Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Savaş ve Barış I. Cilt», страница 15

Шрифт:

Soğuk bir sesle cevap verdi Dolohof:

“Nasıl mıyım? Gördüğün gibiyim işte!”

Askerlerin hep bir ağızdan okuduğu hareketli türkünün sesi, Jerkof’un kaygıdan uzak neşeli tavrına da Dolohof’un bilerek ve isteyerek verdiği soğuk cevaplarına da apayrı bir anlam kazandırıyordu.

Yeniden sordu Jerkof:

“Eee, komutanlarınla aran nasıl bakalım?”

Dolohof, aynı soğuk tavırla “Fena sayılmaz…” dedi. “İyi insanlar…”

Sonra da hafif alaycı bir sesle o sordu:

“Sen nasıl oldu da karargâha kadar sokulabildin bakalım?”

Aynı kaygısızlıkla cevap verdi Jerkof:

“Görevli gönderildim. Nöbetçiyim.”

Bir süre sustular.

Şahini salıverdim sağ kolumun altından… diye başlayan türkü tüm canlılığıyla devam ediyor, taze bir neşe uyandırıyordu herkeste. Bu türkünün sesleri arasında konuşmamış olsalar, birbirlerine bambaşka şeyler söyleyebilirlerdi şüphesiz.

Dolohof sordu yeniden:

“Doğru mu Avusturyalıların mağlup olduğu?”

Jerkof kayıtsızlıkla “Doğrusunu bilen yok…” diye cevap verdi. “Öyle diyorlar.”

Dolohof türküyü mırıldanırken kesin bir sesle “Sevindim işte buna.” dedi kısaca.

Ayrılmaya hazırlandı Jerkof.

“Bir akşam çık gel istersen…” dedi gülerek. “Birlikte bir firavun partisi çeviririz.”

“Paranız çok galiba?”

“Gel dedik ya…”

“İmkânsız. Yemin ettim. Rütbemi geri alıncaya kadar içki ve kumar yok!”

“Öyleyse uzun sürmez. İlk savaşta tamamdır o iş!”

“O zaman görüşürüz…”

Sustular yine. Sonra Jerkof, “Herhangi bir şeye ihtiyacın olursa karargâha gel hiç çekinmeden. Orada herkes sana yardım eder.” dedi.

Güldü Dolohof.

“Beni kafana takma! Herhangi bir şeye ihtiyacım olursa kimseye sormam, alırım…”

“Laf olsun diye söyledim canım…”

“Al benden de o kadar!”

“Hadi hoşça kal!

“Hadi güle güle!”

 
Yücelere, uzaklara,
Ana yurduma doğru…
 

Atını mahmuzlamıştı Jerkof. Hayvan üst üste üç kez ayak değiştirdi, sonra toparlayabildi kendisini ve türküye uyarak dörtnala bölüğün yanından geçip arabaya yetişmek için ileri atıldı.

III

Teftişten döndükten sonra, yanındaki Avusturyalı General’le birlikte çalışma odasına giren Kutuzof; yaverini çağırtarak yeni gelen birliklerin durumu ile ilgili bazı belgeleri ve öncü kuvvetlere başkanlık eden Arşidük Ferdinand’ın gönderdiği mektupları istemişti. Çok geçmeden de Prens Andrey Bolkonski, elinde Başkomutan’ın istediği evrakla çalışma odasına giriyordu. Kutuzof, masanın üzerine yayılmış bir haritanın önünde Avusturya Savaş Şûrası’nın üyesiyle karşılıklı oturmaktaydı.

Başını hafifçe çevirip Bolkonski’ye baktı Başkomutan ve yaverine biraz beklemesini belirten bir baş işaretiyle “Haa.” dedi.

Sonra da Fransızca olarak devam etti konuşmasına:

“Sadece bir tek şey söylemek istiyorum General…”

Hiç acele etmeksizin karşısındakini söylediği her sözü dinlemeye zorlayan hoş bir ifade ve alabildiğine nazik bir tavırla konuşmaktaydı. Kendi sesini dinlemekten zevk duyduğu hemen belli oluyordu. Aynı rahatlık içinde devam etti:

“Evet General, sadece bir tek şey söylemek istiyorum. Eğer iş yalnız benim irademe bağlı olsaydı İmparator Franz hazretlerinin emirleri çoktan yerine getirilmişti ve ben çoktan Arşidük’ün kuvvetlerine katılmış olacaktım. Size şerefim üzerine yemin edebilirim ki ordulara komuta etmek görevini Avusturya’daki üstün beceri ve bilgi sahibi sayısız komutandan herhangi birine teslim etmek ve böylece üzerimdeki bu ağır sorumluluğu atmak, benim için gerçek bir mutluluk olurdu. Ama şartlar bizim irademizden de güçlü oluyor, General…”

Bunları söyledikten sonra, “İsterseniz bana inanmayabilirsiniz; dahası, bana inanıp inanmamanız da umurumda değil; yalnız bana inanmadığınızı burada açıkça söylemenize fırsat vermem; işte bütün iş de burada zaten!” der gibi gülümsemişti.

Hemen bir hoşnutsuzluk belirmişti Avusturyalı General’in yüzünde. Ama o da Kutuzof’a aynı tonda cevap vermekten başka bir şey yapamadı. Sözlerinin nazik ve seçkin ifadesine tamamıyla ters düşen somurtkan bir çehre ve kızgın bir sesle “Tam tersine…” diye başladı. “Evet, tam tersine, İmparator hazretleri bu hepimizi ilgilendiren işe katılmanıza büyük bir değer veriyorlar.”

Bir an sustuktan sonra önceden hazırladığı besbelli olan şu cümleyle bağladı sözlerini:

“Ama biz öyle sanıyoruz ki şanlı Rus ordularının ve komutanlarının durumu sürüncemede bırakacak şekilde ağır davranmaları, onları, savaşlarda kazanmaya alışmış bulundukları zaferlerden yoksun bırakmaktadır.”

Kutuzof, dudaklarındaki gülümseyişi olduğu gibi koruyarak hafifçe eğilmekle yetindi.

“Bense Arşidük Ferdinand hazretlerinin bana göndermekle şeref kazandırdıkları son mektuplarını okuyunca o kanıya vardım ki General Mack gibi çok usta bir yardımcısının emri altındaki Avusturya orduları şu anda kesin bir zafer kazanmışlardır ve artık bizim yardımımıza ihtiyaçları yoktur.”

Viyanalı General, kaşlarını çatmıştı. Avusturyalıların yenilgiye uğradığını bildiren kaynağı güvenilir bir haber yoktu gerçi ama hiç de iyimser olmaya meydan bırakmayan söylentilerin doğruluğunu gösteren pek çok işaret vardı. Dolayısıyla da Kutuzof’un Avusturya ordularının zaferi kazandığı yolundaki sözleri bir tahminden çok, acı bir alay gibiydi.

Ama Kutuzof kendinden oldukça emin bir şekilde tatlı tatlı gülümsüyor ve böyle bir tahminde bulunmakta ne kadar haklı olduğunu ispatlayan tavrını değiştirmiyordu. Gerçekten de Mack’ten aldığı son mektup ona, Avusturya ordusunun stratejik olarak son derece elverişli durumda olduğunu bildirmekte ve zaferi müjdelemekteydi.

Nitekim Prens Andrey’e dönerek “Şu mektubu bana versene.” dedi.

Yaverinin uzattığı kâğıdı, dudaklarının ucunda belli belirsiz alaycı bir gülümseyişle alıp Avusturyalı meslektaşına baktı.

“Buyurun dinleyin.” dedikten sonra Arşidük Ferdinand’ın mektubundan şu kısmı, Almanca aslından okumaya başladı:

Wir haben volkommen zusammengehaltene Kräfte, nahe an 70000 Mann, um den Feind, wenn er den Lech passierte, angreifen und schlagen zu können. Wir können, da wir Meister von Ulm sind, den Vorteil, auch beiden Ufern der Donau Meister zu bleiben, nicht verlieren; mithin auch jeden Augenblick, wenn der Feind den Lech nicht passierte, die Donau übersetzen, uns auf seine Communications-Linie werfen, die Donau unterhalb repassieren und dem Feinde, wenn er sich gegen unsere treue Allierte mit ganzer macht wenden wollte, seine Ansicht alsbald vereiteln. Wir werden auf solche Weise dem Zeitpunk, wodie Kaiserlich-Russische Armee ausgerüstet sein Wird, mutig entgegenharren, und sodann leicht gemeinschaftlich die Möglichkeit finden, dem Feinde das Schicksal zuzubereiten, so er verdient.

Elimizde tam teçhizatlı 70.000 kadar erden meydana gelen bir kuvvet var. Böylece, düşman Lech’in öbür tarafına geçerse ona saldırabilir ve onu bozguna uğratabiliriz. Ulm zaten elimizde bulunduğu için Tuna’nın her iki kıyısındaki kuvvetlere kumanda ederek durumdan yararlanabiliriz. Düşman Lech’in öbür kıyısına ulaşır ve Tuna’yı geçerse onun ana ikmal yollarını kesebiliriz. Yine düşman, Tuna’nın daha aşağılarına inerek öbür kıyısına geçip sadık müttefiklerimize saldırmaya niyetlenirse onun bu niyetini gerçekleştirmesine engel olabiliriz. Böylece Rus İmparatorluğu ordusunun bir bütün hâlinde hazırlanmasını, kuvvetimize olan inancımızı yitirmeden beklemiş olacağız; sonra da düşmanı müstahak olduğu akıbete kolayca sürükleme imkânını bulacağız.

Okumayı bitirdikten sonra derin derin içini çekti Kutuzof ve yumuşak bakışlarını Avusturya Yüksek Savaş Şûrası üyesinin gözlerine dikti büyük bir dikkatle.

Avusturyalı General; şakayı bırakıp ciddi konulara geçmek istediğini belirten bir tavırla “Ama Ekselans…” dedi. “Gayet iyi bilirsiniz ki işin kötüsünü hesaba katmak, mantığa çok daha uygun olur.”

Bunu söylerken bir üçüncü şahısla bir arada bulunmaktan hoşnut olmadığını belirtecek şekilde Başkomutan’ın yaverine bakmıştı.

Kutuzof hemen atılıp sözünü kesti Avusturyalının:

“Özür dilerim Generalim.” dedi.

Sonra da Prens Andrey’e döndü:

“Dinle evladım. Kozlovski’den keşif kollarındaki en iyi gözcülerden gelen bütün raporları al. İşte sana Kont Nostits’ten iki mektup. Şu da Arşidük Ferdinand hazretlerinden. Al hepsini. Dur, birkaç tane daha vereyim…”

Bunları söylerken bir yandan da bir tomar kâğıt sıkıştırmıştı Andrey’in eline:

“Bunların bir özetini çıkarıver…” dedi. “Hepsini Fransızca olarak tertemiz bir memorandum hâline sok. Böylece, Avusturya ordusunun harekâtı konusunda aldığımız bütün haberleri içerecek olan o notu getirir, Ekselans’a sunarsın.”

Daha ilk sözlerden, Kutuzof’un yalnız söylediğini değil; asıl söylemek istediğini de anlamıştı Prens Andrey. Nitekim bunu belirtecek şekilde başını eğdi. Kâğıtları toplayıp komutanları selamladıktan sonra halının üzerinden sessiz adımlarla ilerleyerek bekleme salonuna yöneldi.

Prens Andrey Rusya’dan ayrılalı pek o kadar uzun bir süre geçmemişti gerçi ama bu süre içinde çok değişmişti. Yüzünde, davranışlarında, yürüyüşünde; o yapmacıklı hava, o yorgunluk ve uyuşukluk ifadesi yoktu eskisi gibi artık. Şimdi gülümseyişi de bakışları da çok daha farklı, daha neşeli ve daha çekiciydi.

Kutuzof’a Polonya’da yetişmişti Andrey. Başkomutan onu sıcak bir sevgiyle karşılaşmış, onunla ilgileneceğine söz vermiş, onu başka yaverlerden ayrı tutmuş, Viyana’ya götürmüş ve ona daha önemli görevler vermişti. Aynı Kutuzof, eski arkadaşı Prens Bolkonski’ye Viyana’dan yazdığı bir mektupta Prens Andrey hakkında şunları söylemekteydi:

Oğlunuz; bilgi dağarcığının zenginliği, karakter sağlamlığı, emirleri harfi harfine yerine getirmedeki şaşmazlığı ile sıradan bir subay olmayıp sürekli yükseleceği umudunu veriyor. Maiyetimde böyle birisi bulunduğu için kendimi mutlu sayıyorum.

Prens Andrey’in gerek Kutuzof’un karargâhındaki görev arkadaşları arasında gerek genel olarak orduda, tıpkı Petersburg yüksek sosyetesinde olduğu gibi birbirine tamamıyla karşıt iki ünü vardı: Arkadaşlarının küçük bir kısmı Prens Andrey’i kendilerinden de öbür insanlardan da bambaşka bir varlık olarak kabul etmekte, ondan büyük başarılar beklemekte, onun sözünü cankulağıyla dinlemekte, ona hayranlık duymaktaydı ve onun davranışlarını taklide kadar vardırmaktaydı işi. Bu gibi kimselere karşı Andrey çok sade, çok cana yakın bir tavır takınıyordu… Sayıca çoğunlukta olan görev arkadaşları ise Prens Andrey’i hiç mi hiç sevmemekte; onu kibirli, soğuk, sevimsiz bir insan olarak görmekteydiler. Buna karşın Prens Andrey de bu gibi insanlarda saygı, hatta korku uyandıran bir tavır takınmayı kolayca başarabiliyordu.

Kutuzof’un çalışma odasından elinde kâğıtlarla çıkan Prens Andrey, bekleme salonunda pencerenin önüne oturmuş kitap karıştıran nöbetçi Yaver Kozlovski’ye yaklaştı.

Kozlovski, “Yeni bir haber var mı Prens?” diye sordu.

“Neden ilerlemediğimizi açıklayan bir yazı hazırlamam emrediliyor.”

“Biliniyor muymuş ki o nedenler?”

Andrey omuz silkti.

Kozlovski bu sefer, “Mack’ten haber yok muymuş?” diye sordu.

“Yok.”

“Bozguna uğradığı doğru olsaydı, haberi çoktan gelirdi!”

Çıkış kapısına doğru yürürken “Orası öyle, evet…” dedi Prens Andrey.

İşte tam o anda karşısına; kapıyı çarparak hızla içeri dalan uzun boylu, başı siyah bir fularla bağlanmış, boynunda bir Marié-Thérèse nişanı bulunan, redingot giymiş ve buraya yeni geldiği her hâlinden belli olan Avusturyalı bir general çıktı. Prens Andrey durdu.

Yeni gelmiş olan General çevresine şöyle bir bakındıktan sonra hiç durmaksızın çalışma odasının kapısına yönelirken sert bir Alman şivesiyle sordu:

“Başkomutan General Kutuzof buradalar mı?”

Kozlovski, hiç tanımadığı bu General’e aceleyle yaklaştı. Adamın önüne geçerek çalışma odasına dalmasına engel olurken “Başkomutan meşguller…” dedi. “Kimin geldiğini haber vereyim?”

Kim olduğu bilinmeyen General, kendisinin karşısında kısa boylu kalan Kozlovski’yi küçümseyen bir edayla tepeden tırnağa süzdü. Tanınmamak, onu derin bir şaşkınlığa sürüklemiş gibiydi.

Kozlovski sakin bir sesle tekrarladı: “Başkomutan meşguller, efendim.”

General’in yüzü iyice asılmıştı şimdi. Dudakları titredi. Bir not defteri çıkardı cebinden. Kurşun kalemle acele bir şeyler karaladı ve yaprağı koparıp Yaver Kozlovski’ye uzattıktan sonra hızlı adımlarla pencereye doğru yürüdü. Bir iskemlenin üzerine kendini bırakırcasına çöktü. Niçin kendisine baktıklarını sormak istermiş gibi çevresindekileri süzdü bir süre. Sonra başını kaldırıp bir şey söylemek istiyormuş duygusunu uyandıran bir hareketle boynunu ileri uzattı; hemen sonra da kayıtsız bir tavırla, kendi kendine şarkı söylemeye başlamışçasına tuhaf bir ses çıkardı ama bir anda kesildi sesi. Çalışma odasının kapısı açılmış, eşikte Kutuzof belirmişti.

Başı bağlı General, bir tehlikeden kaçar gibi kamburunu çıkararak zayıf bacaklarıyla geniş ve hızlı adımlar ata ata Kutuzof’a yaklaştı. Kırık bir sesle “Vous voyez le malheureux Mack!”295 dedi.

Çalışma odasının kapısında hiç kımıldamaksızın duran Kutuzof’un yüzü birkaç saniye hareketsiz kaldı; sonra dalgalanır gibi kırıştı birden, alnı gerildi. Büyük bir saygıyla başını eğip gözlerini yumdu ve hiçbir şey söylemeksizin yana çekilerek Mack’e yol gösterdi. Sonra da içeri girip kapıyı kapadı.

Avusturyalıların bozguna uğradıkları ve bütün ordularının Ulm önlerinde teslim olduğu yolunda bir süredir dolaşan söylentiler doğru çıkmıştı işte. Yarım saat geçmeden dört bir yöne doğru yola çıkan yaverler, o zamana kadar hareketsiz kalmış olan Rus ordularının yakında düşmanla karşılaşacaklarını haber veren emirler götürmekteydiler.

Karargâhta olup da bütün ilgisini savaşın genel gidişatına veren ender subaylardan biri de Prens Andrey’di. Mack’i gördükten, Avusturya ordusunun uğradığı felaketi açıklayan geniş bilgilere sahip olduktan sonra savaşın yarısını yitirmiş bulunduklarını kavramıştı hemen. Bu şartlar altında, Rus ordularının son derece zor bir durumda kaldıkları apaçıktı ve Prens Andrey, gerek bu ordunun kaderini gerekse kendisinin bu orduda oynayacağı rolü; gerçeğe en yakın bir şekilde zihninde canlandırmakta gecikmemişti. Avusturya’nın rezil olduğunu; belki bir hafta sonra, Suvorof’tan beri ilk defa karşı karşıya gelecek Rus ve Fransız ordularının savaşını göreceğini ve bu savaşa katılacağını düşündükçe elinde olmayarak sevinçle karışık bir heyecan duyuyordu. Bununla birlikte Bonapart’ın Rus ordularının bütün cesaretinden de güçlü çıkabileceğini tasarlamakta, dehasından korktuğu ve her şeye rağmen bir kahraman saydığı bu adamın yüz karası bir yenilgiye uğrayacağını aklının ucundan dahi geçirmek istememekteydi.

İşte bu kaygılarla sinirleri gerilmiş bir hâlde ve heyecan içinde kendi odasına gitti. Babasına mektup yazacaktı. Her gün yaptığı işlerden biri de buydu.

Birlikte oturduğu Nesvitski’yle karşılaştı koridorda. Jerkof’la birlikteydiler ve ikisi de her zaman olduğu gibi bir şeylere gülüyorlardı.

Prens Andrey’in yüzündeki solgunluğu ve gözlerindeki garip parlaklığı hemen fark eden Nesvitski, “Neyin var senin?” diye sordu. “Düşünceli görünüyorsun?”

Bolkonski, “Neşelenmeyi gerektiren bir şey yok ki.” diye cevap verdi tatsız bir tonla.

Prens Andrey, Nesvitski ve Jerkof’la karşılaştığı sırada; koridorun öbür tarafından, Kutuzof’un karargâhında Rus ordusunun iaşesini denetlemekle görevli Avusturyalı General Schtauch’la karargâha henüz o gün gelmiş bulunan Avusturya Yüksek Askerî Şûra Üyesi General onlara doğru yürümekteydi. Koridor bir hayli geniş olduğundan generallerin üç subayın yanından rahatça geçmeleri pekâlâ mümkündü aslında. Öyle olduğu hâlde Jerkof, Nesvitski’yi birdenbire eliyle iterek boğuluyormuş gibi soluk soluğa bağırmaya başladı:

“Geliyorlar! Geliyorlar! Çekilin lütfen, yol verin komutanlara! Rica ederim, yol verin!”

Generaller, can sıkıcı saygı gösterilerinden bir an önce kurtularak geçip gitme arzusundaydılar. İşte tam o anda, Jerkof’un dudaklarında birdenbire o budalaca gülümseyiş belirdi; sanki bu gülümseyişine bir türlü engel olamıyordu. Öne doğru bir adım atarak Avusturyalı General’e, Almanca “Sizi kutlamaktan onur duyarım, Sayın Komutanım.” dedi.

Başını eğdi sonra ve dans etmesini yeni öğrenen çocuklar gibi beceriksiz bir tavırla topuklarını birbirine vurmaya başladı. Bir sağ, bir sol topuğunu vuruyordu durmadan.

Yüksek Askerî Şûra Üyesi General, sert bir bakış attı ilkin Jerkof’a ama süvari subayının yüzündeki o budalaca gülümseyişin ciddi olduğunu fark edince bir an için de olsa ilgi göstermekten kendini alamadı. Karşısındakini dinlemeye hazır olduğunu belirtmek için gözlerini kıstı. Jerkof, hep aynı gülümseyişle “Sizi kutlamaktan onur duyarım!” diye başladı yeniden. “General Mack sağ salim gelmiş; bir şeyi yokmuş, yalnız şuracığı bir parça zedelenmiş, o kadar…”

Bu son sözleri söylerken eliyle kendi başını işaret ediyordu.

General kaşlarını çattı ve arkasını dönüp yürüdü. Birkaç adım ilerledikten sonra öfkeyle söylendi:

“Gott, wie naiv!”296

Nesvitski kahkahalarla gülerek Prens Andrey’e sarılmıştı. Ama Bolkonski, bir kat daha sararmış olarak kızgın bir hareketle itti onu ve Jerkof’a döndü. Mack’in yenilgiden sonraki hâlini görünce Rus ordusunu bekleyen akıbeti düşünmüş ve o kadar sinirlenmişti ki yersiz bir şaka yaptığı için ondan aldı hırsını. Nitekim alt çenesi titreyerek ve tiz bir sesle “Bakınız, Sayın Bay…” dedi. “Eğer palyaçoluk etmeye niyetiniz varsa size engel olamam. Yalnız bir hususu kesinlikle söylemek isterim! Bir daha benim yanımda bu tür edepsizlikler yapmaya kalkarsanız nasıl davranmak gerektiğini size o saat öğretirim!”

Nesvitski ve Jerkof bu çıkışa o kadar şaşırmışlardı ki ikisi de gözlerini iri iri açıp Bolkonski’ye baktılar bir süre. Sonra Jerkof ciddi bir sesle sordu:

“Onu kutladıysam ne olmuş yani?”

Bolkonski, bağırarak cevap verdi bu sefer:

“Ben şaka yapmıyorum, kesin sesinizi lütfen!”

Ve Nesvitski’yi kolundan tutup verecek cevap bulamayan Jerkof’un yanından uzaklaştı.

Nesvitski yatıştırmak istedi onu.

“Ne oluyorsun kuzum, niye sinirleniyorsun Tanrı aşkına böyle?” diyecek oldu.

Prens Andrey olduğu yerde durup öfkeyle ve titreyen bir sesle “Ne demek ne oluyorum!” diye çıkıştı. “Şunu iyice aklına sok: Bizler ya çarlarına ve yurtlarına hizmet eden subaylarızdır ve o zaman da ortak başarılara sevinmemiz, ortak başarısızlıklara ise üzülmemiz gerekir ya da birer uşaktan başka bir şey değilizdir, o zaman da efendilerimizin işleri bizleri ilgilendirmez.”

Düşüncesini daha da pekiştirmek için Fransızca olarak devam etti konuşmasına:

“Quarante mille hommes masacrés et l’armée de nos alliée détruite, et vous trouvez là le mot pour rire. C’est bien pour un garçon de rien comme cet individu dont vous avez fait un ami, mais pas pour vous, pas pour vous.”297

Sonra da Jerkof’un kendisini hâlâ işitebileceğini fark ederek “çocuklar” sözcüğünü Fransız ağzıyla ama Rusça söyleyip “Ancak çocukların böyle şakalar yapması hoş görülebilir!” diye ekledi.

Süvari subayı bir karşılık verir mi acaba diye bir an bekledi ama Jerkof hiçbir şey söylemeksizin uzaklaştı oradan.

IV

Pavlograd Süvari Alayı, Braunau’dan iki mil kadar ötede konaklamıştı. Bu arada Nikolay Rostof’un subay adayı olarak görevlendirilmiş bulunduğu süvari birliği de Salzeneck adlı Alman köyüne yerleştirilmişti. Bütün Süvari Tümeni’nde Vaska Denisof adıyla tanınan Bölük Komutanı Yüzbaşı Denisof’a köyün en iyi evini ayırmışlardı. Subay adayı Rostof, Polonya’dan alaya yetiştiğinden beri Bölük Komutanı’yla aynı evde kalıyordu.

8 Ekim günü genel karargâh, Mack’in yenilgisi haberiyle çalkanır ve her şey altüst olurken süvari bölüğünün karargâhında savaş hayatı eskisi gibi devam edip gidiyordu. Nitekim Rostof sabah erkenden hayvanlara yem getirme işini bitirmiş, atla dönerken bütün gece iskambil oynamış olan Denisof ortalıkta görünmemişti henüz…

Atını kapıya doğru sürdü Rostof. Sırtında askerî okul üniforması vardı. Hayvanı çevik, dinç bir hareketle dürtüp ayağını üzerinden aşırdı; bir an, sanki attan ayrılmak istemiyormuşçasına üzenginin üzerinde ayakta durduktan sonra atladı ve emir erine seslendi.

Yeni bir şevkle yıldırım gibi atına doğru atılan süvari erine, gençlerin mutlu oldukları vakit herkese saçtıkları o gönüllerinden taşıp gelen sevecenlik ve neşeyle “Bondarenko, sevgili arkadaşım benim!” diye haykırdı. “Al şunu, gezdir biraz!”

Neşeyle başını salladı Ukraynalı.

“Emredersiniz, Ekselans!..”

“Ama baştan savma iş yapmak yok ha! İyice bir gezdir, olur mu?”

Başka bir süvari eri daha atılmıştı hayvana doğru. Ama Bondarenko, o yetişinceye kadar atın dizginlerini eline almıştı bile. Belliydi ki subay adayı iyi bahşiş veriyordu; dolayısıyla da ona hizmet etmek, kârlı bir iş olsa gerekti!

Rostof, atın boynunu ve arkasını okşadıktan sonra kapısının önünde durdu. Kendi kendine gülümseyerek “Doğrusu harika bir at olacak!” dedi.

Ve kılıcının kabzasını tutarak mahmuzlarını şakırdata şakırdata koşup kapıdan içeri girdi.

Aynı anda Alman ev sahibi; sırtında hırka, başında kalpak, elinde gübre temizlemek için kullandığı yabayla ahırın kapısından dışarı bakmıştı. Rostof’u görür görmez yüzü aydınlandı adamın. Neşeyle göz kırparak “Schön gut’ morgen!”298 dedi.

Genç adamı selamlamaktan hoşlandığını açığa vuran bir cana yakınlıkla tekrarladı:

“Schön gut’ morgen!”

Rostof, yüzünden hiç eksik olmayan neşe dolu gülümseyişle “Schön fleissig!”299 dedi.

Sonra da Alman ev sahibinin sık sık tekrarlamaktan hoşlandığı sözleri sıraladı:

“Hoch Oesterreicher! Hoch Russen! Kaiser Alexander hoch!”300

Ahırdan çıkmıştı Alman. Bir hamlede çıkardığı kalpağını başının üzerinde sallayarak “Und die ganze Welt hoch!”301 diye bağırdı.

Alman ev sahibi gibi Rostof da elindeki kasketi başının üzerinde sallayarak gülüyor ve haykırıyordu şimdi:

“Und vivat die ganze Welt!”302

Aslında ne ahırını temizlemekle uğraşan Alman’ın ne de takımını alıp saman getirmeye gitmiş olan Rostof’un böylesine sevinç gösterilerine girişmeleri için özel bir neden yoktu. Bu iki insan, birbirlerine mutlu bir heyecan içinde, kardeşçe bir sevgi ile bakmakta; birbirlerini sevdiklerini belirtmek için de karşılıklı olarak başlarını sallamaktaydılar, o kadar. Nitekim bu gürültülü selamlaşmanın ardından da hemen ayrıldılar birbirlerinden. Alman ahıra döndü, Rostof da Denisof’la bölüştüğü eve yöneldi.

Delikanlı, içeri girer girmez karşısına çıkan Denisof’un uşağı Lavruşka’ya sordu:

“Efendin nerede?”

Dalavereciliğiyle bütün alayda ün salmış olan Lavruşka’nın cevabı hazırdı:

“Dün akşamdan beri yoklar. Oyunda kaybettiler herhâlde!”

Sonra da durumu açıklamaya başladı:

“Ben gayet iyi biliyorum, efendim: Oyunda kazandılar mı erkenden eve gelip böbürlenirler, sabaha kadar eve dönmezlerse kaybettiler demektir ki artık öfkelerinden yanlarına varılmaz! Kahve emreder misiniz?”

Rostof gülerek “Getir bakalım…” dedi.

On dakika sonra kahveyle birlikte haberi de getirdi Lavruşka:

“Felaket! Geliyorlar!”

Rostof pencereden bakınca Denisof’un gerçekten eve dönmekte olduğunu gördü…

Kısa boylu, al yanaklı, parlak siyah gözlü bir adamdı Denisof. Bıyıkları da saçları gibi simsiyah ve kıvır kıvırdı. Sırtında düğmeleri iliklenmemiş bir süvari ceketi, ayağında kat kat sarkan bol bir pantolon, başında ensesine doğru kaymış buruşuk bir süvari kasketi vardı. Başı önüne eğik, somurtkan bir yüzle kapıya yaklaşıyordu…

Yüksek sesle ve “r”leri “ğ” gibi telaffuz ederek “Lavruşka!” diye bağırdı uşağına. “Çıkarsana şunu, ne bekleyip duruyorsun öyle!”

Çizmesini kastediyor olmalıydı. Lavruşka’nın sesi duyuldu:

“Zaten çıkarmaktayım efendim.”

Çok geçmeden odaya giren Denisof, Rostof’u görünce şaşırdı.

“A! Sen kalkmışsın bile!”

Delikanlı gülümseyerek “Çoktan!” diye cevap verdi. “Gidip saman da getirdim, Bayan Mathilda’yı da gördüm…”

Denisof, “r”leri hep yutarak “Bak hele!” demişti. “Bense elimde avucumda ne varsa kaptırdım! Felaket bu kadar olur! Ben böyle şanssızlık görmedim hayatımda!”

Lavruşka’ya bağırmayı ihmal etmedi arada:

“Hey, çay getir!”

Sonra gülümsüyormuş gibi yüzünü kırıştırıp küçük sağlam dişlerini göstererek orman gibi gür, kabarık siyah bıyıklarını iki elinin kısa parmaklarıyla çekiştirmeye başladı.

“Şeytan dürttü işte! Yoksa o Fare’ye neden gideyim?” Fare, evine gittiği subaya verilen addı. “Düşün bir kere! Tek bir tane kâğıt vermedi, tek bir tane dahi!..”

İki eliyle alnını ve yüzünü ovuşturuyordu şimdi. Uşağın yakıp uzattığı pipoyu avucunda sıkarak ateşini düzeltmek için yere vurduktan sonra talihsizliğini anlatmaya devam etti:

“Sempl geldi mi veriyor, paroli geldi mi alıyor; anlıyor musun! Sempl geldi mi veriyor, paroli geldi mi kendisi alıyor!”

Ateşi yere saçmıştı bu arada, öfkesinden pipoyu kırıp fırlattı. Bir süre sustu. Sonra parlak siyah gözlerini birden neşeyle Rostof’a çevirerek başını salladı.

“Bari kadın olsaydı! Burada içmekten başka yapacak bir şey de yok ki! Keşke bir an önce dövüşmeye başlasak..”

Dönüp kapıya baktı. Odanın dışından, ağır çizmeler giymiş birinin mahmuzlarını şakırdatarak gelip durduğu; sonra da saygıyla hafifçe öksürdüğü işitilmişti.

Lavruşka açıkladı hemen:

“Bölük emini…”

Yüzünü iyice buruşturmuştu Denisof şimdi. İçinde birkaç altın bulunan cüzdanını delikanlının önüne atarak “Berbat, Rostof!” dedi. “Say, kardeşim. Bakalım içinde ne kadar kalmış? Sonra da cüzdanı yastığın altına sok!”

Sonra bölük eminiyle görüşmek için dışarı çıktı.

Cüzdanı aldı Rostof. Mekanik bir hareketle eski ve yeni paraları ayırıp üst üste koyarak saymaya başladı.

Öbür odadan Denisof’un sesi gelmekteydi:

“Merhaba, Telyanin! Dün beni soyup soğana çevirdiler…”

“Nerede? Bikof’un evinde mi? Fare’nin orada mı yoksa? Öyle olacağını biliyordum…”

Aynı bölükte görevli Teğmen Telyanin girdi odaya.

Rostof, cüzdanı yastığın altına fırlattı ve kendisine uzatılan nemli eli sıktı. Telyanin, ordu sefere çıkmadan bir süre önce aslı pek iyi bilinmeyen bir olay yüzünden muhafız kıtasından alınıp alaya verilmişti. Alaydaki davranışları kusursuzdu ama yine de çok sevilmiyordu. Özellikle Rostof, bu subaya karşı duyduğu nedensiz tiksintiyi bir türlü yenemediği gibi gizleyemiyordu da…

Telyanin, “Söyleyin bakalım, süvari delikanlı…” dedi Genç Kont’a. “Benim Graçik işinize yarıyor mu bari?”

Telyanin’in Rostof’a satmış olduğu binek atıydı Graçik.

Teğmen hiçbir zaman konuştuğu insanın gözünün içine bakmazdı. Konuşurken daima oradan oraya kayar dururdu gözleri.

“Biraz önce sizi gördüm…” diye ekledi. “Ata binmiş gidiyordunuz…”

Rostof; yedi yüz rubleye satın aldığı at bu fiyatın yarısı kadar bile etmediği hâlde “Eh…” dedi. “Fena sayılmaz. Sağlam bir hayvan. Yalnız sol ön ayağı topallamaya başladı.”

“Nal çatlamıştır! Önemi yok onun! Hem ben size nalı nasıl perçinleyeceğinizi gösteririm.”

Rostof, “Onu ben de özellikle rica edecektim.” dedi.

Telyanin lütufta bulunuyormuş gibi kabararak konuştu:

“Gösteririm elbette, sır değil ya bu! Sonradan at için bana minnettar kalacaksınız…”

Rostof, Telyanin’den kurtulmak umuduyla “Öyleyse söyleyeyim de atı getirsinler!” dedi.

Ardından hayvanı getirmeleri için emir vermek üzere dışarı çıktı.

Sofada Denisof, elinde piposuyla eşikte çömelmiş, kendisine bilgi veren bölük eminini dinlemekteydi. Rostof’u görünce kaşlarını çattı; başparmağıyla omuzunun üzerinden, Telyanin’in oturduğu odayı işaret etti; yüzünü buruşturdu ve tiksintiyle irkildi. Bölük emininin yanlarında olmasına aldırış etmeksizin kesip attı:

“Şu oğlanı da hiç sevmem!”

“Ben de sevmem ama n’eylersin!” gibilerden omuz silkti Rostof ve çabucak emrini verip Telyanin’in yanına döndü.

Telyanin, delikanlının onu bıraktığı andaki gibi tembel tembel oturmakta; arada bir de küçük beyaz ellerini ovuşturmaktaydı.

Odaya girerken Dünyada böyle iğrenç suratlı adamlar da varmış demek! diye düşünmüştü Rostof.

Telyanin onu bekliyormuşçasına hemen yerinden kalkıp yapmacıklı bir kayıtsızlıkla çevresine bakındıktan sonra, “Ne yaptınız?” diye sordu. “Atı getirmeleri için emir verdiniz mi?”

“Verdim.”

“Hadi biz de oraya gidelim. Ben zaten Denisof’tan dünkü emirleri sormaya gelmiştim…”

Odadan çıkmışlardı. Denisof’a yönelttiği soruyla sözünü tamamladı Telyanin:

“Emirleri aldınız mı Denisof?”

“Hayır, daha almadık. Siz nereye böyle?”

“Şu bizim delikanlıya at nasıl nallanır, onu öğreteceğim.” diye cevap verdi Telyanin.

Kapının önüne çıkıp tavlaya yöneldiler. Teğmen de, Rostof’a çivilerin nallara nasıl perçinleneceğini gösterdikten sonra evine yollandı.

Rostof odaya döndüğü vakit, masanın üzerinde bir şişe votka ile biraz salam duruyordu. Denisof, masanın önüne oturmuş mürekkep kalemini kâğıdın üzerinde cızırdatmaktaydı. Bıkkın bir hâlde Rostof’un yüzüne baktı.

“Yine ona yazıyorum.” dedi.

Elinde mürekkep kalemi, dirseğini masaya yasladı; yazıyla anlatmak istediklerini bir çırpıda sözle ifade fırsatını bulmuş olduğundan dolayı sevinçli bir hâlde, mektubundakileri Rostof’a söylüyordu birer birer:

“Görüyorsun ya dostum.” diye başlamıştı. “Bizler sevmediğimiz sürece uykudayız. Topraktan yaratılmış varlıklardan başka bir şey değiliz… Ama bir kez sevdin mi tanrılaşırsın birdenbire, tertemiz olursun! Tıpkı yaratıldığın günkü gibi…”

Birden kesti konuşmasını. Hiç korkmadan yanına yaklaşan Lavruşka’ya bağırdı:

“Kim geldi yine? Defet her kimse, gitsin! ‘Vakti yok.’ de!”

Lavruşka direndi:

“Defet olur mu? Gelmesini siz emrettiniz. Bölük emini gelen, para istiyor!”

Suratını buruşturdu Denisof. Bağırmak istedi ama sonra vazgeçip sustu. Kendi kendine konuşur gibi:

“İş berbat!” dedi.

Rostof’a sordu:

“Cüzdanda kaç para kalmış?”

“Yedi eski, üç de yeni var…”

“Vay canına! Gerçekten berbat bir durum!”

Bunu söyler söylemez Lavruşka’ya dönüp bağırdı:

“Hey! Ne duruyorsun öyle korkuluk gibi? Kımılda biraz, bölük eminini gönder buraya!”

Rostof, kızarak “Rica ederim, Denisof…” dedi. “Parayı benden de alıp verebilirsin. Biliyorsun, benim param var…”

Denisof homurdandı âdeta: “Kendi adamlarımdan borç almak hoşuma gitmez!”

Rostof üsteledi: “Beni arkadaş olarak kabul edip de bu parayı gerçekten almazsan sana gücenirim!”

Sonra, “Doğru söylüyorum, benim param var…” diye tekrarladı.

Denisof, başını sallayarak kalktı yerinden.

“Olmaz dedim ya!”

Yastığın altından cüzdanı almak için karyolaya yaklaşırken sordu:

“Nereye koymuştun cüzdanı?”

“En alttaki yastığın altına…”

Bir süre arandı Denisof. Sonra sıkıntıyla söylendi:

“Yok yahu!”

İki yastığı da yere atmıştı. Cüzdan gerçekten de orada yoktu.

“Amma iş ha!” diye mırıldandı Denisof.

Rostof aramaya başladı bu sefer. Yastıkları kaldırıp silkerken “Dur bakalım…” dedi. “Belki yere düşürmüşsündür!”

Yorganı kaldırıp silkti. Hayır, cüzdan yoktu! Rostof, şaşkınlık içinde “Yoksa ben mi unuttum nereye koyduğumu?” diye söylendi kendi kendine. “Ama olamaz!”

Bir an düşündükten sonra, yine kendi kendine söylenir gibi:

“Hatta senin onu tıpkı bir hazine gibi başının altında sakladığını geçirmiştim aklımdan.” diye ekledi.

295.“Karşınızdaki adam, talihsiz Mack’tır.”
296.“Tanrı’m, ne aptal!”
297.“Kırk bin kişi kılıçtan geçirilmiş, müttefiklerimizin ordusu yok edilmiş ve siz hâlâ gülebiliyorsunuz. Kendinize dost edindiğiniz o kimse gibi serseri birisi yapabilir bunu ama siz yapamazsınız! Hayır, siz gülemezsiniz!”
298.“İyi sabahlar!”
299.“Çok çalışkansınız!”
300.“Yaşasın Avusturyalılar! Yaşasın Ruslar! Yaşasın İmparator Aleksandr!”
301.“Ve bütün dünya yaşasın!”
302.“Ve de yaşasın bütün dünya!”
950,19 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
09 августа 2023
Объем:
19 стр. 31 иллюстрация
ISBN:
978-625-6865-50-1
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают