promo_banner

Реклама

Читать книгу: «Kuzey Amerika Mitolojisi», страница 4

Шрифт:

VII. Aşağıdaki Güçler

Yukarıda olduğu gibi, aşağıda da güçler vardır. Toprak, bunların en büyüğü ve en güçlüsüdür. Algonkin dilinde toprak için Nokomis (Büyükanne) kelimesi kullanılır ancak İrokualar ona Eithinoha (Annemiz) diye hitap ederler. Zira derler ki, “toprak canlı bir maddedir ve fasulyenin narin fidesi ve içinde yuva yapan mısırın filizlenen tohumu, hassas kökleri aracılığıyla topraktan yaşam özünü alır… Toprak gerçekten de onları besler, onlara sağlanan şey canlı madde olduğu için, onlarda yaşam üretilir ve korunur. Gıda olarak olgunlaşmış mısır ve fasulye ve türleri bu şekilde üretilir, insanın ve tüm canlıların yaşatır ve geliştirir.”

İrokua efsanesinde toprağın kız kardeşi, Mısır Ruhu Onatah’tır. Vaktiyle tazeleyici çiy aramaya giden Onatah, Kötülük Ruhu tarafından ele geçirilmiştir ve Güneş onu bulup kayıp tarlalara geri götürene kadar dünyanın altındaki karanlığa hapsedilmiştir. Onatah o zamandan beri çiğleri aramak için yukarı çıkamamıştır. Yani İrokua efsanesi, Demeter ve Persephone’nin Yunan mitiyle paraleldir. Öte yandan Chippewalar Mısır Ruhu’nu, Mondamin isimli cennetten gönderilmiş bir genç yaparlar. Bu genç ölümlü bir kahraman tarafından katledilip gömülmüştür. Mezarından hediye olarak mısır fışkırır. Fasulye ve balkabağı gibi diğer besinlerin yanı sıra yabani bitkiler ve çeşitli ağaç türleri de çeşitli ruhlara veya Manitolara sahiptir. Gerçekten de, dünya her güç ve büyüklükte sayısız gizemle, orman da Kızılderililerin peri halkı Pukwudjilerin ordularıyla doludur. “Bir yağmur sırasında binlercesi bir çiçeğe sığınır. Ojibwa, orman ağaçlarının gölgesinde uzanırken, bu tanrıların onun etrafında olduğunu hayal eder. Böceğin vızıltısında onların kısık seslerini algılar. Yarı kapalı gözlerle güneş ışınlarının altında binlerce kişinin oynadığını görür.”

İrokualar, Jogaohların yani Cüce Halk’ın üç kabilesini tanırlar: Kızılderililerin, yüce güçleri ve toplar ve taşlarla oynamaya düşkünlükleri nedeniyle “Taş Atıcılar” olarak adlandırdıkları Gahongalar (kayalıklarda ve nehirlerde yaşarlar), sadece toprağın değil (zira tahılları ve meyveleri kendine çeken ve filizlenmelerini sağlayan “çiy çiçeği tılsımı” yaparlar), balıkçılar çok açgözlü bir şekilde avlandıklarında tutsak balıkları tuzaktan kurtardıkları denizin de bereketini önemseyen Gandayahlar, son olarak da Ohdowalar veya yeraltı halkı. Ohdowaların yaşadığı yeraltı dünyası, hepsi her zaman yukarıdaki güneşli diyara yükselmeyi arzulayan birçok hayvanla dolu, insan dünyası gibi ormanlar ve ovalar içeren loş ve güneşsiz bir âlemdir. Bu yeraltı dünyası yaratıklarını, özellikle de birçoğu zehirli ve zararlı hayvanlar olduğu için, uygun yerlerinde tutmak Ohdowaların görevidir. Ohdowalar küçük olsalar da, sağlam ve cesurdurlar ve çoğunlukla canavar yaratıkları hapsederler. Yaratıklar, yukarıdaki dünyayı mahvetmek ve kirletmek için nadiren saldırır. Yeraltı insanları olduğu gibi, sualtı insanları da vardır. Bunlar, Eskimoların Ateş Halkı gibi, biri insanlar için yararlı, diğerleri zararlı olmak üzere iki kabileye bölünmüştür. Bu sualtı varlıkları insan şeklindedir ve suların altında insanlarınki gibi evleri vardır; ama yılan derisi giyerler ve boynuz takarlar. Bazen güzel kızları fani erkekleri yılan derisi kostümü giyip türdeşlerinden sonsuza kadar kopmak üzere derinlere çekerler.

İrokualar, kısmen toprak üstünde, kısmense yeraltı dünyasında yaşayan canavar varlıklardan, özellikle Büyük Kafalar ve Kaya Devler ırkını tanırlar. Büyük Kafalar’ın, etkileyici gözleri ve kanat işlevi gören gür saçları vardır. Fırtınaya binerler ve yıkıcı ve kötü niyetli güçleriyle fırtınanın, belki de kasırganın kişileştirilmesi gibi görünürler. Kadim ve ham bir kozmogoninin kalıntısı olabilecek bir anlatıda Büyük Kafa, açıkça bir evren yaratıcısı rolünü oynar. Kabilelerden birinin yok oluşunu anlatan ilginç bir hikâye daha vardır. Kabile üyesi, genç bir kadını kulübesine kadar takip eder ve kadının sıcak kestanelerini görerek ateş kömürlerinin yemeye uygun olduğunu sonucuna varır. Kömürleri yer ve ölür. Bu tuhaf yaratıklar, bir hikâyeye dehşet unsuru katmak üzere iyi düşünülmüştür.

İrokuaların Taş Devleri ve Algonkinler arasındaki türdeşleri (örneğin, Abnakilerin Chenoo’su ve Mikmak’ı), Eskimoların Tornit’inin örnek teşkil ettiği geniş bir efsanevi varlıklar grubuna aittir. Onlar güçlü, iri yapılı, silah olarak yay değil taş kullanan büyücülerdir. Birbirleriyle müthiş dövüşürler, silah yapmak için en uzun ağaçları sökerler ve öfkeleriyle dünyayı paramparça ederler. Bazen insanlar tarafından evcilleştirilirler ve güçlü avcılar oldukları için faydalı arkadaşlar olurlar. Genellikle yamyam olarak tasvir edilirler ve uzun zamandır hatırlanan bu efsanevi halkın, zamanla renklendirilmiş, yay kullanmayan ve eski zamanların Kızılderilileri tarafından çoktan yok edilmiş kadim kabilelerin hatırası olması pekâlâ mümkündür. Elbette bu mitlerde böyle bir tarihi unsur varsa tamamen efsanevi taş zırhlı titan veya şeytan kavramlarıyla kaplıdır.

VIII. Türlerin Eskileri

Onondaga’nın şeylerin başlangıcına ilişkin hikâyesi şu sözlerle sona erer: “Üstelik burada, yeryüzünde bulunan her şey, bedenlerini ayrı ayrı yeniden dönüştürürler veya değiştirirler. Bu şekilde filizlenen ve büyüyen her şeyde, sonra kendini yaratan ve büyüyen her şeyde ve sonraki aşamadaki tüm insanlarda durum böyledir. Bütün bunlar aynı şekilde etkilenir, bedenlerini ayrı ayrı dönüştürürler ve sonraki aşamada bedenlerini durmadan, ayrı ayrı yeniden dönüştürürler.”

Vahşiler ve belki de doğayla iç içe yaşayan tüm insanlar, öncelikle ve kaçınılmaz olarak Herakleitosçudur: Yunan filozof gibi, onlar da her şeyin aktığını düşünür; onlara göre duyulur dünya sürekli bir değişim halindedir. Canlı ve cansız cisimler, geçici tezahürlerden ibarettir: Sahne arkasından gösteriyi yöneten çok sayıda şekil değiştiren Güç’ün dışa dönük gölgeleri. Yine de, duyulur şeylerin süreksizliğinin bilincinde olan vahşiler bile, çeşitli bireysel düzenlemelerde olsa da ısrarla yeniden ortaya çıkan belirli sabit biçimleri algılarlar. Bu biçimler doğal türler, doğanın bölündüğü soylar veya türlerdir. Herakleitos’tan da büyük bir Yunanın söyleyeceği gibi bunlar, şeylerin İdealarıdır. Kızılderililerin tümü Platoncuya dönüşür, çünkü onlar her doğal türün kendi arketipine veya (kendi tercih ettikleri gibi) eskisine sahip olduğunu, bu eskinin görünmez bir dünyada yaşadığını ve ilk varlığının gücüyle tüm dünyevi kopyalarının geçici yaşamlarını sürdürdüğünü savunurlar.

Tropiklerin ötesindeki tüm halklar için, tüm yaşam stratejisini yöneten değişken mevsimler (büyük doğa olayları) bir tür istikrar içinde sabitlenir ve sonunda İlkbahar, yaz, kış ve sonbahar için hayali bir şekilde oluşturduğumuz varlıklarda kişileştirilir. Elbette geçimini çoğunlukla avdan sağlayan insanlar için çok fazla mevsim yoktur. Onlar için açık ve kapalı, yeşil ve beyaz yılın önemli bölümleridir. İrokualar, kışın, savaş sopasıyla ağaçlara tecavüz eden yaşlı bir orman adamı olduğunu söylerler: Çok soğuk havalarda insan onun darbelerinin keskin sesini duyabilir. Bahar, yüzünde güneş olan kıvrak bir genç savaşçıdır. Montagnailer, iki mevsimin erkeksi olup olmadığından emin değillerdi, ancak Pere Le Jeune’e, Nipin ve Pipoun’un canlı varlıklar olduklarından çok emin olduklarını söylemişlerdir: Özellikle yaklaştıklarında onların konuşmalarını ve hışırtılarını bile duyabiliyorlardı. “Yaşadıkları yer olarak dünyayı aralarında paylaşırlar; biri bir tarafta, diğeri diğer taraftadır ve dünyanın bir ucunda kalış süreleri sona erdiğinde, karşılıklı olarak birbirini takip ederek diğerinin bölgesine geçerler. Bu kısmen Castor ve Pollux masalıdır,” diye yorumlar Rahip. “Nipinoukhe döndüğünde, beraberinde sıcağı, kuşları, yeşillikleri geri getirir ve dünyaya yaşamı ve güzelliği geri verir; ama Pipounoukhe soğuk rüzgârlar, buzlar, karlar ve kışın diğer olguları eşliğinde her şeyi harap eder. Birbirlerini takip etmelerine Achitescatoueth denir; yani karşılıklı olarak birbirlerinin yerlerine geçerler.” Belki de bulunabilecek en büyüleyici mevsim efsanesi, Çerokilerin “Güneyli Gelin” hikâyesidir. Kuzey, Güney’in kızına âşık olur ve onun ateşli kurlarına cevaben onu, herkesin buz evlerinde yaşadığı Kuzey Ülkesi’ne götürmesine izin verilir. Ancak ertesi gün güneş doğduğunda evler erimeye başlar ve insanlar Kuzey’e, Güney’in kızını anavatanına göndermesi gerektiğini, çünkü onun doğasının sıcak olduğunu ve Kuzey’e uygun olmadığını söylerler.


Ama Türler’in ruhları özellikle hayvanlar dünyasında önemlidir. Aynı Montagnailerden (bu açıdan inançları basmakalıptır) bahseden Le Jeune, “Onlar,” der, “her türden hayvanın bir ağabeyi olduğunu söylerler; bu ağabey tüm bireylerin kökenidir ve harikulade bir şekilde büyük ve güçlüdür. Kunduzun büyüğünün, belki de bizim kulübemiz kadar büyük olduğunu söylüyorlar, oysa küçüğü (sıradan kunduz demek istiyorum) bizim koyunlarımız kadar bile büyük değildir. Bir kimse, rüyasında bazı hayvanların eskisini veya atasını görürse şanslı bir ava sahip olacak, kunduzların büyüğünü görürse de kunduz yakalayacaktır. Geyiklerin büyüğünü görürse, rüyada gördüğü büyüklerin lütfuyla küçükleri ele geçirerek geyik yakalar. Bu büyük kardeşlerin nerede olduklarını sordum onlara. ‘Emin değiliz,’ diye cevap verdiler, ‘ama kuşların atalarının gökyüzünde olduğunu ve diğer hayvanların atalarının suda olduğunu düşünüyoruz.’” Rahip, başka bir bağlamda, bir Montagnai’den duyduğu şu hikâyeyi anlatır: “Uzun bir yolculuk yapan bir adam, sonunda kendisine yiyecek bir şeyler bahşedenin (ona tanrı demiş) kulübesine yani evine ulaşmış… Her türlü hayvan onun (tanrının) etrafını sarıyormuş, o da onlara dokunuyor, dilediği gibi davranıyor ve hayvanlar ondan kaçmıyormuş. Ama onlara zarar vermezmiş, zira yemediği için onları öldürmezmiş. Bununla birlikte bu yeni konuğa ne yemek istediğini sormuş ve konuğun bir kunduzun tadını çıkarmak istediğini öğrenince sorunsuz bir şekilde bir kunduz yakalayıp konuğuna yedirmiş; sonra ona ne zaman gitmeyi düşündüğünü sormuş. Konuk ‘İki gece sonra,’ diye cevap vermiş. ‘İyi,’ demiş adam, ‘iki gece benimle kalırsın.’ Bu iki gece olmuş iki yıl. Zira yıl dediğimiz şey, bize rızık verenin gözünde ancak bir gün veya bir gecedir. Ve insan, tanrıdan o kadar memnundur ki iki kış ya da iki yıl sadece iki gece gibi gelir. Adam kendi ülkesine döndüğünde yaşadığı gecikmeye çok şaşırmış.” Kulübedeki tanrı, şüphesiz Algonkinlerdeki evrenin yaratıcısı Messou’dur (Manabozho), çünkü o “tüm hayvanların ağabeyi” ve hayvan yaşamının hükümdarıdır. Benzer şekilde İrokualardaki evren yaratıcısı Iouskeha, ilkel hayvanları meydana getiren ve onlara isim verendir. Pere Brebeuf şunları ekler: “Hayvanların, dünyanın başlangıcından beri özgür olmadıklarına, Iouskeha’nın onları koruduğu büyük bir mağaraya kapatıldıklarına inanıyorlar. Belki bunda, Tanrının bütün hayvanları Âdem’e sunduğu gerçeğine dair bir ima olabilir.” İrokuaların yaratılış efsanesinin Seneca yorumunda rüzgârların mağarasından hayvanları getiren genç, aslında, onlara çeşitli adlar vererek Âdem’in görevini yerine getirir.

Üçüncü Bölüm
Orman Kabileleri (Devamı)

I. İrokua Kozmogonisi

Hewitt tarafından kaydedildiği şekliyle İrokuaların yaratılış efsanesinin Onondaga yorumu şu şekilde başlar: “Büyükbabam, efsaneyi beş kuşak ata tarafından anlatıldığı gibi dinlediğini anlatırdı ve kendisinin de bunu anlatma alışkanlığı vardı. Alışıldığı üzere şöyle anlatırdı: İnsanlar gökyüzünde, görünür gökyüzünün uzak tarafında yaşarlar. Ortak sahip oldukları barakalar genellikle uzundur. Barakaların sonunda, üzerinde birkaç hasırın bulunduğu kaba ağaç kabuğu şeritleri yayılmıştır. İşte, bütün gece gerçekten de orada geçer. Sabahın erken saatlerinde savaşçılar ava çıkarlar ve adetleri olduğu üzere her akşam geri dönerler.

Ezelden beri var olan, görünür göklerin üzerindeki bu sema, içinde yaşadığımız dünyanın prototipidir ve içinde kozmik dramanın ilk perdesi oynanır. Orada keder ve ölüm bilinmiyordu; orası huzur dolu bir bolluk ülkesiydi. İşe bakın ki, semavi bir kız, bir kız çocuğu doğurdu ve babası o doğmadan kısa bir süre önce hastalanıp öldü (evrendeki ilk ölümdü bu). Emir aldığı üzere çocuğun büyükannesi Kadim Bedenli Kişi tarafından bir mezar iskelesine yerleştirildi ve kız çocuğu oraya gidip ölü ebeveynle sohbet etmeyi alışkanlık haline getirdi. Büyüdüğünde ona, evleneceği ve yanında büyük cennet ağacının büyüdüğü Dünyanın Sahibi Şef’ine cennet âleminde bir yolculuğa çıkmasını emretti. Kız, bir akçaağaç kütüğü üzerinde bir nehri geçer, çeşitli baştan çıkarıcılardan uzak durarak köşke gelir; şef, çıplak vücuduna sıçrayan haşlayıcı lapa ve yanıklarının törpü dilli köpekler tarafından yalanması gibi çilelere maruz bırakır burada onu. Kız bu acılara başarıyla göğüs gerdikten sonra şef onu üç gece sonra hediye olarak mısır ve geyik etiyle beraber kendi halkının yanına gönderir. Kız, şefine geri döner ve şef, kızın hamile olduğunu görünce Ateş Ejderhası’nın haksız kıskançlığıyla hastalanır. Adı Bora Rüzgârı olan bir kız doğurur; bunun üzerine şef, aralarında geyik, ayı ve kunduz, rüzgâr, gün ışığı, gece, yıldız, kabak, mısır, fasulye, kaplumbağa, susamuru, sarıcık, ateş, su ve ilacın da bulunduğu cennette yaşayan Türlerin Eskileri tarafından ziyaret edilir. Aurora Borealis5, zihnini rahatsız eden şeyi sezer ve cennet ağacının kökünden sökülmesini önerir. Bu yapılır ve rüzgâr ile karanlık gecenin kaosuna bakan bir uçurum ortaya çıkar (“görünüm yeşildi ve renkli başka hiçbir şey yoktu,” der Seneca yorumu). Cennetin Şefi eşini ve çocuğunu bu açıklıktan aşağı atar, çocuk tekrar annesinin bedenine döner, önce ona mısır, geyik eti ve bir odun parçası verir, Ateş Ejderhası ise onun etrafında büyük bir ışık huzmesi oluşturur.

Dramanın Üst Dünya perdesi burada sona erer. Cennetten aşağı atılan dişi varlığın adı, Cizvit Relations’tan bildiğimiz gibi, yüce Toprak Ana anlamındaki Ataentsic veya Ataensic’tir. Cennetin Şefi onun eşidir, öyle ki dünya dramasındaki bu iki büyük aktör sırasıyla Yer ve Gökyüzü; ilk doğan çocukları ise Yaşam Enerjisi’dir.

Dramanın ikinci perdesi, Aşağıdaki Dünya’da geçer. Onondaga efsanesi şöyle devam eder:

“Vücudu, ortaya çıkana dek bir süre düşmeye devam etti. Görünüşe göre, aşağıda mavi bir ışık olmasına şaşırmıştı. Aşağıya baktı; düştüğü yerde bir göl varmış gibi görünüyordu. Hiçbir yerde toprak yoktu. Gölde yüzen birçok ördek gördü. Kadının bedeni hiç durmadan düşmeye devam etti.

O sırada Dalgıçkuşu şöyle bağırdı: ‘Bak, suyun derinliklerine bir kadın geliyor, buradan yukarı doğru süzülüyor.’ Diğerleri dedi ki: ‘Gerçekten de öyle.’

Kısa bir süre sonra Balabankuşu şöyle dedi: ‘Bedeninin suyun derinliklerinden yukarı doğru yüzdüğüne inandığınız doğru. Ancak yukarıya bakın.’ Hepsi yukarı baktılar ve ‘bu, şüphesiz ki doğru,’ dediler.

İçlerinden biri şöyle dedi: ‘Öyleyse, suyun derinliklerinde kara olması gerekiyor.’ O zaman Dalgıçkuşu dedi ki: ‘Ayrıca, önce alnındaki kayışla toprağı sırtında taşıyabilecek birini bulalım.’”

Bütün hayvanlar gönüllü olur. Su samuru ve kaplumbağa bunu dener ve başarısız olur; misk sıçanı, aşağıdan getirilen toprağı kaplumbağanın sırtına yerleştirerek başarılı olur. “O sırada kabuk büyümeye başladı ve onu kapladıkları toprak Katı Toprak oldu.” Ataentsic bu topraklara iner; düşüşü, onu karşılamak için yukarı doğru uçan tavuğun kanatları tarafından durdurulur.

Gelişen Dünya’da Bora rüzgârları yeniden doğar ve olgunlaşır. Ataentsic, rüzgârların efendisinden başkası olmayan bir gece yabancısı tarafından ziyaret edilir ve ikiz doğurur. Yosheha ile Tawiscara (Fidan ve Çakmaktaşı) isimli bu ikizler, düşmanlıklarını doğum öncesi bir kavga ile gösterirler ve doğumda annelerinin ölümüne neden olurlar. Ataentsic, onları semaya çıkarmasa da kızının bedeninden güneşi ve ayı şekillendirir. Fidan’ı kovar, çünkü Çakmaktaşı, annelerinin ölümünden Fidan’ın sorumlu olduğuna onu ikna eder.

Dramanın üçüncü perdesinde, Fidan ile Çakmaktaşı’nın yaratıcı eylemleri ve düşmanlıkları ayrıntılı bir şekilde anlatılır. Fidan (en eski unvanı Teharonhiawagon, yani Gökyüzünün Sahibi gibi görünse de daha çok Yoskeha olarak bilinir) evrenin yaratıcısı, yeryüzünün şekillendiricisi, yaşam ile yaz ruhudur. Çakmaktaşı veya Tawiscara, bir taklitçi ve düzenbaz, kötü niyetli varlıkların yaratıcısı ve kış güçlerinin ruhudur; ancak Ataentsic’in gözdesidir.

Perde Fidan’ın, babası Rüzgâr Hükümdarı’nı ziyaretiyle başlar. Babası ona hayvansal ve bitkisel gıdalar üzerindeki ustalığı simgeleyen yay, ok ve mısır hediye eder. Mısırın hazırlanması onun ilk başarısıdır. Ataentsic, üzerine kül dökerek işini kusurlu hale getirir: “Bunu yapma şeklin iyi değil,” der Fidan, “çünkü burada, bu dünyada yaşamak üzere olan insanların fazlasıyla mutlu olmasını istiyorum.” Sonra hayvan türlerinin ruhlarını ortaya çıkarır ve farklı hayvanların özelliklerini şekillendirir. Ancak Çakmaktaşı onları bir mağaraya hapseder. Fidan çoğunu serbest bırakmayı başarsa da bazıları geride kalır ve bunlar yeraltı dünyasının zararlı yaratıklarına dönüşür. Daha sonra Fidan bir güç denemesinde, hastalık ve kıtlığın sebebi olan kambur Hadui’yi (Sapling, tıbbın ve tütünün törensel kullanımının sırrını ondan öğrenmiştir) yener. Ataentsic’in annesinin kafasından ve vücudundan şekillendirdiği güneş ve aya rota belirlemesi Fidan’ın sonraki işiydi. Büyükanne ve Çakmaktaşı bu bedenleri gizlemişler ve dünyayı karanlıkta bırakmışlardı; Fidan, Ataentsic ve Çakmaktaşı tarafından takip edilirken dört yönü simgeleyen dört hayvanın da yardımıyla hayvandan hayvana geçen (Yunanlarda Selene’nin onuruna yapılan meşale yarışında olduğu gibi) güneşi tekrar çalar. Çakmaktaşı’nın yalnızca canavar üretmek için taklit ettiği insanın yaratılışı ve yeraltı dünyasına sürgün edilmesiyle yaratıcı drama tamamlanır.

“Ayrıca Fidan’ın başına bunun yaşam tarzından dolayı tekrar tekrar geldiği, bedeninin yaşlandığı ve aslında bedeni doğal olarak eskidiğinde yeniden dönüştürdüğü söylenir. Beden o kadar akıllıdır ki, yeni bir varlık kazanarak tekrar gençliğini geri kazanır. Öyle ki, ergenlik çağındaki ses değişiminin insanın gençliğine ulaştığını gösterdiği gibi, onun da bir insanın alışılmış olarak sahip olduğu boyuta yeni geldiği düşünülebilir. Dahası, bedeninde içkin orendanın (kişiliğine büründüğü, yansıttığı veya sergilediği, aracılığıyla güç ve kudret sahibi olduğu orenda) sürekli olarak dolu, eksilmemiş ve her şeye yetecek şekilde olması bundandır. Ve bir sonraki yerde otkon veya ölümcül olan hiçbir şey ya da bir sonraki yerde kendi başına ve meçhul olan Büyük Yok Edici bile onun üzerinde herhangi bir etkiye sahip değildir çünkü Fidan onun orendasına tamamen bağışıktır. Öte dünyada, onu yolundan alıkoyabilecek veya yeteneklerini perdeleyebilecek hiçbir şey yoktur.”

1636 Relations’ında Brébeuf, Huronlar hakkında şöyle söyler: “Tarlalarını ilkbaharda yemyeşil görürlerse, iyi ve bol ürün alırlarsa, kulübeleri başaklarla doluysa, bunu Iouskeha’ya borçludurlar. Tanrı’nın bu yıl bizim için ne planladığını bilmiyorum; ancak… Iouskeha’nın oldukça karamsar ve iskelet kadar zayıf bir halde, elinde zavallı bir başakla görüldüğü bildirildi.”

II. Algonkin Kozmogonisi

İrokua’nınkiyle karşılaştırıldığında Algonkin kabilelerinin kozmogonisi bulanık ve karışıktır. tanrıları insanlara daha az benzer ve hayvan biçimine daha yakındır; olayların sırası çok net bir şekilde tanımlanmamıştır. İrokua hikâyesinde Algonkin mitinde görünmeyen bir kişi veya olay neredeyse yoktur ve gerçekten de Algonkinler bu hikâyelerin yaratıcıları veya en azından daha önceki sahipleri gibi görünüyor. Yine de İrokua Konfederasyonu’na yansıyan aynı örgütlenme gücü, İrokuaların Algonkin komşularından ödünç almış gibi göründüğü kozmik hikâyenin daha ustaca özümsenmesi ve tasvirinde ortaya çıkıyor.

Algonkin mitindeki merkezi karakter, Yüce Tavşan Manabozho’dur (aynı zamanda Nanibozho, Manabush, Michabo, Messou, Glooscap gibi farklı isimlerle de bilinir). O, yaşam enerjisinin vücut bulmuş halidir: Yeryüzünün yaratıcısı ya da yenileyicisi, yaşamın yaratıcısı, hayvansal gıdayı bahşeden, kuşların ve hayvanların efendisidir. Brinton, şüpheli bir etimolojiyle, Manabozho’yu yaratıcı gün ışığıyla özdeşleştirerek, ismin asıl anlamını “Yüce Beyaz” olarak yorumlamıştır. Ancak Kızılderililerin aynı zamanda insanın ve tüm yaşamın Büyük Biraderi olan Tavşanların Atası ile yüce yaratıcı arasında yaptıkları özdeşliği sorgulamak artık makul değildir. Çünkü Algonkinler, kendi geleneklerine göre tavşanın başlıca hayvansal gıda ve bunların en bereketlisi olduğu soğuk kuzeyin çocuklarıdır. Ayrıca rızıkları güvencesiz olan insanların, yaşamın kaynağını başlıca besin kaynaklarıyla özdeşleştirmeye yönelik evrensel bir eğilimi vardır.



Manabozho ile büyükannesi Nokomis, dünya ve kendisi de hayvan biçiminde olan küçük kardeşi Chibiabos ile yakından ilişkilidir (örneğin, Mikmaklar, bu çifti Glooscap ve Sansar olarak bilir; Montagnais için bunlar Messou ve Vaşak; Menomineeler için Manabush ve Kurt’tur). Bu küçük erkek kardeş bazen ikiz olarak temsil edilir ve Nokomis, Manabozho ve Chibiabos’ta Huronların Ataentsic’i Iouskeha’sı ve Tawiscara’sının Algonkin örneklerini görmek zor değildir.

Büyük Tavşan’ın kökeni hakkında çeşitli hikâyeler anlatılır. Mikmaklar, Glooscap’ın doğmadan önce kavga eden ikizlerden biri olduğunu ve ikinci ikizin doğumunda anneyi öldürdüğünü (Glooscap intikam olarak onu öldürür) ileri sürerler. Menomineeler şöyle anlatırlar: “Nokomis’in kızı (Yeryüzü) aynı zamanda Ateş olan Manabush’un annesidir. Çakmaktaşı, Nokomis’ten meydana gelmiştir ve bir başınadır. Sonra Çakmaktaşı bir kâse yaparak onu toprağa batırır; bir kâse dolusu toprak yavaş yavaş kana dönüşerek şeklini değiştirmeye başlar. Böylece kan, Tavşan Wabus’a dönüşür. Tavşan insan biçimini alır, zamanla bir insana dönüşür ve böylece Manabush oluşur.” Başka bir yoruma göre Nokomis’in kızı ikiz doğurur, bunlardan biri tıpkı annesi gibi ölür. Nokomis, korunması için sağ kalan çocuğun üzerine tahta bir kâse (bunun göğün bir sembolü olduğunu unutmamalıyız) yerleştirir; kâseyi geri alırken kulakları titreyen beyaz bir tavşan görür: “Ey sevgili küçük Tavşan’ım,” diye bağırır, “Manabush’um!”

Diğer kabileler, Büyük Tavşan’ın dünyaya Büyük Ruh’tan bir hediye olarak nasıl geldiğini anlatır. Chippewalar her şeyden önce Büyük Ruh olan Kitshi Manito’yu, sonra da hizmetkârı Manabozho olan İyi Ruh Dzhe Manito’yu kabul ederler. Bunlar Yukarı Dünya’da yaşar. “Dzhe Manido’nun hizmetkârı Minabozho dünyaya baktığında Ojibwa’nın ataları olan insanları, yani Anishinabeg’i gördü. Onlar, dünyanın dört köşesine yerleşmişlerdi (kuzeydoğu, güneydoğu, güneybatı ve kuzeybatı). Ne kadar çaresiz olduklarını gördü ve onlara sürekli maruz kaldıkları hastalıklardan korunma yollarını bahşetmek ve onlara yiyecek olarak hizmet edecek hayvanlar ve bitkiler vermek isteyen Minabozho, düşünceli bir şekilde dünyanın merkezinin üzerinde uçmaya devam etti. Onlarla iletişim kurmanın birtakım yollarını bulmaya çalışıyordu.” Minabozho’nun altında bir su gölü vardı. Burada bir susamuru gördü, arka arkaya ana noktaların her birinde belirdi ve sonra merkeze yaklaştı. Burada Minabozho onunla tanışmak için (bir adaya) indi ve ona kutsal tıp topluluğu olan Midewiwin’in gizemleriyle bazı talimatlar verdi.

Potawatomilere göre Büyük Tavşan, kutsal bir gizemin kurucusu ve ilaç veren olarak da görünür. Hikâye, Peder De Smet tarafından kaydedilmiştir: “Yeryüzüne büyük bir manito geldi ve insanların çocukları arasından bir eş seçti. Dört oğlu oldu; ilk doğan, insan ırkının dostu, insan ile Büyük Ruh arasındaki arabulucu olanı Nanaboojoo olarak adlandırıldı. İkincisi, ruhlar ülkesine liderlik eden ölülerden sorumlu Chipiapoos’tu; üçüncüsü, yani Wabasso, ışığı görür görmez kuzeye doğru kaçtı ve orada beyaz bir tavşana dönüştü; bu isimle orada büyük bir manito olarak kabul edildi. Dördüncüsü, çakmaktaşından olan Chakekenapok’tu. Dünyaya gelirken annesinin ölümüne sebep oldu.” Hikâye, Nanaboojoo’nun yaptıklarını anlatmaya devam eder. (1) Nanaboojoo, annesinin intikamını almak için Chakekenapok’un peşine düşer ve onu öldürür: “Bu taş adamın vücudundan kopan tüm parçalar daha sonra büyük kayalara, bağırsakları ise her türden asmaya dönüştü ve tüm ormanlarda derin kök saldı; yeryüzüne dağılmış çakmaktaşları, farklı savaşların nerede gerçekleştiğini gösterir.” (2) Nanaboojoo’nun sevgili kardeşi Chipiapoos, bir gün buzun üzerine çıkmaya cesaret ederken kötü niyetli manitolar tarafından dibe sürüklendi. Bunun üzerine Nanaboojoo bu varlıkların çoğunu en derin uçuruma fırlattı. Altı yıl boyunca Chipiapoos’un yasını tuttu, ancak bu sürenin sonunda manitoların en yaşlı ve bilge olan dördü ilaçlarıyla onu iyileştirdi. “Manito, kayıp Chipiapoos’u geri getirdi, ama kulübeye girmesi yasaktı. Ona delikten yanan bir kömür verildi. Gidip ruhlar bölgesini yönetmesi ve orada amcalarının ve halalarının, yani orayı onarması gereken tüm erkek ve kadınların mutluluğu için bu kömürle asla söndürülmemesi gereken bir ateş yakması emredildi.” Nanaboojoo daha sonra tüm ailesini manitonun getirdiği tıbbın gizemleriyle tanıştırdı. (3) Daha sonra Nanaboojoo hayvanları yarattı; toprağı, kökleri ve bitkileri büyükannesinin sorumluluğuna verdi ve dört ana noktaya mevsimleri ve gökcisimlerini kontrol eden ruhları yerleştirdi, bulutlara ise aracıları olan Gökgürültüsü kuşlarını yerleştirdi.

5.Kutup ışıkları. (ed. n.)
252,92 ₽