Читать книгу: «Kuzey Amerika Mitolojisi», страница 3
II. Rahip ve Pagan
İnsanların inançları onların en değerli varlıklarıdır. Yeni Dünya’nın altınları, kürkleri ve tütünü, Batının maceraperestliğini asıl teşvik eden şeylerdi. Ama Amerikan kıyılarında ilk kalıcı İngiliz kolonisinin kurulma sebebi inançlarını koruma arzusuydu. İspanyol fatihler ve Fransız seyyahlar, onların ayak izlerini takip eden ve Kızıl Adam’ın pagan ruhunu Hıristiyanlaştırmak için Yeni Dünya’da onlardan daha fazla kalan Cizvit Babalardan zenginlik ve savaş konusunda daha hevesli değillerdi. En azından ilk dönem Kızılderili yerel inançları hakkındaki bilgimizin çoğunu bu misyoner rahiplere borçluyuz. Yabanileri dönüştürmek için vahşi doğaya girdiler ve bu nedenle, bu doğa çocuğunun zaten sahip olduğu dini fikirleri keşfetmek hemen onların ilgi alanı haline geldi. Kızılderililerin dili, kurumları ve fikirleri üzerine, misyonerlik alanına girmek isteyenlerin aydınlanması için yazılan mektuplarında, Kızılderililerin miti ve dini hakkında ilk güvenilir açıklamalara ulaşmaktayız.
Elbette ki rahipler yerlileri hemen anlamadılar. Montagnais hakkında Relations’ın en eski sayılarından birinde Pere Lalemant şöyle der: “Hiçbir ilâhî ibadetleri veya herhangi bir duaları yoktur.” Ancak bu tür ifadeler, misyonerlerin Kızılderililer arasında kendi dini uygulamalarına benzer bir şey bulamadıkları anlamına gelir. Pere Raguenau 1647-48 tarihli Relations’da Huronlar hakkında şöyle söyler: “Doğrusunu söylemek gerekirse, tüm bu ülkelerin milletleri atalarından bir Tanrı bilgisi almamışlardır ve biz buraya ayak basmadan önce, dünyanın yaratılışıyla ilgili her şey mitlerden ibaretti. Bununla birlikte, barbar olmalarına rağmen kalplerinde, Tanrı’nın ve her şeyin yaratıcısı olan ilk ilkeye (bilgileri olmadan dua ettikleri) dair gizli bir düşünce vardı. Ormanlarda av sırasında veya denizde gemi kazası tehlikesi olduğunda, ona Aireskouy Soutanditenr diye hitap ederek yardıma çağırırlar. Savaşta ve muharebelerinin ortasında ona Ondoutaete diye hitap ederler ve zaferi tek başına onun bahşettiğine inanırlar. Sık sık gökyüzüne hitap ederek ona saygılarını sunarlar ve cesaretlerine, sefaletlerine veya masumiyetlerine tanık olması için Güneş’e seslenirler. Ancak her şeyden öte, yabancı milletlerle barış ve ittifak antlaşmalarında samimiyetlerinin tanıkları olarak, kalplerinin derinliklerini gören ve emanetlerine hıyanet edenlerin ve sözünde durmayanların hıyanetlerinin intikamını alacak olan Güneş’e ve gökyüzüne yalvarırlar. Tertullian’ın en kâfir milletler hakkında söylediği o kadar doğrudur ki, tehlikelerin ortasındaki doğa Hıristiyan bir sesle konuşmalarına sebep olur (Exclamant vocem naturaliter Christianam) ve neredeyse onu tanımadan yakardıkları bir tanrıya (Ignoto Deo) başvururlar.”
Exclamant vocem naturaliter Christianam! İki yüzyıl sonra başka bir Cizvit Peder De Smet, Kansa kabilesinin dini duygularını tarif ederken aynı ifadeyi kullanır: “Onlara bir Ecce Homo ve Meryem Ana’mızın bir tasvirini gösterdiğimizde ve tercüman onlara dikenlerle taçlanmış o başın ve hakaretlerle lekelenmiş çehrenin bizim uğrumuza ölen bir tanrının gerçek sureti olduğunu ve yedi kılıçla delinmiş kalbin annesinin kalbi olduğunu açıkladığında, Tertuian’ın insan ruhunun doğal olarak Hıristiyan olduğu şeklindeki güzel düşüncesinin etkileyici bir örneğini gördük!”
Bu nedenle aynı rahipler, Amerika’da bir yaratılış ve bir tufan, cennetten bir düşüş ve dünyaya ölüm getiren günahkâr bir seçime ilişkin mitler bulduklarında, yeni bulunan Amerikalılarda İsrail’in kayıp kabilelerini keşfettiklerini düşündüler.
III. Manitolar
Platon’un Sofist’inde bir konuşmacı “Varlığın tanımı tamamen güçtür,” der ve bu, her Amerikan Kızılderilisinin kabul edeceği bir beyandır. Kızılderililer, doğadaki her varlığın, bu varlığın kendi özel karakterini koruduğu ve kendi tarzında diğer varlıkları etkilediği kalıcı bir güce sahip olduğuna inanır. Bu tür güçler küçük ya da büyük, zayıf ya da güçlü olabilir ve elbette hangilerinin büyük ve güçlü olduğunu bilmek bir erkeğin görevidir. Dış görünüş, kalıcı bir iktidarın gücünün kesin bir işareti değildir; genellikle küçük bir hayvan ya da uyuşuk bir taş, kudretli bir gücün meskeni olabilir. Ama genellikle bazı özellikler, düşünceli gözlemciye olağanüstü kudretin nesnesini gösterecektir veya bu bir rüyada veya görüntüde kendini gösterebilir. Böyle bir nesnenin sahibi olmak, kendi yetkilerini orantılı olarak artırmaktır. Bu nesne, iyi bir “ilaç”tır ve kişiyi güçlü kılar.
Her Amerikan dilinde nesnelerin bu kalıcı güçlerinin kendi adı vardır. Bunlara Eskimo dilinde Inua yani “sahip” denir. İrokualar, Orenda kelimesini ve zararlı güçler ya da “kötü büyü” için Otgon kelimesini kullanırlar. Huron dilinde bu kelime Oki’dir; Siyu dilinde ise Wakanda. Ancak, bu düşüncenin beyazlarca kapsamlı bir şekilde bilinmesini sağlayan (çünkü Kızılderililer tarafından kullanılan ve sömürgecilerin ilk karşılaştığı kelimeydi) terim, Algonkin dilinde Manitou, Manito veya Manido idi (zira farklı şekillerde hecelenir). Geleneksel çevirilerde bu kelime için “güç”, “gizem”, “büyü” ve daha yaygın olarak “ruh” ve “büyü” kullanılmıştır ve kelimenin tam anlamı bunların hepsini içerir. Zira şeylerin güçleri, sıradan ve ihmal edilebilir olandan gizemli ve büyülü olana kadar her dereceyi içerir: Doğanın yüce güçleriyle ilgili olduklarında akıllı ruhlardır, duaları işitip cevaplayabilirler ve insanın ihtiyacına uygun olduğu her yerde büyüsel, ruhsal ve fizikseldirler.
Kızılderililer, fiziksel ve ruhsal güçler arasında bizim yaptığımız gibi keskin bir ayrım yapmaz; daha ziyade zayıf ve güçlü arasındaki ayrımla, yani ihmal edebileceği ya da fethedebileceği altinsan ve yalvarıp yatıştırması gereken üstinsanla ilgilenirler. “Ruh” sözcüğü genellikle bu üstinsanlar, yani güçlü Manitolar için kullanılır. Manitoların her zaman aynı şekilde olduğunu da varsaymamalıyız. Doğa sürekli değişir, her parçasında kendini sürekli dönüştürür. O, enerji ve hayat doludur. Manitolar her yerde bu dönüşümleri etkiler, kendilerini bir o şekilde, bir bu şekilde sunar. Dolayısıyla Kızılderili, yüzeysel görme yeteneğiyle yargılamaz; şeylerin etkilerini inceler ve en mütevazı görünen nesnelerde genellikle en yüksek güçlerin kanıtlarını bulur. Taşlar bize pek de saygı duyulacak nesneler gibi görünmez ancak içlerinde birçok güçlü Manito barınmaktadır. Belki de Kızıl Adam’ın hayal gücüne hitap eden ruhsuz çakmaktaşındaki ateşin kıvılcımıdır; belki de insanı yabanilikten kurtaran aletlerin yontulduğu eski malzemeye karşı içgüdüsel bir saygıdır; belki de dünyanın kayalık temellerinin asırlık kalıcılığına ve yenilmez gerçekliğine dair bir duygudur:
Selam Yaşlı Olan, eçka,
Yedi kişinin bir araya toplandığı bir zamanda, 4
Yedinci yere oturduğun söylenir,
Yediler içinde her şeyin bilgisine yalnızca sen sahiptin,
Yaşlı, eçka.
Korunma ve rehberlik özlemi içindeyken,
İnsanlar akıllarında bir yol aradılar.
Seni sağlam bir kalıcılık ve dayanıklılıkla otururken gördüler.
Yolların birleştiği merkezde,
Dört rüzgârın şiddetine maruz kalarak oturdun,
Duaları kabul etme gücüne sahipsin,
Yaşlı, eçka.
Böylece Omaha, buhar kulübesinin şifalı taşlarına dua etmeye başladı. Burası, her şeyin görünmez, yaygın ve kalıcı yaşamını simgeleyen gerçek bir dünyanın merkezidir.
IV. Yüce Ruh
Kuzeyli Algonkinler, aynı zamanda Hayatın Efendisi adını verdikleri Gitche (veya Kitshi) Manito’yu, yani Yüce Ruh’u, Manitolarının başı olarak kabul ederler. Yüce Ruh’a insan benzeri bir kişiliğin atfedildiği sonucuna varılmamalıdır. O görünmez ve ruhanidir; hayatın yaratıcısıdır, ama kendisi yaratılmamıştır. O, insan için iyiliğin kaynağıdır ve saygıyla anılır ama hakkında mitler anlatılan kesin bir kişilik değildir. Duyular dünyasından uzaktır. Onunla ilgili belki de en iyi adlandırma, bazı çevirmenlerin tercih ettiği gibi, “her şeyin Büyük Gizemi”dir.
Bununla birlikte Büyük Ruh özel isimlerden yoksun değildir. Pere Le Jeune, 1633’te Montagnais hakkında şöyle demiştir: “Her şeyi yaratan Atahocan dedikleri belirli bir şey olduğunu söylüyorlar. Bir gün bir kulübede Tanrı hakkında konuşurken bana bu Tanrı’nın ne olduğunu sordular. Onlara her şeye gücü yetenin, göğü ve yeri yaratanın o olduğunu söyledim. Birbirlerine ‘Atahocan, Atahocan, bu Atahocan!’ demeye başladılar.” 1622’de yazan Winslow, Massachusetts Kızılderilileri tarafından tanınan benzer bir ruhtan, Kiehtan’dan bahseder ve Virginia Kızılderililerini araştıran ilk yazarlar; dünyayı yaratıp güneşi, ayı ve yıldızları onun hizmetçileri olarak atayan “ezelden beri var olan tek bir baş Tanrı olduğuna” dair inançlarını anlatırlar. İrokua kabilelerinin, Algonkinlerin Kitshi Manito’su için kesin bir eşdeğeri yoktur, ancak bu kabileler, Areskoui veya Agreskoul adıyla bilinen benzer bir ruha inanırlardı ve ona avın ve kazanılan savaşın ilk semerelerini sunuyorlardı. Peder Isaac Jogues’in İrokualar arasında bir tutsak olarak kalışını anlattığı korkunç mektup, bu tanrıya esir düşen bir kadının kurban edilmesini anlatır: “Ve meşaleler ve kızgın demirlerle o talihsizi sık sık yaktıklarında, yaşlı bir adam yüksek sesle şöyle bağırdı: ‘Aires-kol, etiyle kendini tatmin edesin ve bize düşmanlarımıza karşı zafer kazandırasın diye bu kurbanı sana sunuyoruz.’”
Ancak Büyük Ruh için yapılan olağan ayin korkunç değildir. Kutsal Calumet, kıtanın bir ucundan diğerine kadar Kızılderililerin sunağıdır ve dumanı, gök için uygun bir adaktır. Marquette, “Krallarımızın Asaları’na pek saygı duyulmuyor,” demiştir, “Vahşilerin bu pipoya öyle bir hürmetleri vardır ki, ona Barış ve Savaş tanrısı ve Yaşam ile Ölümün Yargıcı denilebilir.” “Kızılderililerin barış amblemi olan calumetin bir vahşinin eliyle göğe kaldırıldığını, onu Yaşamın Efendisi’ne sunarak dünyadaki tüm çocuklarına acıması için yalvardığını ve aldıkları iyi kararları onaylaması için ona yakardığını görmek gerçekten dokunaklı bir manzaraydı.” Bu, birçok farklı kabile arasında uzun yıllar geçirmiş Peder De Smet’in bir yorumudur. Calumet’in insana hediyesi olan Delaware hikâyesini bizim için koruyan odur: “Kuzey halkları Delaware’e karşı bir yok etme savaşına karar vermişlerdi ki, konseylerinin ortasında, aralarında göz kamaştırıcı bir beyaz kuş belirdi ve baş şefin tek kızının başının üzerinde kanatları açık bir halde hareketsizce durdu. Kız, içinde konuşan bir ses duydu: ‘Tüm savaşçıları bir araya toplayın; onlara Büyük Ruh’un kalbinin üzgün olduğunu, karanlık ve ağır bir bulutla kaplı olduğunu bildirin, zira ilk çocuklarının, Lenni-Lennapi (yeryüzündeki tüm kabilelerin en eskisi) kanını içmeye çalışıyorlar. Yaşamın Efendisi’nin öfkesini yatıştırmak ve kalbine mutluluğu geri getirmek için, tüm savaşçılar ellerini genç bir geyiğin kanında yıkamalıdır. Sonra hediyelerle dolu ve ellerinde Hobowakan (calumet) olduğu halde hep birlikte gidip kendilerini ağabeylerine sunmaları gerekir. Armağanlarını dağıtmalı ve onları sonsuza dek birlikte tutacak büyük barış ve kardeşlik tütsülerini birlikte tüttürmelidirler.”
V. Dünyanın İskeleti
Herodot, Perslerle ilgili şöyle söyler: “En yüksek dağa çıkarak Zeus’a kurban kesmek gibi bir âdetleri vardır ve gök kubbenin tam dairesine Zeus derler. Güneşe, aya ve dünyaya; ateşe, suya ve rüzgârlara kurban sunarlar. Bunlar, ezelden beri kurban verdikleri tek tanrılardır.” Calumet ayini, Amerikan Kızılderilileri arasında aynı dünya güçleri anlayışını gösterir. De Smet, “Bütün önemli durumlarda,” der, “dini ve siyasi törenlerinde ve büyük ziyafetlerinde calumet önderlik eder. Vahşiler ilk kazançlarını veya ilk dumanlarını Büyük Waconda’ya yani Yaşamın Efendisi’ne, onlara ışık veren güneşe ve beslendikleri toğrağa ve suya gönderir. Sonra göğe yalvararak pusulanın her noktasına duman yönlendirirler.” Ve yine: “Calumet’i Büyük Ruh’a, Dört Rüzgâr’a, güneşe, ateşe, toprağa ve suya adarlar.”
Calumet ayini, Kızılderililer için dünyanın çerçevesini ve yerleşik güçlerinin dağılımını tanımlar. Yukarıda, uzak ve parıldayan gökyüzünde gücü tüm doğaya nüfuz eden, yaşam enerjisi ve tezahürü yaratılışı açığa çıkaran ışık olan Yüce Ruh vardır. O, ışığın ruhu olarak kendini güneşte (Yüce Ruhun Gözü) gösterir; yaşam enerjisi olarak, hareket eden rüzgârlar şeklinde tüm dünyaya nüfuz eder. Aşağıda, Yaşam Suyunu bahşeden ve bağrında tüm organik varlıkları, Bitki ve Hayvan Formlarını besleyen Toprak Ana vardır. Kuşlar, insanların yerleşimi ile Yukarıdaki Güçler arasındaki aracılardır; yılanlar ile suda yaşayan hayvanlar ise Aşağıdaki Güçler ile iletişim kuran aracılardır.
Kızılderililerin dünya güçlerine ilişkin anlayışı genel olarak böyleydi. Ancak bu basit planı detaylandırmak konusunda isteksiz değillerdi. Dünya, onların düşüncesine göre katmanlı bir yerdir. Düz dünyanın üzerinde, ruhların musallat olduğu ve büyük Gök-gürültüsü kuşunun geçtiği rüzgârlar ve bulutlar âlemi vardır; bunun üzerinde, güneş, ay ve yıldızların rotaları bulunur. Her şeyin üzerinde, Yüce Ruh’un ikametgâhı olan üst göğün yörüngesi vardır. Genel olarak, görünür gökkubbe insan dünyasının çatısı olarak kabul edilir, ancak aynı zamanda aşağıdaki dünyada var olan her şeyin modellerini içeren prototip bir semavi dünyanın zeminidir. Görünen evreni yaratan varlıklar, gökkubbenin üzerindeki bu gökten inerler. Ve yukarıda olduğu gibi, altımızda da dünyalar vardır. Dünya bizim için bir zemin, ancak aşağıdakiler (verimli kaynakları yukarı gönderen ve dünyanın yeşilliğinde yaşam ruhları olarak ortaya çıkan güçler) için bir çatıdır. Ayrıca, hem yukarıdaki âlemler hem de aşağıdaki âlemler, ölmüş insanların ruhları için meskendir; zira Kızılderililer için ölüm sadece bir yaşam değişikliğidir.
Chippewalar, yukarıdaki dünyanın dört “katmanı” veya katı olduğuna ve aşağıdaki dünyanın da dört katmanlı olduğuna inanırlar. Bu, muhtemelen kozmosun dörtlü yapısının üst ve alt dünyadaki bir yansımasıdır; zira dört, her yerde Kızılderililerin kutsal sayısıdır. Bu fikrin kaynağı, dünya yaratıldığında hizmet eden cinlerin geldiği ve göğün köşelerini koruyan bu ruhların içinde yaşadığı dört ana nokta veya dünyanın dörtte birlik kavramında bulunur. Bir Potawatomi şefi Potogojecs, Peder De Smet’e Nanaboojoo’nun (Manibozho) “insan ırkının mutluluğuna katkıda bulunmak amacıyla, dünyanın dört ana noktasına dört faydalı ruhu nasıl yerleştirdiğini anlatmıştır. Kuzeydeki, vahşi hayvanları keşfetmemize ve takip etmemize yardımcı olması için bize buz ve kar sağlar. Güneydeki bize balkabağımızın, kavunlarımızın, mısırımızın ve tütünümüzün büyümesini sağlayan şeyi verir. Batıya yerleştirilen ruh bize yağmur, doğudaki de bize ışık verir ve güneşe dünyanın etrafında günlük yürüyüşlerini yapmasını emreder.” Kızılderililer, Dörtlünün Ruhları’nı genellikle dört rüzgârla özdeşleştirirler. Ga-oh, girişinde bir ayı, bir panter, bir geyik ve geyik yavrusu olan İrokua Rüzgâr Devi’dir: İrokualar “’Kuzey rüzgârı kuvvetli estiğinde gökyüzünde ayı sinsice dolaşıyor’ derler, batı rüzgârı şiddetli ise, ‘Panter mızmızlanıyordur.’ Doğu rüzgârı yağmurla beraber serin estiğinde ‘Geyik nefesini yayar’ ve güney rüzgârı hafifçe estiğinde ‘Geyik yavrusu, annesine geri dönüyordur.’” Dört, tüm Kızılderili töresinde sihirli sayıdır; temelde yaratıcının işini hesapladığı yönlerin karesini temsil eder.
VI. Yukarıdaki Güçler
Gökgürültücü, Rüzgâr Devi’nden bile büyüktür. İrokualar onun gökkubbenin muhafızı olduğuna inanırlar. Güçlü bir yayı ve alevli okları vardır. Zararlı her şeyden nefret edip onları yok eder. Özellikle insanlığı yiyip bitiren büyük deniz yılanını öldürdüğü için saygı görür. Adı Hino’dur ve gelini Gökkuşağı’dır. Ondan daha ufak pek çok yardımcısı vardır. Bunlar arasında bir zamanlar bir fani olan Gunnodoyah isimli bir oğlan bulunur. Hino bu genci kendi diyarına almış, ona semavi bir yay vermiş ve onu büyük yılanla çarpışmaya göndermiştir; ama yılan, Gunnodoyah’ı mideye indirmiştir. Genç, kötü vaziyetini Hino’ya bir rüya aracılığıyla iletmiş ve bunun üzerine Hino ve savaşçıları yılanı öldürüp hâlâ canlı olan Gunnodoyah’ı göklere taşımıştır. Hino, genellikle insanların dostudur ancak insanlar onun diyarına girmemelidir. Çerokiler, “Gök-gürültüsü’nün kız kardeşiyle evlenen adam” hakkında bir hikâye anlatırlar: Genç, kızın cazibesiyle Gökgürültüsü’nün mağarasına çekilir ve burada etrafı korkunç şekil değiştiricilerle sarılır. Yaşayan bir kaplumbağa ile eyerlenmiş bir yılana binmeyi reddedince Gökgürültüsü öfkelenir, gözünden şimşekler çakar ve müthiş bir gürleme genci şuursuz bırakır. Canlanıp eve dönerken, ona bir gün önce gitmiş gibi gelse de, halkının onu çoktan ölüme terk ettiğini keşfeder ve gerçekten, bundan sonra sadece yedi gün hayatta kalır.
Hino’nun yardımcılarından biri, büyük Çiy Kartalı Oshadagea’dır. Yuvası batı gökyüzündedir ve sırtındaki oyukta bir çiy gölü taşır. Kötü niyetli Ateş Ruhları dünyanın yeşilliğini yok edince Oshadagea evinden dışarı uçar ve açık kanatlarından iyileştirici nem yağar. İrokuaların Çiy Kartalı, muhtemelen, Semavi Okçu Hino tarafından yeri değiştirilen bir Gökgürültüsü kuşu ruhunun hayaletidir yalnızca. Gökgürültüsü kuşu görünmez bir özdür. Gözünün parlaması şimşek, kanatlarının sesi gökgürültüsüdür. Etrafı yardımcılarıyla, özellikle de şahin ve kartal türü kuşlarla çevrilidir. Altın Kartal Keneu, baş temsilcisidir. Kızılderililer, Gökgürültücüler olmasaydı, yeryüzünün kavrulacağını ve çimenlerin kuruyup öleceğini söylerler. Pere Le Jeune, Kızılderililerin Montagnais görevine yeni bir sunak parçası yerleştirildiğinde, “Kutsal Ruh’u ışın demetleriyle çevrili bir güvercin olarak resmedildiğini görünce, kuşun gökgürültüsü olup olmadığını sorduklarını anlatır. Zira gökgürültüsünün bir kuş olduğuna inanırlar ve güzel tüyler gördüklerinde, onlar gökgürültüsünün tüyleri değil mi diye sorarlar.”
Bulutların üzerindeki alan, güneşin, ayın ve yıldızların cennetidir. Güneş eril bir varlıktır, Ay ise dişil; bu ikisi bazen kardeş, bazen karı koca olurlar. Montagnaisler, Pere Le Jeune’e, Ay’ın oğlunu kollarında tuttuğu için bazen karanlık göründüğünü söylemişlerdir: “‘Ay’ın bir oğlu olduğuna göre evlidir veya evli miydi?’ ‘Ah evet, tüm gün dolanan güneş onun kocasıdır ve ay da bütün gece dolanır. Güneş gölgede kaldığında veya karardığında bunun nedeni bazen Ay’dan oğlunu kollarına almasıdır.’ ‘Evet, ama ne Güneş’in ne de Ay’ın kolu vardır.’ ‘Senin aklın yok, çekili yaylarını her zaman önlerinde tuttukları için kolları görünmez.’” Bir başka Algonkin kabilesi olan Menomineeler, ok ve yaylarla donanmış güneşin avlanmak için yola çıkışını anlatırlar; uzun süreli yokluğundan korkan kız kardeş Ay onu aramaya gider ve bulana kadar yirmi gün seyahat eder. O zamandan beri ay gökyüzünde yirmi günlük yolculuklar yapar. İrokualar, Güneş’in (Adekagagwaa) kış aylarında güney göklerinde dinlendiğini ve yerine nöbet tutması için “uyku ruhunu” bıraktığını anlatırlar. Ayrılışının arifesinde, geri döneceğine söz vererek dünyaya şöyle hitap eder: “Toprak, Yüce Ana, çocuklarını bağrına yakın tut, gücümü duy! Ben Adekagagwaa’yım! Ben hüküm sürüyorum ve tüm yaşamlarınızı ben yönetiyorum! Hızlı bulutların yarıştığı, kovaladığı, tırmandığı, kıvrıldığı ve yağmurlarla nehirlerinize ve derelerinize düştüğü yer olan tarlam geniştir. Kalkanım uçsuz bucaksızdır; sarı parıltısıyla topraklarınızı kaplar veya hızlı alevimle onu yakıp bronzlaştırır. Gözlerim kocamandır, her yeri tarar. Oklarım, onları besleyen ve nefes alan çiylere daldırdığımda hızlıdır. Ordum güçlüdür, ben uyurken tarlalarımın nöbetini tutar. Tekrar geldiğimde savaşçılarım göklerde savaşacaklar, Ga-oh şiddetli rüzgârlarını durduracak, Heno sesini yumuşatacak; Gohone (Kış) uçacak ve fırtınalar dinecek!”
Kızılderililerin yıldızlar hakkında şiirleri vardır. İrokuaların, Kuzey Grönlandlı Eskimoların gökteki ayıyla ilgili hikâyesinin tam olarak aynısını anlattıklarına rastlamak ilgi çekicidir: Bir grup avcı, sadık köpekleriyle birlikte av heyecanıyla yola çıkarlar, büyük canavarı göklere doğru takip ederler ve orada Büyükayı (Ursa Major) Takımyıldızı olarak kalırlar. Avcı ve Gökyüzü Geyiği’nin hikâyesindeki aşk duygusu, av tutkusuyla karışır. Avcı Sosondowah (Yüce Gece) dünyaya inen Gökyüzü Geyiği’ni, güneş semasının üzerindeki göğün çok yukarılarına kadar takip etmiştir. Şafak, orada onu tutsağı yapmış ve kulübesinin kapısının önüne bekçi olarak koymuştur. Avcı aşağıya bakarken, fani bir kız görüp ona âşık olmuştur. İlkbaharda mavi bir kuş şeklinde onun yanına inmiş, yazın bir karatavuk görünümünün altında ona kur yapmış, sonbaharda ise dev bir gece şahini kisvesi altında onu gökyüzüne taşımıştır. Ama onun gecikmesine kızan Şafak, onu kapısının önüne bağlamış ve kızı bir yıldıza dönüştürerek alnının üstüne yerleştirmiş, avcı da sonsuza kadar ona ulaşamadan onu özlemek zorunda kalmıştır. Sabahyıldızı olan kızın adı Gendenwitha, yani “Günü Getiren”dir. Ülker Takımyıldızı’na Dans Eden Yıldızlar denir. Bunlar, gece şarkı sesleriyle uyanıp dans etmeye başlayan bir grup kardeştiler. Dans ederken sesler azalmış ve onlar da sesi takip ederek yavaş yavaş göğe götürülmüşler. Burada onlara acıyan ay, onları bir grup sabit yıldıza dönüştürmüş ve her yıl on gün boyunca Kızıl Adam’ın danışma çadırının üzerinde dans etmelerini söylemiş. Dans eden kardeşlerden biri, annesinin feryatlarını duyunca geriye bakmış ve aniden, öyle güçlü bir şekilde düşmüş ki toprağa gömülmüş. Anne bir yıl boyunca oğlunun ölümü için yas tutmuş. Sonra mezardan göğe yükselen bir ağaca dönüşen küçük bir filiz çıkmış ve böylece ağaçların en uzunu, ormanın rehberi, göklerin bekçisi çam doğmuş.