Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Savaş ve Barış I. Cilt», страница 14

Шрифт:

“Benim senden önce ölmem doğaldır…” dedi. “Burada anılarım var. Bunları ben öldükten sonra İmparator’a ulaştırırsın. Burada bir Emniyet Sandığı tahviliyle bir de mektup var. Tahvil, Suvorof Savaşlarının tarihini yazacak olana, mektup da akademiye verilecek. Burada da düşüncelerim yazılı. Ben öldükten sonra okursun. Faydası olur.”

Babasına, hiç şüphesiz daha uzun yıllar yaşayacağını söylemedi Andrey. Anlıyordu bunu söylememesi gerektiğini.

“Bütün isteklerinizi yerine getireceğim baba.” dedi sadece.

İhtiyar Prens’in karşılığı da sade oldu:

“Öyleyse artık vedalaşalım!”

Oğlunun elini öpmesine izin vermiş ve kucaklayıp göğsüne bastırmıştı onu. Sonra da “Şunu katiyen unutma Prens Andrey…” dedi.

“Ne de olsa ihtiyarın biriyim artık, öldürülecek olursan çok acı duyarım. Ama… Ama senin, Nikolay Bolkonski’nin oğlu gibi davranmadığını öğrenecek olursam… Tam anlamıyla utanç duyarım!”

Gülümsemişti Prens Andrey.

“Bunu bana söylemeseniz de olurdu baba.” dedi.

Cevap vermedi İhtiyar Prens.

Kısa bir sessizlik oldu. Sonra Andrey “Bir ricam var sizden…” diye devam etti. “Eğer ben öldürülürsem ve bir oğlum olursa size dün de söylediğim gibi burada yanınızda alıkoyun onu.”

Durdu. Sonra da ekledi:

“Yanınızda büyüsün… Lütfen.”

Sordu ihtiyar:

“Yani karına bırakmayayım mı onu?”

Ve gülmeye başladı.

Tam bir sessizlik içinde karşı karşıya durmaktaydılar şimdi. İhtiyar Prens, oğlunun gözlerine dikmişti keskin bakışlarını. Çok geçmeden yüzünün alt kısmında, ürperişi andıran hafif bir titreme oldu.

“İşte vedalaştık…” dedi. “Hadi bakalım!”

Birden söylemişti bunları. Hemen ardından da çalışma odasının kapısını açmış ve âdeta öfkeli bir sesle haykırmıştı:

“Hadi git artık!”

İlkin Prens Andrey’i, hemen ardından da -sadece bir an için- perukası ve kelebek gözlüğü olmadan üzerinde beyaz sabahlığıyla haykıran ihtiyarın silüetini gören prensesler, bir ağızdan sordular: “Ne var, ne oluyor kuzum?”

İçini çekti Prens Andrey, cevap vermedi. Sadece karısına, “Eh…” demekle yetinmişti.

“Şimdi artık istediğiniz kadar nazlanıp şımarabilirsiniz!” demek istermiş gibi soğuk bir şekilde alay edercesine söylemişti bu “eh”i.

Küçük Prenses sapsarı kesilmiş, korku içinde kocasına bakıyordu. Kelimeleri güçlükle telaffuz ederek “André deja!”292 diyebildi o kadar.

Prens Andrey, karısını kollarının arasına aldı. Küçük Prenses’in başı; aynı anda, kocasının omuzuna düştü.

Onu sarsmamaya özen göstererek sıyrıldı Prens Andrey, yüzünü dikkatle inceledikten sonra bir koltuğun üzerine uzattı. Kız kardeşine döndü sonra ve alçak sesle “Adieu, Marié…”293 dedi.

Kucaklaştıktan sonra el ele kaldılar bir an ve Prens Andrey hızlı adımlarla salondan çıktı.

Matmazel Bourienne, koltukta yatmakta olan Küçük Prenses’in şakaklarını ovalamaya koyulmuştu. Prenses Mariya, bir yandan görümcesine destek olmakta; bir yandan da yaş dolu güzel gözlerini Prens Andrey’in açık bıraktığı kapıya dikmiş, istavroz çıkarmaktaydı. Düzgün aralıklarla kurşun seslerini andıran sesler geliyordu çalışma odasından. İhtiyar Prens’in öfkeyle sümkürmekte olduğunu belirten seslerdi bunlar… Nitekim çok geçmeden çalışma odasının kapısı da hızla açıldı ve beyaz sabahlığının içindeki ihtiyarın silüeti belirdi. Kendinden habersiz bir hâlde uzanmış yatan Küçük Prenses’e kızgın gözlerle şöyle bir baktı:

“Gitti mi?” diye sordu. “Eh, öyleyse her şey tamam demektir!”

Küçümseyen gözlerle biraz daha süzdü Küçük Prenses’i, sonra da kapıyı çarparak kapadı.


İKİNCİ BÖLÜM

I

Rus orduları, Ekim 1805’te Avusturya Arşidüklüğü’nün köy ve kentlerini işgal etmekteydi. Art arda Rusya’dan sevk edilen ve Braunau Kalesi dolaylarına yerleştirilen alaylar, halka büyük yük olmaktaydı. Başkomutan Kutuzof’un genel karargâhı da orada bulunuyordu.

1805 yılının 11 Ekim günü Braunau’a yeni gelmiş piyade alaylarından biri; kente yarım mil mesafede durmuş, Başkomutan tarafından teftiş edilmeyi beklemekteydi. Çevredeki bütün her şey (meyve bahçeleri, taştan örülmüş bahçe duvarları, kiremit kaplı damlar, uzakta yükselen dağlar ve askerleri merakla izleyen yabancı bir halk) yabancı olduğu hâlde bu alay; Rusya’nın ortalarında herhangi bir yerde, teftişe hazırlanan herhangi bir Rus alayından farksızdı.

Başkomutan’ın alayı yürüyüş hâlinde teftiş edeceğini bildiren emir, daha o akşam son konak yerinde alınmıştı. Emirdeki ifade, Alay Komutanı’na pek kesin gözükmemiş ve teftişe tören üniformasıyla mı çıkmak gerektiği hususu, böyle durumlarda beklenen açıklığa kavuşmamıştı gerçi; tabur komutanlarının toplantısında, az saygı göstermektense aşırı saygı göstermenin daima daha yerinde olduğu gerekçesiyle, alayın tören üniformasıyla teftişe çıkması karara bağlanmıştı.

Dolayısıyla da askerler, otuz verstlik bir yürüyüşten sonra gözlerini yummadan bütün gece söküklerini dikmiş ve üst başlarına çekidüzen vermişlerdi. Emir subaylarıyla bölük komutanları, erleri sayıp ayırmışlardı ilkin. Böylece bölük, bir gün önce sabaha karşı son konaklama yerindeki karmakarışık kalabalık olmaktan kurtulup her biri yerini ve görevini bilen, takım taklavatı yerli yerinde, üstü başı tertemiz ve düzenli iki bin kişilik bir bütün oluvermişti. Kusursuz olan, sadece dış görünüş değildi. Başkomutan’ın aklına esip de üniformaların altına bakacağı tutsa her erde tertemiz bir gömleğin, her asker çantasında da yönetmelikte belirtilen sayıda eşyanın bulunduğunu görecekti. Gerçekten de her çantada, asker deyişiyle, “bir bez, bir de sabun” vardı.

Gelgelelim herkesi tedirgin eden bir de sorun vardı ortada: Kundura sorunu. Erlerin yarısından fazlasının çizmeleri parçalanmıştı. Ama bu, alay komutanlarının suçu değildi çünkü komutan bu konudaki isteklerini ısrarla bildirmiş ama işi ağırdan alan Avusturyalı yetkililer hiçbir şey göndermemişlerdi. Ve alay, bu durumda otuz verstlik bir yolu katetmek zorunda kalmıştı.

Kaşları ve zülüfleri ağarmış al yanak bir generaldi Alay Komutanı. Hatırı sayılır şekilde iri yapılıydı. Göğsüyle sırtı arasındaki mesafe, bir omuzundan öbürüne olan mesafeden daha fazlaydı. Yeni, parlak ve özenle ütülenmiş bir üniforma taşıyordu üzerinde; geniş omuzlarında ise bu omuzları aşağıya doğru bastırmayıp yukarıya doğru kaldırıyormuş gibi görünen kalın sırma apoletler vardı. Ömrünün en büyük törenini yerine getiriyormuş gibiydi. Mutluluk akıyordu yüzünden. Alayın önünde dolaşıp durmakta, dolaşırken de her adımda hafifçe sırtını kamburlaştırmaktaydı. Hemen belli oluyordu alayını zevkle seyrettiği, elinin altında görmekten sınırsız bir mutluluk duyduğu. O anda tüm varlığıyla alayıyla meşguldü. Öyleyken bu sarsak yürüyüşü, askerî konulardan başka, sosyete hayatına ve kadınlara da bir hayli ilgi duyduğunu ortaya koymaktaydı. Tabur komutanlarından birine dönerek oldukça memnun başka bir sesle “Eh, azizim Mihil Mitriç.” diye başladı konuşmaya.

Tabur Komutanı da gülümseyerek öne doğru bir adım atmıştı. İkisi de uçuyordu mutluluktan…

Alay Komutanı şöyle devam etti:

“Bu gece anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan geldi ama öyle sanıyorum ki alayın durumu fena değil. Ne dersin ha?”

Bu sözlerdeki neşeyi ve hafif alaycı edayı hemen sezmişti Tabur Komutanı. Gülerek “Bu hâlimizle Paris talimgâhından bile kovmaya kıyamazlardı bizi!” dedi.

“Anlayamadım.” dedi General.

Tam o sırada, kente giden ve yer yer gözcülerin beklediği yolda iki atlı belirdi. Bir yaverle bir kazaktı bunlar.

Yaver, bir gün önceki emirde yeterince açıklanmamış olan noktayı Alay Komutanı’na açıklamak için karargâhtan gönderilmişti. Bildirdiğine göre Başkomutan, erleri tıpkı yürüyüş hâlindeki gibi silahları kılıflarına geçirilmiş olarak görmek istemekteydi.

Daha bir gün önce, Viyana’daki Yüksek Savaş Şûrası’ndan bir yetkili, Kutuzof’a gelerek Arşidük Ferdinand ve Mack’in kumanda ettikleri orduya yetişip onlarla birleşmek üzere en kısa zamanda harekete geçmesi için ısrarlı bir şekilde istekte bulunmuştu. Bu birleşmeyi uygun görmeyen Kutuzof ise Rusya’dan gelen ordunun hazin durumunu, reddine gerekçe olarak Avusturyalı General’in gözleri önüne sermek niyetindeydi. İşte bu amaçla da alayın gelişini beklemeksizin yola çıkıp kendisi onları karşılamak istiyordu. Anlaşılan, alay ne kadar kötü bir görünüm sergilerse Başkomutan da o kadar hoşnut olacaktı. Gerçi yaver, işin ayrıntılarını bilmiyordu ama Kutuzof’un kesin emrini General’e iletmekten geri kalmadı: Erler kaputlu, silahlar da kılıflı görünmeliydi; yoksa Başkomutan hiç de memnun kalmayacaktı!

Alay Komutanı bu ek emri dinledikten sonra hiç konuşmaksızın omuzlarını silkti ilkin, sonra da iki elini iki yanına açarak “Bir bu eksikti!” diye bağırdı.

Hemen ardından da Tabur Komutanı’nı azarlar gibi bir tonla ekledi:

“Ben size dememiş miydim Mihail Mitriç? Mademki alayı yürüyüş hâlinde görmek istiyor, o hâlde erlerin kaputlu olması gerekir… Dememiş miydim! Peki bu ne hâl? Aman Tanrı’m!”

Cevap beklemeksizin bir adım atıp komut verdiği zamanki sesiyle inletti ortalığı:

“Bölük komutanları! Başçavuşlar!”

Biraz önce gelen yavere döndü daha sonra ve kastettiği kimseye derin saygı beslediğini gösteren bir tavırla sordu:

“Ne zaman onurlandıracaklar bizleri?”

“Bir saate kadar sanıyorum.”

“Üniformaları değiştirmeye vakit bulabilecek miyiz dersiniz?”

“Bilmem ki Generalim.”

Cevap beklemeksizin saflara doğru ilerlemişti General. Erlerin yeniden kaputlarını giymeleri için emir verdi. Bölük komutanları koşar adım bölüklerinin başına gittiler, başçavuşlarsa telaşa düştü; kaputların durumu pek iç açıcı değildi…

Birliklerin meydana getirdiği düzenli sessiz dörtgenler bir anda dalgalanıp dağılmıştı ve konuşmalarla uğuldamaya başlamıştı şimdi. Dört bir yanda erler sağa sola koşmakta; teçhizatlarını arkadan, omuzlarının üzerinden aşırtıp çantalarını başlarının üzerinden çıkarmakta; üniformalarını çıkarıp kaputlarını giymek için de kollarını yukarı kaldırmaktaydılar. Yarım saat sonra ise her şey eski düzenli hâline gelmişti. Bir farkla: Birliklerin oluşturduğu siyah dörtgenler, kül rengine dönmüştü şimdi.

Alay Komutanı yine o sarsak yürüyüşüyle alayın karşısına geçti ve uzaktan baktı askerlerine… Ama birdenbire bağırdı:

“Bu da nereden çıktı? Ne demek oluyor bu?”

Tepiniyordu âdeta. Var gücüyle haykırdı yeniden:

“Üçüncü bölük komutanını çağırın bana!”

Saflar arasından dalga dalga sesler yükseldi:

“Üçüncü bölük komutanı, General’e!”

“Komutanım, General’e!”

“Üçüncü bölük komutanı!”

Bir emir subayı, geciken komutanı arayıp bulmak için uzaklaştı koşarak.

Hançerelerini paralarcasına bağıran erlerin sesleri en sonunda “General’e, üçüncü bölüğe!” şeklini alıp da yöneldikleri hedefe ulaşınca aranan subay, bölüğün arkasından belirdi. Koşmaya pek alışmamış, yaşlı bir adamdı bu; beceriksizce, ayakları birbirine dolanarak koşar adım General’e yaklaştı. Ezberleyemediği dersi tekrarlaması istenen bir öğrencinin tedirginliği okunuyordu yüzünde. Kırmızı yanaklarında (Belli ki içkiyi biraz fazla kaçırmıştı.) yer yer lekeler belirmişti. Dudakları kımıldıyordu durmadan. General’e yaklaştıkça adımları yavaşlıyordu…

Soluk soluğa yanına geldiği zaman, Yüzbaşı’yı tepeden tırnağa süzdü General. Sonra da alt çenesini ileri doğru uzattı ve üçüncü bölüğün saflarında hemen göze batan, sırtına bütün öbür kaputlardan farklı olarak çuha renginde ve fabrika dokuması kaput geçirmiş eri işaret etti.

“Neredeyse sarafan294 giydireceksiniz erlerinize!”

Öfkeyle bağırmaya başladı:

“Bu ne, bu? Hem siz neredeydiniz ha? Başkomutan bekleniyor, siz yerinizde yoksunuz! Bu ne biçim iş! Erleri teftişe çıkarırken palyaçolar gibi giydirmek ne demekmiş, öğretirim ben size!”

Bölük komutanı, şimdi kurtuluş yolunu artık sadece bunda görüyormuş gibi iki parmağını gittikçe biraz daha fazla bastırıyordu kasketinin siperliğine. Komutan, bir tonla sordu:

“Ne susuyorsunuz? Cevap verin bana. Söyleyin, kimdir bu Macar kılığına giren?”

Kekeler gibi konuştu Yüzbaşı:

“Sayın Komutanım… Sayın Komutanım…”

General yeniden patladı:

“Geveleyip durmayın şu lakırtıyı karşımda! Söyleyin, nedir? ‘Sayın Komutanım, Sayın Komutanım…’ deyip duruyorsunuz ama ne demek istediğinizi hiç kimse anlamıyor!”

Yüzbaşı, alçak sesle “O adam, rütbesi alınan Dolohof’tur Komutanım…” dedi.

General’in sesinde öfkeyle alay birbirine karıştı:

“Erliğe mi döndü yeniden? Erse bütün erler gibi giyinmesi gerekir. Anladınız umarım? Üniforması da aynı olacak!”

“Yürüyüşte böyle giyinmesine izin veren sizsiniz Komutanım…”

Ürkerek söylemişti bunu Yüzbaşı.

Alay Komutanı, “Ne dedin? Ben mi izin verdim? Demek ben izin verdim? İşte gençler hep böylesiniz zaten.” diye söylendi.

Öfkesi geçmiş gibiydi şimdi. Kendi kendine konuşurcasına “İzin vermişim…” diye söylendi. “Yediği naneye bak şunun! Size bir şey söylemeye de gelmez katiyen…”

Bir an sustu. Sonra sinirlendi yine:

“İzin falan vermedim ben! Siz de bundan böyle adamlarınızı doğru dürüst giydirin, anlaşıldı mı?”

Dönüp emir subayına baktı ve kendine özgü sarsak yürüyüşüyle alaya doğru ilerledi. Arada bir bu türlü öfke gösterilerinden hoşlandığı belli oluyordu. Alayın önünden geçerken tekrar bağırıp çağırmak için bir bahane arıyor gibiydi; subaylardan birini, apoletini iyice parlatmamış olduğu, bir başkasını da erleri sıraya düzgün sokamadığı için payladı bir güzel. Sonra üçüncü bölüğe yöneldi. Sırtında koyu mavi kaputuyla duran Dolohof’a yaklaşırken ona hemen hemen beş kişi kaldığı sırada, aniden sancılanmış gibi bir sesle “Ne biçim duruyorsun sen?” diye bağırmaya başladı birden. “Ayağın nerede senin, ayağın yok mu? Nerede ayağın?”

Bükmüş olduğu ayağını ağır ağır düzeltti Dolohof ve ışıldayan gözlerini küstahça General’in yüzüne dikti:

“Ne diye mavi kaput giydin, söyle! Hayır sus! Ve defol karşımdan!”

Çevresine bakındı.

“Başçavuş! Değiştir şu haydutun…”

Sözünü tamamlamasına kalmadan Dolohof atıldı:

“Emrinizi yerine getirmekle yükümlüyüm ama hakaretlere boyun eğmek…” diye söze başladı.

General hemen susturdu onu:

“Sıradayken laf yok! Laf yok, dedim! Laf yok!”

Dolohof ortalığı çınlatan gür bir sesle konuştu:

“Hakaretlere boyun eğmek zorunda değilim ben!”

Bir an için derin bir sessizlik kapladı her tarafı. Şimdi General’le er göz göze gelmişlerdi. Sonunda General, boynunu sımsıkı saran eşarbı öfkeyle aşağı doğru çekerek “Lütfen giysinizi değiştirin…” dedi. “Lütfen!”

Ve uzaklaştı.

II

Bu sırada gözcünün sesi yükselmişti:

“Geliyor!”

Alay Komutanı kızardı ve atına koştu hemen. Titreyen elleriyle üzengiye yapıştı, hayvanın üstüne çıktı, doğrulup yerleşti, kılıcını çekti. Sonra da mutlu ve kararlı bir ifadeyle komut vermeye hazırlandı.

Birden toparlanıp bir kuş gibi silkinen alay, şimdi hareketsiz beklemekteydi.

Haykırdı Alay Komutanı: “Haaaaz-roll!”

Duyulduğu ilk anda tüyleri diken diken eden bir sesti bu. Gelgelelim bu seste; Alay Komutanı bakımından sevinçli, alaydaki erler bakımından sert ve amansız, yaklaşan Komutan bakımındansa “hoş geldiniz” dercesine candan bir çağrı vardı.

İki yanı ağaçlık geniş toprak yoldan, büyük bir hızla ve yaylarını gıcırdatarak yüksek, mavi bir Viyana faytonu geliyordu. Faytonun arkasından da Komutan’ın atlı maiyetiyle bir Hırvat Hafif Süvari Muhafız Birliği ilerlemekteydi…

Kutuzof’un yanında Avusturyalı bir general oturuyordu. Rusların siyah üniformaları arasında göze tuhaf gelen beyaz bir üniforma vardı üzerinde. İki kumandan, alçak sesle kendi aralarında konuşmaktaydılar. Araba durduğunda Kutuzof; yavaş yavaş yan taraftaki basamaktan aşağıya inerken sanki o anda, ona ve Alay Komutanı’na soluk almaksızın bakan o iki bin kişi hiç orada yokmuşçasına hafifçe gülümsedi.

Aynı anda bir komut yükseldi. Tüfekleri omuza alarak yine dalgalanıp selama durdu alay ve bir ölüm sessizliği içinde Başkomutan’ın zayıf sesi duyulur duyulmaz askerler hep bir ağızdan gürledi:

“Sağ ol!”

Sonra her şey derin bir sessizliğe gömüldü yeniden. Kutuzof bu süre boyunca hep aynı yerde durmuştu. Hemen ardından, beyaz üniformalı generalle birlikte maiyetini de yanına alarak safların önünde yürümeye başladı.

Alay Komutanı’nın dimdik durup Başkomutan’ı gözlerinin içine bakarak selamlamasından, sonra da iki büklüm olmuş bir hâlde yürürken vücudu yine ikide bir sarsılmasın diye kendisini sakınmasından, Başkomutan’ın en basit bir davranışı üzerine irkilmesinden; bir ast olarak yerine getirdiği ödevleri bir üst olarak yerine getirdiği ödevlerden çok daha zevkle yaptığı daha ilk bakışta belli oluyordu.

Komutan’ın uğraşları ve disiplin anlayışı sonucunda alay, Braunau’daki öbür alaylara oranla kusursuz sayılacak kadar iyi bir durumdaydı. Yolda kalmış ya da hasta düşmüş erlerin sayısı, sadece iki yüz on yediydi. Kunduralar dışında her şey eksiksiz ve bakımlıydı.

Kutuzof safların önünden geçerken arada bir durup Türk savaşından beri tanıdığı subaylara ve hatta bazen de erlere birkaç tatlı söz söylemekten geri kalmıyordu. Arada bir de erlerin kunduralarına bakarak üzgün üzgün başını sallamakta; bunları, hiç kimsede suç bulmuyormuş ama bu kötü durumu tespit etmekten yine de kendisini alamıyormuş gibi bir tavırla Avusturyalı General’e göstermekteydi.

Alay Komutanı ise bu arada, Başkomutan’ın alayla ilgili olarak söyleyeceği en küçük bir sözü dahi kaçırmamak için telaş içinde onların yanı sıra seğirtmekte; zaman zaman da kendisini tutamayarak koşup birkaç adım önlerine geçmekteydi.

Kutuzof’un hemen arkasında, onun en alçak sesle bile söyleyeceği her sözün rahatça işitilebileceği bir mesafede, maiyetinden yirmi kişi ilerliyordu. Bunlar kendi aralarında konuşmakta, bazen de gülmekteydiler. Başkomutan’a en yakın yürüyen, yakışıklı yaveriydi. Prens Bolkonski’ydi bu. Onun yanında; iyi yürekliliği güler yüzünden hemen belli olan, aşırı derecede şişman ve uzun boylu kurmay arkadaşı Nesvitski yürüyordu.

Nesvitski, hemen yanı başında yürüyen esmer süvari subayının muzipliklerine gülmemek için zor tutmaktaydı kendisini. Süvari subayı gözlerindeki anlamı hiç değiştirmeden dünyanın en ciddi ifadesiyle Alay Komutanı’nın sırtına bakıyor ve onun her hareketini aynıyla tekrarlıyordu. Örneğin Alay Komutanı öne doğru eğildiğinde süvari subayı da aynı şekilde öne doğru eğilmekteydi. Nesvitski dayanamayıp kıkırdıyor, şakayı yapana bakmaları için ötekileri de dürtüyordu durmadan.

Kutuzof; en küçük davranışını dahi büyük bir dikkatle izleyip değerlendirmeye çabalayan binlerce gözün önünden, katiyen acele etmeksizin ağır ağır geçiyordu.

Üçüncü bölüğün önüne gelince durdu birden Başkomutan. Onun böyle aniden duracağını hiç tahmin etmemiş olan maiyet subayları az kalsın üzerine çullanmış gibi olacaklardı. Oysa olayın açıklaması basitti: Biraz önce o mavi kaput yüzünden azar işiten kırmızı burunlu Yüzbaşı’yı görüp tanımıştı.

Kutuzof, “Timohin!” dedi. “Sen ha!”

Timohin, Alay Komutanı kendisini paylarken vücudunu tepeden tırnağa gererek öyle dik durmuştu ki daha dik durması imkânsız gibiydi. Gelgelelim Başkomutan doğrudan doğruya ona hitap edince öyle bir gerildi ki Kutuzof biraz daha uzun süre bakacak olsa dayanamayıp devrilirdi… Başkomutan da sezinlemiş olsa gerekti bunu. Nitekim Yüzbaşı’ya hiçbir kötülük etmek niyetinde olmadığını belirtmek amacıyla sırtını çevirdi ona. Bir yara izi olan şişkin yüzünde hafif bir gülümseyiş gezindi. Sonra da “Ta İsmail zamanından tanışırız.” dedi.

Alay Komutanı’na dönerek ekledi:

“Cesur bir subaydır! Memnun musun ondan?”

Alay Komutanı, arkasındaki süvari subayının kendisini bir ayna gibi yansıttığını fark etmeksizin irkilip öne doğru bir adım atarak cevap verdi:

“Hem de pek çok, Ekselans.”

Kutuzof, gülümseyerek Yüzbaşı’dan uzaklaşırken “Hangimizin kusuru yoktur ki?” diye mırıldandı. “O da Baküs’ü biraz fazlaca sever.”

Bu işte kendisinin de bir suçu olduğunun düşünülmesinden ürkerek hiç cevap vermemeyi seçmişti Alay Komutanı. Esmer süvari subayı, karnını içine çekmiş olan kırmızı burunlu subayın yüzüne baktı sadece bir an ve adamın yüz ifadesiyle tavrını öyle kusursuz bir şekilde taklit etti ki Nesvitski yüksek sesle gülmekten kendisini alamadı. Kutuzof dönüp arkasına baktı. Ama süvari subayının, yüz çizgileri üzerinde tam bir egemenlik kurmuş olduğu görülmekteydi. Nitekim Başkomutan daha başını çevirirken subay da yüzünün ifadesini değiştirme fırsatını bulmuş ve dünyanın en ciddi, en saygılı, en masum tavrına bürünmüştü.

Üçüncü bölük en sonda yer almıştı. Bir şeyler hatırlamaya çalışıyormuş gibi durup bir an düşündü Kutuzof. Aynı anda Prens Andrey maiyet subaylarının arasından ileriye çıkıp Başkomutan’a yaklaştı ve alçak bir sesle Fransızca olarak “Rütbesi indirilip subayken er yapılan Dolohof’un durumunu hatırlatmamı emretmiştiniz…” dedi.

Kutuzof sordu:

“Hangisi o?”

Kül rengi kaputunu çoktan sırtına geçirmişti Dolohof, çağrılmayı beklemedi. Parlak mavi gözlü, sarışın ve sırım gibi bir er çıktı sıradan; Başkomutan’a yaklaşıp sola geçti.

Kutuzof hafifçe kaşlarını çatarak “Şikâyet mi var?” diye sordu.

Prens Andrey açıkladı:

“Dolohof bu, efendim.”

Kutuzof, “Yaa!” dedi; mırıldanır gibi bir sesle.

Sonra da karşısındaki erin gözlerinin içine bakarak ekledi:

“Bunun sana iyi bir ders olacağını umarım. Hizmette kusur etme. İmparator, gönlü yücedir. İşe yararsan ben de seni unutmam.”

O parlak mavi gözlerle, biraz önce Alay Komutanı’na yönelttiği küstah bakışı Başkomutana yöneltiyordu şimdi. Başkomutan’la bir er arasına büyük bir mesafe koyan resmiyet perdesini yırtmaya kararlı bir bakıştı, bu bakış…

Nitekim Dolohof, tok ve gür ama sakin bir sesle “Bir tek dileğim var, Ekselans…” dedi. “Suçumu unutturabilmek ve İmparator hazretleriyle Rusya’ya olan bağlılığımı ispatlayabilmek için bana fırsat tanınmasını rica ediyorum.”

Sırtını döndü Kutuzof. Gözlerinde, Yüzbaşı Timohin’e de arkasını döndüğü andaki gülümseyiş ışıldamıştı. Dolohof ne söylediyse ve daha ne söyleyebilirse hepsini çok uzun zamandır biliyormuş ve hepsinden çoktan bıkmış usanmış, üstelik de bütün bunlar o sırada hiç gereği yokken söylenmiş gibi yüzünü buruşturdu. Sonra da arabaya doğru yürüdü.

Başkomutan gittikten sonra alay, bölüklere ayrılmış ve Braunau yakınlarında daha önceden hazırlanmış evlere dağılmak üzere yola koyulmuştu. Bu çetin yürüyüşün ardından orada dinleneceklerini ve ayaklarına birer kundura bulabileceklerini umuyordu erler. Alay Komutanı, yerine gitmek üzere yola çıkmış olan üçüncü bölüğü geçip en önde yürüyen Yüzbaşı Timohin’e doğru sürdü atını.

“Bana gücenmeyin Prohor İnyatiç!” dedi.

Teftişi kazasız belasız atlattığı için memnundu alabildiğine ve mutluluğu yüzünden okunuyordu:

“Hepimiz çarın hizmetindeyiz zaten…” diye devam etti. “Bazen oluyor işte… Bir de bakıyorsunuz, birliklerinizin önünde azar işitmişsiniz… Tatsız ama oluyor… Dolayısıyla da özür dilerim… Alınmayın lütfen… Beni bilmez değilsiniz, hiç kimsenin kötülüğünü istemem… Başkomutan çok teşekkür etti!”

Elini uzatmıştı bölük komutanına.

Yüzbaşı’nın burnu kızardı. Mutlu bir gülümseyişle açılan dudaklarının arasından, İsmail önlerinde savaşırken yediği bir dipçik darbesiyle kırılan iki ön dişinin arasındaki boşluk çıktı ortaya:

“Asıl ben özür dilerim Generalim…” diye karşılık verdi. “Benim ne haddime düşmüş!”

General kendi düşüncelerini izleyerek devam etti yine:

“Bay Dolohof’a da söyleyin, kendisini unutacak değilim. İçi rahat olsun… Meraklanmasın…”

Bir an durakladıktan sonra da “Az kalsın sormayı unutuyordum…” dedi. “Söyleyin bana lütfen, bölükteki durumu nasıldır onun? Ne yapıp eder? Söyleyin…”

Timohin hiç bekletmeden “Ödev konusunda alabildiğine titizdir Ekselans…” dedi. “Ama öyle huyları vardır ki…” O da duraklamıştı.

Alay Komutanı, “Ne gibi?” diye sordu. “Nasıl huyları var yani?”

“Bazı günler bakarsınız; akıllı mı akıllıdır, dikkatlidir, iyidir Ekselans. Bazen de bir bakarsınız, canavar kesilmiş!”

İçini çektikten sonra, “Polonya’da bir Yahudi’yi durup dururken öldürüyordu az kalsın! Ne biçim bir insan olduğunu anlayın artık!”

Alay Komutanı başını sallayarak “Evet, anladım…” dedi. “Ne de olsa felakete uğramış bir genç işte… Anlayışlı davranmak gerekir kendisine…”

Devam edip etmemek konusunda karar veremeyerek bir an durdu burada. Sonra kararını vererek “Üstelik çok kudretli koruyucuları var…” dedi. “Siz de artık, işte bu hususu göz önüne alarak…”

Timohin; Alay Komutanı’nın ne demek istediğini anlamış olduğunu belirten bir gülümseyişle “Emredersiniz Ekselans.” diye karşılık verdi.

General başını salladı.

“Evet, evet… Öyle yaparsınız.”

Geriye doğru sürdü atını. Safların arasında Dolohof’u arayıp buldu. Yaklaşıp atını durdurarak “İlk çarpışmada apoletlerinize kavuşacaksınız.” dedi.

Hiç cevap vermeksizin dönüp bakmakla yetinmişti Dolohof. Dudaklarında hâlâ o alaycı ifadeyle gülümsüyordu.

Alay Komutanı rahatlamıştı:

“Evet…” dedi. “Bu iş de tamam.”

Sonra, erlerin de işitebileceği bir sesle ekledi:

“Herkese votka verin!”

Ve kimsenin konuşmasına meydan bırakmaksızın “Votkalar benden!” diye tamamladı sözünü. “Hepinize teşekkür ederim! Tanrı’ya şükürler olsun!”

Atını sürdü ve üçüncü bölüğü geçip ikinci bölüğe yaklaştı.

Timohin, Alay Komutanı onu işitemeyecek kadar uzaklaştıktan sonra, yanında yürüyen emir subayına, “Ne de olsa iyi adamdır…” dedi. “İnsan onun emrinde seve seve hizmet edebilir!”

Emir subayı, “Adıyla sanıyla Kupa Beyi işte!” diye karşılık verdi gülerek.

Alay Komutanı’na, “Kupa Beyi” adını takmışlardı.

Teftişten sonra komutanların duyduğu rahatlık kısa zamanda erlere de geçmişti. Neşe içinde yola devam ediyordu bölük. Dört bir yandan erlerin konuşmaları işitiliyordu:

“Kutuzof’un bir gözü kördü hani? Herkes tek gözlü olduğunu iddia ediyordu!”

“Kör değil de ne yani?”

“Evet evet, bundan âlâ kör mü olur?”

“Yooo! Öyle bildiğin gibi değil o iş! Senden benden çok daha açıkgöz adam. Çizmelerin üstüne sardığımız bezlere kadar her şeye baktı bir bir ve her şeyi gördü…”

“Tamam! Gözlerini bir dikti ayaklarıma. ‘Eyvah!’ dedim içimden… İyi ki işte o anda yanındaki bir şeyler söylemeye başladı da bizimkinin dikkati dağıldı…”

“Sahi yahu! Yanında, o her tarafı badanalanmış gibi duran Avusturyalı nasıldı?”

“Un gibi bembeyazdı! Herifçioğlunu iyi parlatmışlar doğrusu! Fiyakasına diyecek yoktu…”

“Fedeşov nasıldı ama? Savaşın ne vakit başlayacağını söylemedi mi ha? Sen onlara daha yakın duruyordun, işitmişsindir…”

“Dediğine göre Bonapart’ın kendisi de Braunau’daymış!”

“Ettiği lafa bak şunun! Bonapart Braunau’daymış, öyle mi? Biraz ölçülü at, inanılır gibi olsun!”

“Hiçbiriniz hiçbir şey bilmiyorsunuz!”

“Bunda bilmeyecek ne var! Dinle de bak. Prusyalı galeyana gelmiş. Avusturyalı da bu durumda onu yatıştırmaya çalışıyor. İkisi anlaşır anlaşmaz Bonapart’la savaş başladı demektir…”

“Desene bu kadar basit!”

“Elbette ya, ne sandın? Bir de Bonapart’ın Braunau’da bulunduğunu söylüyorsun. Dangalağın teki olduğun bu sözlerden belli, bari sus da çevrende konuşulanları dinle biraz!”

“Heyyy! Gevezeliği bırakın da şuraya bakın. Beşinci bölük köye sapıyor! Biraz sonra lapa pişirip kaşıklamaya başlayacaklar, bizse o zamana kadar yerimize dahi varamamış olacağız!”

“Bir peksimet versene!”

“Dün ben senden tütün istemiştim verdin mi? Bugün de sana peksimet yok, her şey karşılıklı!”

“Demek öyIe ha?”

“Neyse al hadi! Al da zıkkımlan…”

“İnsafa gelip bir mola verseler de aç aç, beş verst daha yol yürümek zorunda kalmasak…”

“Almanlar bize araba verdikleri zaman ne kıyaktı, değil mi? Beyler gibi kurulur giderdik!”

“İyi güzel de kardeşim, burada herkes zıvanadan çıkmış durumda! Öbürleri Polonyalılara benziyorlardı, hep Rus uyruğuydu adamlar; burada ise nereye baksan Alman var!”

Yüzbaşı’nın sesi yükseldi birden ve herkesi susturdu:

“Şarkıcılar öne çıksın!”

Her biri ayrı yerden yirmi kadar er çıkıp bölüğün önünde sıralandılar. Hemen orada bekleyen borazancıbaşı şarkıcılara dönüp elini sallayarak işaret verdi; sonra da Şafak söktü işte, işte güneş doğuyor… diye başlayan ve İşte Kamenski babamız önümüzde yürüyor, işte şan şeref yolu! diye sona eren uzun bir asker türküsüne başladı. Türkiye’de bestelenmiş bir türküydü bu, şimdi ise Avusturya’da söyleniyordu. Ama askerler türkünün sonunu değiştirip “Kamenski babamız” yerine “Kutuzof babamız” demekteydiler.

Kırk yaşlarında, ince yapılı ve yakışıklı bir adam olan borazancıbaşı, son dizeyi söylerken yere bir şey fırlatıyormuşçasına hızla aşağı indirdi ellerini; sert bir tavırla şarkıcı erlere baktı, sonra gözlerini kıstı. Bütün gözlerin kendisine çevrilmiş olduğunu fark edince de sanki, şu anda görünmeyen çok değerli bir şeyi büyük bir özenle başının üzerine kaldırıyormuşçasına yukarı doğru kaldırıp birkaç saniye öyle kaldı; sonra da birdenbire o değerli şeyi öfkeyle yere çarpar gibi bir hareketle, yeni bir türküye başladı:

 
Yuvam benim, yuvam benim!
Küçük yuvam, seni özledim…
 

Yirmi kişi birden katılmıştı şimdi türküye ve kaşık çalan bir er, sırtındaki techizatın ağırlığına aldırmaksızın çevik bir hareketle ileriye doğru fırladı; omuzlarını kıra kıra, elindeki kaşığı birini tehdit edermişçesine sallaya sallaya, bölüğün önünde geri geri yürümeye başladı. Erler ellerini kollarını sallayarak geniş adımlarla ilerliyor ancak arada bir -ve o da ellerinde olmaksızın- adımlarını birbirine uyduruyorlardı.

Tam o sırada bölüğün arkasından tekerlek sesleri, yay gıcırtıları ve nal tıkırtıları duyuldu: Kutuzof, maiyetiyle birlikte kente dönmekteydi.

Bir an duraksar gibi oldu bölük. Ama Başkomutan, serbest yürüyüşe devam etmelerini işaret etti erlere. Türküyle beraber oynaya oynaya ilerleyen eri ve dinç adımlarla neşe içinde yürüyen bölüğü görünce onun da maiyetindekilerin de yüzünde gerçek bir memnuniyet ifadesi belirmişti.

Başkomutan’ın arabası bölüğün sağ tarafından öne doğru ilerlerken ikinci sırada yer alan mavi gözlü er Dolohof, herkesin dikkatini çekmişti hemen. Öteki erlerden daha da dinç adımlarla ve şarkıya uyarak yürümekte, o anda mutlulukların en büyüğü bölükle birlikte yürümekmiş gibi arabayla geçenlerin yüzüne bu mutluluktan yoksun kaldıkları için acıyarak bakmaktaydı.

Kutuzof’un maiyetinde bulunan ve teftiş sırasında Alay Komutanının taklidini yapmış olan süvari subayı, Başkomutan’ın arabasından biraz geri kalarak atını Dolohof’a doğru sürmüştü.

Adı Jerkof’tu. Bir vakitler Petersburg’da Dolohof’un başını çektiği çılgınca eğlenenler arasında o da vardı. Dolohof’u yurt dışında, bir er olarak karşısında görünce tanımazlıktan gelmeyi uygun bulmuştu. Ama şimdi Başkomutan’ın, rütbesi geri alınmış o subayla, Dolohof’la nasıl değer vererek konuştuğuna tanıklık ettikten sonra tavrını değiştirmek gerektiğine inanmış olmalı ki eski dostlarına kavuşanlara özgü bir sevinç içinde “Aslan arkadaşım benim, nasılsın bakalım?” diye sordu.

Bir yandan da atının adımlarını, bölüğün adımlarına uydurmaya çalışmaktaydı.

292.“Hemen, şimdi mi Andrey?”
293.“Elveda, Mariya…”
294.Sarafan: Rusya’da kadınların ulusal kıyafeti.
950,19 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
09 августа 2023
Объем:
19 стр. 31 иллюстрация
ISBN:
978-625-6865-50-1
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают