Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Cezmi», страница 4

Шрифт:

10

Sebeplerini yukarıda biraz açıkladığımız İran seferi nihayet açıldı. Cezmi, bu savaşa katılabilmek için soluğu derhâl sarayda, Ferhat Ağa’nın odasında aldı. Tesadüfen şair Nev’î de oradaydı. Aralarında şöyle bir konuşma başladı:

Ferhat Ağa:

“Vah çocuk, seni de İran seferine gönderecekler, öyle mi? Gitmek istemiyorsun, onun için ricaya geldin, değil mi? Telaşlanma! Dur bakalım, elbette bir çaresini buluruz.”

Cezmi:

“Hayır efendim, beni kimsenin bir yere göndereceği yok. Bugün adam arıyorlar. Beni ‘çocuktur’ diye beğenmediler. Ben de gitmek için yardımınızı ricaya geldim.”

Ferhat Ağa:

“Nereye?”

Cezmi:

“Ay efendim! Sılaya, hacca hiç değil. Savaşa! İran boyuna.” Nev’î:

(Gülümseyerek) “Çocuk, savaş şiir yazmaya benzemez…”

Cezmi:

“Niçin benzemesin? İnsan düşünüp yazdığı kadar, dövüşmeyi de beceremez mi? Elimdeki kalem, bana altımdaki yağız attan daha dik başlı görünüyor.”

Nev’î:

(Gülümsemeye devam ederek) “Şairlere kılıç kullanmayı da öğreteceksin galiba… Hiç kanla gazel, kaside mi yazılır?”

Cezmi:

“Revahe oğlu Abdullah’a32 ne buyuruyorsunuz?”

Nev’î:

“Şu mukayeseye bak hele! O zat, Peygamberimiz Hazreti Muhammed’le tanışıp görüşmek şerefini kazanan ve bütün iyilikleri üzerinde toplayan yüksek bir insandı.”

Cezmi:

“Ya Ebu Müslim33 ya Ebu Tamam34 ya Ebu Firas?”35

Nev’î:

“Yine mukayeselere başladın. Onların her biri bir toplumun başkanıydılar, en büyük nitelikleri de kahramanlıktı.”

Cezmi:

“Ya Fatih ya Yavuz ya Kanuni?”

Nev’î:

“Allah Allah! Onlar padişah. Hem sen bu türlü mukayeselere son vermeyecek misin?”

Cezmi:

“Pekâlâ, ya Kadı Fâzıl’a Derviş Yakup Paşa’ya ve bilhassa benim gibi bir sipahi olan Yahya Bey’e ne diyeceksiniz?”

Ferhat Ağa:

“Çocuk, sen yükselmek için İran yıkıntılarında dolaşmak zorunda değilsin. İşte burada baban yerinde iki kişi var. Söz dinle ilk fırsatta seni sipahilikten saray hizmetine aldırırım.”

Cezmi:

“Garip şey! Eskiden saray ağalarından sipahi yaparlarmış, dünya şimdi bütün bütün tersine mi dönmeye başladı?”

Nev’î:

“Ee canım, başka bir mesleğe kayırırız, orada derece derece yükselir gidersin.”

Cezmi:

“Bizim tımarı, bizim kılıcı ne yaparız?”

Ferhat Ağa:

“Peki, istediğin nedir?”

Cezmi:

“Bu devlet kurulalıdan beri atalarıma, babama ve bana verilen paraların karşılığını mürekkeple ödeyemeyeceğim. Çünkü kırmızısı kokuyor. Siyah ise gözüme Arap köle kadar çirkin görünüyor. Devlete olan borcumu kanla ödemek istiyorum.”

Nev’î:

“Nasıl kanla?”

Cezmi:

“Vallahi, felek yâr olursa düşman kanıyla.”

Ferhat Ağa:

“Ama arada insanın kendi kanı da dökülebilir.”

Cezmi:

“Varsın dökülüversin. Damla yakut kaybolacak değil ya..”

Nev’î:

“Ben senin savaşa gittiğini istemiyorum.”

Ferhat Ağa:

“Ben de aynı fikirdeyim.”

Cezmi:

“Koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nun biri ünlü bilginlerinden, biri büyük komutanlarından iki devletlinin bir askerin vatan ödevini yapmasına engel olacaklarını hiç düşünmemiştim.”

Konuşma bu şekle dökülünce Nev’î ile Ferhat Ağa bakıştılar.

Birkaç dakika aralarında kaş göz işaretiyle anlaştıktan sonra Nev’î, Cezmi’ye hitaben:

“İstediğimiz savaşa katılmana mutlaka engel olmak değil. Sarayda eğitimini tamamlamaktı. Fakat mademki öyle istiyorsun, yolun açık ve uğurlu olsun! Savaş alanı da insanlar için en büyük bir ibret okuludur. Layık olduğun olgunluğu orada elde edersin.” dedi.

Sonra Ferhat Ağa’ya dönerek:

“Acaba paşaların hangisine bir tavsiye versek? Sinan Paşa’ya mı yoksa Mustafa Paşa’ya mı daha münasip olur?” diye sorunca, Ferhat Ağa tabii Mustafa Paşa’ya tavsiye edilmek gerekeceğini söyledi. Konuşmaya devam ettiler:

Nev’î:

“Fakat Mustafa Paşa’nın size olan düşmanlığı malumdur. Namdaşı olan Budin valisi akrabasındandı; onun uğradığı kazaya da sizi vasıta etmişlerdi.”

Ferhat Ağa:

“Mustafa Paşa gerçi garazcı bir kişidir, fakat vatan ve memleket menfaati bahis konusu olunca, garazcılığını bir yana bırakır. Manasız şeylere önem vermez. Hem Budin valisi olayında benim rolüm olmadığını da pekâlâ bilir. Ben nihayet bir memurdum. Aldığım emri elbette yerine getirmek zorundaydım. Durum böyle olmasa bile ben Mustafa Paşa’yı Sinan Paşa’dan yine de üstün tutarım. Çünkü öteki mübarek övünmekten başka bir şeye yaramaz. Lüzumsuz tecavüzler, faydasız garazlarla uğraşmak, onun gibi küçük ruhlu insanların başlıca niteliklerindendir. Onun için, nasıl olsa Mustafa Paşa’ya müracaat zorundayız. Hem Sinan Paşa zaten bu savaşa gitmeyecek.”

Nev’î:

“O niçin?”

Ferhat Ağa:

“Haberiniz yok mu? Sinan Paşa Bağdat koluna memur edilince, askerin ve savaş araçlarının işe yarayanları tamamen Mustafa Paşa’nın emrine verildi. Bunun üzerine Sinan Paşa da, kendi komutasındaki ordu derme çatma bir şey olduğundan, Mustafa Paşa’nın her isteği fazlasıyla yapıldığı hâlde, kendisinin hiçbir isteğine cevap bile verilmediğinden tutturarak, gürültü patırtısını, padişahın kulağına kadar götürdü. Padişahımız Efendimiz de, Sinan Paşa’nın bu durumunu göz önünde tutarak ve birbirine rakip iki komutanın savaş esnasında orduya müşterek komuta etmelerindeki zararları düşünerek, ikisinden hangisi daha uygunsa, ordu komutanlığının ona verilmesini Sadrazam Paşa’ya emir buyurmuşlardı. Sadrazam da, önce Sinan Paşa’yı çağırdı. İran’a giderse ne yolda hareket edeceğini sordu. Mübarek, ölçülü konuşmayı bilmez, laf ebeliğinden çekinmez, hemen Zaloğlu Rüstem kesildi. Ordu kendi komutasına verilirse, Tebriz’i, Şirvan’ı belki Şiraz’ı, İsfahan’ı bir saldırışta berbat edeceğine, şahı boynuna ip takarak İstanbul’a getireceğine dair birtakım endazesiz iddialara kalkıştı; bir hayli palavra savurdu.”

Sadrazam bunun üzerine Mustafa Paşa’yı davet etti. Ötekinin ataklığına mukabil bunun ağırbaşlılığı ve terbiyesi malum. Sadrazamın aynı konudaki sorusuna karşılık, şimdiden kesin bir şey söyleyemeyeceğini, hududa vardıktan sonra durum ne yapmayı gerektiriyorsa onu yapacağını, zaferin ise Tanrı’nın takdirine kalmış bir şey olduğunu söyledi.

Her iki komutanı da dinledikten sonra sadrazam, Mustafa Paşa’yı bu iş için daha uygun buldu ve durumu da padişaha arz etti.

Nev’î:

“Şu mübarek sadrazamın da bu hâlleri sevilir. Mustafa Paşa akrabasındandır, fakat Şehzade Bayezit olayından beri kendisinden ne kadar nefret ettiğini bilirim. Sinan Paşa’nın Yemen’de, Tunus’ta az çok yaptığı hizmetler ise, Sadrazam Paşa tarafından hayli takdir edilmişti. Hatta Özdemiroğlu gibi bir kahramanı bile sadece Sinan Paşa’nın hatırını sayarak takdir etmişti. Sinan Paşa, gerçi sadrazama dalkavuklukta kusur etmiyor; fakat devlet işi gelince Koca Sokullu, doğru yoldan hiçbir vakit şaşmıyor.”

Ferhat Ağa:

“Ya Efendi Hazretleri! Devleti ilgilendiren büyük meselelerde sadrazam da hislerine ve garazlarına tabi olursa, devlet otoritesi, devlet kuvveti nasıl korunabilir?”

Böyle bir müddet konuştuktan sonra ikisi de Cezmi’nin kültüründen ve binicilikteki ustalığından bahsederek, Mustafa Paşa’ya hitaben birer tavsiye mektubu verdiler.

Cezmi’ye Ferhat Ağa güzel ve cins bir at, Nev’î de bir kara Horasan kılıç armağan ettiler.

11

1570 ilkbaharı gelmişti. Devletçe kararlaştırılan İran seferi, Sokullu’nun teklif ve ısrarı üzerine, savaşın başlaması, tecavüzün önce düşman tarafından vukusuna bağlı tutuldu. Ve şurada burada başlayan bazı Gürcü isyanlarının bastırılacağı söylentisi ortaya atılarak, ordu Üsküdar’a geçirildi.

Yeniçerilerin türlü türlü kıyafetleri, sipahilerin kırmızı, sarı renklerle süslü bayrakları, bilhassa ordu komutanlığı karargâhına mensup olanların altın gümüş kakmalı silahları, at takımları ve telli, sırmalı cüppe ve kaftanları, Üsküdar sahrasını, bütün çiçekleri birden aşılmış bir tabiat bahçesine benzetmişti.

Cezmi ise bu gürültülü gösterişler arasında, yüzünde zekâ ışıkları parıldayan mert tavırları ve göz alıcı gençliğiyle koca bir ordunun içinde en seçkin yaratık sayılacak kadar herkesin takdir ve iltifat dolu bakışlarını üzerine çekip duruyordu.

O zamanlar şimdiki gibi hızlı giden taşıma araçları bulunmadığından, Erzurum’a ancak birkaç ayda varılabilirdi. Her şeyden önce beş altı yüz kadar düşman kellesi ordu komutanının ayakları ucuna yuvarlandı. Bu kelleler, Van Valisi Hüsrev Paşa’nın hediyesiydi ve Kürt reislerinden Mahmudî Hasan Bey’in himmetiyle elde edilmişti.

İran hükûmeti, Türk ordusunun İstanbul’dan hareketini haber alır almaz, evvelce elçilikle İstanbul’a gelmiş olan ve gerek cesareti, gerek siyasetiyle İran’da olağanüstü bir ün kazanan Tokmak Han’ı Gürcistan muhafızlığına tayin eylediği gibi, Tebriz’deki askerine de, Allah Kuli Han komutasında, Van üzerinden Anadolu’ya hücum emrini vermişti.

Van Valisi Hüsrev Paşa, İranlıların tecavüzünü ve komutanlarımızdan iki zatın bir kalede muhasarada kaldığını haber aldı ise de, buna karşılık olmak üzere girişilecek hareketi gereğine göre tertiplemek için Mahmudî Hasan Bey’i altı yüz atlı ile düşmanın kuvvet miktarını kesif için gönderdi. Bu müfreze düşman ordusuna yaklaşınca, İran kuvvetlerinin tahminen yirmi bin kişi kadar olduğunu gördü.3636 Yanındaki diğer komutanlar, durumu Hüsrev Paşa’ya bildirmek için geri dönmek teklifinde bulundularsa da Hasan Bey başını açarak:

“Ben seksen yaşına geldim; bir kere düşmandan yüz çevirmedim; arkamı düşman göreceğine kara toprak görsün!” diyerek kılıcını çekti ve İran alaylarına doğru atını sürdü. Komutası altında bulunan askerlerin hepsi kendi aşiretinden, kendi yakınından oldukları için arkasından ayrılmadılar. Dörtnala İran karakoluna çattılar.

O sırada Tebriz hanı da tesadüfen o karakolda bulunuyormuş. Bir avuç askerin koca bir ordu üzerine böyle doludizgin hücumu akıl kabul edecek şeylerden olmadığından, Mahmudilerin saldırışını, İranlıları Türk ordusunun kurduğu pusuya düşürmek için bir savaş hilesi sanır; büyük bir telaş ile geri çekilme emri verir. Askerin düzensizliği ve Türk süvarisinin arka arkaya hücumları, bu geri çekilişi kısa zamanda müthiş bir bozguna çevirir.

İran kuvvetlerinin başında bulunan Allah Kuli Han, biraz kendisini toparlayıp da Türk askerinin ardının gelmediğini görünce, hiddet ve pişmanlığından tepeden tırnağa ateş kesilir; bozulan kuvvetlerini tekrar toplar; intikamını mükemmel bir şekilde almak için Van’ı kuşatmaya koşar.

Mahmut Bey ise, düşmanın bu hareketini haber alır almaz, münasip bir yerde pusu kurar ve büyük bir ustalıkla İran ordusuna gece baskını yaparak birçok düşman askerini yine bir çırpıda tepeler. İki gün önce kazandığı güneş gibi parıltılı zafere bu gece de mehtap kadar parlak bir zafer ilave eder.

12

Cezmi, gerek yaradılışı ve gerek terbiyesi bakımından tam bir asker olduğu gibi, nefsine güveni de fazlaydı. Yararlığı sayesinde, arzuladığı terakkinin gerçekleşeceğine kuvvetle inanır ve hele genç olduğu için, terakkiden ziyade ün kazanmak sevdaları güderdi. Gerçi devletinin yolunda gerekirse canını bile feda etmeyi başlıca vazifelerinden biri ve belki birincisi bilirdi; fakat fedakârlığının da takdir edilmesini kendince vazifeye karşılık bir hak sayardı. Onun nazarında ikbalin en ziyade arzuya değer tarafı şöhretti.

Heyhat! O yaşta, o meziyette bir genç, bir zaman gelip de şöhreti ölümden daha fena göreceğini ve savaşa sadece ölmek arzusu ile giderek susadığı eceline bile kavuşmaktan mahrum kalacağını nereden keşfedebilirdi?

İşte Cezmi, o samimi duygularının etkisi altında, bin türlü zafer hayali içinde ve yükseleceğine yüzde yüz inanarak mücessem bir ümit kesilmiş olduğu hâlde, İstanbul’dan çıkmıştı. Rüyalarında en büyük galibiyetlere hep kendisinin sebep olduğunu söylüyor, hülyalarında savaş alanına ilk önce at sürmek şerefini hep kendine yaraşır buluyordu.

Erzurum’a varıp da, doğrudan doğruya devletin muntazam askeri olmayan bir aşiret müfrezesinin hem savaşı açmak hem de birbiri ardınca iki büyük zafer kazanmak şerefine kavuştuklarını işitince, kendi durumunu düşünerek çok üzüldü. O zamana kadar ordu komutanına bir nevi emir subaylığı yapmaktan başka bir hizmette bulunmamıştı. İlk çıkacak fırsatta, her ne şekilde olursa olsun, meydana atılmayı zihninde iyice kararlaştırdı. Şiddetli bir bekleyiş içinde hayli üzüntülü günler geçirdi.

Birkaç gün sonra, keşif müfrezelerimizden elli altmış kişilik bir grup etrafı dolaşırken, Çıldır sahrasında Tokmak Han kuvvetlerine rastladılar; kendi sayılarının azlığına bakmaksızın uygun bir yer tutarak savaşa giriştiler. Bunu haber alan ordu komutanı, hem bu müfrezeyi kurtarmak hem de düşmanın durumunu etraflıca tetkik etmek için, o sıralarda Talia’da bulunan Diyarbakır Beylerbeyi Derviş Paşa’yı ileri harekete memur etti. Bu haberi arkadaşları Cezmi’ye ulaştırdılar.

Haber Cezmi için en büyük müjde yerine geçti. Sabırsızlıkla beklediği gün gelmişti. Çünkü Derviş Paşa’nın maiyetinde bulunmak hemen savaşa girmek demekti.

Derviş Paşa, Sokullu soyundandı; saldırdığı zaman şiddetle saldıran, temiz yürekli, genç bir kahraman olduğu gibi, binicilikte de diğer komutanlardan ve belki Türk sipahisinin hepsinden daha üstün sayılırdı. Dünyanın en iyi binicisi olan Arap atlıları bile, Derviş Paşa’nın ancak öğrencisi olabilir ve bununla övünebilirlerdi.

Cezmi, aldığı müjdeli haberin heyecanı içinde hemen yerinden fırlayarak ordu karargâhına koştu. Ferhat Ağa ile şair Nev’î’nin tavsiye mektupları ve bunlara ilaveten kendisinin de sevimliliği ve zarafeti sayesinde karargâhın ileri gelen kişilerine kendini sevdirmişti. Derviş Paşa’nın maiyetine girmek ve onunla birlikte savaşa gitmek istediğini söyleyince, ağalar, ordu komutanından yalnız izin değil, Derviş Paşa’ya hitaben bir de kuvvetli tavsiye aldılar.

13

Her ne meslekte olursa olsun, birinci teşebbüs, birinci hareket vicdanda ne türlü teessürler, fikirde ne yolda tasavvurlar hasıl eylediği herkesin kendi nefsinde tecrübe ile bildiği hâllerdendir.

Cezmi’nin mesleği olan askerlikte ilk teşebbüsün doğuracağı teessürlerin ve tasavvurların şiddeti ise hiçbir hâl ile kıyaslanamaz. İnsan ne kadar kayıtsız, ne kadar fedakâr ve kahraman olursa olsun, nefsini tehlikelerden korumak endişesini ortadan kaldırmak mümkün değildir. Buna acemilik ve tecrübesizlik de eklendi mi, dünyanın en zeki, en cesur insanları bile zihinlerinde bir duraklama, kalplerinde bir heyecan duymaktan kendilerini alamazlar.

Gidilecek savaş alanı ise öyle bir sınav yeridir ki, ahirete en uzak mesafesi bir mermi menzilinden ibarettir.

Uyuşmayanlar için insanı yok eden ölüm, düşmanın erlerinde değil, o erlerin gölgelerinde bile kendini gösterir; insan, bastığı toprakların her tarafını kendisi için hazırlanmış bir mezar sanır. Dünyanın ne kadar güzellikleri, hayatın ne kadar lezzetleri, kalbin ne kadar emelleri varsa, hepsi bir yere toplanır ve bir sinema şeridi gibi gözünün önünden geçer.

İşte Cezmi, savaşa gitmeyi o kadar arzuladığı hâlde, yine atına binip de alaya girince bu tabii kırgınlıklardan kendisini bir türlü kurtaramadı. Çünkü her akıllı insan gibi o da kendine ne kadar güvense talihine güvenemezdi.

En umulmadık yerden beklenmedik bir durum belirip de askerlikteki ustalığına ve kahramanlığına leke sürülecek, arkadaşları arasında ve kendisini koruyanların gözünde alçak olarak tanınacak diye üzülüyor ve bu kuruntu, gönlündeki ıstırabı bir kat daha artırıyordu.

Fakat yaradılışındaki kahramanlık, azmindeki kuvvet ve bilhassa izzetinefsinin başlıca meziyetlerinden olan namus hırsı ve gayreti, yukarda bahis konusu olan duygularına gerektiği şekilde mukabele ediyordu. Bu teessürlerin birbiriyle çarpışması, daha düşman görülmeden, Cezmi’nin hayal âleminde büyük bir cenk destanı açmıştı.

Cezmi, bu tasalar ve tereddütlerle düşman karşısına gelip de tüfek alevleri, kılıç parıltıları gözlerinde şimşeklenmeye başlayınca, savaşı, ne evvelce hayalinde canlandırdığı gibi eğlenceli buldu, ne de sonradan zannettiği kadar belalı…

İçine girdiği gerçek durumu göz önüne alınca, daha önce ezbere edindiği o iki zıt hayal de zihninden silinip gitti. Savaşın ne demek olduğunu şimdi çok iyi anlıyordu. Savaş denilen şey, tehlike ve zafer ihtimallerinin ikisine de eşit derecede elverişli bulunduğu gibi, talihin de bir tecrübe yeriydi.

Derviş Paşa, genç bir kahraman ve usta bir binici olduğu kadar da yaradılıştan çok heyecanlı ve hiddetli bir zattı; en küçük bir şeyden hemen parlayıverirdi. Düşmanla karşılaştıkları zaman kükremiş bir aslan kesildi. Düşman kendilerinden kat kat fazlaydı; fakat o, aradaki büyük sayı farkına hiç önem vermedi; bayrağı altında bulunan üç dört yüz yiğitle koca bir ordunun ta kalbine, en can alacak yerine saldırmakta bir dakika bile tereddüt etmedi. Güya ki, paşanın müfrezesi cihanı yakan müthiş bir alev, karşısına çıkan düşman ise bir yığın çer çöp ve yonga parçalarıydı. Birinci safta bulunan İran alayları ilk saldırışta eridi. Hiçbir kuvvetin karşı koyamayacağı bu müthiş saldırışla düşman ordusunun ümidi birden sarsılmaya başladı, hatta, bu sarsıntı bazı düşman tümenlerinde bozgun şeklini aldı. Düşman komutanı Tokmak Han, komuta ettiği koskoca bir ordunun, küçük bir Türk müfrezesi önünden, topu tüfeği ile tabana kuvvet kaçmak rezaletini ölümden daha beter buldu. Kaçmakta olan askerlerini son bir gayretle derleyip toparladı. Her biri Türklerin umumundan daha kalabalık birer müfreze teşkil ederek, Derviş Paşa kuvvetlerini dört yandan çevirmeye kalkıştı.

Buna karşılık Derviş Paşa, av sürüsüne dalmış şahin gibi, saatte bir düşman birliğine saldırıyor ve her saldırışında pençesine rastlayan düşmanın kimini yerlere seriyor, kimini çil yavrusu gibi darmadağın ediyordu.

Fakat ne çare ki, saflarımız gittikçe seyrekleşiyor, şehit düşenlerin yerleri doldurulamıyor, buna karşılık düşman askeri ise mütemadiyen takviye aldığı için azalmak şöyle dursun, bilakis gittikçe çoğalıyordu. İranlılar mütevali hücumlarıyla nihayet birliğimizi kuşatmaya muvaffak oldular ve bir hayli askerimizi de şehit ettiler.

Derviş Paşa bu elverişsiz şartlar içinde bile hiç yılmıyor; yanında sağ kalan bir avuç kahramanla ve göğüs göğüse, kılıç kılıca bir boğuşma ile düşmanı saatlerce hırpalıyor, hırpalıyordu.

Nihayet Tokmak Han tarafından üzerlerine dolgun mevcutlu bir süvari alayı daha sevk edildi. Bu taze kuvvet, şiddetli bir saldırışla, paşanın yanında bulunanlardan otuz kadar kahramanı şehit ettikten sonra, topuz ve kılıç darbeleriyle kendisini de atından düşürdüler.

Genç ve kahraman Türk komutanı yaya kaldığı hâlde, tek başına koca bir alayla bir hayli zaman uğraştı; birbiri ardınca üzerine saldıran üç İranlıyı birer kılıçta ikiye böldü.

Bu olağanüstü savunma sırasında, henüz sağ kalan Türk kahramanları, üstün bir gayretle, her biri etrafını saran İran kuvvetlerini yararak silahlarının yanında toplandılar. Derviş Paşa’nın askeri olduklarını gösteren aslanca bir saldırışla, komutanlarının etrafını saran İranlıları dağıtarak kendisini yine atına bindirdiler.

Cezmi, her ne kadar sipahi ise de, kendi alayından ayrılarak Derviş Paşa’nın maiyetine girmiş ve elinde ordu komutanı tarafından verilen tavsiyeler bulunduğu için paşanın karargâh mensupları arasına karışmış ve bu kahramanca saldırışa da katılmıştı.

Tehlike henüz bitmiş değildi. Derviş Paşa, düştüğü tehlikeden kurtulup da atına atlayınca, yine müfrezesini çeviren düşman alaylarını ezmek umuduna kapıldı; şiddetli şiddetli saldırışlara kalktı. Hatta galip gelme ümidi bile belirmeye başlamıştı. Fakat Tokmak Han, üzerlerine üst üste taze kuvvetler sürüyor, düşmanın sayısı gittikçe artıyordu. Savaş üçüncü defa olarak kızışmaya başlamıştı.

Bizim taraf ne kadar azaldıysa, karşı taraf onun birkaç misli çoğaldı. Bu defaki çarpışma, daha öncekilerle mukayese edilemeyecek derecede şiddetliydi. Her Türk eri, en az sekiz on düşmanla boğuşmak zorunda kalıyor ve kanının her damlasına karşılık bir düşmanın canını alıyordu.

Şehitlik şerbetini henüz içmeyenler arasında yaralanmadık hiç kimse kalmamıştı. Fakat o zamanın silahları bugünün silahları gibi öyle pek tesirli olmadığından, çoğunun yarası hafifti.

Kendi vücutlarını komutanlarına seve seve siper etmekte olan kahraman askerlerimizin sayısı çok azalmıştı.

İranlılar, şiddetli bir hücum ile, paşanın sağ tarafında bulunan birkaç süvarimizi de şehit ettikten sonra, bir okla paşanın atını öldürdüler; ikinci bir okla da kendisini yaralayarak yere düşürdüler. Durum, bizim için çok tehlikeli bir safhaya girmişti.

Cezmi, bulunduğu birkaç yüz adım mesafeden paşanın düştüğü tehlikeyi görünce, gözlerini kan bürüdü; tüyleri diken diken oldu. Âdeta, kendinden geçmiş denilecek heybetli bir tavırla:

 
Serkeşlik etti tevsen-i baht-ı sitîzkâr
Düştü zemine saye-i eltâf-ı Kirdgâr 37
 

beytini okuyarak ve:

“Paşa yerlerde yatıyor! Dinini, milletini, devletini seven arkamdan gelsin!” diyerek kılıcını ağzına, kargısını eline aldı. Ferhat Paşa’nın yadigârı olan küheylanının dizginini boynuna attı, başını düşman üzerine çevirdi. “Keskin üzengi”, paşanın bulunduğu tarafa hücum etti. Yanında bulunanlar da kendisiyle birlikte ileri atılmakta bir an bile tereddüt etmediler; komutanlarını kurtarmak için belki rüzgârla yarışabilecek kadar hızlı koştuğu için, paşanın etrafını sarmış bulunan düşman askerlerine herkesten önce o yetişti; birbiri ardınca birkaç düşmanı tepeleyerek silah kuvvetiyle açtığı bahadırlık yolundan bir melek gibi yaralının yanına vardı. Hemen yere indi. Paşayı kendi atına bindirdi. Saygı ile üzengisini öptüğü sırada öteki silah arkadaşları da yanlarına geldiler.

Sayıları gayet az olan bu kurtarıcı müfreze, sağdan soldan hâlâ hücum eden düşmanları, devamlı gayretleriyle püskürtüyor, hiçbirini komutanın yanına yaklaştırmıyordu.

Atını paşaya verdiği için yaya kalan Cezmi de ani bir hareketle bir İran süvarisinin dizginine sarıldı. Fevkalade bir ustalıkla herifi öldürerek altındaki “Şahbeğendi”ye38 atladı ve savaşan arkadaşlarının arasına karıştı.

İşte o bir avuç kahraman, elbiselerine dökülmüş kan lekeleriyle, hamiyet meydanının zafer anıtı olarak dikilen somaki birer heykel gibi dimdik, insanüstü bir gayretle düşmana karşı dayandılar.

Aradan biraz vakit geçmişti ki, düşman saflarının arkasında, havadan bir siyah duman peyda oldu, bir tarafı yerde sürünerek son süratle bize doğru gelmeye başladı. Tam o sırada bizim askerin arkasında da bir kızıl toz kalktı, ucu göklere sarılarak nihayet şiddetle düşmana karşı yürümeye başladı. Manzara, müthiş ve heybetliydi, öyle ki, tozun dumanın dehşetine bakılsa, yerler gökler birbirinin üzerine yığılıp geliyor sanılırdı.

Düşman tarafından görünen duman, fırtınalı bir yağmur bulutu; bizim taraftan kalkan toz da, ordu komutanı tarafından Derviş Paşa’nın imdadına gönderilen Özdemiroğlu Osman Paşa kuvvetleriydi.

Birisi, iki taraf için de göklerden inen bir kaza, öteki yalnız İranlılar için ani bir bela olan tozlar, dumanlar birbiri ardınca savaş alanına yetişti. Bulutlar, yüklü bulundukları yağmur damlalarını orduların üzerine saçmaya, Özdemiroğlu Osman Paşa da, o damlalarla yarışırcasına kurşun yağdırmaya başladı.

Bu taptaze Türk kuvvetlerinin ateşi bir yarım saat kadar devam edebilseydi, İran ordusu tamamen dağılırdı. Fakat ne yazık ki, o devrin silahı sudan muhafaza olunur şeylerden olmadığı için, yağmurun şiddetiyle, on, on iki dakika içinde bütün bütün kullanılmaz hâle gelmiş ve iş yine kılıca dayanmıştı.

O devirde ateşli silahları en iyi kullanan Türklerdi. İran ordusu, Derviş Paşa ve hatta sonradan imdatlarına gelen Osman Paşa, Behram Paşa ve Ahmet Paşa tümenlerinin toplamından yine de yüzde yetmiş fazlaydı. Türklerin ellerindeki ateşli silahlar işlemez hâle gelince, İranlılar çoğunluklarına güvendiler; ordumuzla göğüs göğüse gelmekten çekinmediler.

Osman Paşa, Derviş Paşa’ya benzemezdi. Derviş Paşa, insan kıyafetinde bir aslansa, Osman Paşa da aslan saldırışında bir insan olduktan başka, askerlik ve savaş bilgileri bakımından zamanındaki komutanların hepsinden üstündü, iş kılıca dayandığı sırada dahi, elindeki kuvvetleri büyük bir ustalıkla kullanarak düşmanın çoğunluğunu hükümsüz bıraktı.

Öğleyin başlayıp güneş batıncaya kadar süren savaşta, Osman Paşa sanki bir yıldırım kesilmişti. Bizim için nerede bir tehlike belirse, hemen Hızır gibi oraya yetişiyor ve yalnız tehlikeyi önlemekle kalmıyor, orada galebe de sağlıyordu.

Derviş Paşa, öyle kendinden daha kıdemli, kendinden daha muktedir bir komutanın savaş alanına gelmesi üzerine, komutayı Özdemiroğlu’na bırakmış, yarasını tedavi ettirmek için bir çadıra çekilmişti. Bununla beraber, savaşın o faslında da düşmanın hücumlarına şiddetle karşı koyan ve düşman dayatmasına karşı en şiddetli hücumları yapan askerlerimiz, yine Derviş Paşa tümeninden sağ kalanlardı; onların en seçkini, en önde gideni yine Cezmi’ydi.

İki taraf askerlerinin birbirine iyice karıştığı, savaşın en çok kızıştığı sırada Cezmi, sol bacağından bir kargı yarası almış, fakat onun da acısına alışmış olduğundan, savaşı artık hiç mühimsememeye başlamıştı. Hele Derviş Paşa’yı o müthiş tehlikeden kurtarmaya muvaffak olduktan sonra, dövüşmeyi âdeta cirit oynamaktan daha kolay görecek kadar nefsine ve talihine güveni artmıştı.

Derviş Paşa çadıra çekilince, Cezmi de hemen, cesaretinin ganimeti olan şahbeğendiyi, atı vurulmuş bir çadır uşağına emanet ederek kendi küheylanına atladı, meydana atıldı ve savaşa katıldı. Gösterdiği bahadırlık ve ustalığa yalnız bizimkileri değil, karşı tarafın kahraman-sever kişilerini bile hayran bıraktı. Elindeki hamiyet kılıcı, buluttaki yıldırımlar gibi, düşman topluluklarının her birine çarptıkça şimşekler çaktırıyordu.

Sırası düştükçe at, silah kullanmakta öyle harikalar gösterdi ki, Osman Paşa gibi vazifesinden başka hiçbir şeyi gözü görmeyen, olanca dikkatiyle savaşı idare etmekte olan ciddi bir askeri bile, vakit vakit âdeta tertibatını unutturacak kadar hayranlıkla kendisini seyretmek zorunda bıraktı.

Güneş artık batmak üzereydi. İki tarafın askerleri son bir defa daha birbirine karıştı. Türklerin renk renk bayrakları, İran topluluklarından meydana gelen karaltılar içinde yer yer birçok eleğimsağma peyda etmiş gibi garip şekiller gösteriyordu.

İranlılar; hava iyice kararıncaya kadar bulundukları yerlerde ister istemez dayanmak zorunda kaldılar; nihayet karanlıktan faydalanarak tabana kuvvet kaçtılar. Savaş alanında beş bin kadar ölü ve yaralı ile bir o kadar da esir bıraktılar.39 Çadırlarını, silahlarını, katırlarını ve diğer savaş araçlarını galiplere terk ederek becerebildikleri kadar uzaklara kaçtılar. Ordularının kılıçtan arta kalmış perişan birliklerini bütün bütün dağılmaktan ancak bu suretle kurtarabildiler.

Osman Paşa, savaş alanından dönünce ilk işi Derviş Paşa’nın hatırını sormaya koşmak oldu. İki komutan, savaşa dair konuşmaya başladılar. Derviş Paşa, söz arasında bir münasebet düşürerek, Cezmi’nin kahramanlığını ve kendisini o müthiş tehlikeden nasıl kurtardığını anlatarak, bu gencin mükâfatlandırılmasını rica etti. Osman Paşa, bu sözlere karşı:

“Ben de bugün kula atlı bir sipahi gördüm, paşalarımızdan ziyade işe yaradı. İnşallah ikisini birden mükâfatlandırırız!” deyince, Derviş Paşa, ordu içinde kula atlı bir adam olarak kendisini kurtaranın da yine aynı sipahi olduğunu söyledi. İnsan kıymetini çok iyi bilen Özdemiroğlu:

“Öyleyse bu çocuk iki kat mükâfata layıktır.” diyerek Derviş Paşa’nın adamlarına Cezmi’yi hemen buldurarak kendi yanına göndermelerini sıkı sıkıya tembihledi ve çadırına döndü.

Cezmi’yi bulup komutanın yanına götürdüler. Koskoca Paşa, hemen yerinden kalktı ve öyle tek atlı bir sipahiyi:

“Gel oğlum!” hitabıyla kucaklayarak alnından öptü; taltiflere gark etti; başına kendi eliyle iki çelenk taktı,40 arkasına güzel bir hilat41 giydirdi; ayrıca beş yüz altın ile yine altın saplı bir kılıç ve zümrütlü bir hançer ihsan etti.

Paşa, bunlarla da yetinmeyerek, başka bir isteği olup olmadığını sorunca Cezmi:

“Paşamızın nusretinden,42 devletimizin devamından başka hiçbir ricam yoktur. Hem olsa bile söylemeye utanırım. Bendeniz İstanbul’dan bir kansız kılıç, bir soğuk tüfekle gelmiş, tek atlı bir sipahiyim. Savaşa yalnız bir kere girdim. Derviş Paşa’ya at yetiştirmek gibi ufacık bir hizmetle bu kadar ihsanlarınıza mazhar oldum ki, gerçekte bunların en küçüğüne bile layık değildim.” cevabını verdi.

Gerçekten de, Cezmi’nin yukarıda etraflıca belirttiğimiz ahlak ve emellerine göre, gözünde para, kılıç, hançer, hilat vs. gibi şeylerin o kadar önemi yoktu. Fakat kazandığı çelenkler, gölgesi kimin başına konarsa bir devlet tacına erişmekle meşhur olan devlet kuşu sahiden mevcut olsa da onun kanadından yapılmış olsaydı, ancak bu kadar sevinebilirdi.

Mamafih mükâfat bunlarla da kalmadı. Derviş Paşa ki, kahramanlığı kadar cömertliğiyle de dillere destandı; Cezmi’ye yarı mevcudunu vererek bol bol ihsanlarına gark etti. O zamanın iyi bir geleneğine uyarak öteki paşalar da birbirleriyle yarışırcasına, Cezmi’yi bol bol mükâfatlandırdılar; öyle ki, Cezmi, iki gün içinde orta hâllilikten zenginliğe yükseliverdi.

Bütün bunlardan başka, Osman Paşa, Cezmi’nin hâllerinden ve konuşmasından onun kültürlü bir genç olduğunu sezerek, kendisini sipahilikten müteferrikalığa43 nakletmiş; öyle hem kalemi hem kılıcı ile hizmete muktedir, her türlü eğitime ve ilerlemeye istidatlı bu eşi bulunmaz genci tamamen kendi yanına almıştı.

Cezmi de, Osman Paşa’nın maiyetinde feyz ve şöhret imkânlarını çok daha elverişli gördüğü için, bir yandan çok seviniyor, fakat bir yandan da kendi karakterine çok yakın bulduğu Derviş Paşa’dan ayrılacağına son derece üzülüyordu.

32.Revahe oğlu Abdullah: Eski Arap cengâverlerinden, şair.
33.Ebu Müslim (719-755): Emevîleri devirip Abbasîleri halifelik tahtına çıkaran ünlü komutan. Horasanlıdır, Türk asıllı olduğu rivayet edilir. Abbasi Devleti kurulduktan sonra, İkinci Abbasî Halifesi tarafından, hizmetine karşılık olarak öldürülmüştür.
34.Ebu Tamam: Ünlü Arap cengâverlerinden, şair.
35.Ebu Firas: Ünlü Arap cengâverlerinden, şair.
36.Ayrıntılı bilgi için bk. Peçevî Tarihi, C. 2, s. 39.
37.“Talih denilen huysuz ve kavgacı at itaatsizlik etti. Tanrı lütuflarının gölgesi yere düştü.”
38.Şahbeğendi: İran’da yetişen ve at cinslerinin hepsinden fazla makbul olan bir at cinsi.
39.Sahaif-ül-ahbar, C. 3, s. 525.
40.Bir askerin başına çelenk takmak, o zamanın âdetince nişan ve iftihar makamındaydı.
41.Hilat: Büyükler tarafından iltifata layık kimseye giydirilen süslü elbise.
42.Nusret: Yardım etmek, yardım.
43.Müteferrika: Padişahın, sadrazamın, vezirlerin buyruklarını götüren, büyük hizmetlere, zamanla vezirliğe kadar yükselebileceklere verilen isim.

Бесплатный фрагмент закончился.

61,30 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
11 июля 2023
ISBN:
978-625-6862-17-3
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают