda ıssız sokaklar uzanıyordu önünde. Araba sarsılarak ilerlerken Piyer, her zamanki kumarbazlar takımının bu akşam Anatol Kuragin’in evinde toplanacağını hatırladı. Oyundan sonra çatlayana kadar içerlerdi tabii, sonra da her zaman olduğu gibi faslı kadınlarla kapatırlardı.

Kuragin’in oraya gitmek keyifli olurdu diye düşündü Piyer.

Düşünür düşünmez de Prens Andrey’e verdiği söz aklına geldi. Çiğneyebilir miydi namus sözünü? Hayır!

Ama aynı anda ancak karaktersiz denilen insanların başına gelen şey geldi onun da başına. Pek yakından tanıdığı o sefih hayata bir kere daha gömülmeyi öylesine dizgin vurulamaz bir tutkuyla arzu etti ki gitmeye karar verdi. Hemen ardından da verilen sözün hiçbir anlam taşımadığını; zira Prens Andrey’e söz vermeden önce o gece için Anatol’a söz vermiş olduğunu düşündü. En son olarak da bütün bu namus sözlerinin alabildiğine saçma ve kesin bir anlamdan yoksun şeyler olduklarını düşündü. Gerçekten de öyle değil miydi yani? Pat diye ölebilirdi insan ya da başınıza hiç beklenmedik olağanüstü bir iş gelebilirdi birdenbire ve ortada ne namus kalırdı ne de namussuzluk!

İşte bu türden akıl yürütmeler Piyer’in bütün karar ve tasarılarını altüst ediyordu hep. Kuragin’in evini tarif etti arabacıya.

Anatol’un oturduğu konak, Atlı Muhafız Alayı kışlasının çok yakınındaydı. Işıklandırılmış sekiye atladı arabadan, merdiveni tırmandı. Kapı ardına kadar açıktı. Hiç kimse yoktu holde. Yerlere boşalmış şişeler, paltolar, galoşlar doluydu. Ortalık içki kokuyordu. Zaman zaman bağırış ve haykırışların yırttığı bir uğultu geliyordu ileriden.

Oyun ve yemek faslı çoktan sona ermişti ama milletin gitmeye niyeti yoktu daha. Piyer paltosunu çıkarıp ilk odaya girdi. Yemek artıklarıyla dolu masaların arasında bir uşak, gözlendiğinden habersiz, kadeh diplerini büyük bir keyifle yuvarlıyordu.

Üçüncü odadan Piyer’e hiç de yabancı gelmeyen sesler ve gülüşler yükselmekteydi. Zaman zaman ayı homurtuları da karışıyordu bu gürültüye. Yedi sekiz delikanlı, heyecan içinde itişip kakışarak açık bir pencerenin önüne doluşmuşlardı. Başka üç genç de yavru bir ayıyla oynamaktaydı. İçlerinden biri, hayvanı zincirinden çekiyor ve ötekilerin üzerine itiyordu gülerek.

Pencere önündeki topluluktan birisi “Ben Stevens’a yüz ruble koyuyorum!” diye bağırdı.

“Destek olmak yok ama!..” dedi bir ikincisi.

Üçüncü bir gençse, “Ben Dolohof’a oynuyorum.” diye seslendi. “Kuragin, sen hakem ol!”

Derken bir başkası, ayıyla oynayanlara dönüp haykırdı:

“Hey oradakiler, bırakın artık şu ayıyı bir kenara! Burada bahse giriyoruz yahu!”

Beşincisi atıldı soluk soluğa:

“Tek dikişte içecek bütün şişeyi, yoksa kaybeder!”

Sırtında düğmeleri çözülmüş ince bir gömlekle odanın ortasında dikilen ev sahibinin sesi yükseldi:

“Yakof! Çabuk yeni bir şişe getir, Yakof!”

Uzun boylu ve yakışıklı bir delikanlıydı Anatol. Güçlü sesiyle patırtıyı bastırmıştı hemen:

“Durun, baylar! Dinleyin!”

Bu arada Piyer’i görmüştü.

“İşte Petruşa!” diye bağırdı. “Sevgili dostum Petruşa!”

Aynı anda pencereden bir başka ses yükselmişti:

“Buraya gel Piyer! Bahse tutuştuk, gel de hakemlik et!”

Semyonovski Alayı’nın subaylarından Dolohof’tu bu. Ünlü kumar oyuncusu ve kılıç kullanmakta usta Dolohof. O da Anatol’un evinde kalıyordu. Orta boyluydu ama açık mavi gözleri ve bütün bu sarhoş haykırışları arasında düzgün konuşmasıyla hemen seçilmekteydi.

Piyer kavrayamamıştı henüz durumu. Çevresine neşeyle bakıp gülümseyerek sordu:

“Nedir, ne oluyor? Hiçbir şey anlamadım ben! Söylesenize, ne bahsi bu tutuştuğunuz?”

“Durun bakalım, dostumuz henüz yeterince sarhoş değil. Dolu bir şarap şişesi verin bana!”

Anatol’du böyle konuşan. Masanın üzerindeki bardaklardan birini şarapla doldurduktan sonra ilerleyip Piyer’e uzattı.

“Önce iç!” dedi.

Piyer, arkadaşının art arda doldurup uzattığı bardakları bir dikişte boşaltırken bir yandan da yeniden pencerenin önünde toplanmaya başlayan sarhoş konuklara kulak kabartıyordu. Anatol’un anlattığına göre Dolohof; orada bulunan İngiliz Deniz Subayı Stevens’la, bacakları dışarı sarkıtarak ikinci kat penceresinin pervazına oturup bir şişe romu bir dikişte içeceğine dair bahse girmişti. Sözünü tamamlayınca son bardağı uzatarak “Hadi bitir şu şişeyi!” dedi. “Yoksa yakanı bırakmam!”

Arkadaşını iterek “İstemem artık!” dedi Piyer. Ve pencereye yöneldi.

Dolohof, İngiliz’in elini avucuna almış tutmakta ve özellikle onları tanık gösterir gibi Anatol’la Piyer’e bakarak bahsin şartlarını açık ve seçik bir şekilde belirtmekteydi.

Orta boylu, kıvırcık saçlı ve açık mavi gözlü bir delikanlıydı Dolohof. Yirmi beş yaşında filan olsa gerekti. Piyade subaylarının geleneksel görünüşüne uygun şekilde bıyıksız olduğundan çehresinin en çarpıcı kısmı olan ağzı bütün hatlarıyla görülebiliyordu. Gerçekten de delikanlının ağzı, olağanüstü zariflikte bir eğri çizmekteydi. Ağzın orta kısmında üst dudak, kalın dolgun alt dudağın üzerine sert bir dar açıyla iniyor ve uçlarda, her biri bir yanda olmak üzere, çifte gülümseyişe benzer bir görünüm yaratıyordu. Ve işte bu ağız yapısının bir de delikanlının sert, küstah ve zeki bakışlarıyla birleşerek yarattığı görüntü; insanda öyle bir izlenim uyandırıyordu ki bir alay yüz arasında dahi bu yüzü hemen fark etmemek imkânsız hâle geliyordu.

Dolohof zengin değildi, kendisine büyük imkân sağlayacak hatırlı dostları da yoktu. Anatol bir hamlede binlerce ruble harcayabildiği hâlde Dolohof da onunla birlikte oturuyordu ve kendini o kadar tartışma götürmez bir şekilde kabul ettirmişti ki herkes ona Anatol’dan daha çok saygı gösteriyordu.

Kâğıt oyunlarının hepsini biliyordu Dolohof ve bu oyunlarda kazanan taraf daima o oluyordu. Ne kadar içerse içsin aklını şaşırdığı görülmemişti o güne dek. Sözün kısası Kuragin’le Dolohof, o çağ Petersburg’unda hızlı yaşayan ve sürekli macera peşinde koşan gençlerin önde gelen iki şöhretli simasıydı.

Bu arada rom şişesini getirdiler. Çevrelerindekilerin bağıra çağıra verdiği emirlerden iyice bunalmış iki uşak, pencerenin dış pervazına oturmayı engelleyen çerçeveyi parçalamaya uğraşıyorlardı aceleyle.

Anatol bir fatih edasıyla yaklaştı onlara. Bir şeyler kırıp parçalamak istiyordu. Uşakları itip çerçeveye var gücüyle asıldı ama başaramadı. Bir cam kırdı. Piyer’e dönüp “Hadi bakalım Herkül, sıra sende…” dedi.

Pencerenin dikmelerini sıkıca yakaladıktan sonra hızla kendisine çekti Piyer ve meşe çerçeveyi çatırtadarak kopardı.

89.Tatlı toplantı.
90.“O iş tamamdır.”
91.“Babanın bu teklifi nasıl karşıladığını…”
92.“Yine görüşmek üzere Prenses.”
93.“Güle güle.”
94.“Sizi kutlarım, azizim; Küçük Prenses’iniz bir harika!”
95.“Evet bir harika!”
96.“Ve kusursuz bir Fransız sanki!”
97.“Masum delikanlı havası da size pek yaraşıyor doğrusu.”
98.“Kocasına da acımamak elde değil hani! Hele basit bir subaydan başka bir şey olmadığı hâlde, bir hükümdar edasıyla ortada dolanıp durduğunu gördükçe!”
99.“Fransız kadınlarının eline su bile dökemeyeceğini söylersiniz bir de Rus kadınlarının.”
100.“Oysa daima ve her yerde at binenin, kılıç kuşananındır.”
101.Azizim.
102.“Ünlü Prens Andrey demek bu?”
103.“Şerefim üzerine yemin ederim ki doğru!”
104.“Ne olur o yolculuktan söz açmayın bana, lütfen söz açmayın! Sözünün edildiğini dahi işitmek istemiyorum…”
105.Andrey.
106.“Korkuyorum, korkuyorum!”
107.“Neden korktuğunuzu…”
108.“Hayır, Andrey; tanınmayacak kadar değiştiğinizi söylüyorum ben.”
109.“Tanrı’m, ulu Tanrı’m!”
110.“İyi akşamlar, Lise.”
111.“Pek sevimli bulurlar beni ve pek ince alaycı bulurlar.”
112.“Bütün o seçkin kadınların…”
113.“İşi bitmişin biriyim ben.”
114.“Bir piçim!”
115.“Adsız ve bahtsız…”
116.“N’eylersiniz, azizim.”
117.“Kadınlar aziz dostum, kadınlar!”
118.“Kadınlar kadın olsa…”
119.“Kuragin’in kadınları, kadınlar ve şarap!”
950,19 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
09 августа 2023
Объем:
19 стр. 31 иллюстрация
ISBN:
978-625-6865-50-1
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают