Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Cezmi», страница 3

Шрифт:

7

Karanlık bir gecede şiddetli bir karayel fırtınasıyla Boğaziçi’nde çıkan bir yangın levhası göz önüne getirilsin! Öyle bir yangın ki, siyahlı, kırmızılı renk renk müthiş alevleriyle, eski masallarda gördüğümüz ejderler gibi kâh göklere çıkmak ister, kâh rüzgârın şiddetli bir karşı koymasıyla aşağı süzülür, denizlerle çarpışır, ortalığı birbirine katan bir heybetle sahilden denize atıldığı gibi, denizden de karşısındaki sahile saldıracak gibi görünür. Etrafına gökteki yıldızlar kadar çok kıvılcım saçar, düşen yıldızlar gibi yanık tahta parçaları, kızgın demir kırıkları dağıtır. Havadan, hatta o heybetli ateşin kenarına düşen damlalara dahi bu parçası kadar soğuk bir bela yağmuru yağar durur.

Ağaçlar, dağlar, tepeler, kimi kefeniyle ayağa kalkmış şehit cenazesi, kimi üzerine beyaz örtü çekilmiş fakir tabutu, kimi taşları kırılmış da üzerine yığılmış ecdat mezarları gibi bembeyaz karlar içinde bir dehşet, bir acayiplikle göze çarpar.

Gecelik kıyafetiyle yataklarından uğramış birtakım zayıf ve biçare kadınlar, çocuklar, can korkusu ile tir tir titreyerek etrafta dolaşırlar.

Bu korkunç manzara karşısında, denizin tufanı andırırcasına şiddetle çarpışan dalgaları arasında çalkanıp gelen bir kayıktan imdada koşmak için bir delikanlı denize atılır; kayıktakiler, ağır bir yükten kurtulmuş olduklarına hükmederler; kendi selametleri için o biçarenin dalgalar arasında yuvarlanıp gidişini kendileri için büyük bir nimet bilirler; azgın dalgalardan ziyade onun kayığa yaklaşmasından çekinirler. Sahilde bulunanlar ise, alevlerin her tarafı sardığı o korkunç anda, denizin içinde azgın dalgalarla boğuşup kendilerine yardım etmek isteyen o kahraman delikanlıya tutunması için bir tahta atmaktan bile ürkerler. Çünkü, atacakları küçük bir tahta parçasının bile, söndürmeye uğraştıkları yangını artıracağından korkarlar. Velhasıl, denizdeki gönüllü yardımcılarına ufacık bir yardımda bulunmaya cesaret edemezler. O biçarenin fırtına çığlıklarına karışan, tüyler ürpertici, sinir bozucu feryatları da, vücudu gibi, dalgalar arasında kaybolur gider. Üzerine dağ gibi dalgalar yığılır; sanki altında bir yanardağ faaliyete geçmiş de bir mezarlıktaki ölü kemikleri gibi beyaz, fakat müthiş köpükler her tarafından havaya doğru fışkırır. Her dakika, hatta her saniye dalgaların şiddetli çarpışmasına uğrayarak, kâh göklere çıkmak isteyen kasırga gibi doğrulur; kâh döne döne yerin dibine geçen ve yokuş aşağı büyük bir hızla akan sel gibi aşağı yuvarlanır; üzerinden hava tazyik eder; vücudunu dünyaya yük olmuş müstebit hükümdarlar gibi, cehennemin yedi kat dibine sevk etmek ister; yine deniz o hava basıncına karşı koyar, vücudunu mezar kabul etmemiş günahkârlar gibi dışarıya atmaya çalışır; ateş ara sıra saldırışını biçarenin bulunduğu tarafa çevirir; hayatını yok etmek için o iki sütun kuvvetle yarışa kalkar. Dalgaların her saldırışında sanki vücuduna bir cellat kemendi sarılır; dalgalara her gömülüşünde sanki bir kere mezara girer. Didişe didişe sinirleri takatten kesilir; uğraşa uğraşa vücudundaki kuvvet tükenir. Tuzlu sular yutar; âdeta içi zehirle dolar; soğuk iliklerine kadar işler; kanı donmaya, elinden ayağından hayat çekilmeye başlar. Feryat eder, kimsenin kulağına girmez; yardım diler, kimse yardımına gelmez!

Hâlbuki karşısında, gözleri önünde ve boyundan ancak üç dört defa uzun bir mesafede, vücudunu ısıtacak ateş cehennem alevleriyle yarışıyor! Kendisini kurtaracak insanlar, sahili mahşer meydanının bir numunesi gösterecek kadar kalabalık!

Fakat heyhat! O ateş ısıtmak için değil, etrafı yakmak için tutuşmuş; o insanların yüzde biri yangını söndürmeye uğraşıyorsa, yüzde doksan dokuzu can korkusu ile kendini bile kurtarmaktan âciz kalmıştır. Bir kısmı da, mahşer gününde, Tanrı katında affa mazhar olan kulların biri hayatına kastedecek kadar haris, cehenneme atılsa tamahından, ateşlerini boynuna saklayacak kadar alçak insanlardır. O korkunç ve dayanılmaz belalar arasında bile yine katilliğe, çalıp çırpmaya uğraşıyor.

İşte yardım için denize atılan gönüllünün durumunu, şeklini tasvir için ateşten, fırtınadan söz açmak gerektiği gibi, Cezmi’nin başından gelip geçenleri anlatmak için de yukarıdaki satırları yazmak gerekti.

Ancak, karşılaştırmada şu fark var: Yangın hayalî bir tasvir; birinci bölümdeki tarifler ise renkleri ileride meydana çıkacak bir tablonun müsveddesidir.

8

Cezmi’nin doğum yılını yukarıda söylemiştik. Şimdi biraz da ailesinden ve aldığı eğitimden söz edelim.

Cezmi, tımarı İstanbul civarında bulunan bir sipahinin oğluydu. Henüz iki yaşındayken, annesini kaybetti. Ana şefkati malumdur. İnsanda ne kadar ince duygu varsa, hepsi o sayede gelişir, o sayede daha küçükten eserlerini göstermeye başlar.

Cezmi’nin, annesini henüz tanıyamadan kaybedişi, o eğitimden, o şefkatten mahrum kalışı, kalbinde örtülü olan kabiliyetleri büsbütün bozmadı; yalnız başka yola çevirdi. Çünkü eğitmeni babasıydı. Babası ise asker olduğundan, çocuğunu bittabi askerce eğitecekti. Çocuk, mesela küçükken bir anne, yani bir koruyucu melek bulunmazsa, düştüğünü ve yine kalktığını görecek, masumca tavırlarına ve hatta ağlayışına gülümsemelerle karşılık verecek bir babası, kendisini teşvik edecek bir eğitmeni vardı.

Bundan dolayı, yaradılışındaki incelik ve şefkatten önce, gayret ve cüret tarafları gelişmeye başladı. Binaenaleyh anadan asker doğmamış olsa bile baba ocağından asker olarak ayrılması gerekiyordu.

Ulu Tanrı’nın bu dünyada masumlara en büyük ihsanının, en büyük nimetinin anneler olduğu inkâr edilemez. Fakat yine Ulu Tanrı’nın hikmeti, bir yavruyu anasından mahrum bırakırsa, nispeten onun yerini tutacak birisini de onun yerine koyuyor. Cezmi’nin annesi ölünce, onun yerini tutan, şefkatte anasından hiç de aşağı olmayan babasıydı.

Bazı babalar, çocuklarını korumada ve eğitimde annelerden daha üstündürler.

İnsanlık tarihi incelenecek olursa, yetişen büyük insanlar tarafından meydana getirilen ilmî eserlere iki büyük, iki esaslı sebep görülür ki, bunlardan biri acımak, öteki de cüret ve cesarettir. Acıma duygularınız çok defa anne yahut kadın kucağında, cüret ve cesaretimiz ise baba yahut erkek koltuğu altında beslenip gelişir. Bu bakımdan cennet, anaların ayağı altında olduğu kadar babaların da koltuğu altında, kılıçlarının gölgesinde bulunabilir. Bir anne, çocuğunu gereğinden fazla şefkat göstererek şımartabilir; fakat maksadı elbette şımartmak değil, eğitmektir.

Zaman gibi, sayı gibi, sonsuz mesafeler gibi, insanlardaki hayal gücünün erişemeyeceği Tanrı yapısı şeyler düşünülsün; bir de o Tanrı yapıları arasında bir dünya ve o dünyanın ortasında, boyu nihayet iki metreyi bulmayan insan adlı bir yaratık düşünülsün. Sonra o insanoğlu, şimdiye kadar yine kendi cinsinden milyarlarca kişinin ebedî sessizlik ve dinlenme yeri olan bu koskoca dünyayı, aklı sayesinde, elinde, çocukların oynadıkları top gibi bir eğlence şekline soksun, hatta sonsuzluklara bile hükmediyor denebilecek buluşlar ortaya koysun da yine bir erkekle bir kadın birleşerek aralarında kendi vücutlarından kopma, kendilerine nazaran hemen insanla dünya arasındaki kocaman fark kadar âciz ufacık bir melek doğuverince erkekleri, kadınları güldürecek derecede saf gülümsemelerle bir yolda, kadınları, erkekleri ağlatacak derecede masumca ağlayışlarla başka bir yolda doğuştan, medeniyetten, kültürden ne kadar kuvvet elde edebilmişlerse hepsini o masum zayıfın mini mini ellerine teslim etsinler, küçücük ayaklarının altına saçsınlar!

Dünyada insan için övünülecek bundan büyük güzellik var mıdır?

Cezmi’nin babası, bu yüksek düşünceleri bir kitapta görmemişse de kalbinde hissedenlerden olduğu için, ölen karısından kendine armağan kalan çocuğunu erkekçe büyüttü. Çocuk ağlayacak olsa, kendisi güler, onu da güldürürdü. Çocuk hastalanacak olsa, kendi sağlığını onun korunmasına hasreder, kendi sağlığı bozulmaksızın onu da iyileştirmeye muvaffak olurdu.

Çocuk daha sekiz dokuz yaşlarındayken hatasız bir yaradılışa, kayıtsız ve her şeyi hoş gören bir karaktere malik olmak istidadını göstermişti.

Bünyesi kuvvetliydi; gençliği bir ilkbahar ferahlığı içinde geçiyordu. Başkasından görüp öğrendiği “dünyayı bir mesire saymak” eğitimi de gönlüne başka türlü istidatlar, başka türlü hevesler vermişti. Başı ucunda yıldırım gürlese, ona, gökyüzünde birisi gülüyormuş gibi gelirdi. Gözünün önünden bir cenaze geçse, tabutunu bebek sandığı sanırdı.

Derslerini amcasından okudu. Amcası da babası gibi bir sipahi yani asker oğlu askerdi. Bununla beraber, o çağlarda çok yaygın olan kültür hevesi,14 kendisini zamanın müspet ilimlerini de öğrenmeye sevk etmişti.

Amcası gerekli bilgileri kendisine verirken ve sipahiliğe ait talimleri öğretirken, bir yandan da askerlik fikrini onun kafasına yerleştirmeye uğraşıyordu. Bu yoldaki özel eğitiminin özeti de şuydu: Askerliğin gereği gülmek ve hatta ölürken bile gülmektir. Asker, gözyaşını şehit düştüğü vakit vücudunu süsleyen yahut düşmanını öldürdüğü zaman kılıcından o mağlubun üzerine dökülen kan damarlarında görür. Asker, gerçekten askerse, mezarının en karanlık köşesinde cennete bir pencere bulur. Asker, gerçekten askerse, vücudu toprak altında yatarken, ruhunun gökyüzünde, namının halkın dilinde iftiharla dolaşacağını düşünür ve yerin altını üstü ile eşit ve belki yerin altını daha üstün görür. Asker, gerçekten askerse, rahat döşeğinde ölüp de şöylece bir mezara atılıvermekle, şan meydanında şehit edilerek mezara bedel bir milletin kalbinde yatmak arasında ne büyük fark olduğunu gayet iyi bilir.

Böyle yüksek, böyle vatansever düşüncelerden dolayıdır ki, askerliğin en büyük özelliği de savaş alanını güzel bir mesire, güzel bir yol geçidi saymaktır.

Amcasının bu konudaki düşüncesi, bu ve buna benzer sözlerle çocuğun yüksek duygularını açmaktan, geliştirmekten ibaretti. Fakat ne yazık ki Cezmi, on beş, on altı yaşlarındayken amcasını, yirmi yaşına gelince de babasını kaybetti.

Dünyaya yalnız başına geldiği gibi, bu dünyada yine yapayalnız kalmıştı.

Fakat Tanrı’nın insanlar için aileden sonra en büyük dayanağı olmak üzere yaratıp kurduğu insan toplumuna karışabilecek yeterliği kazanmıştı. Atalarının kılıcı hakkı olan tımarı devletin kanunları kendisine sağladığından geçim sıkıntısı diye bir şey bilmiyordu. Çocuk denilecek kadar gençti; fakat bünyesi hiç ihtiyarlamayacak kadar kuvvetli, babasından miras kalan kılıcı ise kendisini düşman şerrinden koruyabilecek kadar keskindi.

Aldığı eğitim gereğince dünyayı, her tarafı ölülerle dolu bir savaş alanı bilirdi. Onun için hiçbir şeyden çekinmez, ölümden, beladan korkmanın ne demek olduğunu düşünmeyi bile kafasına sığdıramazdı.

Gençliği, gördüğü kuvvetli eğitim, yoksulluğu hiç tanımamış olması, laubali karakterine başka bir parlaklık, başka bir kuvvet kazandırıyordu. Genel durumu:

 
Bir safa ağzı açmış sanki her kabarcığı
Kainatın hâline gülümser şarabımız.
 

beytindeki tarife canlı bir örnek sayılacak kadar rintceydi. O kadar ki, gençlik çağında aşkı bile, çiçeklerin tazeliği veya içkinin verdiği neşe gibi, birkaç saatlik geçici bir şey sanırdı.

İşte Cezmi ile Âdil Giray’ın karakterleri arasında bir aykırılık gösteren bunlar olduğu gibi, o iki zıt yaradılışı birbirine yaklaştıran yönler de vardı: Cezmi de Âdil Giray gibi doğuştan şair ve asker yaratılmıştı.

Cezmi, dünyanın her kederinden, her üzüntüsünden, hatta ciddi bir aşktan bile uzak ve tamamen başıboş, o gençlik çağında hem eğlenmek hem meyhanede Hafız Divanı okuyan rintler gibi, eğlenti arasında öğrenimini tamamlamak için İstanbul’a gelmişti.

Kendisi “Kalemini kılıcıyla keser, kılıcını da maktaında15 biler.” sözüyle nitelenmeye değer bir asker olarak yüzü ne kadar heybetliyse gidişatı ve genel durumu ile de o kadar sıcak ve sokulgandı. Erkekçe tavırları, hoş sohbetleri ve şakacılığı sayesinde, o zamanın hem en seçkin askerlerinden hem de kudretli şairlerinden birçoğu ile birer birer tanışmıştı.

En önce edindiği himayecileri ise sarayın en iyi, en seçkin binicisi olması bakımından, o vaktin tabirince “Mirahurluk”ta bulunan Ferhat Ağa16 ile Baki’den sonra devrin en kudretli şairi sayılan Nev’î17 idi.

Ferhat Ağa’nın hâl ve şanı yukarıda bir dereceye kadar görülmüştü. Aşağıda ise, daha birçok güzel eseri görülecektir.

Nev’î, ağıtı ile meşhur Baki’nin (1526-1600) yerini tuttuğunu ispat eden ve Harbat’ın18 birinci cildinde bulunan “nun” kafiyeli ufak manzumeciği ile Nef’î’yi (? – 1634) bile izinden yürütmek şerefini kazanan zattır ki, oğlu Atâyi de (1538-1637), Taşköprülüzade Ahmet Efendi’nin “Şakayık-ı Numaniye” adlı eserine zeyl yazmıştır. Bununla beraber sağlığında Nef’î’nin birçok haksız hücumuna hedef olduktan başka, Hamse adlı manzumesi için, ölümünden bir iki yüz sene sonra, Şeyh Galip lisanından aşağıdaki yersiz kötülemeye de uğramıştır:

 
İstanbul’umuzda Nev’îzade
Etmiş tek u pûyunu ziyade. 19
 

Cezmi’nin Ferhat Ağa ile tanışması ve onun himayesini kazanması dehşetli bir olayın sonucuydu. Bu olayı da açıklayalım:

Şu değersiz kitabı okuyanların birçoğu, İstanbul’daki Umumi Hapishane’yi -Tanrı saklasın; içine girmeseler bile- dışından elbette görmüşlerdir.

İşte o hapishanenin bulunduğu yer, bahsettiğimiz olayların geçtiği çağlarda, yani XVI. yüzyılda birçok vezirin ve devlet adamının gezinti mahalli olan mesut bir yerdi.

Önünde bulunan ve şimdi Sultanahmet Alanı denilen arsa ise, bugünkünden başka biçimdeydi. Gerçi şimdiki gibi o zaman da, biri Mısır’ın, öteki eski Yunanistan’ın büyüklük delillerinden olan iki taş, biri piramit biçimi, biri de dikey şekliyle, medeniyet eserlerindeki kalıntıları iki geometrik delil ile göstermekteydi.

Vaktiyle zevklerine düşkün Rum imparatorlarının taht yeri olan o yılan biçimi tunç direk ise, kırık dökük, delik deşik kıyafetiyle, zulmün yıkılışını apaçık gösteren bir belgeydi.

Bugün hapishane tarafından bakıldığı zaman, bu taşların biraz ötesinde göze çarpan kocaman çınar o zamanlar belki daha dikilmemişti bile. Bu çınarın da ayrı ve acıklı bir hikâyesi vardır: Dallarına binlerce mazlum veya sanık asıldığı için tarihlerimizde “Şecer-i Vakvak”20 unvanını almıştır. Cami meydanında idam edilen yeniçerilerin cesetleri de yine o ağacın altına atıldığı için bir şairin:

 
Meyva vaktinde yetiştik Şecer-i Vakvak’ın
 

mısraı ile, merhamete ve insanlığa yakışmayacak şekilde alay konusu da olmuştur. Şimdi ise kuruya kuruya, iyi tarih bilenlerin gözünde ve hayalinde, çürümüş insan kemiklerinden yapılma bir dehşet heykelinden başka bir şey değildir.

Sultanahmet Cami-i Şerifi’nin -ki Ayasofya’ya pek yakın olduğu, için belki tenha kalır düşüncesiyle, devamlı cemaatine vazife tayin olunmuşken, sonraları bayramlarda, mevlutlarda, yüzlerce alayın, binlerce halkın toplanma yeri olarak geleceği keşfetmenin imkânsızlığını ispatlayan bir taş belgedir- Hüdaî Hazretleri açılış duasını henüz okumamış, hatta ilk temel taşına ilk harcı koyan Sultan I. Ahmet henüz ana rahmine dahi düşmemişti.

Caminin bulunduğu yerde, biri Sokullu’nun, diğeri İkinci Vezir Ahmet Paşa’nın, birbirine bitişik iki konağı vardı. Bu konaklar, şimdi cami duvarlarının bulunduğu yerden bir hayli ötedeydiler. Alan ise, gerçi Rumlar zamanındaki kadar geniş değilse de, bugünkü durumuna göre daha genişçeydi. Osmanlı Türklerinin o zaman en büyük eğlencesi olan bu alanı, saray ağalarıyla vezirlerin daire halkı, cündilikteki maharetleri için bir sınav yeri yapmışlardı; mevsim elverişli oldukça tatil günleri cirit oynamak için oraya çıkarlardı.

1568 yılı şevval ayının ilk cuma günü Mirahur21 Ferhat Ağa, padişahın bazı taltiflerini ulaştırmak için Sokullu Mehmet Paşa’nın konağına gelmiş, Atmeydanı’na bakan divan odasında bir pencere önüne oturmuştu. O gün Cezmi de, İkinci Vezir Ahmet Paşa konağında, paşanın adamlarından bir bildiğini görmeye gelmiş, aynı alana bakan başka bir odada iki arkadaş konuşmaya dalmışlardı.

O sırada saray takımı Ayasofya tarafından, vezirlerin daire halkı da konakların kapısından göründüler, alanda at oynatmaya, cirit oynamaya başladılar.

Cezmi bir müddet seyrettikten sonra:

“Bunların içinde atlı yok!” diyecek oldu.

Bu söz, karşısındakine pek garip geldi:

“Çocuk, sen ne söylüyorsun? Osmanlı atlısının en seçkini bunlardır.” deyince, Cezmi:

“Hiç öyle lakırtı mı olur? Ben bir kılıç tımara malik sipahiyim. Altıma uyuz bir hergele versinler, bunların hepsiyle uğraşırım.” cevabını verdi.

Daire halkından yanlarında bulunanlar gülüşmeye başladılar. Nihayet bahsi kızıştırdılar, Cezmi’yi alana çıkarmaya davet ettiler. Binmesi için paşanın tavlasından gayet aksi bir yağız kurt atı çıkardılar. Binek taşına çektiler.

Cirit için gereken şeyler hayvanın eyerinde mevcuttu. Cezmi, binek taşına gelince hayvanı seyretmek istiyormuş gibi bir tavırla aşağıya indi. Dizgininden tutarak hayvanın başını birkaç kere öteye beriye çevirdikten sonra, birden sıçrayarak üzerine atladı. Hayvan gerçi aksiydi, dikkafalıydı; fakat Cezmi üzerine atlar atlamaz, efendisini görmüş acemi bir köle gibi yumuşayıverdi. Cezmi de oradakileri selamlayarak kapıdan çıktı, atlıların arasına karıştı.

Oyunda cirit atmak, kovaladığını istediği yerinden vurmak, eyer boşaltarak gelen değnekleri savuşturmak, bir eliyle atın yelesine sarılarak, öteki eliyle yerden değnek kapmak, belinden yukarısıyla arkaya dönerek üzerine atılan ciritleri tutmak hususlarında o kadar büyük bir ustalık gösterdi ki, seyredenlerin hepsi hayran oldu.

Böyle genç bir sipahinin binicilikte saray ağalarına varıncaya kadar üstünlük göstermesi, Sokullu Mehmet Paşa’nın konağından bu manzarayı seyreden Ferhat Ağa’nın binicilik damarlarına dokundu. Sadrazama:

“Bu çocukla benden başka uğraşacak kimse yok, müsaade buyurunuz!” diye veda ederek atına atladı, o da alanda dolaşmaya başladı.

Ferhat Ağa, gerçekten zamanının en usta binicisiydi. Birkaç kere alanın bir başından öbür başına gitti geldi, birkaç kere Cezmi’nin ciritini savuşturdu, fakat kendi Cezmi’ye bir değnek bile vuramadı. Nihayet ustalığı sayesinde Cezmi’yi Ahmet Paşa Konağı’nın önünde sıkıştırdı. Cezmi eyer boşaltmak istedi. Arkaya dönüp değnek tutmak umuduna kapıldı. Ferhat Ağa’nın atı gayet terbiyeli, kendi bindiği at ise çok huysuz olduğundan, bir türlü atının başını istediği yolda idare edemedi. Ne kadar ustalık, ne kadar marifet gösterse, yine değnek yiyeceğini ve sonuçta yenilmiş sayılacağını anladı. Birkaç kere değnekle hayvanın boynuna çarparak tavlanın arka kapısına çevirdi.

O kapı ise vaktin âdetince, yalnız bir hayvan girebilecek kadar alçaktı. Kapının üzerindeki duvar ise bir değil, bin kafa parçalayacak derecede sağlamdı. Kapıdan sadece at sığabilir ve geçerken belki eyeri bile sürünürdü.

Ferhat Ağa, bu durumu görünce telaşa düştü. Dünyanın en kıymetli adamlarından sayılan ve biniciliğin gelecekteki en büyük ümitlerinden görünen böyle genç bir sipahiyi -çocukların oynarken kırdıkları oyuncaklar gibi- boş yere kaybedeceğinden dolayı son derece canı sıkıldı:

“Oğlum, hayvanın başını sola doğru çevir, duvara çarpacaksın!” diye bağırmaya başladı.

Cezmi ise hiç aldırmıyor, yoluna devam ediyordu. Kapıya birkaç adım kalır kalmaz eyer boşalttı. Fakat boşaltırken iki ayağını birden üzengiden çıkardı. Hayvan başını pek yukarı kaldırmasın diye sağ elini atın kolanına bağlanan ve dilimizde palan denilen kayışa, sol elini de gemine atarak hayvanın karın altına sokuldu, tavlaya sağ salim girdi.

Tavla karanlıktı, fakat hayvan yemliğine alışık olduğundan orada da bir kaza olmadı.

Cezmi, atın karın altından sıyrıldı, ufak kapıdan dışarı fırladı. Koşup Ferhat Ağa’nın üzengisini öptü. Her gün, her istediği vakit yanına serbestçe gidip gelmek için emir aldı. Aldığı emir ise o zamanların anlamına göre, devlet katında yükselmek için apaçık bir yoldu.

9

Cezmi’nin Şair Nev’î ile tanışmasına gelince: Bu, öyle tehlikeli bir olay neticesinde olmadı, Cezmi’nin yaradılışındaki şairliğin yardımıyla oldu.

Cezmi’nin Ahmet Paşa Konağı’ndaki arkadaşı, paşanın tezkireci yamaklarından kendi yaşında bir delikanlıydı. Arkadaşı Cezmi’nin Mirahur Ağa’dan iltifat görmesine, dolayısıyla vasıta olmak gibi hayırlı bir iş yaptığı için övünüyordu ve bu övünç ile, açılan ikbal yolu sanki kendisine aitmiş gibi, Fatih civarındaki evinde Cezmi’ye bir de ziyafet vermişti. Bu ziyafete saray has oda takımından ve Sokullu dairesinden, ziyafet sahibinin kapı yoldaşlarından beş altı kişi de davetliydiler. Yemeye içmeye başladılar. Söz konusu döne dolaşa Cezmi’nin cirit olayına geldi. Her biri Cezmi’yi ayrı ayrı övmeye başladılar. Nihayet lakırtı Ferhat Ağa’nın teveccühünün kendisi için ne kadar yükselmelere başlangıç olabileceğine döküldü. Hatta içlerinden biri:

“Bir iki gece evvel rüyamda ata binmiştim. Devlete erersin, dediler. Hiçbir şey çıkmadı. Şimdi anlıyorum ki, rüyada ata binmekten bir şey elde edilmiyor. İnsan uyanıkken böyle ata binebilse devlet ayağına geliyor.” gibi nükteli sözler söylemeye başladı.

Cezmi ise bu övünmelerin hepsine karşılık:

“Eğer geçen günkü cirit oyunu benim için gerçekten yükselme vasıtası olacaksa, hem kendime hem devletin hâline acırım. Gösterdiğimiz marifet nedir ki devlet katında yükselmemizi gerektire? Bir kılıç tımarım var, o nimetin hakkını ne zaman ödedim ki başka bir devlet arzusuna düşeyim? Benim inancıma göre, hak etmeden yükselme, haklı mahrumiyetten bin kat fenadır. Kendi kendisini bulunduğu mertebeye layık görmeyen adam, halkın gözünde ne kadar küçüleceğini düşünürse utancından yerlere geçer. Şimdi mesela benim gösterdiğim meziyet, biraz ata binmek, biraz cirit atmaktan ibaret oluyor. Bu meziyetlerle olsam olsam iyi bir seyis veya maharetlice bir cirit öğretmeni olabilirim. Bu hâl ile beni tutsalar da mesela yüksek bir subay yapsalar, halkın karşısına ne yüzle çıkarım? Tanrı bana yükselme nasip ettiyse, o yükselmeye layık olduğumu ispatlayacak hizmetler kısmet etsin.” cevabını verdi.

Toplantıda bulunanlar, Cezmi’nin bu sözlerini yalancıktan alçak gönüllülüğe ve utancına yordular. Fakat gerçekte Cezmi, fikrini, vicdanını bu sözleriyle gayet samimi bir şekilde anlatmış oluyordu. Çünkü ikbale, ilerlemeye hevesli değildi. Ancak, hak ettiği takdirde yükselmeyi isterdi.

Sohbet ilerledikçe herkesin neşesi de artmaya başlamıştı. Mecliste hazır bulunanların hepsi az çok kültürlü insanlar olduğu gibi, müzikten de anlıyorlardı. Eğlence olarak bir ağızdan önce Baki’nin:

 
Hoş geldi bana meygedenin âb u havası
Billah ne güzel yerde yapılmış yıkılası 22
 

matlalı23 ve arkasından da Nev’î’nin:

 
Gönül hercayi dilber bi-hakikat neylesün Nev’î
Şikâyet bi-vefalardan şikâyet bi-vefalardan 24
 

maktalı25 gazellerini okumaya başladılar.

Okudukları şeyler, sanki orada bulunanların durumlarını ibret gözü önünde tasvir ediyordu. Zira kimi, Baki’nin beytiyle, içkiye hitaben sarhoşça övgülerde bulunuyor veya beddua ediyor; kimi de, Nev’î’nin mısralarıyla, aşk yüzünden uğradığı sitemleri birer birer hatırlayarak coşuyordu.

Cezmi ise vücudu sapasağlam, midesi gayet kuvvetli olduğundan içki kendisine pek dokunmuyordu. O, büsbütün başka bir terbiye almıştı. Aşktan anladığı mana ise tamamen başka olduğu için, sitemini görecek, cefasına katlanacak sevgilerle pek öyle sıkı fıkı düşüp kalkmadığı için, bu konuda hatırlayabileceği meşakkatleri de yoktu. Müziğe karşı da o güne değin pek öyle yakın bir ilgi göstermemiş, daha doğrusu müzisyen olmaya hiç heves etmemişti. Esasen heves etmiş olsa da tabiatı buna elverişli değildi.

Meclis arkadaşları neden sonra Cezmi’nin ahenge karışmadığını fark ettiler. Kendileriyle birlikte şarkı söylemesi için onu zorlamaya başladılar. Müzikle fazla bir ilgisi olmadığını söyledi. Önce inanmadılar, sonra Cezmi’nin teminatı üzerine inandılar. Fakat bu defa da, güzel sanatlardan biri olan müzikten anlamadığı için teessüf perdesi altında, birtakım dokunaklı sözlerle Cezmi’ye taş atmaya başladılar.

Müziğin güzel sanatlardan olduğunu Cezmi de biliyordu; fakat sesi buna elverişli değildi. Sonuç olarak, bir müzik parçasını zevkle dinlemeyi, söylemekten üstün tuttuğunu sözlerine ekledi. Cezmi’nin bu konudaki düşüncelerini gönül saflığı ile bildirmekten ibaret olan sözlerini arkadaşları, attıkları taşlara karşılık saydılar. İçlerinden biri, gevezelik yarışına çıkmış gibi:

“Ha, sahi, unutmuştum. Siz şairsiniz. Hiç musikiye tenezzül mü buyurursunuz? diye hafif tertip alaya başladı. Durumu ve sesinin tonu bu sözlerdeki alay maksadını açıktan açığa belli ediyordu.”

Cezmi dayanamadı: “Ne yapalım efendim?..” diye karşılık verdi. “İnsanlık dururken çalıkuşu olmaya heves etmek elimden gelmiyor…”

Bu sözleri toplantıda bulunanların hiddetini bir kat daha artırdı. Aralarında şöyle bir konuşma başladı.

Davetlilerden biri:

“Şiir söylediğiniz zaman herhâlde deminki okunan beyitler gibi söylersiniz ya!”

Cezmi:

“Kim bilir… Belki…”

Bir başkası:

“Yok, yok! Bey onları da beğenmez…”

Cezmi:

“O beyitleri beğenmezsem ne lazım gelir yani? Şiirden birazcık anlasanız siz de beğenmezdiniz. Baki’nin, Nev’î’nin her sözü mutlaka güzel olmak gerekmez ya!”

Öteden bir başkası:

“Bey, Baki’den de Nev’î’den de daha güzel söyler, Fuzulî gibi söyler.”

Cezmi:

(Hiddetini saklayarak) “Evet, Fuzuli gibi söylerim. Ne olmuş yani?”

Önceki:

“Öyleyse, şimdi bir Fuzuli Divanı buluruz, rastgele bir yaprağını açarız, ilk sayfasında çıkacak şiirine bir nazire26 söyleyebilirseniz size dört başı mamur bir ziyafet veririz. Ya söyleyemezseniz?”

Cezmi:

“Tabii biz de bir ziyafet vereceğiz. Fakat şiiri kim ayırt edecek? Ayırtmanlık size kalacaksa şimdiden yandık demektir, bahse hiç girişmeyelim. Söyleyeceğim nazireye şimdiden fenadır deyip çıkarsınız işin içinden…”

Bir başkası:

“Hayır, öyle değil! Şair Nev’î benim hocamdır. Gider ona gösteririz.”

Cezmi:

“Öyleyse pekâlâ olur.”

Konuşma buraya gelince bir Fuzuli Divanı27 bulmak gerekiyordu. Bu eseri ha deyince bulmak ise hayli güçtü. Çünkü bizde Kanuni Sultan Süleyman zamanından sonra, her yeniliğe karşı olduğu gibi, matbaacılığa da önem verilmemişti. Hatta böyle bir icattan henüz haberimiz bile yoktu. Matbaacılık bize, ancak bir iki yüz sene sonra, Lale Devri’nde, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın ve İbrahim Müteferrika’nın himmetleriyle gelebilmiş, fakat ne yazık ki, Patrona Halil adında bir sergerdenin isyanı hepsini kökünden silip süpürmüştü.

O devirde matbaa olmadığından bütün kitaplar elle yazılıyor ve en değerli eserler bile cahil hattatların elinden yanlışlarla dolu olarak çıkıyordu. Bu sebepledir ki:

 
Kalem olsun eli ol kâtib-i bed-tahririn
Ki sevad-ı rakamı sûrumuzu şûr eyler
Gâh bir harf sükûtiyle kılar nasırı nâr
Gâh bir nokta sükûtiyle gözü kör eyler 28
 

diye hattatların cahilliğinden feryat eden Fuzuli’nin divanı da el yazması idi ve yukarda da söylediğimiz gibi, pek az bulunuyordu. Ziyafet sahibinin evinde Fuzuli divanı yoktu. Davetliler arasında saraya mensup adamlardan biri bir uşak göndererek kendi dolabında mevcut olan divanı getirtti. Fal bakar gibi rastgele bir yerini açtılar. Bağdat şehrini tasvir eden meşhur kasidesi çıktı.

Cezmi, Fuzuli’nin öyle en güzel, en kuvvetli şiirlerinden biri çıktığını görünce, aynı kuvvetle nazire yazmanın güçlüğünü düşünerek kalben pek üzüldü, hatta iddiasına bin kere pişman oldu. Fakat bir kere ok yaydan çıkmıştı. Artık geri dönülemezdi. Kendini bilen insanlar için en şiddetli ceza sayılan maskara olmak korkusu ile hiç renk vermedi.

“Bir ziyafet için bir kasideyle uğraşmak çekilir hâllerden değil, fakat ne yapalım? Bir kere bahse tutuşmuş bulunduk. İnşallah Ferhat Ağa’nın sayesinde naziremiz padişaha sunulur da caizemizi29 oradan alırız.” dedi.

Nazirenin yazılması için aralarında kararlaştırılan müddet bir haftaydı. Hafta sonunda Cezmi naziresini getirdi, muarızlarına teslim etti.

Cezmi, bu kadar iddia ve inat üzerine yazdığı şiirde tabii olanca kudretini sarf etmiş, olanca şairliğini göstermiş, naziresini gerçekten nazire denebilecek bir hâle getirmişti.

Muarızları, geçen olayı anlatarak ve Cezmi’nin yaşını, durumunu da tarif ederek kasideyi Nev’î’ye gösterdiler. Koca şair, liyakate âşık, her işin ehlini takdir eden bir zattı. Kasideyi yukardan aşağı dikkatle okudu, okudukça coştu, coştukça okudu ve nazireyi aslından üstün bulduğunu söyledi.

Nazireyi getirenleri, Cezmi’nin şairliğini küçümser bir tavır takındıkları için âdeta ayıpladı:

“Aklınızın ermediği meselelerde niçin fikir yürütürsünüz? Çocuk nazireyi pek güzel söylemiş, hatta bazı yerlerinde Fuzuli’yi bile geçmiş. Fuzuli’nin:

 
Deşt ü sahrasında sad Leyla vü Mecnun cilve-sâz
Kûhrârı üzre bin Ferhad u Şirin bâde-hâr 30
 

beyti ki, kasidenin en güzel parçasıdır; naziredeki:

 
Rûşena bir sahasında Ravza-i Peygamberi
Rû-nümâ bir ravzasında Kâbe-i perverdigâr 31
 

beytiyle hiç ölçülebilir mi? Bence Cezmi’ninki çok daha kuvvetli…”

Şair Nev’î, Cezmi’yi çok takdir etmişti. Hemen o gün yanına getirtti; bin türlü iltifatlarda bulundu. Hele şakacılığına, hazır cevaplığına, tabiatındaki iyiliğe ve ahlakındaki açıklığa büsbütün hayran kaldı. Ve daha o günden Cezmi’yi kendi oğlu Atâî kadar, belki daha çok sevmeye başladı.

Nev’î bu iltifatlarla da yetinmedi; kasideyi padişaha bizzat sunarak o kudretli ve genç şair için birçok ihsan almasına vasıta oldu.

Ferhat Ağa mirahur, Nev’î de şehzade öğretmeniydi. Böyle nüfuzlu iki insan, kendisini himayelerine alınca, sarayın kapıları Cezmi’ye artık tamamıyla açılmış, devlet katında yükselme yolları görünmüştü. Fakat bu gibi şeyler Cezmi için önemli değildi; onun parada, pulda, mevkide gözü yoktu. Biricik isteği, başlamak üzere olan İran Savaşı’na katılabilmek için bir tavsiye mektubu elde etmekten ibaretti.

14.Kanuni devrinde yalnız yeniçeriler arasında seksen kadar şair bulunduğu tarihî bir gerçektir.
15.Makta: Kesit. Eskiden mürekkeple yazı yazılan kamış kalemi açtıktan sonra ucunu üzerine koyup kestikleri yazı aracı.
16.Birinci bölümde kendisinden biraz bahsedilen Ferhat Paşa.
17.Nev’î (1533-1589): XVI. yüzyılın, Baki’den sonra en büyük şairi olup Malkaralıdır. Şeyhlerden Pir Ali Efendi’nin oğludur. Mürettep divanı vardır.
18.Harabat: Şair Ziya Paşa’nın Türk, Arap ve İran edebiyatlarından seçme örnekleri ihtiva eden eseri. Namık Kemal, “Tahrib-i Harabat” ve “Takibi Harabat”
19.Tek u pûy (Tekâpû): Dalkavukluk. Beytin anlamı: “Nev’îzade İstanbul’umuzda dalkavukluğu ile ün salmıştır.”
20.Şecer: Ağaç; Vakvak: Yemişleri insan biçiminde olduğu söylenen bir masal ağacı; Şecer-i Vakvak: İstanbul’da Atmeydanı’nda, yani şimdiki Sultanahmet meydanında bir çınara verilen ad. Öldürülen bazı büyüklerin kafaları kesilip bu ağacın dallarına asılırdı.
21.Mirahur (imrahur): Sarayın binek, ev, yük hayvanları, ahırları ile bunlara bakanların binmesine memur kimse. Has ahırın en büyük amiri.
22.Meyhanenin suyu, havası bana pek hoş geldi. Yıkılası meyhane vallahi ne güzel yerde yapılmış.
23.Matla: Kaside veya gazelin ilk beyti.
24.Gönül, o gelgeç güzel pek hakikatsiz Nev’î ne yapsın? Vefasızlardan şikâyet, vefasızlardan şikâyet…
25.Makta: Kaside veya gazelin son beyti.
26.Nazire: Örnek, karşılık. Divan edebiyatında bir şairin şiirini taklit ederek aynı ölçü ve aynı kafiyede yazılan şiir.
27.Divan: Eskiden divan şairlerinin, alfabetik sıraya göre düzenlenmiş şiir dergisi.
28.O, kötü yazan kâtibin (hattat’ın) eli kalem, olsun (yani kamış kalemin ucu gibi, makta (kesit) üzerinde kesilsin.) Onun yalan yanlış karalaması, düğünümüzü kavga gürültü şekline sokar. (Sûr kelimesi Arap harfleriyle yazıldığı zaman, sin harfinin üstüne yanlışlıkla üç nokta konulacak olursa, anlam tamamen değişir, düğün anlamına gelen sûr, kavga gürültü anlamına gelen şûr şekline girer). Bazen de bir harfi atlayarak nasır kelimesini nar, yani ateş şekline, göz kelimesini yazarken de bir nokta atlayarak kör şekline sokar.
29.Caize: Eskiden bir büyüğe sunulan manzumeye karşılık verilen para.
30.Ovasında ve sahrasında yüzlerce Leyla ve Mecnun cilveleşmede; dağlarında binlerce Ferhat ve Şirin aşk şarabı içmede.
31.Bir alanında Hazreti Peygamber Efendi’mizin aydınlık mezarları, bir bahçesinde Ulu Tanrı’nın kâbesi görünmede.
61,30 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
11 июля 2023
ISBN:
978-625-6862-17-3
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают