Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Savaş ve Barış I. Cilt», страница 13

Шрифт:

XXIV

Prens, saçı pudralanmış, tıraş olmuş bir hâlde ve tam saatinde girmişti yemek salonuna. Prenses Mariya, Matmazel Bourienne ve bir de Prens’in Mimar’ı onu beklemekteydi. Mimar, önemsiz ve sıradan bir kişi olduğu için böyle bir şerefe nail olacağını aklının ucundan dahi geçirmediği hâlde, Prens’in garip isteği üzerine sofraya çağrılmış bulunuyordu… Ömrü boyunca daima insanların sosyal durumlarını göz önünde tutmuş olan ve sofrasına ilin en önde gelen kişilerini bile binde bir davet eden Prens, bir köşeye çekilip kareli mendiliyle burnunu silen Mimar Mihail İvanoviç’e bütün insanların eşit olduğunu ispatlamak hevesine kapılmış gibiydi nedense birden… Nitekim kızına kaç kere “O Mihail İvanoviç senden benden hiç de aşağı değil!” diyerek bu eşitliğe Mariya’yı da inandırmaya çalışmıştı. Ayrıca da sofrada, herkesten çok, o hiç konuşkan sayılmayacak olan Mihail İvanoviç’le sohbet etme huyunu icat etmişti.

Evin bütün odaları gibi yüksek tavanlı ve geniş bir yer olan yemek salonunda, hizmetçilerle uşaklar da Prens’in gelmesini bekliyorlardı. Her biri, bir sandalyenin arkasında, ayakta duruyordu. Sofracıbaşı, elinde bir peçete; sofrayı kontrol ediyor, yardımcılarına son talimatlarını veriyor, bu arada hiç durmadan bir kocaman duvar saatine bir de Prens’in her an belirmesi beklenen kapıya bakıyordu. Prens Andrey, Bolkonskilerin soy kütüğünü gösteren ağaç şeklindeki resmin bulunduğu büyük yaldızlı çerçeveyi incelemekteydi. O zamana kadar hiç görmemiş olduğu bu resim, aynı büyüklükte ve alaylı bir ressamın elinden çıktığı belli olacak şekilde kötü yapılmıştı ve Rurik’in soyundan gelip Bolkonskilerin başına geçen Prens’in taçlı portresinin tam karşısında asılıydı. Soylarını gösteren bu resmi, çok gülünç bir şeye bakıyormuş gibi başını sallaya sallaya gülerek seyretmekteydi Andrey. Yanına yaklaşan kız kardeşine, çerçeveyi başıyla işaret ederek “Şöyle bir bakınca babamın bütün huylarını görüyorum.” dedi.

Prenses Mariya şaşkın şaşkın baktı ağabeyine. Neden güldüğünü, gülünecek ne bulduğunu bir türlü anlayamıyor; anlamak istemiyordu. Çünkü babasına ilişkin her şey, en ufak bir eleştiriye dahi gelmeyen kesin ve sınırsız bir hayranlık uyandırıyordu onda…

Prens Andrey, kendi kendine konuşur gibi devam etti:

“Demek ki herkeste kendine ait bir Aşil topuğu var! O kadar büyük zekâsı ile donner dans ce ridicule!”270

Ağabeyinin sözlerindeki pervasızlığını havsalasına sığdıramayan Prenses Mariya tam ona karşı çıkmaya hazırlanıyordu ki çalışma odasından, beklenen ayak sesleri işitildi. Çok geçmeden de Prens, her zaman olduğu gibi neşeli ve zinde bir hâlde, hızlı adımlarla içeri giriyordu. Evde hüküm süren katı düzene mahsus karşı çıkmak istiyor gibiydi bu aceleci tavrıyla…

Ve işte tam o anda ikiyi vurdu büyük saat. Buna, misafir salonundan yükselen incecik bir sesle, bir başka saat karşılık verdi. Yavaşladı ve durdu Prens. Parlak, hareketli, sert bakışlı gözleriyle, gür ve sarkık kaşlarının altından herkesi teker teker süzdü; sonra da Küçük Prenses’e baktı dik dik.

O anda Lise saraylıların, Hükümdar’ın huzuruna çıkınca kapıldıkları korku ve saygıyla karışık bir duygu içindeydi. Çevresindeki herkeste her zaman bu duyguyu uyandırıyordu ihtiyar adam. Prenses’in saçlarını okşadı önce sonra da beceriksiz bir babacanlıkla hafifçe ensesine vurdu ve dikkatle genç kadının gözlerinin içine bakarak “Memnun oldum…” dedi. “Çok memnun oldum.”

Aniden ayırdı gözlerini Prenses’in gözlerinden ve gidip hızla yerine oturduktan sonra “Buyrun oturun, oturun…” dedi. “Siz de oturun, Mihail İvanoviç.”

Gelinine yanında yer göstermişti Prens ve uşak, genç kadın için hemen bir sandalye sürmüştü.

İhtiyar adam, Genç Prenses’in kalınlaşmış beline bakarak “Ooo maşallah!” dedi. “Aceleci davranmışsınız! İyiye alamet sayılmaz bu!”

Sonra da her zamanki gibi gözleriyle değil, sadece ağzıyla güldü. Kupkuru, soğuk ve neşesiz bir gülüştü bu.

“Yürümelisiniz, mümkün olduğu kadar çok yürümelisiniz.” diye ekledi. “Ne kadar yürürseniz o kadar iyidir.”

Küçük Prenses, kayınbabasının söylediklerini ya işitmiyor ya da işitmek istemiyordu. Susuyordu. Çok utanmış gibiydi…

Genç kadına, babasının sağlığını sordu Prens. Bunun üzerine Prenses açıldı ve konuşmaya başladı. Artık gülümsüyordu da… İhtiyar, ona ikisinin de tanıdığı birkaç kişiyi daha sordu. Prenses daha da canlandı. Söz konusu kişilerin selamlarını iletti Prens’e, sonra da başkentteki dedikoduları anlatmaya başladı. Gittikçe heyecanlandı.

“La comtesse Apraksine, la pauvre, a perdu son mari et elle a pleuré les larmes de ses yeux.”271 diyordu sesi titreyerek.

Genç kadın heyecanla anlattıkça, gittikçe biraz daha sertleşen gözlerle bakıyordu ona Prens. Sonra birden, onu yeterince incelemiş ve hakkında yeteri kadar fikir sahibi olmuş gibi başını çevirip öbür konuğa döndü.

“Eveeet, söyleyin bakalım Mihail İvanoviç…” dedi. “Öyle anlaşıyor ki zavallı Bonapart’ın hâli perişan! Prens Andrey’in bana anlattığına göre… Oğlundan daima bir üçüncü şahıstan söz eder gibi söz ederdi Prens. Öyle büyük kuvvetler yürüyecekmiş ki biçarenin üzerine… Oysa siz de ben de onu, kale alınmaya değmez sanırdık!”

Prens’le Bonapart hakkında ne vakit böyle şeyler konuştuğunu katiyen hatırlayamayan ve o anda Prens’in çok sevdiği bir konuya girebilmek için onu basit bir araç olarak kullandığını kavrayamayan Mihail İvanoviç; bu sözlerden ne sonuç çıkarmak gerektiğini anlamak amacıyla, Genç Prens’e baktı şaşkınlık içinde. İhtiyar Prens de aynı anda Mimar’ı oğluna göstererek “Öyle yaman bir strateji uzmanıdır ki şaşar kalırsın!” demişti.

Ve böylece söz yine savaşa dayandı. Savaş deyince de pek doğal olarak Bonapart’a, Bonapart’ın generallerine ve genellikle çağdaş komutanlarla çağdaş devlet adamlarına… Şimdiki devlet adamlarıyla komutanların, askerliğin ve devlet işlerinin abecesini dahi bilmeyen birer çocuk; Bonapart’ınsa karşısında Potemkin ve Suvorof cinsinden güçlü komutanlar bulunmadığı için başarı kazanan bir “Fransız tosuncuk”u olduğuna inanır gözükmekteydi İhtiyar Prens. Ayrıca da Avrupa’da en ufak bir politik sıkıntı olmadığını, ortada savaş bile bulunmadığını, sadece bazı kişilerin komşular alışverişte görsün kâbilinden bir kukla oyununa giriştiklerini söylüyordu.

Babasının yenilerle alay edişini neşeyle karşılayan onu bol bol konuşturup keyifle dinleyen Prens Andrey, sonunda “Eski olan bütün ne varsa hepsi de sizin için iyinin iyisi!” dedi. “Oysa o kadar övgüyle söz ettiğiniz Suvorof bile Moreau’nun tuzağına düşmedi mi? Kurtulamayışı da caba!”

Köpürmüştü Prens:

“Kim söyledi bunu sana? Kim ha, kim?” diye bağırdı öfkeyle.

Büyük bir hınçla, önündeki tabağı arkaya doğru fırlattı. Tihon, çevik davranıp yere düşmeden yakalamıştı tabağı…

İhtiyar Prens, yine öfkeyle devam etti:

“Demek Suvorof yenik düştü ha! Boş lafları bir yana bırak da kafanı çalıştır biraz, Prens Andrey! Ve şunu iyi belle: II. Frederik bir, Suvorof iki; bugün dünyada sadece bu iki kişi vardır! Moreau da kim oluyormuş! Bak, sana bir şey söyleyeyim: Eğer Suvorof eli kolu bağlı olmasaydı, çoktan esir kampını boylamıştı o Moreau! N’eylersin ki Suvorof’un başına Hofkriegswurstschnapsrat272 denilen belaları sarmışlardı. Ve bu durumda şeytanın kendisi bile çıkamazdı işin içinden! Cepheye gittiğimizde bu Hofkriegwurstsrätelarının ne menem şeyler olduğunu siz de anlayacaksınız, merak etmeyin! Evet, Suvorof bile başa çıkamadı onlarla! Mihail Kutuzof nasıl başa çıksın? Hayır dostum, olmaz, Bonapart’a karşı direnemezsiniz o generallerinizle! Onu yenebilmek için Fransız askerlerini kullanmanız gerekir: Kendi adamları vurmalı onu…”

Bir an durup soluklandıktan sonra, o yıl Moreau’ya Rus İmparatoru’nun hizmetine girmesi için yapılan teklifi kastederek şöyle sürdürdü konuşmasını:

“Fransız Moreau’yu getirtmek için Alman Palen’i yolladılar taaa Amerikalara, New York’a kadar! Olacak iş mi bu? Ne yani? Potemkinler, Suvoroflar, Orloflar… Bütün hepsi Alman mıydı bunların? Hayır evladım, hayır! Ya siz aklınızı kaçırdınız ya da ben bunadım… Tanrı yardımcınız olsun, yakında göreceğiz ne olup bittiğini…”

Kendi kendine konuşur gibi bitirdi sözlerini:

“Demek onlar için Bonapart büyük bir komutandır! Hımmmmm!”

Prens Andrey, “Ben demiyorum ki verilen bütün emirler yerindedir…” diye karşılık verdi. “Ama açıkcası şunu da anlamıyorum: Nasıl olur da Bonapart için böyle konuşabilirsiniz? İster gülün ister gülmeyin, Bonapart hiç şüphe yok ki büyük bir komutandır!”

Kısa bir süre için de olsa unutulduğu umuduyla hızlı hızlı yemek yiyen Mimar’a döndü İhtiyar Prens:

“İşitiyor musunuz Mihail İvanoviç?” diye bağırdı. “Bonapart büyük bir strateji uzmanıdır, dememiş miydim ben size? Bakın işte, Prens Andrey de aynı şeyi söylüyor!”

Mimar, “Elbette, Ekselans!” diye cevap verdi.

İhtiyar Prens’in o soğuk gülüşü işitildi yeniden.

“Bonapart kısmetli doğmuş.” diyordu. “Kusursuz askerleri var, bu bir. İkincisi de ilkin Almanları kestirdi gözüne ve onlara saldırdı. Almanları ise sadece tembeller yenememiştir. Yani, dünya dünya olalı beri Almanlara dayak atmamış olan yoktur. Onlarsa ancak birbirlerini pataklarlar, o kadar. Sözün kısası, Napolyon bütün ününü Almanlara borçludur!”

Bu girişten sonra Prens, Bonapart’ın yalnız savaşta değil; devlet işlerinde de ciddi birtakım hatalar yaptığını söyledi ve bunları sıralamaya başladı.

Onun bu sözlerine karşılık vermedi Prens Andrey. Ama belliydi ki babası ne derse desin, o da tıpkı İhtiyar Prens gibi kendi düşüncesinde sonuna dek diretecekti.

Nitekim babasını dikkatle dinliyor ancak ona karşılık vermemeye çabalıyordu var gücüyle. Ama aynı zamanda da âdeta kendisine rağmen bunca yıldır hep bu köyde oturan ihtiyar adamın son çağ Avrupa’sındaki siyasal ve askerî durumları ve şartları böylesine ayrıntılı bir şekilde öğrenip değerlendirebilmesi karşısında şaşkınlığa düşmekten; hatta şaşkınlıktan da öte, hayranlığa kapılmaktan kendisini alamıyordu. Sözlerini şöyle bağladı Prens:

“İhtiyar olduğum için bugünkü durumu kavrayamadığımı sanıyorsun değil mi sen? Oysa ben avucumun içi gibi biliyorum bütün bunları ve geceleri gözüme uyku girmiyor. Şimdi söyle bana: Nerede hani senin o büyük komutan dediğin adam? Neyle hak etti o büyüklüğü?”

Prens Andrey gülümseyerek “Bunu anlatmak uzun sürer.” diye karşılık verdi.

Babası, “Anlaşıldı…” dedi. “Senin yerin, Bonapart’ın yanıdır!”

Sonra da Fransız kıza dönüp kusursuz bir Fransızcayla “Mademoiselle Bourienne!”273 diye bağırdı. “Voilà encore un admirateur votre goujat d’empereur!”274

Hemen cevap verdi Matmazel Bourienne:

“Vous savez que je ne suis pas bonapartiste, mon prince.”275

Falsolu bir sesle o Fransız şarkısının nakaratını tekrarladı yine Prens:

 
Dieu sait quand reviendra… 276
 

Sonra da yine o falsolu ince sesiyle gülüp sofradan kalktı.

Bütün yemek boyunca hep susmuş ve korku içinde bir Mariya’ya bir kayınbabasına bakıp durmuş olan Küçük Prenses, sofradan kalktıkları vakit görümcesinin elini tutarak oturma salonuna sürükledi onu ve ürkek bir sesle şöyle dedi: “Comme c’est un homme d’esprit votre père! C’est à cause de cela peutêtre qu’il me fait peur…”277

Prenses Mariya, “Bilseniz ne kadar iyi yüreklidir.” diye cevap vermekle yetindi.

XXV

Ertesi gün akşam vakti yola çıkacaktı Prens Andrey. İhtiyar Prens, kendi belirlediği düzene uygun olarak yemekten sonra odasına çekilmişti; Küçük Prenses ise görümcesinin yanındaydı. Prens Andrey, sırtında yola çıkarken daima giydiği apoletsiz ceketi, kendisine ayrılan odada eşyalarını topluyordu. Uşağı yardım ediyordu kendisine… Arabayı, ardından da bavulların arabaya yerleştirilişini bizzat denetledikten sonra atların koşulmasını emretti.

Odada sadece Prens Andrey’in sürekli yanında taşıdığı eşyalar kalmıştı şimdi: Bir kutu, bir büyük gümüş çekmece, iki Türk tabancası ve babasının Oçakof’tan getirip ona armağan etmiş olduğu bir kılıç. Her gittiği yere mutlaka götürdüğü bu eşyaları büyük bir düzen içinde tutardı Prens Andrey. Yepyeni, tertemizdi hepsi; çuha kılıflara konmuş, kayışlarla bir güzel bağlanmıştı…

Bir yolculuk ya da hayatın akışında meydana gelecek bir değişiklik arifesinde, davranışlarını soğukkanlılıkla çözümleyebilen insanların düşünceleri tam bir ciddiliğe bürünür. Geçmişte olup bitenlerin yeni baştan değerlendirildiği ve geleceğe yönelik tasarıların yeşermeye başladığı anlardır bunlar…

Nitekim Prens Andrey’in yüzünde de alabildiğine düşünceli, bir o kadar da yumuşak bir ifade vardı. Ellerini arkasında kavuşturmuş, hep önüne bakarak hızlı adımlarla bir köşeden öbür köşeye yürümekte; bir yandan da düşüncelerinin akışına uygun şekilde başını sallamaktaydı. Savaşa gitmekten mi korkuyordu, yoksa karısını geride bıraktığı için mi üzülüyordu? Tam kestiremiyordu bunu, belki de her iki duygunun birden etkisi altındaydı. Belkisi olmayan, kesin olan nokta; başkaları tarafından bu durumda görülmek istemediğiydi. Bu yüzden sofadan gelen ayak seslerini duyar duymaz kollarını hemen aşağı indirmiş, masanın önünde durmuş ve küçük bavulun kılıfını bağlıyormuş gibi bir tavır takınmıştı. Yüzünde de her zamanki gibi sakin ve duygularını belli etmeyen donuk bir ifade belirmişti.

Prenses Mariya’nın adımlarıydı işittiği ayak sesleri. Soluk soluğa geldi Prenses, koşmuş olmalıydı.

Telaşlı bir sesle “Hayvanların koşulmasını söylemişsin…” dedi. “Oysa ben seninle biraz baş başa kalıp konuşmayı öylesine istiyordum ki! Kim bilir yine ne kadar sürer bu ayrılık?”

Bir solukta söylemişti bütün bunları. Yine bir solukta ama belirli şekilde kederli bir sesle sordu:

“Geldiğim için darılmadın ya?”

Kendisi de afallamıştı birden. Niçin böyle bir soruya ihtiyaç duyduğunu açıklamak istercesine “Sen de çok değişmişsin, Andriyuşa.” dedi.

Gülümsemişti “Andriyuşa” derken. Belliydi ki karşısındaki bu sert tavırlı yakışıklı erkeğin çocukluk çağı boyunca can yoldaşlığı yaptığı o haşarı ve çelimsiz Andriyuşa’dan başka biri olmadığını düşünmek bile ona şimdi bir tuhaf geliyordu…

Karşılık olarak gülümsemişti Andrey. Sonra sordu:

“Lise nerede?”

Cevap vermeden önce kardeşinin karşısındaki divana oturdu Prenses ve tatlı bir sesle “O kadar yorulmuş ki benim odamdaki divanın üzerinde uyuyakaldı yavrucak.” dedi.

Heyecanlı bir sesle devam etti sonra:

“Ah, André! Quel trésor de femme vous avez!..278 Tam anlamıyla çocuk! Ama sevimli ve çevresine neşe saçan bir çocuk… Onu o kadar çok sevdim ki bilemezsin!”

Susuyordu Prens Andrey. Ama Mariya, kardeşinin yüzünde beliriveren alaycı ve aşağılayıcı ifadeyi fark etmemiş değildi:

“Ufak tefek kusurları hoş görmelisin.” dedi. “Hatasız kul olmaz ki André! Sonra unutma, senin karın sosyete çevresi içinde yetişti. Şimdiki durumu da hiç kolay değil. Her insanın kendine özgü bir hâli var, anlamak gerekir. Tout comprendre, c’est tout pardonner!279 Düşün bir kez, insaflı bir şekilde düşün: Sürdüğü o hayattan sonra zavallıcığa kocasından ayrılmak ve bu durumda tek başına köyde kalmak kolay mı gelir sanıyorsun? Çok ağır bir yük taşıyor aslında…”

Kız kardeşine şöyle bir bakarak gülümsemişti Prens Andrey. İçlerinden geçeni okuduğumuzu sandığımız kişileri dinlerken yüzümüzde dalgalanan tebessümle…

“Sen de köyde oturuyorsun işte ama bu hayatı hiç de öyle korkunç bulmuyorsun…” dedi.

Yumuşak ama güvenli bir sesle karşı çıktı buna Mariya:

“Ben o değilim ki! Benim durumum bambaşka! Ne diye beni karıştırıyorsun bu işe? Her şeyden önce ben değişik bir hayat istemiyorum. İsteyemem de çünkü başka türlü… Yani değişik bir hayatın ne olduğunu bilmiyorum. Oysa Lise’in durumu çok farklı. Düşün Andre: Daha çok genç ve sosyete hayatına bağlı bir kadının ömrünün en güzel yıllarını bir köyde tek başına geçirmesi ne demektir! Evet, tek başına derken ne dediğimi gayet iyi bilerek söylüyorum… Gerçekten de tek başına çünkü babam her zaman kendi işleriyle uğraşmaktadır; bana gelince, beni bilmez değilsin! Yüksek sosyete hayatına alışmış bir kadına ben, en ressources,280 ne kadar yardımcı olabilirim ki? İyi ki Matmazel Bourienne var da…”

Kardeşinin sözünü kesti Andrey:

“Sizin o Bourienne’iniz katiyen hoşuma gitmedi!”

“Amma da yaptın Andrey! Çok sevimli, çok iyi yürekli bir kızcağızdır o! Daha da önemlisi, yoksul ve çaresizdir: Dünyada hiç ama hiç kimsesi yok!”

Burada bir an sustu Prenses Mariya. İçini çekerek devam etti:

“Doğrusunu istersen, benim ona kişisel olarak bir ihtiyacım yok ve bazen beni de sıktığı olmuyor değil. Bilirsin, zaten öteden beri yabaninin biriyimdir. Şimdi ise daha da yabanileştim. Gitgide daha çok sever oldum yalnız kalmayı… Mon pere281 onu pek sever, ona ve bir de Mihail İvanoviç’e karşı yumuşak ve çok iyi davranır hep. Çünkü her ikisi de babamdan iyilik görmüştür. Sterne’in dediği gibi: İnsanları bize yaptıkları iyiliklerden çok, bizim onlara yaptığımız iyiliklerden dolayı severiz. Babam onu sur le pave282 bulup almış. Tam bir öksüz işte. Ve dediğim gibi çok iyi yürekli bir kız… Sonra mon pere kitap okuyuşundan hoşlanıyor onun, akşamları ona hep yüksek sesle kitap okutuyor. Gerçekten de çok güzel ve kusursuz okur…”

Birdenbire kardeşinin sözünü kesip sordu Prens Andrey:

“Tamam, bırak onu! Şimdi sana bir sorum var Mariya, bana lütfen doğru cevap ver: Babamın huysuzluğu zaman zaman sana ağır geliyor artık, öyle değil mi?”

Afallamıştı Prenses Mariya. Sonra da ürkmüştü. Konuşmadan çok kekelemeyi andıran bir şekilde “Bana mı?” dedi. “Bana ağır mı geliyor?”

Ondaki şaşkınlığın farkına varmamış gibi devam etti Prens Andrey:

“Ben kendimi bildim bileli sert bir adamdır zaten. Bana öyle geliyor ki zamanla daha da çekilmez olmuş…”

Babası hakkında mahsus böyle ileri geri konuşarak kız kardeşinin ağzını aramak, onu sınamak istiyordu belki de… Ya da genç kıza öyle gelmişti…

Konuşmanın akışından çok kendi düşüncelerinin akışını izleyerek konuştu Prenses:

“Sen aranabilecek tüm niteliklere sahip bir insansın Andrey. Ama sende, nasıl desem… Düşüncelerinden ileri gelen bir gururun var. Bazı konularda kendine özgü bir şekilde düşündüğün için gururlanıyorsun. Ve bu, büyük bir günah. İnsan babasını yargılayabilir, onun hakkında iyi ya da kötü değerlendirmede bulunabilir mi? Böyle bir şey mümkün olsa bile, bu durumda insan, mon pere283 gibi bir adam için veneration’dan284 gayri ne duyabilir? Ben şahsen; onun yanında olduğum için öylesine memnun, öylesine mutluyum ki bilemezsin! Bu konuda sizlerin de yani bütün herkesin benim kadar mutlu olmasını isterdim!”

Prens Andrey bu sözlere inanmadığını belirten bir tavırla başını sallayınca genç kız şöyle devam etti:

“Sadece bir tek şey bana ağır geliyor Andrey, sana bu konuda hakikati söyleyeceğim: O da babamın din konusundaki düşünceleri. Böylesine şaşmaz bir zekâya sahip olan bir insan nasıl olur da su gibi arı bir gerçeği göremeyip ters yollara sapar? Bunu bir türlü anlayamıyorum! Ve benim mutsuzluğumun tek nedeni de işte bu! Ama hemen ekleyeyim ki son zamanlarda onda bu konuda da küçük bir düzelme görüyorum. Nitekim şu son günlerde alaycılığı bir hayli kaybetti acılığından… Ve…”

Burada durdu bir an, konuşmakta tereddüt etti. Sonra da kararını verip tamamladı sözlerini:

“Ve geçenlerde bir keşişi kabul etti yanına ve onunla uzun uzun görüştü.”

Prens Andrey, alaycı ama sevgi dolu bir gülümseyişle “Korkarım ki keşiş de sen de barutunuzu boş yere harcıyorsunuz güzelim…” dedi.

Başını salladı Prenses.

“Ah, mon ami!285 Ben yalnız Tanrı’ya dua ediyorum ve onun da duamı işiteceği umudundayım.”

Bir an sessiz kaldıktan sonra çekingen bir tavırla ve âdeta mırıldanır gibi konuştu:

“Andrey… Senden büyük bir ricam var.”

“Nedir güzelim?”

“Söylemeden önce reddetmeyeceğine söz ver. Kabul edilmesi zor bir şey istemiyorum senden… Onurundan hiçbir şey eksilmeyecek… Sadece beni güçlendirmiş, içimi rahatlatmış olacaksın… Söz ver Andriyuşa…”

Prenses Mariya bir yandan konuşurken bir yandan da elini çantasına sokmuş ve avucunun içine bir şey almıştı. Ama aldığı şeyi ısrarla gizlemekteydi. Belliydi ki ricası, elinde tuttuğu o şeyle ilgiliydi ve ricasının yerine getirileceğine söz almadan çantasından çıkarıp göstermek istemiyordu o şeyi. Ürkek, yalvaran gözlerini ağabeyine dikmiş; bakıp duruyordu öylece. İşin ne olduğunu sezmiş gibiydi Prens Andrey.

“Bana çok pahalıya patlayacak da olsa…” diye başlayacak oldu söze. “Evet, bana…”

Prenses Mariya titrek bir sesle kesti onun sözünü:

“Ne düşünürsen düşün! Biliyorum ki sen de mon pere286 gibisin. Evet, istediğin gibi düşünebilirsin. Ama benim için yap bunu! Yalvarırım kabul et! Bunu babamın babası… Yani dedemiz… Katıldığı bütün savaşlarda üzerinde taşımış hep!”

Prenses Mariya elinde tuttuğu şeyi çantadan çıkarmamıştı hâlâ. Neredeyse ağlayacaktı.

“Söz veriyor musun?”

“Tabii veriyorum Mariya. Nedir o, söyle?”

“Seni bu madalyonla kutsayacağım şimdi Andrey. Ve sen bana, onu hiçbir zaman üzerinden ayırmayacağına söz vereceksin… Andrey! Söz veriyorsun değil mi?”

Prens Andrey gülümseyerek “Eğer iki pud287 ağırlığında değilse… Ve eğer boynumu koparmazsa… Ve sırf seni memnun etmek için…” diye söze başladı ilkin ve şakadan söylediği bu sözleri duyar duymaz kız kardeşinin yüzünde beliren hüzünlü ifadeyi fark ederek ekledi:

“Memnun oldum… İnan ki öyle… Çok mutlu ettin beni!”

Prenses; oval, çok ince işlenmiş gümüş zincirli, gümüş çerçeveli, yüz kısmı siyah, antika bir İsa ikonasını, ağabeyinin önünde, bir tören yapar gibi iki eliyle tutarak heyecandan titreyen bir sesle, ağır ağır konuştu:

“Sen istemesen de o seni koruyacak, seni bağışlayacak ve seni kendisine yöneltecektir! Çünkü hakikat de teselli de yalnız ondadır…”

Bunları söyledikten sonra haç çıkardı Prenses, ikonayı öptü ve Andrey’e uzattı.

“Lütfen, Andrey! Benim için…”

Çekingen bakışlarında etrafa iyilik saçan ışıltılar titreşmekteydi. İri gözleri, o hastalıklı zayıf yüzünü aydınlatıyor ve olağanüstü bir şekilde güzelleştiriyordu şimdi. Prens Andrey ikonayı elinden almak istediğinde durdurdu onu. Prens, kız kardeşinin ne demek istediğini anlamıştı. Haç çıkardı önce, sonra da ikonayı aldı. Alaycı olduğu kadar da munis bir ifade belirmişti yüzünde (Ne de olsa duygulanmıştı.).

“Merci, mon ami.”288

Prenses alnından öptü onu, sonra yine sedirin üzerine oturdu. Bir süre sustular. Sonra Prenses, “İyi yürekli ve cömert ol yine Andrey…” diye başladı konuşmaya. “Her zaman olduğun gibi… Lise’e karşı da katı davranma. Öyle cici, öyle iyi bir kız ki o! Üstelik de şu sıra çok zor durumda…”

“Ben sana eşimi herhangi bir konuda kusurlu bulduğum veya şu ya da bu nedenle ondan hoşnut olmadığım gibilerden bir şey söylemiş olduğumu sanmıyorum Maşa. Dolayısıyla da bütün bunları bana niçin söylediğini doğrusu, anlayamıyorum?”

Prenses Mariya’nın yüzü al al olmuştu birden ve kendisini suçlu hissedermişçesine susmuştu genç kız.

Andrey “Gerçekten de ben sana hiçbir şey söylemedim Mariya. Ama görüyorum ki birisi bir şeyler söylemiş sana ve bu da bana azap veriyor.”

Prenses tepeden tırnağa kıpkırmızıydı şimdi. Bir şeyler söylemek istiyor, söyleyemiyordu. Yanılmamıştı Andrey: Küçük Prenses, gerçekten de yemekten sonra ağlamış; doğumun felaketle sonuçlanacağını sezdiğini, doğurmaktan korktuğunu söylemiş; kaderinden, kayınbabasından ve kocasından dert yanmış; sonra da derin bir uykuya dalmıştı.

“Şunu iyi bil ki Maşa…” dedi Andrey. “Ben hiçbir zaman karımı suçlayamam, suçlamadım da ve hiçbir zaman da suçlamayacağım! Ayrıca, ona karşı davranışlarımda kendimi de en ufak bir şekilde dahi suçlu bulmuyorum. Bu tavrım hiç değişmeyecek, her zaman ve her durumda aynı kalacaktır. Ama gerçeği öğrenmek istiyorsan eğer… Benim mutlu olup olmadığımı bilmek istersin herhâlde, değil mi? Söyleyeyim: Hayır! Peki o mutlu mu? Yine hayır! İyi ama bu niçin böyle? Bilmiyorum…”

Bunu söylerken yerinden kalkmış ve kız kardeşine yaklaşmıştı. Eğilip alnından öptü onu. Güzel gözleri, onda pek rastlanmayan zeki ve şefkatli bir ışıkla parıldıyordu. Bununla birlikte o sırada kız kardeşine değil; genç kızın başının üzerinden, açık kapının ötesindeki karanlığa bakıyordu.

“Hadi şimdi onun yanına gidelim…” dedi. “Vedalaşmam gerekiyor onunla… Ya da… Sen önden git, uyandır. Ben hemen geliyorum.”

Cevap beklemeksizin uşağına seslendi:

“Petruşa, buraya gel çabuk! Şunları al götür. Bunu oturacağım yere, şunu da sağ yanıma yerleştir…”

Prenses Mariya da kalkmış, çıkmak üzere ilerlemişti. Kapıya gelince durdu ve şöyle dedi: “André, si vous aviez la foi, vous vous seriez adressé à Dieu pour qu’il vous donne l’amour que vous ne sentez pas et votre prière aurait été exaucée…”289

Gülümsedi Prens Andrey.

“Belki de! Kim bilir? Hadi sen git Maşa, ben de hemen geliyorum.”

Prens Andrey, kız kardeşinin odasına gitmek için evin bir bölümünü öbür bölümüne bağlayan galeriden geçerken cana yakın bir tavırla gülümseyen Matmazel Bourienne’le karşılaştı. Genç kız, dudaklarında coşkulu ve saf bir gülümseyişle o gün üçüncü defadır ve hep tenha yerlerde çıkıyordu karşısına. Nedense kızarıp gözlerini yere indirerek “Ah! Je vous croyais chez vous…”290 dedi.

Prens Andrey, yüzünde aniden beliren bir öfke ifadesiyle sert sert baktı kıza. Hiçbir şey söylemedi. Ama küçümseyen bakışlarını onun gözlerine de değil, alnına ve saçlarına öylesine belirgin bir şekilde dikmişti ki genç kız tek kelime etmeden çekilip gitti.

Prens, kız kardeşinin odasına girdiğinde Küçük Prenses uyanmıştı çoktan. Açık kapıdan, cümleleri aceleyle art arda sıralayan neşeli tiz sesi rahatça işitilmekteydi. Uzun süre kendini tuttuktan sonra, yitirmiş olduğu zamanın acısını çıkarmak istercesine konuşuyordu durmadan:

“Non, mais figurezvous, la vieille Comtesse Zouboff avec de fausses boucles et la bouche pleine de fausses dents comme si elle voulait défier les années… Ha ha ha Marié!”291

Karısının, başkalarının yanında Kontes Zubova için kelimesi kelimesine aynı sözleri söyleyerek aynı şekilde gülüşüne tam beşinci defadır tanık olmaktaydı Prens Andrey. Sessizce girdi odaya. Tombul ve pembe yanaklı Prenses; bir koltuğa oturmuş, bir yandan örgüsünü örüyor bir yandan konuşuyordu. Cümleleri birbirine girerek Petersburg anılarını anlatıyordu şimdi.

Prens Andrey yaklaşıp saçlarını okşadı karısının. Yol yorgunluğunu üzerinden atıp atmadığını sordu. Hemen cevap verdi Prenses ve devam etti anılarını anlatmaya…

Kapıda atlı bir araba koşulu beklemekteydi. Karanlık bir sonbahar gecesi çökmüştü ortalığa. Arabacı, arabanın oklarını bile seçemiyordu artık. Ortada, ellerinde fenerler taşıyan birtakım insanlar gidip geliyordu. Koca konağın geniş pencerelerinden, içeride yangın varmış duygusunu uyandıracak kadar canlı ve yoğun bir ışık saçılıyordu dışarıya.

Genç Prens’le vedalaşmak isteyen uşak ve hizmetçiler sofada toplanmışlardı. Ötekiler, yani ev halkı -Prenses Mariya ile Küçük Prenses ve Mihail İvanoviç’le Matmazel Bourienne- salondaydılar.

Prens Andrey’i çalışma odasına çağırtmıştı babası. Oğluyla baş başa vedalaşmak istemişti. Ve herkes şimdi onların dışarı çıkmasını beklemekteydi.

Prens Andrey çalışma odasına girdiğinde İhtiyar Prens, sırtında oğlundan başka kimseye görünmediği bir giysi içinde -beyaz sabahlığı ile- ve gözlerinde yaşlıların kullandığı cinsten bir gözlükle, çalışma masasının başına oturmuş bir şeyler yazıyordu. Şöyle bir baktı oğluna:

“Demek gidiyorsun?”

Ve cevap beklemeksizin dönüp yazmaya devam etti.

“Vedalaşmaya geldim.” dedi Prens Andrey.

İhtiyar durdu ve parmağıyla yanağını gösterdi.

“Öp bakalım şuradan…”

Andrey öpünce İhtiyar Prens, iki kere üst üste teşekkür etti: “Teşekkür ederim… Teşekkür ederim.”

Prens Andrey afallamıştı.

“Neden teşekkür ediyorsunuz ki?”

Hemen cevap verdi İhtiyar Prens: “Bir kadının eteğine yapışmadığın, vaktini boşa geçirmediğin için… Her şeyden önce askerlik! Teşekkür ederim, teşekkür ederim…”

Bir yandan da devam ediyordu yazmaya. Öylesine hızlı yazıyordu ki divitinden mürekkep saçılmaktaydı.

“Söyleyeceğin bir şey varsa çekinme, konuş!” diye ekledi. “Ben aynı anda iki işi birden yapabilirim…”

Prens Andrey bir an tereddüt ettikten sonra “Karım için diyecektim ki…” diye başladı. “Ama zaten onu size bir yük olarak bırakmaktayım…”

“Saçmalamayı bırak da ne söyleyeceksen doğru dürüst söyle!”

“Doğum yaklaşınca bir doğum uzmanı getirtin lütfen, Moskova’dan… Doğum sırasında başında bulunsun.”

Yazmayı kesmişti Prens. Oğlunun yüzüne dikmişti sert bakışlarını. Hiçbir şey anlamamış gibiydi.

“Biliyorum, kendi bünyesi yardım etmezse hiç kimse ona yardım edemez aslında…”

Bunları sıkılarak söylemişti Prens Andrey. Yine sıkılarak devam etti:

“Böyle durumlarda kaza oranının ancak milyonda bir olduğunu biliyorum elbette. Ama yine de hem karım hem ben endişe etmekteyiz. Olmayacak şeyler anlatmışlar, aklı bulanmış, korkuyor tabii…”

İhtiyar Prens, “Hımmm…” dedi kendi kendine. “Peki, getirtirim.”

Sonra önündeki kâğıdı imzaladı ve çevik bir hareketle oğluna dönüp sordu gülerek:

“Yürümüyor desene?”

“Yürümeyen ne baba?”

“Karın!”

Hâlden anlayan babacan bir tavırla söylemişti bunu. Söylediğinden pek de emin görünmekteydi.

Prens Andrey “Anlayamadım.” dedi.

Üstelemedi ihtiyar.

“Yapacak hiçbir şey yoktur dostum…” dedi sadece. “Bütün kadınlar bu konuda birbirine benzer. Bu böyledir diye tutup boşayamazsın da… İçini rahat tut, korkma kimseye söylemem. Ama sen ne demek istediğimi pekâlâ anlamışsındır umarım.”

Oğlunun elini, kemikli küçük eliyle kavrayıp sıktı. Sonra da insanın içini okurcasına ışıldayan gözlerini Prens Andrey’in gözlerine dikerek yine aynı şekilde soğuk soğuk güldü.

Prens Andrey içini çekti. Babasının gerçeği anladığını kabul etmiş oluyordu böylece.

İhtiyar Prens mektuplara her zamanki çevikliğiyle mühür basmaya devam ederken mührü, bal mumunu ve kâğıtları sert hareketlerle alıp bırakıyordu durmadan…

“N’eylersin işte? Ne gelir elden? Ama güzel kadın, neme lazım!”

Son mektubu mühürlerken kesik kesik konuşarak “Ben gerekeni yaparım…” dedi. “İçin rahat olsun.”

Babasının onu anlaması, hem hoşuna gidiyor hem de hoşnutsuzluk yaratıyordu içinde. O sırada İhtiyar Prens ayağa kalkmış ve elindeki mektubu oğluna uzatmıştı:

“Dinle…” diye başladı. “Karın konusunda hiçbir kaygın olmasın, bil ki elden gelen ne varsa yapılacaktır. Şimdi iyi dinle beni: Bu mektubu Mihail İlaryonoviç’e vereceksin. Seni doğru dürüst işlerde kullanmasını yazdım ona ve yaver olarak da uzun süre alıkoymamasını. Pis iştir yaverlik! Kendisini hiç unutmadığımı ve hâlâ çok sevdiğimi söyle ona. Seni nasıl karşıladığını bana yazmayı da sakın unutma. Hakkını verdiği sürece onun yanında kalırsın. Nikolay Andreyeviç Bolkonski’nin oğlu, layık olduğu karşılığı görmediği takdirde hiç kimseye hizmet etmez. Şimdi yaklaş.”

Öyle hızlı konuşuyordu ki kelimelerin yarısını söyleyebiliyordu ancak ama anlayabiliyordu oğlu onu, alışmıştı bu şekilde konuşmasına. Çalışma masasına doğru sürükledi Andrey’i, bir çekmeceden kocaman sık yazısıyla yazılmış bir defter çıkardı:

270.“Bu kadar gülünç olmak!”
271.“Kontes Apraksin’in de kocası öldü. Bilseniz ne çok ağladı kadıncağız, gözlerinin pınarları kurudu.”
272.Avusturya İmparatorluğu’ndaki Saray Askerî Şûrası’na Hofkricgstrat denilmekteydi. Suvorof, Avusturyalılarla aynı safta çarpıştığı için onların kurallarına uygun şekilde hareket ediyordu. Burada, yenilgiyi bu duruma bağlayan Prens Bolkonski, Hofkriegsrat sözcüğünü “Saray Askerî Selam Şûrası” anlamına gelen Hofkriegswurtschnapsrat şekline dönüştürerek Avusturyalılarla alay ediyor. (e.n.)
273.“Matmazel Bourienne.”
274.“O haydut İmparator’unuzun işte bir hayranı daha!”
275.“Biliyorsunuz ki ben Bonapartçı değilim, prensim.”
276.“Tanrı bilir ne vakit döner…”
277.“Babanız ne kadar zeki bir adam! Belki de bundan dolayı o kadar korkutuyor beni…”
278.“Altın gibi bir karınız var!..”
279.“Anlamak, affetmektir.”
280.“İmkân bakımından.”
281.“Babam.”
282.“Sokakta.”
283.“Babam.”
284.“Tapınırcasına saygı.”
285.“Ah dostum!”
286.“Babam”
287.Pud: 16 kilogramlık bir ağırlık ölçüsü. (e.n.)
288.“Teşekkür ederim, dostum.”
289.“Andrey eğer imanınız olsaydı, şu anda yoksun bulunduğunuz sevgiyi yüreğinize doldurması için Tanrı’dan dilekte bulunurdunuz ve duanız kabul edilirdi…”
290.“Odanızda olduğunuzu sanıyordum sizin!”
291.“Yok ama şöyle bir canlandırın hayalinizde, saçlarında takma bukleler ve ağzında takma dişlerle, meydan okurcasına duran ihtiyar Kontes Zubova’yı… Ha ha ha Mariya!”
950,19 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
09 августа 2023
Объем:
19 стр. 31 иллюстрация
ISBN:
978-625-6865-50-1
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают