Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Ben-Hur», страница 6

Шрифт:

“Sözünü ettiğim kadın bu.” dedi Nasıralı. “Bunlar da arkadaşlarımız.”

Meryem’in örtüsü kalkmıştı.

“Mavi gözler, altın sarısı saçlar.” diye mırıldandı, onu gören kâhya kendi kendine. “Saul’un huzurunda şarkı söylemeye giden genç krala benziyor.”

Sonra Yusuf’un elinden eşeğin yularını aldı ve Meryem’e, “Huzur seninle olsun, Davut’un kızı!” dedi. Diğerlerine dönüp, “Huzur hepinizle olsun!” dedi. Sonra Yusuf’a döndü, “Haham, beni takip edin.”

Grup taşla kaplı geniş bir geçide yönlendirildi, oradan hanın meydanına geldiler. Bir yabancı için bu görüntü çok tuhaf olabilirdi. Her taraftan açılan karanlık girintileri ve meydanı fark ettiler, ne kadar kalabalık oldukları görünüyordu. İstiflenmiş yüklerin arasındaki yoldan ve giriştekine benzer bir geçitten bitişikteki eve geçince yakın gruplar hâlinde bağlanmış, uyuklayan develer, atlar, eşeklerle karşılaştılar. Onların aralarında pek çok bölgeden bakıcıları vardı, onlar da uyuyor ya da sessizce olanları izliyorlardı. Kalabalık avludan yavaşça geçtiler. Sonunda batı tarafından hana nazır, gri kireç taşından tepeye doğru giden bir yola döndüler.

“Mağaraya gidiyoruz.” dedi Yusuf, kısaca.

Yol göstericileri Meryem de yanına gelene kadar bekledi.

“Gideceğimiz mağarada…” dedi Meryem’e. “Atan Davut da kalmış olmalı. Aşağımızdaki çayırdan ve vadideki kuyudan sürülerini geçirirdi. Sonra kral olduğunda dinlenmek için hayvanlarıyla beraber bu eski eve geri geldi. Yemlikler tıpkı onun zamanındaki gibi aynı kaldı. Avluda ya da yol kenarında yatmaktansa onun uyuduğu yere yatak koymak daha iyi olur. İşte mağaranın önündeki ev!”

Bu sözler önerilen yer için bir özür olarak alınmasın. Özür dileyecek bir şey yoktu. Bulunabilecek en iyi yerdi. Konuklar kolaylıkla memnun edilebilecek basit insanlardı. Üstelik o dönemin Yahudileri için mağarada kalmak bildik bir fikirdi, her gün karşılaşılan bir şeydi ve Sebt günlerinde sinagoglarda duyarlardı. Yahudi tarihi ve o tarihte geçen heyecan verici ne kadar çok olay mağaralarda meydana gelmişti! Dahası bu insanlar Beytüllahim Yahudileriydi, onlar için özellikle sıradandı, çünkü onların çevreleri büyüklü küçüklü mağaralarla doluydu, bazıları Emliler ve Horlular21 zamanından beri mesken olmuştu. Götürüldükleri mağaranın bir ahır olması da onlar için bir hakaret değildi. Çoban bir ırkın soyuydular onlar ve alışıldığı üzere hem evlerini hem de dolaştıkları yerleri sürüleriyle paylaşırlardı. İbrahim’den gelen bir gelenekle uyumlu olarak Bedevilerin çadırları atlarına ve çocuklarına korunaklık yapardı. Böylelikle neşe içinde kâhyaya itaat ettiler ve sadece doğal bir merakla etrafa baktılar. Davut’un tarihiyle ilişkili olan her şey onlar için ilginçti.

Yapı alçak ve dardı, arkadaki bitişik olduğu kayadan hafif bir çıkıntı yapıyordu, penceresi yoktu. Ön tarafında dev menteşeler üzerinde sallanan ve kalın bir toprakla sıvalı bir kapısı vardı. Kilidin ahşap sürgüsü geriye doğru çekilirken eyerlerin üzerlerindeki kadınların inmelerine yardım edildi. Kapıyı açan kâhya dışarı seslendi:

“Gelin içeri!”

Konuklar içeri girip etraflarına bakındılar. Doğal bir mağara ağzının kapatılmış olduğu hemen belli oluyordu; yaklaşık on iki metre uzunluğunda, iki-üç metre yüksekliğinde, üç-dört metre genişliğindeydi. Kapıdan giren ışık inişli çıkışlı zemine, tahıl ve hayvan yemi yığınlarının üzerine, odanın ortasındaki toprak kaplara ve ev eşyalarına vuruyordu. Kenarlarda, çimento içine taş yerleştirilerek yapılmış, kuzuların ulaşacağı kadar alçak yem tekneleri duruyordu. Ne oturacak bir şey ne de herhangi bir bölme vardı. Toz ve saman yerleri sarartmış, bütün çatlakları ve delikleri doldurmuş, tavandan aşağıya keten parçaları gibi sarkan örümcek ağlarını kalınlaştırmıştı. Bunun dışında mağara görüntüde temiz ve hanın kemerli girintileri kadar konforluydu. Aslında mağara handaki girintileri akla getiriyordu.

“Gelin içeri!” dedi yol gösterici. “Yerdeki yığınlar sizin gibi yolcular için. İhtiyacınız olanları alın.”

Sonra Meryem’e döndü.

“Burada kalabilir misin?”

“Burası kutsanmış.” diye cevap verdi kadın.

“Sizi yalnız bırakıyorum o hâlde. Huzur sizinle olsun!”

O gidince mağarayı oturulabilir bir yer yapmakla meşgul oldular.

X
GÖKYÜZÜNDEN GELEN IŞIK

Gecenin bir vaktinde bağırışlar ve hana girip çıkan insanların hareketleri kesildi; aynı zamanda henüz kalkmamış olan bütün Yahudiler ayaklandılar, Kudüs’e doğru baktılar, ellerini göğüslerinde kavuşturup dua ettiler; çünkü Moriah tepesindeki tapınakta kurbanların sunulduğu kutsal dokuzuncu saatti, Tanrı da orada olacaktı. Tapınanlar ellerini indirince tekrar bir telaş başladı. Herkes ot yatağını yapmaya koyuldu. Kısa bir süre sonra ışıklar söndürüldü, bir sessizlik oldu ve herkes uykuya daldı.

***

Gece yarısına doğru damın üzerinden biri, “Gökyüzündeki şu ışık da nedir? Uyanın, kardeşlerim, uyanın da bakın!” diye bağırdı.

Yarı uykulu insanlar doğrulup baktılar. Sonra hayranlık içinde kendilerine geldiler. Hareketlenme aşağıdaki meydana ve girintilere kadar yayıldı. Ardından evdeki, meydandaki ve etraftaki bütün konaklamacılar gökyüzüne baktılar.

En yakındaki yıldızların çok ötelerindeki bir yükseklikten başlayıp yere doğru inen bir ışık gördüler; tepesinde hafifleyen ışık tabanında genişliyordu, kenarları yumuşak bir şekilde gecenin karanlığına karışıyordu, tam merkezindeyse bir pembelik vardı. Bu görüntü kentin güneydoğusundaki en yakın dağın zirvesinde soluk bir hale yaparak duruyor gibi görünüyordu. Han öyle aydınlanmıştı ki damın üzerindekiler birbirlerinin şaşkınlık dolu yüzlerini görebiliyorlardı.

Dakikalar geçip de ışık devam ettikçe şaşkınlık, yerini huşu ve korkuya bıraktı; ürkekler titredi, cesurlar fısıltıyla konuşmaya başladılar.

“Hiç böyle bir şey gördün mü?” diye sordu biri.

“Dağın üzerinde gibi görünüyor. Ne olduğunu bilmiyorum, hiç böyle bir şey görmedim.” cevabı geldi.

“Bir yıldız patlayıp düşmüş olabilir mi?” diye sordu bir başkası, dili dolanarak.

“Yıldız düşünce ışığı sönüp gider.”

“Ben anladım!” diye bağırdı biri kendine güvenle. “Çobanlar aslan gördüler ve onu sürüden uzak tutmak için ateş yaktılar.”

Bunu söyleyenin yanındaki adamlar rahat bir nefes alıp, “Evet, doğru! Bugün oradaki vadide sürüler otluyordu.” dediler.

İzleyenlerin huzuru kaçtı.

“Hayır, hayır! Yahuda’daki bütün ormanlar bir araya toplanıp yansa alevi bu kadar yüksekte, böyle güçlü bir ışık saçamaz.”

Derken evin tepesinde bir sessizlik oldu, ama sonra tekrar gizem devam etti.

“Kardeşler!” diye bağırdı saygıdeğer bir Yahudi. “Gördüğümüz şey babamız Yakup’un rüyasında gördüğü merdiven. Babalarımızın Yüce Tanrı’sı kutsasın!”

XI
İSA’NIN DOĞUŞU

Beytüllahim’in bir buçuk, hatta iki mil kadar güneydoğusunda, kentten dağın yükseltisiyle ayrılan bir ova uzanır. Kuzey rüzgârlarından iyice korunan ova Frenk incirleri, bodur meşeler ve çam ağaçlarıyla kaplıdır, hemen yanındaki küçük vadi ve koyaklarda zeytin ve dut ağaçları vardır; yılın bu mevsiminde oralarda otlayan kuzular, keçiler ve sığırlar için çok değerlidir buralar.

Kentin uzağındaki bir uçurumun altında ta eskilerden kalma büyükçe bir mârâh, yani ağıl vardı. Damsız ve yıkıldı yıkılacak hâldeydi. Ama onu çevreleyen duvarlar sapasağlam kalmıştı ve sürülerini binadan ziyade oraya götüren çobanlar için daha büyük önem arz ediyordu. Alanın etrafını çevreleyen bu taş duvar bir adam boyu yükseklikteydi ama bazen yabani hayatın açlığıyla gelen bir panter ya da aslan cesurca içeri atlayabilirdi. Duvarın iç kısmında sürekli tehlikeye karşı korumayı artırmak için dikenli çalılıklar dikilmişti, bu öyle başarılı bir buluştu ki tepesindeki sivri dikenli dalların arasından bir serçe bile geçemezdi.

Sürüleri için taze otlar arayan birçok çoban onları buraya getirmişti. Sabahın erken saatlerinden itibaren ağaçlıklarda haykırışlar, baltaların sesleri, koyunların ve keçilerin melemeleri, çanlarının şıngırtıları, sığırların böğürmeleri ve köpeklerin havlamaları çınlamaya başlamıştı. Güneş battığında mârâha doğru yol aldılar ve geceyle beraber her şey güven altındaydı. Sonra kapının aşağısında bir ateş yakıp mütevazı yemeklerini paylaştılar, içlerinden birisini nöbete dikip dinlenmek ve sohbet etmek üzere oturdular.

Gözcü hariç altı kişiydiler. Ateşin etrafında toplanmışlardı, bazıları oturuyor, bazıları da yüzükoyun uzanıyordu. Alışkanlık olarak başları açık dolaştıklarından saçları gür yığınlar hâlinde kabarmıştı. Sakalları boyunlarını kaplıyor, keçe gibi göğüslerine iniyordu; yünleri de üzerinde olan oğlak ve koyun derisinden harmanileri boyunlarından dizlerine kadar bütün vücutlarını çevreliyor, geniş kemerler kaba giysilerini bellerinden kuşatıyordu. Sandaletleri kaba deridendi; sağ omuzlarında yiyecek ve sapan için seçilmiş taşlar taşıyan keseler asılıydı; her birinin yanı başında yerde mesleklerinin sembolü olan değnekleri duruyordu.

İşte böyleydi Yahudiye’nin çobanları! Görünüşte tıpkı ateşin etrafında onlarla beraber oturan sıska köpekler gibi kaba saba ve yabaniydiler; aslında kısmen sürdükleri ilkel yaşamdan, ama esasen gözettikleri sevimli ve çaresiz yaratıklardan dolayı saf ve merhametliydiler.

Dinlenip sohbet ettiler; bütün konuşma konuları, dünya için sıkıcı olsa da kendilerinin tüm dünyası olan sürüleriydi. Önemsiz olaylar üzerinde uzun uzun konuşuyorlar, bir koyunun kayboluşunu anlatırken hiçbir ayrıntıyı atlamıyorlardı. Hayvanlar daha doğuştan itibaren onların işi olmuştu, bütün gün onları korumuş, su taşkınlarından geçirmiş, derin çukurlardan aşmışlardı. Onların arkadaşı, düşünce ve ilgi odağı, bütün amacıydı; onları korumak için ölümüne bir aslanla ya da soyguncuyla yüz yüze gelmeleri bile gerekebiliyordu.

Şans eseri öğrendikleri ulusları yok eden ve dünyanın egemenliğini değiştiren büyük olaylar onlar için önemsizdi. Şu veya bu şehirde Herod’un yaptığı şeylerden, inşa ettiği saraylardan, yasakladığı uygulamalardan nadiren haberdar oluyorlardı. Sürülerini güttükleri tepelerin üzerinde ya da onları sakladıkları korunaklarda borazan sesiyle sık sık tedirginlik yaşıyorlar, kafalarını uzatıp bakınca bir kalabalık, bazen ilerleyen bir lejyon görüyorlar, ışıldayan başlıklar gözden kaybolup da onlara heyecan yaratan olay son bulunca askerlerin yaldızlı başlıklarını ve kendi hayatlarının tam tersi olan albeniyi düşünüyorlardı.

Ama bu kaba saba ve basit insanların da kendilerine özgü bilgileri ve erdemleri vardı. Sebt günlerinde kendilerini arındırırlar ve sinagoglara giderlerdi. Hazan,22 Tevrat’ı elden ele dolaştırırken hiç kimse onlardan daha büyük bir hazla onu öpemez; sheliach23 metni okuduğunda kimse onlardan daha mutlak bir imanla dinleyemez, vaazları onlardan daha fazla benimseyemez ve sonradan üzerinde onlardan daha fazla düşünemezdi. Şema’nın24 bir ayetinde basit yaşamlarının bütün bilgi ve kanununu buluyorlardı. Tanrıları tektir ve onu bütün ruhlarıyla sevmelidirler. Ve onun sevgisi krallarınkini kat kat aşıyordu, buydu onların erdemi.

Sohbet ederlerken ve daha ilk nöbet bitmeden, çobanlar oturdukları yerde uzanarak teker teker uykuya daldılar.

Tepelik bölgelerde kış mevsiminde çoğu geceler olduğu gibi gece berrak, ayaz ve yıldızlardan ışıl ışıldı. Hiç esmiyordu. Hava sanki hiç bu kadar temiz olmamıştı; sükûnet sessizliğin ötesine geçiyordu. Gökyüzünün aşağıya doğru eğilip kendisini dinleyen yeryüzüne iyi şeyler fısıldadığı kutsal bir sessizlik vardı.

Abasına sıkı sıkı sarılmış olan nöbetçi kapıda yürüyor; zaman zaman uyuyan sürünün arasından bir kıpırtı ya da dağ tarafından bir çakal çığlığı fark edip duruyordu. Onun için gece yavaş ilerliyordu, ama sonunda geldi. Nöbeti sona erdi. Şimdi emeğin yorgun çocuklarına bahşettiği rüyasız bir uyku onu bekliyordu! Ateşe doğru ilerlerken durakladı; ayınkine benzer yumuşak ve beyaz bir ışık onu çevreledi. Soluksuz bekledi. Işık arttı, görünmez nesneler görünür oldular; bütün araziyi ve örttüğü her şeyi görmeye başladı. Dondurucu havadan daha keskin bir ürperti, bir korku ürpertisine kapıldı. Yukarıya doğru baktı, yıldızlar yok olmuştu; ışık sanki gökyüzündeki bir pencereden geliyor gibiydi. O baktıkça daha da parlak bir hâl aldı, sonra çoban korku içinde bağırdı:

“Uyanın, uyanın!”

Köpekler ayaklandılar ve havlayarak kaçıştılar.

Şaşırmış hâldeki sürü telaşlandı.

Adamlar ellerinde silahları ayağa kalktılar.

“Ne oldu?” diye sordular, hep bir ağızdan.

“Bakın!” diye bağırdı nöbetçi. “Gökyüzü alevler içinde!”

Işık birdenbire dayanılmaz bir hâl aldı, çobanlar gözlerini elleriyle kapatıp diz çöktüler, ruhları korkuyla ürperirken, kör ve baygın bir hâlde yüzüstü düştüler, eğer bir ses onlara seslenmeseydi ölebilirlerdi.

“Korkmayın!”

Dikkat kesildiler.

“Korkmayın, bakın size ve bütün insanlığa büyük bir sevinç haberi getirdim.”

Bütün tatlılığı ve yatıştırıcılığıyla alçak ve net olan ses bütün varlıklarına nüfuz ederek onları güvenle doldurdu. Dizlerinin üzerine kalktılar, iman dolu bir şekilde bakarak büyük ihtişamın merkezinde beyazlara bürünmüş bir adamın görüntüsünü gördüler; omuzlarının üzerindeki katlanmış kanatları ışıldıyordu; alnında akşam yıldızı kadar parlak bir yıldız sabit bir ışıkla parıldıyordu; elleri kutsar gibi onlara doğru uzanmıştı; yüzü dingin ve kutsal bir güzelliğe sahipti.

Kendi basit yaşamlarında sık sık meleklerden söz ettikleri olmuştu, şimdi de hiç kuşkuya kapılmadılar ve yüreklerinin derinliklerinde, “Tanrı’nın haşmeti bizimle.” dediler.

Melek konuşmaya devam etti.

“Bugün Davut’un şehrinde sizin için bir kurtarıcı, İsa Mesih doğdu!”

Bu kelimeler zihinlerine işlerken yine bir sükûnet oldu.

“Bu size bir işaret olacak.” diye devam etti ses sonra. “Bir yem teknesinin içinde kundağa sarılmış bebeği bulacaksınız.”

Müjdeci tekrar konuşmadı; iyi haberlerini vermişti, ama bir süre daha kaldı. Birdenbire ortasında bulunduğu ışık pembeye dönüşüp titreşmeye başladı. Sonra insanların görebileceği kadar uzakta göz alıcı şekilde gidip gelen beyaz kanatlar ışıldamaya başladı, uyum hâlinde birçok ses bir ağızdan, “Yücelerdeki Tanrı’ya şan, yeryüzüne huzur, insanlara iyi niyet!” dediler.

Bu övgü pek çok kez tekrarlandı.

Sonra müjdeci uzaklardan bir onay bekliyormuş gibi gözlerini yukarı kaldırdı; üst kısımları kar beyazı olan kanatları hareketlenerek karanlıkta sedef gibi görkemle yavaş yavaş açıldı, iki yanından metrelerce açılan kanatlarıyla hafifçe yükseldi, hiç zorlanmadan ışığı da kendisiyle birlikte götürüp gözden kayboldu. O gittikten uzunca zaman sonra gökyüzünden nakaratlar döküldü: “Yücelerdeki Tanrı’ya şan, yeryüzüne huzur, insanlara iyi niyet!”

Çobanlar kendilerine geldiklerinde aptallaşmış bir hâlde birbirlerine baktılar, sonra içlerinden biri, “Bu Tanrı’nın habercisi Gabriel’di.” dedi.

Kimse cevap vermedi.

“İsa Mesih doğdu, dedi değil mi?”

Sonra bir başkası sesini toparlayıp cevap verdi: “Aynen öyle dedi.”

“Davut’un şehrinde demedi mi, yani Beytüllahim’de. Onu kundak içinde bulacakmışız.”

“Bir yem teknesinin içinde.”

İlk konuşan düşünceli bir hâlde ateşe baktı ve sonunda sanki ani bir karara varmış gibi, “Beytüllahim’de yem teknelerinin olduğu tek bir yer var; o da eski hanın yakınlarındaki mağara. Kardeşler, gidip bakalım. Rahipler ve din bilginleri uzun zamandır İsa’yı arıyorlardı. İşte şimdi doğdu, Tanrı bize onu tanıyacağımız işareti verdi. Gidip ona tapınalım.”

“Peki ya sürüler!”

“Tanrı onlara göz kulak olur. Acele edelim.”

Hep beraber ayağa kalktılar ve mârâhtan ayrıldılar.

***

Dağın etrafından ve kentin içinden geçip hanın kapısına geldiler, nöbette bir adam vardı.

“Ne istiyorsunuz?” diye sordu nöbetçi.

“Bu gece müthiş şeyler görüp işittik.” diye cevap verdiler.

“Biz de müthiş şeyler gördük, ama hiçbir şey işitmedik. Ne duydunuz bakalım?”

“Yakınlardaki mağaraya gidelim, önce bir emin olalım sonra sana anlatırız. Bizimle gel de kendi gözlerinle gör.”

“Saçma sapan bir şeydir.”

“Hayır, İsa doğdu.”

“İsa mı? Nereden biliyorsunuz?”

“Önce bir gidip görelim.”

Adam küçümseyerek güldü.

“İsa ha. Onu nasıl tanıyacaksınız?”

“Bu gece doğdu, şimdi bir yem teknesinde yatıyor, bize öyle söylendi. Beytüllahim’de yem teknesi olan tek bir yer var.”

“Mağara mı?”

“Evet. Bizimle gelsene.”

Meydandan geçtiler, orada da uyanıp muhteşem ışıktan söz edenler vardı. Mağaranın kapısı açıktı. İçeride bir lamba yanıyordu, teklifsizce içeri girdiler.

“Huzur seninle olsun.” dedi nöbetçi Yusuf’a ve Beth-Dagonlulara. “Bu insanlar bu gece doğan bir çocuğu arıyorlar, kundak içinde yem teknesinde bulacaklarmış onu.”

Bir an için Nasıralının duygusuz yüzü hareketlendi ve başını çevirerek, “Çocuk burada.” dedi.

Yem teknelerinden birine doğru yöneldiler, Çocuk oradaydı. Lamba getirildi, çobanlar sessizce duruyorlardı. Minik çocuk hiç hareket etmiyordu, diğerleri gibi yeni doğmuştu.

“Annesi nerede?” diye sordu nöbetçi.

Kadınlardan biri çocuğu alıp orada yatan Meryem’e götürdü, kucağına bıraktı. Sonra izleyiciler ikisinin başına toplandı.

“Bu İsa!” dedi bir çoban sonunda.

“İsa!” diye tekrarladı hepsi birden, tapınma halinde diz çökerek. İçlerinden biri birkaç kez tekrarladı:

“Bu Tanrı’dır ve görkemi yeri göğü kaplar.”

Basit insancıklar hiç kuşku duymadan annenin elbisesinin eteğini öptüler ve sevinçli yüzlerle oradan ayrıldılar. Handa uyanıp etraflarını saran insanlara hikâyelerini anlattılar; kentte ve mârâha giden yol boyunca meleklerin nakaratlarını tekrarladılar: “Yücelerdeki Tanrı’ya şan, yeryüzüne huzur, insanlara iyi niyet!”

Hikâyeleri kent dışına kadar taştı ve sık sık görülen ışıkla doğrulandı; ertesi gün ve ondan sonraki günler boyunca mağara meraklı kalabalıklar tarafından ziyaret edildi, bazıları inandı, büyük bir kısmı da gülüp dalga geçti.

XII
MAGİLERİN 25 GELİŞİ

Çocuğun doğumunun on birinci günü ikindi vakti üç bilge Shechem yolundan Kudüs’e doğru geldiler. Kidron deresini geçtikten sonra durup arkalarından bakan pek çok kişiyle karşılaştılar.

Yahudiye, zorunlu bir uluslararası geçiş yoluydu; doğudan çölün, batıdan denizin baskısıyla yükselen bir dağdı. Dağın üzerinde doğa bütün zenginliğiyle doğu ile güney arasında bir ticaret yolu sunuyordu. Diğer bir deyişle Kudüs’ün zenginliği oradan geçen ticaretten aldığı vergiye dayanıyordu. Roma’dan başka hiçbir yerde bu kadar farklı ulustan bu kadar çok insan bir araya gelmez, başka hiçbir şehirde bir yabancı kendisini bundan daha az yabancı hissedemezdi. Ama bu üç adam kapıya kadar yolda karşılaştıkları herkesin merakını uyandırmıştı.

Kral Mezarları’nın karşısındaki yol kenarında kadınlarla beraber oturan bir çocuk, grubun gelişini gördü ve hemen ellerini çırparak bağırdı: “Bakın, bakın! Ne güzel çanlar! Ne büyük develer!”

Çanlar gümüştendi, alışılmadık büyüklükte ve beyazlıkta olan develer eşsiz bir heybetle hareket ediyorlardı. Süslü koşum takımları çölü, üzerindeki uzun yolculukları, küçük güneşliklerin altında oturup dağın ötesindeki randevularına giden sahiplerinin zenginliğini anlatıyordu. Ama o kadar muhteşem olan ne çanlar ne develer ne üzerindeki tahtırevanlar ve sürücülerin tavırlarıydı, üçlünün en önündeki adamın sorduğu soruydu.

Kuzeyden Kudüs’e gelirken, Şam Kapısı’nı bir vadi ya da boşlukta bırakarak güneydoğuya doğru alçalan bir ovadan geçilir. Yol daracıktır ve uzun süredir kullanılmaktan iyice derinleşmiş, yağmurların yıkamasıyla yer yer taşları da gevşemiştir. Eskiden yolun her iki tarafında uzanan verimli tarlalar ve zeytin ağaçları özellikle de çölün çoraklığından gelen yolcular için çok güzel olmalıydı. İşte üç bilge bu yol üzerinde, mezarların oradaki grubun önünde durdu.

“İyi insanlar!” dedi Baltazar, tahtırevandan eğilip kıvırcık sakalını okşayarak. “Kudüs yakınlarda değil mi?”

“Evet.” diye cevap verdi çocuğun kollarına sokulduğu kadın. “Şurada yükselen ağaçlar biraz daha alçak olsaydı pazar yerinin kulelerini görebilirdiniz.”

Baltazar, Yunanlıya ve Hintliye baktı.

“Yahudilerin yeni doğan kralı nerede?”

Kadınlar cevap vermeden birbirlerine baktılar.

“Onu hiç duymadınız mı?”

“Hayır.”

“İyi o hâlde, doğuda onun yıldızını gördüğümüzü ve ona tapınmak için geldiğimizi herkese söyleyin.”

Bunun üzerine üç arkadaş yola devam etti. Başkalarına da aynı soruyu sorup aynı cevabı aldılar. Yeremya’nın mağarasına giderken rastladıkları büyük bir grup, sorudan ve yolcuların görünüşlerinden öyle şaşkına döndü ki, dönüp şehre kadar peşlerine düştüler.

Üçlü, misyonlarına o kadar dalmıştı ki önlerinde olanca muhteşemliğiyle yükselen manzaraya aldırmadı. Bezetha Tepesi üzerinde bir köy onları karşılıyor, sol taraflarında Mizpah ve Olivet kuleleri yükseliyor, köyün ardındaki duvar kırk uzun ve sağlam kulesiyle kısmen gücü kısmen de onu yapan kişinin zevkini temsil ediyordu. Üzerindeki kapısıyla aynı kuleli duvar sağa doğru kıvrılarak büyük beyaz Phasaelus, Mariamne ve Hippicus kulelerine ulaşıyordu; tepelerin en yükseği olan Sion mermer saraylarla süslüydü, Moriah üzerindeki tapınağın göz alıcı taraçaları hiç kuşkusuz dünyanın harikalarından biriydi; kutsal şehrin kenarını süsleyen muhteşem dağlar şehre muazzam bir çanağın içindeymiş gibi bir görüntü vererek onu çevreliyordu.

Sonunda şimdiki Şam Kapısı olan kapıya nazır, Shechem, Jericho ve Gibeon’dan gelen yolların buluşma noktası olan yüksek ve sağlam bir kuleye geldiler. Romalı bir muhafız girişi koruyordu. O ana kadar develeri takip eden insanlar kapının etrafında aylak aylak dolaşanları da yanlarına çekerek bir kafile oluşturmuşlardı. Baltazar muhafızla konuşmak için durunca, üçlü olup bitenleri duymaya hevesli bir çemberin merkezi hâline gelmişti.

“Huzur seninle olsun.” dedi Mısırlı, berrak bir sesle.

Muhafız cevap vermedi.

“Yeni doğan Yahudi Kralı’nı bulmak için çok uzun yoldan geldik. Nerede olduğunu söyler misin?”

Asker miğferinin siperini kaldırdı ve yüksek sesle bağırdı. Girişin hemen sağındaki binadan bir subay çıkageldi.

“Yolu açın!” diye bağırdı iyiden iyiye yanaşan kalabalığa. Onlar yavaş yavaş emre itaat ederken subay mızrağını bir sağa bir sola fırıl fırıl döndürerek ilerledi, böylece kendisine yer açtı.

“Ne istiyorsunuz?” diye sordu Baltazar’a, şehrin şivesiyle.

“Yeni doğan Yahudi Kralı nerede?” diye cevap verdi Baltazar.

“Herod mu?” diye sordu subay, şaşkınlık içinde.

“Herod’un krallığı Sezar’dan geliyor; o değil.”

“Yahudilerin başka kralı yok.”

“Ama biz onun yıldızını gördük ve ona tapınmaya geldik.”

Romalının kafası karışmıştı.

“İleri doğru gidin.” dedi sonunda. “Daha da ilerleyin. Ben Yahudi değilim. Sorunuzu tapınaktaki din bilginlerine ya da Papaz Hannas’a veya en iyisi Herod’un kendisine sorun. Eğer başka bir Yahudi Kralı varsa o bulur.”

Bunun üzerine yabancılar için yolu açtı, onlar da kapıdan geçtiler. Dar sokağa girmeden önce Baltazar arkadaşlarına, “Yeterince duyulduk. Gece yarısına kadar bütün şehir bizden ve misyonumuzdan haberdar olacak. Şimdi hana gidelim.” dedi.

21.Emliler, “berbat olanlar” Moav’ın sakinleriydiler; Horlular Seir Dağı’nda mağaralarda oturuyorlardı.
22.Melodik duaları yöneten, şan sanatı konusunda eğitim almış Yahudi müzisyen. (ç.n.)
23.Kutsal kitabı okumak üzere tayin edilen kişi. (ç.n.)
24.Musevi ayin sisteminin ilk kelimeleri: “Dinle, ey İsrail…” (ç.n.)
25.Yeni Ahit’te “üç bilge adam” olarak söz edilen, Kudüs’e gelerek doğuda bir yıldız gibi ortaya çıkan bebek İsa’nın bir gün Yahudilerin kralı olacağını söyleyen efsanevi kişilerdir. (ç.n.)
83,75 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
11 июля 2023
Объем:
3 стр. 5 иллюстраций
ISBN:
978-605-121-953-0
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают