Читать книгу: «Ejderhaların Yükselişi », страница 14

Шрифт:

BÖLÜM YİRMİ ÜÇ

Alec karnına yediği tekmeyle kabaca uyandırıldığını hissetti ve gözlerini açtı. Bitkindi, dengesi bozuktu ve kendini toplamaya çalışıyordu. Ağzındaki samanı çıkarttı, yerde yüzüstü yatmakta olduğunu gördü ve hatırladı; koğuştaydı. Gecenin büyük çoğunluğunu uyanık geçirmişti, gece boyunca oğlanlar kavga etmiş, gölgelerin içinde sürünmüş ve birbirine tehditkâr şekilde bağırmıştı ve Alec hem kendisinin hem de Marco’nun arkasını kollamıştı. Birçok oğlanın ölüp, ayaklarından tutulup sürüklendiklerini görmüştü ama öncesinde diğerleri cesede saldırıp üzerinden koparabilecekleri ne varsa toplamıştı.

Alec bir kez daha tekmelendi, bu kez tetikteydi, yuvarlandı, her şeye hazırdı. Başını kaldırıp karanlığa bakarken gözlerini kırptı. Bir başka oğlanı görmeyi bekliyordu fakat başında iki Pandesia askeri dikiliyordu. İçerideki tüm oğlanları tekmeleyip yaka paça ayağa kaldırıyordu. Alec kollarının altında kaba eller hissetti ve zorla ayağa kaldırılıp itildi ve koğuştan dışarı atıldı.

“Neler oluyor?” diye mırıldandı, hala uyanık olup olmadığından emin değildi.

“Görev zamanı,” diye azarladı arkadan bir asker. “Keyif için burada değilsiniz oğlum.”

Alec Ateş Duvarlarında nöbete ne zaman gönderileceğini merak etmişti etmesine ama gecenin bir yarısında ve böylesine uzun bir yolculuktan sonra olmasını beklemiyordu. Öne doğru tökezledi, bitkinlikten sarhoş gibiydi ve nasıl hayatta kalacağını merak ediyordu. Oraya vardıklarından beri onlara yiyecek hiçbir şey vermemişlerdi ve uzun yolculuk yüzünden hala güçsüzdü.

Tam önüne, belki açlıktan belki bitkinlikten, bir oğlan yığıldı ve askerler üzerine atılıp oğlan hareketsiz kalana kadar onu öldüresiye tekmelediler. Sonra oğlanın cansız bedenini donmuş zeminde bırakıp yürümeye devam ettiler.

Sonunun bu oğlana benzemesini istemediğini fark eden Alec azmini güçlendirdi ve kendini gözlerini dört açmaya zorladı.

“Çok mu uyudun?” diye sordu Marco kinayeli bir gülüşle.

Alec hüzünlü bir şekilde başını salladı.

“Merak etme,” dedi Marco. “Öldüğümüzde iyice uyuruz ve çok yakında ölmüş olacağız.”

Bir dönemeçten döndüklerinde Alec Ateş Duvarları nedeniyle bir anlığına körleşti. Yaklaşık elli metre mesafedelerdi ve sıcaklık orada bile inanılmaz derecede yüksekti.

“Eğer buradan troller gelecek olursa onları öldürün,” diye bağırdı bir İmparatorluk askeri. “Aksi halde kendinizi öldürmemeye çalışın, en azından sabaha kadar. Buranın iyi şekilde korunmasını istiyoruz.”

Alec son bir kez ittirildi ve askerler dönüp giderken o ve diğer oğlanlar Ateş Duvarlarının yakınında tek başlarına bırakıldı. Onların kaçmayıp orada nöbet tutacaklarına nasıl güvendiklerini merak ettiği sırada etrafına bakıp her taraftaki gözetleme kulelerini fark etti. Hepsinde ellerinde arbaletler olan ve elleri tetikte bekleyen askerler vardı. Hepsi oğlanlardan birinin kaçmaya kalkışması için hevesle bekliyordu.

Alec hiçbir zırh hiçbir silah olmadan nasıl etkin bir koruma görevi yapmasının beklediğini merak ederek duruyordu. Etrafına bakınca bazı oğlanların elinde kılıçlar olduğunu gördü.

“Onu nereden buldun?” diye sordu Alec yakınındaki bir oğlana.

“Bir oğlan ölünce onun elinden alırsın,” diye cevapladı. “Tabii başka biri seni kılıç için dövmezse!”

Marco kaşlarını çattı.

“Silahımız olmadan nasıl nöbet tutmamızı bekliyorlar ki?” diye sordu.

Yüzü isten simsiyah olan bir oğlan kıs kıs güldü.

“Acemiler silah alamaz,” dedi. “Zaten size ölmenizi bekliyorlar. Birkaç gece sonra hala burada olursanız bir silah edinmenin bir yolunu bulursunuz.”

Alec yoğun şekilde çatırdayan Ateş Duvarlarına baktı, sıcaklığı yüzünü ısıtıyordu ve diğer tarafta bu tarafa geçmek için bekleyen neler olduğunu düşünmemeye çalıştı.

“O sırada ne yapmamız gerekiyor?” diye sordu. “Bir trol bu tarafa geçerse?”

Bir oğlan güldü.

“Onları çıplak ellerinle öldür!” diye bağırdı. “Hayatta kalabilirsin ama belki ölebilirsin de. Yanıyor olacaktır ve büyük ihtimalle seni de kendisiyle birlikte yakacaktır.”

Diğer oğlanlar arkalarını dönüp dağıldılar, her biri kendi istasyonlarına gidiyordu. Alec elinde hiçbir silah olmadan dönüp umutsuz bir duyguyla Ateş Duvarlarına baktı.

“Buraya ölmek için gönderildik,” dedi Marco’ya.

Marco kendisinden beş altı metre uzaktaydı ve Ateş Duvarlarına bakıyordu; bozguna uğramış görünüyordu.

“Ateş Duvarlarını korumak bir zamanlar onurlu bir işti,” dedi, sesi üzgündü. “Pandesia işgal etmeden önce. Koruyucular bir zamanlar iyi silahlanmış, iyi donanmış, onurlu kişilerdi. Ben de bu yüzden gönüllü olmuştum. Fakat şimdi… tamamen farklı bir şey gibi görünüyor. Pandesialılar trollerin bu tarafa geçmesini istemiyor fakat bunun için kendi adamlarını kullanmıyor. Burayı bizim korumamızı istiyorlar ve bizi burada ölüme terk ediyorlar.”

“Belki de geçmelerine izin vermeliyiz,” dedi Alec “ve herkesi öldürmelerine izin vermeliyiz.”

“Yapabiliriz,” dedi Marco. “Fakat Escalon’a saldırırlar ve ailelerimizi de öldürürler.”

Sonra ikisi de sustu. Durmuş Ateş Duvarlarına bakıyorlardı. Alec oraya bakıp merak içinde dururlarken ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Kendi ölümüne bakmakta olduğu fikrinden kendini kurtaramıyordu. Ailesi şimdi ne yapıyordu? Acaba umurlarında mıydı?

Alec kendini depresif düşünceler içinde kaybolurken yakaladı ve bu ruh halini değiştirmesi gerektiğini düşündü. Kendini başka bir tarafa bakmaya, omuzlarının üzerinden bakıp karanlık orman sınırını incelemeye zorladı. Orman zifiri karanlıktı ve korkunç görünüyordu. Gözetleme kulelerindeki askerler orman tarafını kontrol etme ihtiyacı bile duymuyordu. Onun yerine gözlerini acemilere, Ateş Duvarlarına sabitlemeyi seçiyorlardı.

“Kendileri nöbet tutmaya korkuyorlar,” diye gözlemini bildirdi Alec askerlere bakarken. “Fakat bizim gitmemizi de istemiyorlar. Korkakça.”

Alec sırtında büyük bir acı hissettiğinde sözlerini ancak bitirebilmişti. İleri doğru tökezledi ve ne olduğunu anlayamadan kaburgalarına indirilen bir gürz darbesiyle yüzüstü yere yapıştı.

Kulağına şeytan bir ses geldi, tanıdık bir ses:

“Sana seni bulacağımı söylemiştim oğlum.”

Alec hiçbir tepki veremeden kaba ellerin kendisini kavrayıp Ateş Duvarlarına doğru sürüklediğini hissetti. Taşıyıcıda kavga ettikleri oğlan ve arkadaşı oradaydı. Alec direnmeye çalıştı fakat faydasızdı. Onu çok sıkı tutuyorlardı ve yüzü Ateş Duvarlarının yoğun sıcaklığını hissedene kadar taşıdılar..

Alec bir çırpınma sesi duydu. Dönüp baktığında Marco’nun zincirlerle bağlı olduğunu görüp şaşırdı. Başka iki oğlan onu arkasından yakalamış, olduğu yerde tutuyorlardı. Bunu çok iyi planlamışlardı. Onların gerçekten ölmesini istiyorlardı.

Alec çırpındı fakat avantaj sağlayamıyordu. Onu Ateş Duvarlarına doğru sürüklemeye devam ettiler, neredeyse üç metre mesafe kalmıştı ve sıcaklık o kadar yoğundu ki acı hissetmeye başlamıştı bile, sanki yüzü eriyormuş gibiydi. Birkaç metre sonra, eğer ölmezse hayatı boyunca sakat kalacağını biliyordu.

Alec debelendi fakat onu o kadar sıkı tutuyorlardı ki kurtulamıyordu.

“HAYIR!” diye çığlık attı.

“Ödeşme zamanı,” diye tısladı kulağına ses.

Sonra aniden bir çığlık duyuldu ve Alec bunun kendi çığlığı olmadığını anlayıp şoke oldu. Kollarındaki eller gevşedi ve aynı anda o da kendini Ateş Duvarlarından geriye attı. O sırada bir ışık patlaması gördü ve bir yaratık Ateş Duvarlarından fırlarken donakalmış bir şekilde izledi. Yaratık ateşler içindeydi ve hemen yanındaki oğlanın üstüne inip onu yere yapıştırdı.

Trol hala ateşler içindeyken oğlanla birlikte yerde yuvarlandı ve köpek dişlerini oğlanın gırtlağına geçirdi. Oğlan çığlık attı ve hemen öldü.

Trol kuduz bir köpek gibi etrafına baktı ve büyük kırmızı gözleri Alec’in gözlerine kenetlendi. Alec dehşete kapılmıştı. Yaratık hala ateşler içindeydi, ağzından nefes alıyordu, uzun köpek dişleri kanla kaplıydı ve vahşi bir canavar gibi öldürmek için gözü dönmüş bir hali vardı.

Alec korkudan donakalmış orada duruyordu. İstese bile kıpırdayamıyordu.

Diğer oğlan koşmaya başladı ve trol hareketi fark edip o tarafa döndü ve Alec’in rahatlamasına sebep olacak şekilde diğer oğlanın üstüne atladı. Tek bir sıçrayışta oğlanı yere devirdi. Hala yanıyordu ve dişlerini oğlanın boynunun arkasına geçirdi. Trol onu öldürürken oğlan çığlık attı.

Marco donakalmış oğlanlardan kurtuldu, zinciri ellerinden alıp etrafında savurdu ve birinin yüzüne diğerinin bacaklarının arasına indirip ikisini de yere yapıştırdı.

Gözetleme kulelerindeki çanlar çalmaya başladığında karmaşa sona erdi. Sağdan soldan oğlanlar trolle savaşmak için koşarak geliyordu. Trole mızraklarla saldırdılar fakat bazı tecrübesiz oğlanlar yaklaşmaya korkuyordu. Trol mızraklardan birine uzanıp yerden aldı ve yakınındaki oğlanlardan birini yakalayıp sıkmaya başladı. Oğlan ateşler içinde kalırken çığlık attı.

“Zamanımız geldi,” diye fısıldadı aceleci bir ses.

Alec dönüp baktığında yanında koşan Marco’yu gördü.

“Hepsinin dikkati dağılmış durumda. Bu tek şansımız olabilir.”

Alec Marco’nun bakmakta olduğu yöne baktığında onun ormana baktığını gördü. Kaçmaktan bahsediyordu.

Siyah ve uğursuz orman sınırı korkunç görünüyordu. Alec orada çok daha beter belaların onları bekliyor olabileceğini biliyordu fakat Marco’nun haklı olduğunu da biliyordu. Bu onların şansıydı ve orada ölümden başka bir şey bekliyor olamazdı.

Alec başıyla onayladı ve tek kelime daha etmeden depara kalktılar ve Ateş Duvarlarından ormana doğru koşarak uzaklaşmaya başladılar.

Alec’in kalbi yerinden çıkacakmış gibiydi. Her an sırtından bir arbalet oku ile vurulmayı bekliyordu ve can havliyle kaçıyordu. Fakat omzunun üzerinden arkasına baktığında, trolün etrafındaki herkesin dikkatinin dağılmış olduğunu gördü.

Bir an sonra karanlığın içine gömülmüş ormana girdiler. Hayal edebileceğinden çok daha büyük tehlikelerle dolu bir dünyaya girdiklerini biliyordu. Büyük olasılıkla orada ölecekti. Fakat hiç olmazsa nihayet özgürdü.

BÖLÜM YİRMİ DÖRT

Kyra Volis’in kapılarının dışında durmuş kış manzarasını seyrediyordu. Kar yağıyor, gökyüzü, sanki güneş doğmaya çalışıyormuşçasına kızıla çalıyordu. Öne doğru eğilip yükselen duvarın üstüne bir kaya daha koyarken nefes nefeseydi. Volis’in etrafına örülecek yeni duvar için nehirden taş toplama işinde diğerlerine katılmıştı. Hemen yanındaki inşaatçı sıva sürerken o da taşları üst üste yığmaya devam etmişti. Artık kolları titriyordu ve ara vermesi gerekiyordu.

Kyra duvarlar boyunca sıraya girmiş, daha yüksek ve daha derin duvarlar inşa edip, surlara yeni çemberler ekleyen yüzlerce insana katılmıştı. Duvarın arka tarafındakiler ellerinde kürekler, yeni hendekler kazıyor, bir kısmı da ölüler için mezar yeri açıyordu. Kyra tüm bu çabanın boş olduğunu, büyük Pandesia ordusu geldiğinde onları durdurmaya yetmeyeceğini biliyordu; ne yaparlarsa yapsınlar burada öleceklerdi. Hepsi de bunu biliyordu fakat yine de çalışıyorlardı. Bu onlara yapacak bir şey veriyordu, ölümün yüzüne bakarken bir kontrol duygusu veriyordu.

Kyra ara verdiğinde duvara yaslandı, çevresine bakındı ve düşündü. Sanki dünyada sadece barış ve huzur varmış gibi her şey son derece kadar sakindi ve her yer huzurlu bir şekilde karla örtülüydü. Fakat o böyle olmadığını, Pandesialıların oralarda bir yerde hazırlanmakta olduğunu biliyordu. Sağır edici bir gümbürtüyle geri geleceklerini ve değer verdiği her şeyi yok edeceklerini biliyordu. Gözlerinin önündeki her şey bir yanılsamaydı; fırtına öncesi sessizlikti. Dünyanın bir anlığına nasıl bu kadar sakin, bu kadar mükemmelken bir an sonra yıkım ve kargaşayla dolduğunu anlamak zordu.

Kyra omzunun üzerinden arkasına baktı ve o günkü işlerinin sonuna gelmekte olan halkını gördü. Gece çökmeye başladıkça malaları ve kürekleri bırakıp evlerine doğru çekiliyorlardı. Bacalardan dumanlar yükseliyor, pencerelere mumlar yerleştiriliyordu ve Volis çok huzurlu, çok korunaklı görünüyordu, sanki hiç kimsenin eli değmemiş gibiydi. Bu yanılsamaya hayran oldu.

Orada dururken babasının, bir an önce oradan ayrılmasını talep eden sözlerinin kulaklarında çınlamasına engel olamadı. Hiç tanışmadığı dayısını, Ur Kulesi’ne gitmek için Alaçam’dan geçip tüm Escalon üzerinden yapması gereken yolculuğu düşündü. Annesini ve ondan saklı tutulmuş olan sırrı düşündü. Dayısının onu eğitmesi halinde çok daha güçlü olabileceğini düşündü ve bu onu heyecanlandırdı.

Fakat dönüp yeniden halkına baktığında onları bu mücadele zamanında yüzüstü bırakamayacağına karar verdi; hayatlarını kurtarmak için bile olsa… O böyle biri değildi.

Aniden alçak sesli, yumuşak bir boru çaldı, iş gününün sona erdiğini belirtiyordu.

“Gece çöküyor,” dedi yanında duran inşaatçı elindeki küreği bırakırken. “Karanlıkta yapabileceğimiz çok bir şey yok. Halk yemeğe gidiyor. Haydi gidelim”. İnsanlar sıralar halinde köprüden geçip kapılara doğru ilerliyordu.

“Birazdan geleceğim,” dedi Kyra, henüz hazır değildi ve bu huzur ve sessizliğin tadını biraz daha çıkartmak istiyordu. Dışarıda tek başınayken her zaman çok mutlu olurdu.

Leo inleyip dudaklarını yaladı.

“Leo’yu da götür, karnı acıktı.”

Leo onu anlamış olmalıydı, daha sözlerini bitiremeden sıçrayıp inşaatçının peşine takılmıştı ve inşaatçı gülüp kurtla beraber kaleye doğru yöneldi.

Kyra kalenin dışında gözlerini kapatıp, gürültüye rağmen düşünceleri içinde kaybolarak durdu. Nihayet çekiçlerin sesi kesildi. Nihayet gerçek huzur içindeydi.

Etrafına baktı, ufku ve gittikçe kararan orman sınırını inceledi. Toplanan gri bulutlar kızıllıkları kaplıyordu. Düşünüyordu. Ne zaman geleceklerdi? Ne büyüklükte bir güçle geleceklerdi? Orduları neye benzeyecekti?

Etrafına bakarken uzakta bir hareket görünce şaşırdı. Gözüne bir şey çarpmıştı ve baktıkça yaklaşanın tek başına bir atlı olduğunu, ormandan çıkıp, kaleye gelen ana yola girdiğini gördü. Kyra istemsizce geriye uzanıp yayını aldı. Kendini hazırlarken gelenin bir öncü mü, yaklaşan bir ordunun habercisi mi olduğunu merak etti.

Fakat adama yaklaştıkça yayını indirdi ve rahatladı. Geleni tanımıştı, babasının adamlarından biriydi: Maltren. Dörtnala gelirken, yanında dizginlerinden tuttuğu binicisiz bir atı da getiriyordu. Çok merak uyandırıcı bir durumdu.

Maltren tam önünde aniden durdu ve ona telaş içinde baktı. Korkmuş görünüyordu. Kyra neler olduğunu anlayamamıştı.

“Neler oluyor?” diye sordu panik halinde. “Pandesia mı geliyor?”

Atının üstünde nefes nefese otururken başını salladı.

“Erkek kardeşin,” dedi. “Aidan.”

Kyra’nın kalbi, erkek kardeşinin, dünyadaki her şeyden çok sevdiği kişinin adını duyunca göğsünden çıkacak gibi oldu. Anında endişelenmeye başlamıştı.

“Sorun ne?” diye sordu. “Kardeşime ne oldu?”

Maltren soluklandı.

“Çok kötü yaralandı,” dedi. “Yardıma ihtiyacı var.”

Kyra’nın yüreği ağzına gelmişti. Aidan? Yaralanmış mıydı? Zihni berbat senaryolarla doldu fakat daha çok kafası karışmıştı.

“Nasıl?” diye sordu. “Ormanda ne arıyordu ki? Onun kalede olduğunu ve ziyafet için hazırlandığını sanıyordum!”

Maltren başını salladı.

“Ağabeylerinle birlikte gitmişti,” dedi. “Avlanıyorlardı. Atından çok kötü şekilde düştü, bacakları kırıldı.”

Kyra kararlılıkla dolduğunu hissetti. Adrenalin yüklenmişti ve bir an durup iyice düşünmeden öne atıldı ve boş ata bindi.

Eğer bir anlığına dönüp kaleyi kontrol etse Aidan’ın içeride güvende olduğunu görürdü. Fakat telaşa kapıldığı için Maltren’i sorgulamaya zaman ayırmamıştı.

“Beni ona götür,” dedi.

İkisi, pek alışılmamış bir ikili, gece çökerken, Volis’ten kararan ormana doğru hızla harekete geçti.

*

Kyra ve Maltren tepelerin arasındaki yoldan ormana dörtnala giderken Kyra nefes nefeseydi. Aidan’ı kurtarmak endişesiyle atını mahmuzladı. Aklından milyonlarca kabus gibi düşünce geçiyordu. Aidan bacağını nasıl kırmış olabilirdi? Tüm halkın kaleyi terk etmesinin yasak olduğu, geceye yakın bu zaman diliminde ağabeyleri ne demeye ormanda avlanmaya gitmişlerdi? Hiçbir şey mantıklı gelmiyordu.

Ormanın sınırına vardıklarında Kyra ormana girmeye hazırlanırken Maltren’in atını önünde aniden durdurduğunu görünce şaşırdı. O da acilen durdu ve onun atından inişini izledi. Kendisi de attan indi. Atlar nefes nefeseydi. Maltren’in peşinden şakın bir şekilde yürüdü ve adam ormanın girişinde durdu.

“Neden duruyorsun?” diye sordu nefes nefese. “Aidan’ın ormanda olduğunu sanıyordum!”

Kyra etrafına baktı ve o anda bir şeylerin çok kötü şekilde ters gitmekte olduğunu anladı. Aniden ormanın içinden Lord Valinin bizzat kendisi belirdi; arkasında iki düzine kadar da adamı vardı. Arka tarafında karların çatırdağını hissetti ve arkasını dönüp bir düzine kadar daha adamın etrafını sardığını gördü. Hepsi de kendisine oklarını doğrultmuştu ve biri atının dizginlerini tutuyordu. Bir tuzağa çekilmiş olduğunu anlayıp kanı dondu.

Maltren’in kendisine ihanet ettiğini anlayıp adama öfkeyle baktı.

“Neden?” diye sordu, görüntüsünden iğrenmişti. “Sen babamın adamısın. Bunu neden yaptın?”

Lord Vali Maltren’in yanına yürüdü ve eline oldukça büyük bir altın kesesi tutuşturdu. Maltren suçlu bir ifadeyle başka yöne bakıyordu.

“Yeteri kadar altınla,” dedi Lord Vali ona dönüp, yüzünde kendini beğenmiş bir gülümseme vardı, “her istediğini yapacak birilerini bulursun. Maltren sonsuza kadar zengin olacak, babanın bugüne kadar olduğundan da çok ve kalenizin ölüme gömülüşünden ayrı tutulacak.”

Kyra Maltren’e kaşlarını çatarak baktı, bunu kavramakta zorlanıyordu.

“Sen bir hainsin,” dedi.

Maltren de ona dönüp kaşlarını çattı.

“Ben senin kurtarıcınım,” diye cevapladı. “Senin yüzünden tüm halkımızı öldürebilirlerdi. Fakat benim sayemde Volis’e dokunmayacaklar. Bir anlaşma yaptım. Onların hayatı için bana teşekkür edebilirsin.” Tatminkâr bir ifadeyle gülümsedi. “Ve düşün, yapmam gereken tek şey seni ellerine vermekti.”

Kyra aniden kaba ellerin kendisini arkasından kavradığını ve onu havaya kaldırdıklarını hissetti. Debelendi, kıvrandı fakat adamların elinden kurtulamadı. El ve ayak bileklerinin bağlandığını hisseti ve bir taşıyıcının arkasına fırlatıldı.

Bir süre sonra taşıyıcının demir parmaklıkları üzerine kapandı ve taşıyıcı kırsal alanda yola çıktı. Onu her nereye götürürlerse götürsünler, bird aha hiç kimsenin ondan bir haber alamayacağını biliyordu. Çöken gecenin karanlığının görüşünü engellediği ormana girdiklerinde, eski hayatının sona ermiş olduğunu biliyordu.

BÖLÜM YİRMİ BEŞ

Dev, yüzlerce trolün tuttuğu binlerce iple bağlı olarak Vesuvius’un ayağını dibinde yatıyordu ve Vesuvius yaratığın sivri köpek dişlerine hayranlıkla bakıyordu. Yaratık hırlayarak boynunu kaldırıp ona ulaşmaya ve öldürmeye çalıştı fakat kalkamıyordu.

Vesuvius keyifli bir şekilde sırıttı. Çaresiz durumda olanlardan üstün durumda olmaktan gurur duyardı ve dahası tuzağa düşürülmüş her şeyin acı çekişini izlemeyi çok severdi.

Devi, kendi mağarasında, kendi topraklarında görmek onu heyecanlandırmıştı. Bu yaratığa bu kadar yakın durabiliyor olmak çok güçlü hissetmesine sebep olmuş, dünyada hükmedemeyeceği hiçbir şey yokmuş gibi hissetmişti. Nihayet onca yıldan sonra rüyaları gerçekleşecekti. Nihayet hayatının amacını gerçekleştirip Ateş Duvarlarının altından geçip Batıya çıkacak tüneli açabilecekti.

Vesuvius yaratığa küçümseyerek baktı.

“Görüyorsun ya, benim kadar güçlü değilsin,” dedi başında dikilirken. “Hiç kimse benim kadar güçlü değil!”

Yaratık korkunç bir sesle kükredi ve çaresizce debelendi. O debelenirken onu tutan troller sağa sola savruldu, ipler kaydı fakat serbest kalamadı. Vesuvius vakitlerinin dar olduğunu biliyordu. Bu iş yapılacaksa şimdi yapılması gerekiyordu.

Vesuvius dönüp mağarayı inceledi. Binlerce trol işine ara vermiş devi izliyordu. Bitmemiş tünelin ucunda dururken Vesuvius işin zor kısmının esas şimdi olduğunu biliyordu. Devi işe koşması gerekiyordu. Bir şekilde devi tünelin ağzına gitmeye ve kayalara saldırmaya teşvik etmeliydi. Fakat nasıl?

Vesuvius fikir aklına gelene kadar orada durup beynini zorladı.

Deve dönüp kılıcını çekti. Kılıç mağaranın ateşleriyle parlıyordu.

“İplerini keseceğim,” dedi Vesuvius yaratığa, “çünkü senden korkmuyorum. Özgür kalacaksın ve benim emirlerime uyacaksın. Şu gördüğün taş tünele saldırıp Escalon’un Ateş Duvarlarının altından geçinceye kadar durmayacaksın.”

Dev meydan okuyarak kükredi.

Vesuvius dönüp emrini bekleyen trol ordusunu inceledi.

“Kılıcımı indirdiğimde,” diye bağırdı, sesi gürlüyordu, “iplerini tek seferde keseceksiniz. Daha sonra silahlarınızla onu tünele kadar iteceksiniz.”

Trolleri gergin bir şekilde bakıyordu. Hepsinin devi serbest bırakma fikrinden dehşete kapıldığı belli oluyordu. Vesuvius da korkuyordu tabii fakat bunu belli etmemesi gerekiyordu ve bunun başka bir yolu olmadığından bu an bir şekilde gelmek zorundaydı.

Vesuvius hiç vakit harcamadan kararlı bir şekilde öne çıktı ve kılıcını kaldırıp devin boynuna bağlı kalın iplerden ilkini kesti.

Aniden yüzlerce askeri öne çıkıp kılıçlarını kaldırdılar ve ipleri kestiler. Kopan iplerin sesi mağarayı doldurdu.

Vesuvius hızla geri çekildi, geri çekildiğini belli etmeyecek şekilde geriliyor, adamlarının onun korktuğunu anlamasını istemiyordu. Yaratık ayaklarının üstünde doğrulduğunda askerlerinin arkasında, kayaların gölgesine, devin ulaşabileceğinden uzak bir noktaya çekilmişti. Önce ne olacağını görmek için beklemek istiyordu.

Dev ayaklarının üzerine kalktığında kanyonu korkunç bir kükreme kapladı. Yaratık öfkeden delirmiş halde bir an bile gecikmeden pençelerini sağa sola savurarak saldırmaya başladı. Her bir eline dörder tane trolü alıp başının üzerine kadar kaldırdı ve fırlattı. Troller havada mağaranın diğer ucuna kadar uçtular, duvara çarpıp dağılıp, ölü halde duvarda kayıp yere yığıldılar.

Dev pençelerini yumruk haline getirdi, havaya kaldırdı ve ellerini çekiç gibi kullanarak, sağa sola kaçışan trolleri hedef alarak aniden yere vurmaya başladı. Troller can havliyle kaçıştılar ama zamanında kaçamamışlardı. Dev onları karıncalar gibi ezerken her bir darbesiyle mağara titriyordu.

Troller bacaklarının arasından kaçmaya çalışırken dev, ayaklarını kaldırıp onların üzerlerine basmaya başladı.

Öfkeden kudurmuş halde her yandaki trolleri öldürüyordu. Hiçbiri öfkesinden kurtulabilmiş gibi görünmüyordu.

Vesuvius olayları artan bir yılgınlıkla izledi. Komutanına işaret verdi ve aynı anda bir boru çaldı.

İşaretle birlikte, ellerinde uzun kargılar ve kamçılarla yüzlerce trol gölgelerden öne fırlayıp yaratığı dürtmeye ve itmeye hazırlandılar. Her yönden saldıran troller yaratığı çembere alıp onu tünele dorğu ittirmek için ellerinden geleni yapıyordu.

Fakat Vesuvius planının gözlerinin önünde çöküşünü izlerken dehşete kapıldı. Yaratık geriye çekilip tek seferde bir düzine trolü tekmeleyerek uçurdu. Ardından ön kolunu savurup aynı anda elli trolü kargılarıyla birlikte duvara yapıştırdı. Kamçı tutan bir kısmını da ezerek öldürdü. O kadar hızlı şekilde o kadar çok trol öldürüyordu ki kimse yanına yaklaşamıyordu.

Vesuvius hızla düşündü. Yaratığı öldüremezdi; ona ihtiyacı vardı, gücünden faydalanmaya ihtiyacı vardı. Aynı zamanda onun itaat etmesine de ihtiyacı da vardı. Fakat nasıl? Onu tünele nasıl yönlendirebilirdi?

Aniden aklına bir fikir geldi; eğer onu ittiremiyorsa belki de onu kandırabilirdi.

Dönüp yanındaki bir trolü yakaladı.

“Sen,” diye emretti. “Tünele doğru koş. Devin seni gördüğünden emin ol.”

Asker gözleri korkuyla büyümüş olarak baktı.

“Fakat Lordum ve Kralım ya beni takip ederse?”

Vesuvius gülümsedi.

“Ben de tam olarak bunu istiyorum.”

Asker paniklemiş halde duruyordu, emre uyamayacak kadar korkmuştu ve Vesuvius onu kalbinden bıçakladı. Daha sonra bir sonraki askerin yanına ilerleyip hançeri gırtlağına dayadı.

“Hemen burada ölebilirsin,” dedi, “hançerimin ucunda veya tünele doğru koşarsın ve yaşama şansın olur. Seçim senin.”

Vesuvius hançeri daha sert bastırınca trol onun ciddi olduğunu anladı ve arkasını dönüp fırladı.

Vesuvius trolü mağaranın içinden, kargaşanın ortasında zikzak çizerek, ölen trollerin arasından geçip yaratığın bacaklarının arasından tünelin girişine doğru koşarken izledi.

Dev onu fark etti ve ona doğru atıldı fakat yakalayamadı. Öfkeye kapılan dev Vesuvius’un umduğu gibi önünde koşan askerin çekimine kapılmıştı ve hemen peşine düştü. Mağaranın içinde koşmaya başladı. Her adımında mağaranın zemini ve duvarları sarsılıyordu.

Trol can havliyle koşarak sonunda büyük tünele ulaştı. Tünel ne kadar geniş ve yüksek olsa da boştu ve yıllarca süren çalışmaya rağmen elli metreden kısaydı ve trol kısa sürede çıkmaza girmişti, kayalardan oluşan bir duvara…

Dev öfkeden kudurmuş halde peşinden geldi; bir an bile yavaşlamamıştı. Trole ulaştığında pençe ve yumruğuyla ona doğru saldırdı. O anda trol eğildi ve dev onun yerine duvara vurdu. Yer sarsılırken ardından büyük bir gümbürtü oldu. Vesuvius duvarın parçalanıp, dev bir toz bulutu ile birlikte bir kaya yığınının yuvarlanışını hayranlıkla izledi.

Vesuvius’un kalbi hızlandı. İşte bu kadardı. Bu tam olarak düşlediği şeydi, tam olarak ihtiyacı olan ve bu yaratığı bulmaya karar verdiği günden beri öngördü şeydi. Dev bir kez daha saldırdı ve bir miktar daha kayayı parçaladı. Tek seferde on beş metre yol kat ediyordu, Vesuvius’un kölelerinin ancak bir yılda kazabildiği kadar…

Fakat dev trolü buldu ve yakalayıp havaya kaldırıp ve başını ısırdı.

“TÜNELİ KAPATIN!” diye emir verdi Vesuvius öne çıkıp askerlerini yönlendirerek.

Yüzlerce trol hazır bekliyordu ve öne atılıp Vesuvius’un önceden tünelin girişine koydurtmuş olduğu bir büyük parça Altus kayasını itmeye başladı. Bu kaya o kadar kalındı ki hiçbir yaratık, bu dev bile onu kıramazdı. Kayaların birbirine sürtmesiyle oluşan ses tüm mağarayı doldururken Vesuvius tünelin yavaşça mühürlenişini izledi.

Girişin kapatılmakta olduğunu gören dev dönüp girişe doğru saldırdı.

Fakat giriş tam devin yetiştiği anda mühürlendi. Dev, kayaya tüm gücüyle yüklendiğinde tüm mağara sarsıldı fakat şanslılardı, kaya dayanabilmişti.

Vesuvius gülümsedi, dev tuzağa düşürülmüştü. Artık tam da istediği yerdeydi.

“Birini daha gönderin!” diye emretti Vesuvius.

Bir insan köle öne doğru fırlatıldı. Onu zapt altında tutanlar tarafından defalarca kırbaçlanarak taş plakadaki küçük açıklığa doğru sürüklendi. İnsan ne olacağını anlamıştı ve gitmeyi reddetti. Tekme savurup debeleniyordu fakat onu acımasızca dövdüler ve sonunda onu açıklığın önüne kadar getirip son bir hareketle içeri ittirdiler.

İçeriden kölenin boğuk çığlıkları geliyordu. Can havliyle kaçıp devden uzaklaşmaya çalıştığı belliydi. Vesuvius dışarıda durup tutsak aldığı devin kayaları ezerek, parçalayarak onun için tünelini açışının seslerini neşe içinde dinledi.

Her seferde bir darbeyle tüneli kazılıyordu ve her darbe onu Ateş Duvarlarına, Escalon’a yaklaştırıyordu.

Nihayet zafer onun olacaktı.

Возрастное ограничение:
16+
Дата выхода на Литрес:
10 сентября 2019
Объем:
272 стр. 4 иллюстрации
ISBN:
9781632912398
Правообладатель:
Lukeman Literary Management Ltd
Формат скачивания:
epub, fb2, fb3, ios.epub, mobi, pdf, txt, zip

С этой книгой читают