Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Zodyak Karşısında», страница 3

Шрифт:

Durumumun kaygısı ve vahameti beni çok az rahatsız etmişken ya aktif olarak makinemi yönlendirmek ve manipüle etmek ya da gözlerimin önüne sunulmuş olan muhteşem görsel şöleni izlemekten dolayı fazlasıyla yorulmuş, bu yüzden uykuya yenik düşmüştüm ve bütün bu duygu karmaşası sonunda sık sık korkunç rüyalar görerek uyanmama neden olmuştu. İki ya da üç kez, bu şekilde uyanış esnasında, meta pusulayı incelemeye gitmiş ve bir keresinde yönlendirdiğim yıldızların doğru pozisyonlarından sağa doğru bir iki saniye kaydığını fark ederek dümenin yeninden ayarlanmasının gerekli olduğunu görmüştüm.

Yükseliş esnasında, gemimin kıç tarafının üst kısmındaki bir elektrikli lambadan yayılan ve cilalı metalik duvarlara yansıyan parlak ışığın altında gemiyi tamamen dolaştım. Sonrasında, yolculuğa çıkmadan birkaç saat öncesine kadar hiçbir şey yemediğim için karnım acıktığından, kahvaltı yapmaya karar verdim. Yer çekiminin azalmış olmasından dolayı, bir miktar sorun yaşayacağımı bekliyor ve Dünya’nın üzerindeki bu muazzam yükseklikte kaynama noktasının etkilenmeyeceğinden şüphe duyuyordum; ancak bunun sadece atmosferin basıncına bağlı olduğunu ve baskının yer çekiminin yokluğundan etkilenmediğini fark ettim. Bulunduğum atmosferde, biraz daha yoğun olan kaynama noktası Dünya’ya göre 100° değil, 101° dereceydi. Geminin iç kısmının, ocaktan ve duvarlardan eşit uzaklıkta olan bir noktada alınan sıcaklığı yaklaşık 5 °C idi; hoş olmayan bir soğukluktu; ancak yine de bir palto yardımıyla bu durum hiç de rahatsız edici değildi. Bu sırada pencerelerin dışına koyduğum termometrelerle mekânın soğukluğunu ölçmenin kesinlikle imkânsız olduğunu da fark etmiştim; ama bazı yazarların varsaydığı uç noktadan çok daha az olduğuna inanıyordum. Bununla birlikte, cıvaları dondurmak ve atmosferik veya laboratuvar sıcaklık testi olarak kullanılan diğer tüm maddeleri, daha fazla kasılmaya gerek kalmayacak bir katılığa indirgemek için yeterince soğuktu. Dış termometrelerden birini ispirto ile doldurmuştum, ancak bu daha kontrol etme olanağı bile bulamadan kırılmıştı ve ampulü maalesef karartılmış ve karbonik asit gazı ile doldurulmuş bir başkasında gözle görülür bir vakum etkisi yaratmıştı. Gaz donmuş muydu, yoksa ampulün alt kısmına mı batmıştı, elbette bunu görebilmemin imkânı yoktu. Yemeğimi tamamladığım ve mekiğin içindeki atmosferin durumu açısından ihtiyatlı bir değerlendirmenin bana izin verdiği oranda, bir miktar puro içtiğim sırada, kronometrenin saati 10’u gösteriyordu. Bu zamana kadar ağırlığın neredeyse yok olması şaşırtıcı değildi. Bedenim neredeyse küçük bir kümes hayvanının ağırlığına düşmüştü ve küçük parmağımı mekiğin duvarının üst tarafına sabitlediğim borulardan birinin üzerine taktığım halkalardan birine sokarak, kendimi on beş dakikadan fazla bir süre boyunca hiçbir yorgunluk hissetmeden asılı tutmuş ve ağırlığımı destekleyebilmiştim; aslında bütün bu süre zarfında kesinlikle hiçbir kas yorgunluğu hissetmemiştim. Bu durum sadece tek bir sıkıntıya neden olmuştu. Hiçbir şeyin istikrarı yoktu; böylece en ufak bir itme veya sarsıntı sabit olmayan her şeyi altüst edebilirdi. Ancak bu zamana kadar böyle bir şeyin olabileceğini daha önceden tahmin edebildiğimden, bazı şeylerin sabitlenmemiş olması benim açımdan çok önem arz etmemişti, sadece kahvaltım esnasında kaşığımla yumurta kabındaki yumurtaya hafifçe dokunmam, onun kahve fincanımın içine düşmesine ve fincanın devrilmesine neden olduğundan kendime sinirlenmiştim. İçeceğimin büyük bir kısmını kurtarmayı başarmıştım çünkü ağırlık çok değişmiş olsa da atmosfer basıncı aynıydı; kurşun, hatta ve hatta porselen veya sıvılar, Dünya’nın yakın çevresinde mekiğin içinde tüy kadar yavaş bir şekilde düşüyordu. Yine de kendimi herhangi bir yöne yaslayıp neredeyse her pozisyonda dinlenebilecek hâlde bulabilmek, vücudun ağırlık merkezi için en ufak bir desteğin bile yeterli olması; ayrıca, Yankilerin en sevdiği alt ekstremite pozisyonu olan, topuklarım havada baş üstü vaziyette algılanabilir bir kan tıkanıklığı ya da beyin karışıklığı olmadan birkaç saat boyunca kalmanın mümkün olduğunu tespit etmek benim için yeni bir deneyim olmuştu.

Bütün günümü soyut hesaplamaları yaparak geçirdim, çünkü bu süre zarfında Dünya’ya ait hiçbir şey göremeyeceğimin -karanlık tarafın karşımda olması ve Güneş’in tamamen gizlenmesi ve henüz yeni göksel olayların beklenebileceği alanlara girmekten uzak olmam dolayısıyla- farkındaydım; tabii ki gemimdeki aydınlatma seviyemi kısıtlı tutmaya çalışarak, zaman zaman diskometre ve metal pusulayı kontrol etmiş, sonrasında saat 19.00’a (7 P.M.) kadar güzel bir uyku çekmiştim. Bu sırada Dünya, bir dürbünle bakıldığında görüş açımda sadece Ay kürenin yaklaşık olarak otuz katı büyüklüğünde bir alana sahipti; -ilk başlarda bunu yıldızların olmamasından kaynaklı olarak tanımlamıştım- ancak giderek çöken karanlığın ardından, ufuktan onun gözüme neredeyse dolunay kadar büyük göründüğünü fark etmiştim. Tam bu sırada, bunun bir küre olduğunu tanımlayabilmem için yeni bir yöntem yakalama fırsatı bulmuştum. Aslında, alt pencereden bakarken, Dünya ile ilgili olarak, aramızda hiçbir dış ortamın bulunmadığı ancak ay mesafesinin yaklaşık üçte ikisi uzaklığında bulunan ay yarım küresinin bir yerlisinin ona doğru dönmüş olabileceği konumdaydım. Ve bir tutulma sırasında, Ay bilimcisi Dünya’nın etrafında Güneş ışınlarının kırılmasıyla oluşan bir haleyi -Ay’ı onu görünür kılmak için aydınlatan çoğunlukla yeterince parlak bir hâle olarak- karasal atmosferde nasıl görüyorsa ben de dünyayı tutulmalarda görüldüğü gibi güneşin ışık halesine benzer bir haleyle çevrili gibi görüyordum. Görünüşünü o kadar parlak olmasa da güneş ışınlarının oluşturduğu halelerin aksine, renkli, kızıllığın baskın olduğu, tutulmakta olan bir Ay’ın tam olarak sahip olduğu tuhaf tonuyla açıklayabilirdim. Işığın resmedilmesini sağlayacak bir araç bulunmuş olsaydı bile, bu görselliği tasvir edebilmek en yetenekli sanatçıların dahi yeteneklerinin sorgulanmasına neden olabilirdi, böylesi bir sanatçı bile bu görseli en iyi ihtimalle kusurlu bir biçimde resmedebilirdi. Okuyucularımın, onun güzelliğini, parlaklığını ve harika doğasını zihinlerinde canlandırabilmesi için, Homeros’tan bu yana -ki Homeros bile yetersiz kalırdı- hiçbir şairin sahip olmadığı kadar kelimelere hükmetmesi gerekirdi. Garip olan ve belki de anlaşılabilir hâle getirilebilen şey farklılığıydı ya da daha açık ve daha doğal bir ifade kullanmak gerekiyorsa, doğru olmasa bile, bu dünyevi hâle tonlarının aşırı hareketliliğiydi. Güneş prototipinin dört ana noktasında genel olarak gözlemlenen, şayet bu şekilde isimlendirmek doğru olacaksa, herhangi bir tozlaşma yoktu. Çemberin dış kısmı uzayın karanlığı içerisinde çok hızlı biçimde soluyordu; ancak kesinlikle tanımsız olsa da kenarlar mükemmeldi. Bununla birlikte genel anlamda gökkuşağı renkleriyle boyanmış kızıl zemin üzerinde -belki de en iyi şekilde parlak koyu kırmızı bir arka plan üzerinde görülen gökkuşağı olarak tanımlanabilirdi- çok yoğun bulutsu oluşum yüzünden orada ve burada siyah ya da açık veya koyu gri lekeler vardı. Bunların her birinin kenarları, birbirlerini kesen ve halelerin sürekli olarak hatlarını değiştirdikleri küçük düzensiz gökkuşağı renk haleleriydi; parlak ışığın düzensiz oynamalarına maruz kaldığında opal, sedef ya da benzer renkte saydam maddelerdeki yanıp sönme ya da patlama sürekli renk değişkenliği gösterebiliyordu. Sadece bu durumda renk tonları karşılaştırılamaz biçimde daha parlaklaşıyor, değişim hızlı olmasa bile çok daha çarpıcı hâle geliyordu. Herhangi bir anda yüzeyin herhangi bir noktasının ya da bir kısmının bunu ya da kesin tonu sunduğunu söyleyemem, ancak yine de arka planının kızıllıkla desteklendiği bu gökkuşağının genel karakteri, gayet sabit ve belirgindi.

Pencereden içeriye süzülen ışık fazlasıyla loş ve mekiğimin içini yeterince aydınlatamayacak kadar kuvvetsiz biçimde dağılıyordu, bu enfes manzaranın sunmuş olduğu görsel şöleni bir anlığına olsun kaçırmamak için, içerideki tüm elektrikli lambaları söndürdüm. Birkaç yansımadan sonra, Güneş diskinin görüntüsünü ölçmek için hedeflenen ayna üzerine düşen halenin görünüşü, elbette çok daha az parlaktı ve dış sınırı doğru ölçüm yapabilmem için yetersiz kalmıştı. Işığın, Dünya’nın karanlık diski tarafından sınırlandığı yerdeki iç kenarları, koyu kırmızımsı mordan mutlak siyahlığa çok daha hızlı bir şekilde geçerek, gölgelenmişti.

Tam bu sırada, beni bekleyen ilk sürpriz hadiseyle karşılaştım. Göstergeler yeniden yer çekimi olduğunu gösteriyordu, diskometre Dünya’nın ve etrafındaki halenin yarıçapını tekrar tekrar ölçmüş, ikinci iç kenar, elbette ki hiçbir yansıma oluşturmayan siyah diskin ölçümünü vermişti. Bir anda, iki belirti arasında sinyal farklılıkları olduğunu gördüm ve toprak ölçümlerini revize etmek için dikkatlice hesaplamaları kontrol ettim. On üç ölçümün ortalamasına göre halenin yaklaşık 87’ ya da disk genişliği olarak yaklaşık 1-1/2’ genişliğe sahip olduğunu tespit ettim, bu da alaca karanlığın kenarı ya da uzvunun yaklaşık 2° 50’ olmasını sağlıyordu. Şayet atmosferdeki sapma yaklaşık 65 mil derinlikte olsaydı, bu oranlar doğru olarak kabul edilebilirdi. Lambayı yeniden yaktıktan sonra iki alet tarafından elde edilen sonuçları kâğıda aktararak üzerlerinde birkaç kez daha çalıştım. Diskometre yaklaşık olarak 40 karasal yarıçap ya da 160.000 mil mesafe sonucunu veriyordu. O zaman bu ölçüme göre gösterge, Dünya’daki yer çekimi nedeniyle, yeryüzünde hâkim olandan 40 değil, 1600 kat daha az yer çekimi olduğunu göstermiş oluyordu ya da daha hassas bir ölçümle ifade etmek gerekirse, 100 lbs’lik bir ağırlık, yer yüzeyinde bir ons ağırlığa sahip olmalıydı. Ancak ölçümler iki ons olduğunu, yerçekiminin 1600 değil, karasal olarak 800’de biri olduğunu, yani beklediğimden iki katı daha fazla olduğunu gösteriyordu. Bu konu hakkında akıllı okuyucuların aksine çok daha fazla aklım karışmıştı: aklımızı yoğun bir şekilde meşgul eden birçok bulmacada olduğu gibi aslında açıklama o kadar açıktır ki bunu ancak utanç içerisinde çözüm bulunduğu anda anlayabilirdiniz. Çözüm aslında Columbus’un yumurta bilmecesi kadar basitti. Nihayetinde, Ay açısı -Ay’ın görünen pozisyonu- aynı ayrılma mesafesi veya yüksekliğini veren diskometrenin okumasını doğruluyordu, göstergelerin düzensiz ya da gelecekteki gözlemlerimin kanıt ve açıklama sağlayabileceği bazı kesin yasalara tabi olması, benim diğer ilgili alanlara yönelmem gerektiğini gösteriyordu.

Soldaki üst pencereden baktığımda ilk fark ettiğim şey, sırada üçüncü büyüklükte olması gereken bir yıldızın hızla genişlemesinden, ancak bir dakikadan kısa bir sürede ilk büyük yıldızın boyutlarına ulaşmasından ve bir dakika içinde yüz kat daha büyük çapa sahip olan bir büyüteçle bakıldığı zaman görüldüğü gibi Jüpiter gezegeninin büyüklüğüne sahip olduğunu görünce büyük bir şaşkınlık yaşadım. Ancak diskin dış hattının bir sürekliliği yoktu ve ona doğru yaklaştıkça mesafenin kesinlikle belirsiz olmasından dolayı, boyutunun varsayıma dayalı bir tahmin bile oluşturamayacak kadar düzensiz bir kütle olduğunu algıladım. Parlaklığı yaklaştıkça genişleme ile orantılı olarak zayıflıyor ve ışığının yansıtıldığını kanıtlıyordu ve görünüşe göre Dünya yönünde benim yanımdan geçerken, kesinlikle bazı boyutlardan dört, belki de yirmi fit çapında ve görünüşe göre esas olarak demirden oluşan, atmosferde muazzam hız ya da tam tersi düşmenin şokuyla almış kırıklarla az ya da çok kabarık bir yüzeye sahip olan, ancak açıları Dünya’nın yüzeyinde bulunanların çoğundan daha düzenli ve daha keskin olarak tanımlanabilecek, çoğunlukla metalik olduğunu bilmeme yetecek kadar görüşe sahip olduğum bir kütleydi. İçlerinden yüzercesine geçtiğim yıldız denizini saymaya çalışmama rağmen, en parlak gecede bile çıplak gözle göründüğünden çok daha fazla olduklarına ikna olmuştum. Deneyimsiz gözleriyle, şairler ve hatta eski gözlemcilerin Dünya’dan görünen yıldız sayısını deniz kıyısındaki kum tanelerine benzeterek ne kadar abarttıklarını düşündüğümü, bunun yanı sıra sabırlı ve özverili çalışmalarıyla haritaları hazırlayanlarının gökyüzünün tamamında en keskin gözlerin bile sadece binlercesini gördüğünü iddia ettikleri sözlerini hatırladım. Bense, sanırım şimdi bu sayının yüz katını görüyordum. Tek kelimeyle, içinde yüzdüğüm karanlığın küresi ışık noktaları ile dolu görünüyordu, onları çevreleyen mutlak karanlık, en ufak bir radyasyonun olmaması veya geniş alanın aydınlatılması, atmosfer tarafından üretilen ışığın yayılmasına alışkın olan bir gözün kelimelerle tarif edemeyeceği kadar olağanüstüydü. Burada takımyıldızlarının tanınmasının ilk başta aşırı zor olduğunu söyleyebilirim. Yeryüzünden gökyüzünün herhangi bir bölümüne baktığımızda, kişinin çaba sarf etmeden aralarındaki en parlak olanlarını fark ederek işaret edebildiği çok az sayıda yıldız görebiliyoruz; bulunduğum konumda ise çokluk o kadar büyüktü ki sadece sabırlı ve tekrarlanan çabalarım, Avcı ya da Büyük ya da Küçük Ayı gibi takımyıldızlarını tanımlamaya alışık olduğumuz tuhaf derecede parlak ana kısımları diğerlerinden ayırmamı sağlıyordu, ikincil büyüklükteki birkaç küçük takımyıldızı veya daha keyfî düzeyde parlaklık sergileyen diğer yıldızlardan hiç bahsetmiyorum bile. Gözün içgüdüsel olarak bir mesafe hissi yoktu; herhangi bir yıldız o an için sadece bir taş atımı mesafede olabilirdi. Bir yandan geminin hareketi kesinlikle algılanamazken, öte yandan, duyularım açısından çok daha az algılanabilir olan yıldızların arasında hareket ettiğimi doğrulayabilmem için hiçbir konum değişikliğinin olmaması, gerçekten çok zor tarif edilebilir bir durumdu. Tanınan her yıldızın yönü, Dünya’nın yörüngesinin 19 milyon mil aralığındaki iki ucundan da aynı göründüğü için Dünya’dakiyle aynıydı. Herhangi bir pencereden baktığımda, yeryüzüne benzer bir Apergy açıklığına bakmaktan daha fazla bir alan bulamıyordum. Yıldızlara dair beklentilerim açısından yeni ve ilginç olan şey, Ekvator’un yakın çevresi haricinde, sadece dünyanın aynı noktasında asla görünmeyen kuzey ve güney yıldızlarını görebilmem değil; aynı zamanda Dünya diskinin gizlediği küçük alandan tasarruf ederek, pencereden pencereye geçip, tüm gökyüzünü araştırarak bahar ekinoksunu çevreleyen yıldızları ve hemen sonrasında konumumu değiştirerek sonbahar ekinoksunu görebiliyor olmamdı. Başımı biraz çevirdiğimde, aynı yönde hem Büyük Ayı’yı, hem Kuzey Yıldızı’nı (alpha Ursæ Minoris)görebiliyordum, diğer tarafıma döndüğümde ise karşıma Güney Haçı, Carina ve Erboğa takımyıldızları çıkıyordu.

Yaklaşık 23 saat, 30 dakikanın sonunda ilk günün kapanışına yaklaştığım sırada, tekrar göstergeyi inceledim. Bu gösterge, 19 saatte kaydedilen 1/800’den inanılmaz derecede küçük bir değişiklik olan dünyadaki yerçekiminin 1/1100 olduğunu gösteriyordu, bu da farkın sadece karekökü ile orantılı bir ilerleme olduğu anlamına geliyordu. Gözlem, cihazın ölçümlerine güveniyorsam, sadece 18.000 mil ilerlemiş olduğumu ifade ediyordu. Mekiğin şu ana kadar saatte 4000 milden çok daha yüksek bir hıza ve Dünya’dan 33 karasal yarıçaptan veya 132.000 milden daha fazla bir mesafeye ulaşması imkânsızdı. Dahası, göstergenin kendisi 19 saatte 28-1/2 yarıçaplı bir mesafe kat edildiğini ve gösterdiğinden bu yana sürdürülenden çok daha yüksek bir hız olduğunu da göstermişti. Lambayı söndürerek, dünyanın dismetre üzerindeki çapını 2° 3’ 52’(?) ölçtüğünü fark ettim. Bu da 90.000 mil civarında bir kazanımı ifade ediyordu; hesaplamalarıma göre son dört buçuk saat içerisinde eğer hızım bu seviyelere yaklaşacak olursa, tahminlerim tutmuş olacaktı. Bu zamana kadar bana saatte en az 22.000 mil hız vermesi gereken, başladığımdan bu yana büyük bir direnç gösteren kratometreyi inceledim. Sonunda, çelişkilerin savurganlığı tarafından önerilen sorunun çözümü gözlerimin önünde parladı. Gösterge, sadece dismetre ve hesaplamalarım ile çelişmekle kalmıyor, aynı zamanda kendisiyle de çelişiyordu; çünkü sürekli bir itici güç altında, ilk on sekiz saat içinde Dünya’nın 28-1 / 2 yarıçapını ve sonraki dört buçuk saat içinde 4-1 / 2’den fazlasını aşmış olmam imkânsızdı. Gerçekte, neredeyse tam olarak aynı yönde çalışan iki ayrı çekim merkezi olan, Dünya’nın ve Güneş’in çekim gücünden etkilenmişti. İlk başta eskisinin çekim gücü o kadar büyüktü ki Güneş’in çekim gücü Dünya’nın yüzeyinden daha fazla algılanmıyordu. Ama ben yükseldikçe ve dünyanın çekim gücü, merkezinden uzaklığının karesiyle orantılı olarak azaldığından -8000 milde iki katına, 16000 milde ise dört katına çıkmıştı ve böyle devam edecekti- 95.000.000 mil gibi geniş mesafesine oranla bu kadar küçük farklılıklardan fark edilebilir bir şekilde etkilenmeyen Güneş’in çekim gücü, toplam yer çekiminde giderek daha önemli bir unsur hâline gelmişti. Hesapladığım gibi 19 saat itibariyle 160.000 mil yeryüzünden bir mesafeye ulaşmış olsaydım, Dünya ve Güneş’in çekim gücü merkezleri o zamana kadar neredeyse eşit konumda olurdu ve bu noktada beni şaşırtan olay, göstergenin belirttiği gibi yer çekiminin, Dünya’nın tek başına çekim gücünü göz önünde bulundurarak hesapladığımdan tam olarak iki kat daha fazla olduğuydu. Bu noktadan itibaren Güneş’in çekim gücü esas olarak hâlâ mevcut ağırlığa neden olan faktör; Dünya’ya olan mesafemi iki katına çıkaran, etkisini dörtte bir oranında azaltan, dört yüz kat daha uzak bir cismin algılanmasını etkilemeyen bir konum değişikliğiydi. Kısa bir hesaplama, akılda tutulan bu gerçeğin, göstergenin ölçümlerinin dismetreninkiyle büyük ölçüde örtüştüğünü ve aslında neredeyse tahmin ettiğim yerde olduğumu, yani Ay’ın Dünya’ya karşı en uzak mesafeden biraz daha uzakta olduğumu gösteriyordu. Ay’ın yörüngesini geçtiğim süreci takip edememiştim; şayet bunu yapmış olsaydım, o zaman rotamın üzerinde ciddi bir etki yapmaktan çok uzak olduğunu da fark edebilirdim. Dümeni ayarladım ve yolculuğumun ikinci günü başladığı sırada dinlenmek için yatağıma çekildim.

BÖLÜM III
KULLANILMAYAN DERİNLİK

Saat beşte uyandığımda, bahçemdeki bitkilerin yapraklarında ve özellikle de daha büyük yapraklı olan tam olarak ekimini tamamlamış olduğum bitkilerin yapraklarında solmalar gerçekleştiğini gözlemledim, şayet onları ekmiş olduğum bölgede ortaya çıkardıkları gazları emmeyecek ve bu gazları kendilerini beslemek için gerektiği şekilde dönüştüremeyecek olurlarsa bu bitkiler benim açımdan sıkıntılı sorunlara yol açabilirlerdi. Bunun yanı sıra, elbette onları Mars’a naklederek yetiştirme fırsatımı da kaybedebilirdim, ancak yanımda getirdiğim tohumdan yetişecek fideleri, gerçekte Dünya yüzeyinde yaşamlarına başlamış olan bitkilerden daha uyumlu bir biçimde yetiştirebileceğimi umut ediyordum. Bitkilerin solmaya başlamasındaki başarısızlığımı, doğal olarak gerçekleşmesi gereken yer çekimi etkisi ile özsu sirkülasyonu arasındaki bilinen bağlantıyla yorumladım; yine de kendi bedenimde benzer bir rahatsızlık yaşamadığım için bunun bitki örtüsünü de ciddi anlamda etkilemeyeceğini ummuştum. Camların üzerindeki iç havadan kaynaklı oluşan nem konjektörünün daha sonra tutulduğu konumda kurumasıyla -iç sıcaklığı, konforun elverdiği ölçüde tutmak için, termik akımları duvarlara yönlendirerek çok fazla zahmete girmemiş olsaydım, bu durum gerçekten çözülemez bir sorun hâline gelebilirdi- duvarların ve pencerelerin iç yüzeyinde sıcaklığın 4 °C’ye düşmüş olması akla yatkın bir sıkıntı olsa da daha liberal bir sulamanın etkisini denemekten korkuyordum. Termometrenin dikkatli kullanımı, daha önce metalik yüzeyinin neredeyse sıfır C veya 32 °F olduğunu gösteriyordu. Pencerelerin iç yüzeyi biraz daha soğuktu, oluşan kristallerin kalınlıkları da metalin iç ve dış astarları, masif beton iç yüzeyleri ile duvarlara göre daha geçirgen olduğunu kanıtlıyordu. Fizyolojik süreçler sonucu oluşan ısı akımını bahçenin her iki bölümüne de yönlendirerek, bu sayede bitkilerin soğuktan dolayı alabilecekleri herhangi bir hasarı en aza indirgemeye çalıştım. Biraz bekledikten sonra solmanın hâlâ devam ettiğini anlayınca başka bir şey denemeye karar verdim ve toprağın altına bakır bir tel aparatı yerleştirdim, böylece telin uçlarının bitkilerin kökleriyle temas etmesini sağlayacak, bu teller üzerinden uzun süreli zayıf elektrik akımı yönlendirebilecektim; bu sayede bitkilere fiziksel olarak faydalı bir ısı kaynağı sağlayarak, yolculuğum sona erene kadar bitkilerin düzgün bir şekilde yetişmeye devam edeceğini umuyordum.

Bu yapay gezegenin yalnızlığında, geçirdiğim haftaları bir günlük tutarak anlatmaya çalışmak sadece yer ve zaman kaybı olurdu. Gayet tabii olarak uzayda yapılan bir yolculuğun tekdüzeliği genel anlamda Atlantik okyanusu boyunca uzun süre herhangi bir ada ya da başka bir gemiyle karşılaşılamayacak bir yolculuktan çok daha büyüktü. Ancak sürekli olmasa da çok sık olarak teleskopun kusurlu da olsa sunmuş olduğu keşfedilecek yeni bölgelere yapılacak olan yolculukların bir seyir defterinin tutulması gerekiyordu. Ancak bir defterin başına oturarak geminin fiilî davranışlarıyla bağlantısı olmayan durumları, gerekli dikkati kesintisiz bir şekilde sürdürerek anlatmaya çalışmak çok zordu. Bu konuda çalıştırabileceğim tek duyu organı olan gözlerim, sürekli bir şeyleri gözlemlemek için açıktı; ancak elbette zamanımın büyük kısmı, herhangi yeni bir şey ya da bir hadise yaşanmadan geçiyordu. Bu kadar emsalsiz veya paralel olmayan, kesinlikle geri dönüşümsüz ve neredeyse bilinmeyen bölgeler aracılığıyla çok az şey öngörülebilen veya sağlanabilen bir yolculuğun tekdüze olması garip görünebilirdi. Ama gerçekte, durumun yenilikleri, çok çarpıcı ve ilginç olsa da bunların her biri hızlı bir şekilde incelenerek gerçekleştirilip tabiri caizse tükeniyordu ve bu bir kez yapıldığında, garipliğin devamında bilindik manzaranınkinden daha büyük başka bir meşguliyet kalmıyordu. Etki bir kez incelendiğinde, az ya da çok parlak ışık noktalarıyla dolu olan çevredeki karanlığın sonsuzluğu ve daha fazla başka bir şeyin olmaması, ona kesinlikle denizin ölü gri çemberinden daha hoş ama daha ilginç veya çekici bir izlenim kazandırıyordu. Atlantik okyanusu üzerinde seyrine devam eden bir gemiden, herhangi bir insani tesir ya da hava koşullarından kaynaklı bir sorun yaşanmadığı sürece gökyüzünde oluşan solgun gri bir bulut kütlesini bu şekilde gözlemleyebilmek, elbette ki çok zayıf bir ihtimaldi. Dünya diskinin hâlâ Güneş’i gizlediği tek yön hariç, etrafımdaki her şey saatlerce ve günlerce değişmedi; makinelerimin yönetimi, aletlerimin arada sırada gözlemlenmesinden ve dümen pozisyonunda yirmi dört saat boyunca sadece birkaç kez yapmış olduğum ufak değişiklikler dışında yapacak pek bir işim olmamıştı. Gece ve gündüz, güneş ve yıldızlar, bulut veya berrak gökyüzü bile değişmemişti. Her gün boş geçen zamanlarımda neler yaptığımı anlatarak okuyucularımın canını sıkmak istemiyorum -kesinlikle itiraflardan şaşıracaklardır-çünkü bu zamanlarda ben kendimden bile sıkılıyordum. Uykum az ya da çok bir zorunluluk hâline gelmişti. Hiç bölünmeden yedi saatlik bir uyku bana yeterli olsa da her gün muntazaman sekiz saat uyumaya özen gösteriyordum, yirmi dört saatin geri kalanında beynim daha sessiz ve heyecansız çalışsa bile, bu kesintisiz uyuklama döneminden zevk almam imkânsızdı. Bu yüzden uykumu öğleden sonra ve gece yarısından sonra kural olarak her biri dört saatten çok olmamak kaydıyla, iki bölüme ayırmaya karar verdim ya da daha doğru ifade etmem gerekirse öğlen ve gece yarısı benim için hiçbir anlam ifade etmediğinden, saat 12’den itibaren 16’ya kadar ve saat 24’ten sabah 4’e kadar uyku saatlerimi düzenledim. Ancak elbette uyku ve makinelerin gerekli yönetimini sağlamak dışında, her şeyi gözlemleme şansını da kaçırmamak zorundaydım; on iki saat boyunca uyanık kalmak, oluşumunun uzaktan bile hesaplanabileceği önemli bir olayı kaçırmaktan daha iyidir. Saat 8’de, ilk kez pencere teleskopum diyebileceğim cihazı, araştırmamdaki tüm gök cisimlerini gözlemlemek için, atmosferdeki karasal gök bilimcilerin yarattığı zorluklardan arındırılmış bir pozisyonda kullandım. Tahmin ettiğim gibi atmosferik sıkıntıların olmaması ve ışığın yayılması son derece avantajlıydı. İlk olarak, yaklaşık 120 karasal yarıçapı gösteren gösterge ve dismetre ile Dünya’ya olan mesafemi tespit ettim. Halenin ışığı elbette ilk gözlemlediğimden çok daha dardı ve parıltıları veya ışımaları artık belirgin bir şekilde görülmüyordu. Ay, zarif bir ışık huzmesi sunuyordu, ancak gün ışığı yarım küresinin çok küçük bir bölümünde yeni bir ilgi nesnesi bana doğru dönmüyordu. Mars’ı gözlemlemek biraz zordu, doruk noktam olarak adlandırılabilecek şeye çok yakındım. Fakat işaretler göründüğünden çok daha farklıydı, Dünya üzerinde benim kullandığımdan daha fazla büyüteç gücü vardı. Gerçekte, atmosferden kaynaklanan çeşitli dezavantajların, gök bilimciyi teleskopunun mevcut ışık toplama gücünün en az yarısından ve sonuç olarak göz parçasının tanımlayıcı gücünden mahrum bıraktığını söylemeliyim; 200 camla 100’ün altında bir güçten daha az gördüğünü, uzayda bulunan bir gözü açığa çıkardığını; yine de içine baktığım objektifin doğası gereği bu noktada kesinlikle net bir görüntü alabileceğimden bahsedemem. 300 büyütme gücü ile Mars’ın kutup noktalarını belirgin bir şekilde görebilmiş ve mükemmel şekilde tanımlayabilmiştim. Dünya’dan göründüklerinden çok daha az beyaz olduklarını, ancak renklerinin gezegenin genel yüzeyinden belirgin şekilde farklı olduğunu düşünmüştüm; mavi olması geren su grimsi, kapkara olması gereken toprak parçaları ise yine çok farklı biçimde neredeyse turuncu renge sahipti. Turuncu renk bile, sanırım Dünya’daki benzer güce sahip bir teleskopla görünenden çok daha fazla derinliğe sahipti. Özellikle de arazilerin büyük kısmını çevreleyen, bir an için sadece bir denizi gözlemlemek için ve böylece kontrastın etkisini ortadan kaldırmak için uğraştığımda, denizler maviden ziyade belirgin şekilde griye dönüyordu. Jüpiter’in çizgisel hatları sırasal olarak daha belirgindi; renk çeşitliliğinin yanı sıra ışık ve gölgenin kontrastı çok daha kesin ve düzensizlikleri daha açıktı. Bir uydu diske yaklaşıyordu ve bu, bana gözlem camının dışındaki yetmiş ya da yüz kilometrelik karasal atmosferde gözlem ve uzayda gözlem arasındaki farkı net bir şekilde fark etme fırsatı veriyordu. İki disk mükemmel şekilde yuvarlanmış ve birbirlerine dokunana kadar ayrı oldukları açıkça fark edilebilmişti. Dahası, uydunun diski çevresindeki karanlık kuşaklardan birini ayırt edebilmiştim, daha açık bir çizgi üzerine düşen, yuvarlak siyah gölgesi aynı zamanda mükemmel bir şekilde tanımlanmasını da sağlıyordu. Astronomik olayların en ilginçlerinden birinin bu olağanüstü net sunumu dikkatimi çekmişti, uydu boyunca ve gölgeyi tüm seyir boyunca izledim, ancak bir süre sonra hafif bir eğimle başka bir çizginin gölgesinin altında kalan hat, eskisine nazaran daha belirsiz hâle gelmişti. Bununla birlikte, dış kenarın Jüpiter’in diskinden geçtiği an, ana hatları gökyüzünün siyah arka planına karşı mükemmel bir şekilde görülebilir hâle geldi. Görünüşte onuncu büyüklük sıralamasında olan bir yıldızın, gezegen tarafından değil uydusu tarafından böylesine etki altına girmesi ve birincinin çekim gücünden ayrıldıktan sonra değişim göstermesi, kısa süreliğine bir yıldız üzerinde yapmış olduğum gözlemde benim için çok yeni bir deneyim olmuştu.

Yıldızın hemen ortadan kaybolup kaybolmadığı, aniden sönmüş gibi mi, yoksa şu anda düşündüğüm gibi sanki uyduya ait bir atmosfer tarafından kırılmış gibi kısmen görünür olan bir saniyenin onda biri içinde kalıp kalamayacağını kesin olarak söylemeye girişmeyeceğim. Satürn’ün bantları ve halkaları, son iki ile yedi uydu arasındaki ayrım, aynı zamanda karasal koşullar altında çok daha fazla büyütme gücünün elde edemeyeceği farklılığı ile mükemmel bir şekilde görülebiliyordu. Şimdiye kadar bildiğim kadarıyla gök bilimciler tarafından bahsetmediğim iki tuhaflığa şaşırmıştım. Dairenin çevresi eşit oranlarda bir eğrilik göstermiyordu.

Demek istediğim, kutup basıncının dışında, küremsi şekil sanki düzensizce sıkılmış gibi görünüyordu; böylece çıkıntı veya girinti ile kırılmasa da uzuv teleskoplarımızın odak noktasında sergilenen düzenli benzer çemberler eğriliği göstermiyordu. Ayrıca, iç halka ve gezegen arasında, 500 birim güçle, yarı saydam, koyu morumsu bir halka gibi görünen şeyi fark ettim, böylece Satürn’ün parlak yüzeyi bir örtüden olduğu gibi ayırt edilebilir durumdaydı. Merkür, Dünya’nın siyah diskini çevreleyen hale dışında birkaç derece daha ışıltılı bir şekilde parlıyordu ve Venüs de görülebiliyordu; ancak her iki durumda da gözlemlerim, gök bilimciler tarafından daha önce not edilmemiş herhangi bir şeyi tespit etmeme olanak tanımadı. Uranüs’ün loş formu, daha önce gördüğümden daha iyi tanımlanmıştı, ancak hiçbir türden işaret algılanamıyordu.

İkinci günümde ya da tabiri caizse gün ortasındaki uykum, ev ve bahçe görevlerimi hallettikten sonra diyebileceğim bir sürenin ardından, bir saat boyunca (yani saat 5 p.m.) dismetreyi gözlemledim. Yaklaşık iki yüz karasal yüksekliğin yarıçaplarını tespit ettim. Elbette, ilkinden itibaren yörünge hareketinde Dünya’nın biraz gerisinde kaldım ve artık tam olarak zıt konumda değildim; yani, Astronot’tan Dünya’nın merkezine çizilen bir çizgi artık Dünya’nın ve Güneş’in merkezlerine katılanın bir uzaması değildi. Bu ayrışmanın etkisi artık algılanabiliyordu. Dünyevi korona genişliği eşitsizdi ve batıya doğru çok belirgin bir şekilde aydınlanırken, diğer tarafta dar ve nispeten zayıftı. Bu olayı alt mercekten izlerken, ilk başta geç fark edilen parıldamalardan birini yanlış anladığımdan halenin arkasından veya en geniş kısmından beyaz bir ışık algılayabileceğimi düşündüm. Ancak bir süre sonra halenin, sınırının ötesine görünür bir şekilde genişlediğini ve Güneş diskinin kenarının sonunda ortaya çıktığını fark ettim. Bu hilal görünümlü şekli sadece bir dakikalığına görmüş dahi olsam, gerçekten izlemeye değerdi. Halenin bu noktada parıldaması ve genişlemesinin, Güneş’in onu üreten atmosfer üzerindeki etkisinden değil, esas olarak Dünya diskinin bu uzvunda parıldayan alaca karanlığından kaynaklandığını düşündüm; daha doğrusu Dünya yüzeyinin o kısmının küçük bir bölümünün, Güneş görünür olmasaydı, ufkun çok altında ama bana doğru dönük olduğunu varsayabilirdim. Teleskoptan önce yoğun parlaklığın sebep olduğu güneş ışınlarının hilal şeklindeki parıltısını gördüm, daha sonra bu parıltılar bir haleye, sonrasında ise dar çizgiye ve en son gümüşi renkte Dünya’da görülebilen hilal şekline dönüştü, ancak bu hilal, Ay’ın Dünya’daki teleskopik gözlemcilere bile gösterdiği her şeyden daha ince ve daha kısa bir iplik gibiydi; çünkü aydınlatılmış yüzeyinin bu kadar küçük bir kısmı Dünya’ya doğru çevrildiğinde, söz konusu karasal hilalde olduğu gibi Güneş’in hemen yakınında, gözümün önünde sönüp, giderdi. Uzun ve yoğun ilgiyle kademeli değişimi izledim ama pratik bir şekilde halledemeyeceğim, küçük bir sorun nedeniyle dikkatimi başka yöne vermek zorunda kaldım. Artık saatte yaklaşık 40.000 mil veya günlük yaklaşık milyon mil hızla hareket etmem gerekiyordu. Niyetim bu değildi, şu an açıklayacağım nedenlerden ötürü, bu oranı büyük ölçüde aşmak mümkün değildi ve eğer kendimi sabit bir hızla sınırlamak istiyorsam, Apergy akımının kuvvetini azaltmanın zamanı gelmişti, aksi takdirde azalımı etkili olmadan önce istediğimden daha büyük bir dürtü elde etmem gerekecekti ve bir kez o hıza ulaşıldığında, bu hızı uygun veya kolayca azaltabilmek mümkün olmayacaktı. Bu nedenle, isteksiz olsam da altımdaki olaya ilişkin gözlemimi bıraktım, Apergy’e döndüm ve aşağı iletkene bağlı kratometre ile ölçülen kuvveti kademeli olarak azaltmak ve aşırı derecede dikkatli biçimde göstergeler ve diskometre üzerinde üretilen son dakika verilerini ölçmek için iki veya üç saat boyunca bu çalışmalarla meşgul olmak zorunda kaldım. 200 ila 201 rakım yarıçapı veya karşılıklı mesafe arasındaki fark bile kolayca algılanamıyordu. Elbette, hareketin regülasyonu tarafından üretilen etkiyi test etmem çok daha küçük bir gözlem ve çok daha uzun bir zaman aldı, çünkü bir saat boyunca kırk, kırk beş veya kırk iki bin mil seyahat edip etmediğim Dünya diskinin çapında, yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı yer çekimi hâlâ daha az fark yaratıyordu. Ancak gece yarısına kadar, 1.000.000 mil ya da 275 karasal yarıçap elde edemediğimden dolayı memnundum; ayrıca hızımın saatte 45.000 milden (11-1\4 yarıçap) fazla olmadığını ve arttığını da düşünmüyordum. Her hâlükârda, bu son çalışmaların ardından, dinlenmek için kendime ayıracağım dört saat, bu sefer gerçekten fazlasıyla iyi gelmişti.

88,72 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
09 августа 2023
ISBN:
978-625-6485-51-8
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают

Хит продаж
4,1
610