Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Telli Haseki Hümaşah Sultan», страница 3

Шрифт:

Sadrazam Hasta!

Mehmet Paşa, aradan birkaç gün geçtiği halde Nuruhayat’ın mektubundan dolayı duyduğu acıyı unutamıyor, sinirlerine bir türlü hâkim olamıyordu.

Kendi kendine kalınca durmadan söyleniyor, “Kâfir kız!” diyordu. “Bunca seneden beri benim sayemde karnını doyurduğun halde Hamza gibi bir düzenbaza nasıl oldu da gönlünü kaptırdı? Ben bir evlât sahibi olabilmek için bütün erkeklik gücümle hareket ettiğimden o kadar eminim ki… Nuruhayat mutlaka benden hamile kalmıştır! Ben, amberin özellikle erkek şehveti üzerinde ne etkili ve esrarengiz bir deva olduğunu bilirim. Nuruhayat, Hamza’ya hoş görünmek için ona, Senden hamile kaldım, demeye gerek görüyor. Eğer ben zamanın sadrazamı isem, her halde ikinizi de elde edeceğim. Alacağınız olsun, alçaklar!”

Mehmet Paşa konağından dışarı çıkamıyordu.

Sultan İbrahim, “Lalam nerede? Kaç gündür görünmüyor. Öldüyse, haber verin de kendisine güzel bir mezar yaptırayım,” demişti.

Sadrazam bu sözü duyunca, yerine bir başkasının getirilebileceğini düşünerek araba ile saraya gitti.

Telli Haseki, Sadrazamın hastalığını, Divan Kâtibi Hüseyin Efendi’nin başarısına yormuştu.

Veziriazam üç gün sonra, hasta ve güçsüz bir halde saraya gelmiş, Telli Haseki’yi haklı olarak şüpheye düşürmüştü.

Acaba Amberizade, Mehmet Paşa’yı zehirlemiş miydi?

Telli Haseki bu işin esrar perdesini nasıl kaldıracaktı?

Amberizade, kaç günden beri meydanda yoktu.

Sadrazamın hastalığını bahane ederek divanın semtine uğramayan Hüseyin Efendi, bu süre içinde Telli Haseki’ye bir defa olsun görünmez miydi?

Veziriazamı koltukla Padişahın huzuruna çıkardıkları zaman, Sultan İbrahim odasında cariyelerle çocuk gibi aşağı yukarı koşarak zıpzıp oynuyordu. Mehmet Paşa’yı görünce, “İyi ki geldin, lala,” dedi, “Al şu taşları da yuvarlamaya başla!”

Mehmet Paşa, Sultan İbrahim’in huzuruna girdiği zaman ayakta durmaya mecali yoktu. Canı boğazına gelmiş, öfkesinden titremeye başlamıştı.

“Şevketlim… Kulunuz kaç günden beri yatakta yatıyordum. Nasılsın, diyeceğinize bir çocuk gibi elime zıpzıp taşlarını verip de alay etmeniz Efendimize yaraşır mı?” dedi.

Padişah ısrar etti.

“Senin kedi gibi dokuz canın vardır. Kaç defa öldün de yine dirildin. Ne merak ediyorsun, koca bunak? Ben senin hastalığını işittiğim zaman, derhal sana bir mezar yaptırmayı düşündüm! Haydi, merak etme. Al şu taşları eline de şöyle benim gibi, yerdeki ufak dairenin içine doğru yuvarla bakayım!”

Padişah elindeki zıpzıplardan birkaçını birer birer yuvarladı.

“Bak, ben ne güzel atıyorum! Haydi, sen de at. Dairenin içinde kalan taşları ben alacağım, anladın mı?”

Sadrazam, Padişaha hoş görünmek için güçlükle belini bükerek elindeki taşları onun yaptığı gibi birer birer yuvarladı.

“Padişahım, izin verseniz de bu oyunu başka bir zamana ertelesek!”

Sultan İbrahim şımarık bir çocuk tavrıyla haykırdı.

“İşte, atamadın! Yuvarladığın taşlar, dairenin içine girmedi. Niçin benim gibi dikkatli atmıyorsun?”

“Kulunuz bu oyunu çocukluğumda oynamıştım, Padişahım! Şimdi, görüyorsunuz ki oyundan çok dinlenmeye muhtacım!

“Benimle oynamaktan hoşlanmıyor musun?”

“Çok hastayım, Padişahım! Merhamet edin… İnanın, şu anda yere düşmemek için zor duruyorum.”

“Benim dert dinlemeye vaktim yok. Neden hasta oldun? Neden hasta iken karşıma geldin? Haydi, benim neşemi bozma. Ben oyunla vakit geçirmek istiyorum.”

“O halde cariyelerinizle oyuna devam ediniz! Kulunuz divana gideyim. Arzu ettiğiniz zaman gelirim!”

Sultan İbrahim omuzlarını silkerek söylendi.

“Senin suratını görünce şeytanı görmüş gibi sinirleniyorum. Haydi, cehennem ol, git!”

Devlet İşleri Ne Halde?

Divanda toplanmışlardı.

Veziriazam, Padişahın huzurundan çıkar çıkmaz devlet adamlarını toplantıya davet etti.

Sadrazamın üç günlük yokluğu sırasında, sarayda devlet işlerine kadınlar tarafından birçok müdahale yapılmıştı.

Telli Haseki, Sadrazamın hastalığından faydalanarak Padişahtan gereksiz bir takım fermanlar almıştı.

Bu fermanlardan biri de İngiltere’nin İstanbul Sefiri Sir Thomas’la ilgiliydi.

İngiliz elçisi, önceden hükümetten aldığı resmi izin sayesinde, elçilikte çalışanlarla birlikte her hafta özel gemisiyle Marmara’ya gezmeye çıkar ve havada uçan martıları avlamakla meşgul olurdu.

Fransız elçisi, İngiliz sefiri ile arası açık olduğu için, bu gezintilere engel olmak ve bu yolla Sir Thomas’tan intikam almak istemişti.

Fransız elçisi bir gün, sarayda en büyük güce sahip olan Hümaşah Sultan’a gizlice bir haber göndererek İngiliz sefirinin o günden sonra Marmara’ya gitmesine verilmemesini rica etti.

Fransız elçisi, bu arzusu yerine getirildiği takdirde Telli Haseki’ye bir denk samur hediye edeceğini vaat etmişti.

Bu olay Sadrazamın hasta olduğu günlere rastladığı için, Telli Haseki, Padişahın sarhoş bulunduğu bir dakikada kendisinden şu fermanı almayı başarmıştı.

İngiliz elçisi Sir Thomas’a bildirilsin ki, Marmara havzasında gezintiye çıkılması ve martı avı hakkında hükümetçe verilmiş olan izin benim bilgim dışında ve sakıncalı olduğundan geri alınmıştır. Bundan böyle Marmara’da gezintiye çıkmak ve martı avlamak gibi hafifmeşrep hareketleri men ederim!

Sadrazam Mehmet Paşa divanda birikmiş işlerle meşgul olurken, İngiliz elçisinin Sadrazamı ziyarete geldiği haber verildi.

Mehmet Paşa elçiyi kabul etmekte konusunda duraksadı. Birkaç gün içinde sarayda olup biten işlerden kısmen haberdar olduğu için elçinin bu uygunsuzluklardan rahatsız olduğundan şüphesi yoktu.

Fakat Sir Thomas, Sadrazamı görmek konusunda ısrar ediyordu.

Mehmet Paşa her türlü utancı göze alarak, “Gelsin…” dedi.

Her zaman neşeli görünen İngiliz elçisinin yüzü gülmüyordu.

Sir Thomas, tercümanı aracılığıyla Padişahın emrinden bahsedip ve şikâyette bulunurken, Amberizade de Sadrazamın yanında oturuyordu.

Hüseyin Efendi Fransızcaya biraz aşina olduğu için, divana yansıyan bütün siyasi meselelerin görüşülmesi sırasında hazır bulunurdu.

O, Sadrazamın saraya geldiğini haber alır almaz divana koşmuştu.

İngiliz elçisi evvela olayın öneminden bahsederek dedi ki, “Hükümetiniz Marmara gezintilerimi yasaklayabilir. Buna itiraz etmek hakkım değildir. Fakat soruyorum; benim şeref ve haysiyetime saldırı hakkını hükümet ve hükümdara kim vermiştir?

Sir Thomas, cebinden Padişahın fermanını çıkararak Sadrazama uzattı.

“Lütfen şu cümleyi okur musunuz?”

Mehmet Paşa gözlüğünü taktı ve fermana göz gezdirdi.

“… gibi hafifmeşrep hareketleri men ederim, cümlesi divan kâtipleri tarafından yanlışlıkla yazılmış olacak.”

İngiliz elçisi alaylı bir tavırla güldü.

“Bu sözünüz, en büyük devlet adamı içim mazeret teşkil eder mi Paşa Hazretleri?”

Mehmet Paşa, elçi karşısında utancından ne söyleyeceğini bilmiyordu.

Elçinin elindeki ferman Padişah tarafından imzalanmıştı.

Sir Thomas, Fransız elçisinin gizlice saraya girip bu işi hallettiğini anlatmak için, “Bu fikir, doğrudan doğruya Efendimizin arzularından doğmuş olsaydı, emin olunuz bu derece üzüntü duymayacaktım. Fakat bu işten Padişahın haberi olmadığını düşünüyorum. Bu alaycı sözleri, gıyabımda Fransız sefiri de söylemektedir!” dedi.

Mehmet Paşa şaşaladı:

“Ne demek istediğinizi anlayamıyorum.”

İngiliz elçisi, soğukkanlılığını koruyarak sözüne devam etti.

“Hümaşah Sultan’la Fransız elçisi arasında gittikçe derinleşen dostluğa siyasî bir anlam vermek gerekirse, Osmanlı tarafından İngiliz dostluğunun ihmal edilmiş olduğu anlaşılmaz mı Paşa Hazretleri?”

Sadrazam, yan gözle Amberizade’nin yüzüne baktı.

Divan kâtibi her şeyi biliyordu. Başını önüne eğdi.

Mehmet Paşa çok korkak bir devlet adamıydı. İngiliz elçisinin bu manidar sözlerine kuvvetli ve akla yatkın cevaplar veremedi.

“Hümaşah Sultan rahatsızlığımdan faydalanarak Hünkârı bu fermanı imzalamaya mecbur etmiş olacak,” dedi.

İngiliz sefiri, Sadrazamın bu cevabını bir tür itiraf sayarak yumuşadı.

“Artık tavır ve hareketlerimde özgür ve serbest olabilirim değil mi Paşa Hazretleri?”

“Marmara gezilerinize devam etmenizde hükümetçe hiçbir mahzur yoktur. Ancak Fransız elçisini de rencide etmek arzu etmeyiz. Her iki hükümet de dostumuzdur.”

Mehmet Paşa, nasılsa, kırk yılda bir defa İngiliz sefirine, İngiliz soğukkanlılığını okşayacak bir cevap verebilmişti.

Sir Thomas ayağa kalktı.

“Hümaşah Sultan’ın samura ihtiyaçları çoksa, İngiliz samurlarının Fransız samurlarından çok daha güzel ve değerli olduğunu lütfen söyleyiniz. Kendilerine ilk gelecek gemiden beş denk samur göndereceğim.”

“Fakat bu beş denk samurun bedelini Haseki nereden ödeyecek?”

“Hediye olarak takdim edeceğim.”

Mehmet Paşa hayretle gözünü açtı:

“Bu ne cömertlik, Sir Thomas. Beş denk samur Padişahın sarayında bile yoktur. Bu samurları neye karşılık hediye ettiğinizi öğrenebilir miyim?”

“Fransız elçisi bir denk samuru ne karşılığında hediye etmişse, ben de…”

“Fakat bu pazarlığı Sultan İbrahim duyacak olursa…”

İngiliz elçisi gülerek Sadrazamın sözünü kesti.

“Bu gibi olayların Padişaha yansıtılıp yansıtılmaması sizin elinizdedir, Paşa Hazretleri!”

“Bu alışverişe beni karıştırmasanız çok iyi olacak.”

“Niçin çekiniyorsunuz? Bu gibi hediyeler her zaman, devletler arasında da alıp verilir. Bir denk samuru da size verecek olsam, zannetmem ki reddedesiniz.”

Mehmet Paşa alışılmışın dışına çıkarak ayağa kalktı ve böylece elçiye iltifat etmiş oldu.

“Bu hediyeniz, dostluğumuzun en kıymetli bir nişanesi olacağı için seve seve kabul ediyorum. Samur gemisi yakında gelecek mi?”

İngiliz elçisi, samur yüklü geminin birkaç güne kadar İstanbul Limanı’na varmış olacağını söyledi.

Sir Thomas saraydan ayrıldığı zaman neşeliydi.

İngiliz elçisi, beş on gün sonra yine eskisi gibi Marmara gezintilerine devam edecekti.

İngiltere elçisinin beş denk samur karşılığında sağladığı bu başarı siyaset âleminde Fransa’yı küçük düşürecek bir şey olarak görülebilirdi.

Fransız elçisinin Sir Thomas aleyhinde yaptığı planlar bu yolla tamamen suya düşmüş oluyordu.

Fransız elçisi, İngilizlerin İstanbul’da büyük kazançlar elde ettiğini görerek ticaret âleminde Fransız sermayesinin de işlemesini istiyordu.

Hâlbuki o devirde samur ve amber ticareti tamamıyla İngilizlerin elindeydi.

İstanbul’da en büyük zenginler, sermayelerini her şeyden ziyade samur ve amber ticaretine vermişlerdi.

Fransız elçisi Telli Haseki’ye bir denk samur vaat etmekle hem sarayda önemli bir haline gelmiş, hem de ticaret sahasında İngilizlere esaslı bir darbe vurmuş olacaktı.

Ticaretin, yalnız bir devlet sermayesine bırakılması esasına dayalı olan bu mücadelede hangi tarafın galip geleceği henüz belli değildi.

Sadrazam, hastalığını unutarak Divan Kâtibi Amberizade ile meseleyi görüşmeye koyulmuştu.

Amberizade Hüseyin Efendi, Telli Haseki’nin Fransız sefirine aracı olarak verdiği teminattan bahsederek, “Paşam,” dedi, “Sir Thomas’a söz verdiniz ama Hümaşah Sultan da Fransız elçisine söz verdi. Bilmem ki sözünden döner mi?”

“Ben Telli Haseki’nin ne kadar haris bir kadın olduğunu bilirim. Fransız elçisinin vaat ettiği bir denk samura karşılık İngiliz elçisinden beş denk samur alacak. Düşün bir kere Hüseyin… Beş denk samur… Bu ne büyük bir servet!”

“Hakkınız var, Paşam! Beş denk samura, insan kırk yıl hazinedarlık etse yine sahip olamaz.”

“Köftehor! Ben bunca zamandan beri sadrazamlık görevini işgal eden bir vezir olduğum halde konağımda elli parça samur yok.”

“Bir denkte kaç parça samur var acaba…”

“Fransız denklerinde yüz seksen, İngiliz denklerinde ise iki yüz parça samur vardır.”

“Demek ki, Telli Haseki havadan bin parça samura sahip olacak. Bu işin komisyonculuğu da size iki yüz parça samur kazandırmış oluyor!”

“Fena alışveriş değil. Nasıl, olayı idare edişimi beğendin mi?”

“Zaten, Efendimiz bu devletin başında bulunmasanız, memleket mahvolurdu.”

“Ciddi mi söylüyorsun, Hüseyin?”

“Kulunuz, size karşı ikiyüzlülük yapabilir miyim? Bugün, zekâ ve anlayışınıza bir daha şahit oldum. Kaşı çatık gelen İngiliz sefirini nasıl yağladınız, balladınız da saraydan yüzü gülerek gönderdiniz. Doğrusu bu başarıyı her vezirin yakalayabilmesi mümkün değil.”

“Bu meselenin siyasi bir ayrılığa yol açması riski de vardı, değil mi?

“Ne demek, Paşam. Herif ısrar etseydi mesele Padişaha aksedecek ve ortalık bu yüzden karmakarışık olacaktı. O vakit Telli Haseki’nin elinden çekeceğimiz vardı.”

Veziriazam gururla kafasını salladı.

“Hükümetin başında ben olmasam, vay bu milletin haline!”

*

Amberizade Hüseyin Efendi, Mehmet Paşa’dan aldığı talimat üzerine divanda yeni bir ferman hazırlamaya başlamıştı.

Divan kâtibi, mala mülke önem veren bir adam olmamakla beraber, Sadrazamın böyle havadan bir denk samur kazanıverdiğini görünce, “Bana bu işten niçin bir hisse düşmesin?” diye söylenmeye başlamıştı.

Amberizade’nin hakkı vardı. Bu meselede en çok üzülenlerden biri de kendisiydi. Telli Haseki beş denk ve Veziriazam Hazretleri bir denk samur alsın da, kendisi bu işin bütün sorumluluğunu üzerine aldığı halde neden hiç olmazsa elli samur almasındı?

Amberizade Hüseyin Efendi’nin karısı her gün kendisine, “Herif, sen ne beceriksiz hükümet memurusun. Âlem evine araba ile samur taşıyor da, sen bunca senedir evimize bir uyuz kedi postu bile getirmedin,” diye söylenip dururken, kırk yılda bir defa ele geçen bu fırsattan yararlanmamak, budalalıktan başka ne olabilirdi ki?

Zaten, divan arkadaşları, Hüseyin Efendi’ye son günlerde, doğruluğunu kast ederek, “Sen havayla geçinen bir adamsın,” demeye başlamışlardı.

Hüseyin Efendi, bu fırsatı da kaçıracak olursa sarayda kendisini yakından tanıyan ve seven arkadaşları arasında çok gülünç bir duruma düşeceğini anlamıştı.

Son kararını verdi.

“Eğer Mehmet Paşa bana elli samur vermezse, ben de onun sevgili Nuruhayat’ını bulacağıma dair verdiğim sözü yerine getirmeyeceğim!”

Nuruhayat, İstanbul’dan Mısır’a Kaçarken

Amberizade, o gece divandaki işlerini bitirdikten sonra, ertesi gün Telli Haseki’yi ziyaret etmek üzere saraydan çıkmıştı.

Divan Kâtibi Hüseyin Efendi, Hümaşah Sultan’la Veziriazam Mehmet Paşa arasında önemli bir rol oynayacak ve bu yolla iki taraftan birine sadık kalmayı tercih edecekti.

Kumkapı Sahilinde

Kumkapı’da, ufak bir balıkçı kulübesi önünde, denize doğru iki insan gölgesi uzanmıştı.

Deniz kenarında yelkenli bir kayık duruyordu. Gökyüzü aydınlık, deniz dalgasızdı. İnce, hazin bir ses yükseldi:

“Hamza!”

“Ne var?”

“Daha bekleyecek miyiz?”

“Uykun mu geldi?”

“Hayır.”

“Niçin sordun?”

“Canım sıkılıyor.”

“Biraz daha sabret yavrum!”

“Yolcu yolunda gerek, derler. Hava aydınlık ve deniz dalgasızken yola çıksak…”

“Acele etme. Gece yarısı olmayınca açılamayız!”

Uzakta giden bir yelkenliyi göstererek “Bak, Marmara’da dolaşan kol gemisi limana yeni dönüyor.”

“Onu mu bekleyeceğiz?”

“Tabii. Hiç olmazsa Kızkulesi önüne kadar gitmiş olmalı ki biz de kalkabilelim.”

“Demek ki daha bir saat vaktimiz var.”

“Denizde kaptanlık etmiş gibi söz söylüyorsun. Tam bir saat lazım.”

“Şimdi kalksak ne olur?”

“Deniz gündüz gibi aydınlık. Uzaktan görürlerse derhal yakalanırız. Yeniçerilerin eline düşersek derimizi yüzerler.”

“Marmara’da yakalanmak ihtimali yok, değil mi?”

“Böyle bir ihtimal mevcut olsa yola çıkar mıyız?”

“Donanmanın Karadeniz’e gittiği kesin, değil mi?”

“Marmara’da, geceleri limana dönen bu nöbetçi gemisinden başka bir kuş bile dolaşmıyor. Seyahatimize engel olacak ufak bir şeyin bile varlığına emin olsam, yola çıkmak hususunda senden önce ben tereddüt ederim.”

“Merak etmekte haklı değil miyim?”

“Haklısın, yavrucuğum! Fakat emin ol ki merak ve endişeye hiç sebep yok. Eğer yolda sancın tutarsa, hemen sahildeki köylerden birine yanaşır ve karaya çıkarız.”

“Ben de senin gibi düşünüyorum. Ağrım tutarsa bir köye sığınırız. Ama yolda veya herhangi bir köyde doğurursam, yolculuğumuz biraz sıkıntılı olacak. Mısır ’a vaktinde varamayacağız.”

“İstersen seyahatimizi erteleyelim Nuruhayat! Yalnız, şurasını iyi bil ki, burada kaldığımız sürece her gün biraz daha ölüme yaklaşıyoruz. Bir taraftan Telli Haseki’nin adamları, diğer taraftan da yeniçeriler harıl harıl bizi arıyorlar.”

Nuruhayat sahildeki çakıl taşlarıyla oynayarak sordu.

“Sadrazam ne yapıyor acaba? Bugün görüştüğün kimselerden bir haber alamadın mı?”

“Pinti herif, artık seni aratmaktan vazgeçmiş. Niçin soruyorsun?”

“Beni ne çabuk unutmuş.”

Hamza derin bir göğüs geçirdikten sonra geminin halatını elinden bırakarak karısının boynuna sarıldı.

“Kalpsiz insanların seni unutması kadar doğal bir şey var mıdır, Nuruhayat? Mehmet Paşa, süt gibi beyaz sakalına bakmayarak senden sonra kaç cariyeyi koynuna almış… Kaç halayıkla vakit geçirmiş… Mehmet Paşa şeref ve haysiyet sahibi bir adam olsaydı, erkekliğine çoktan veda ettiğini bildiği halde budala gibi sevinmez ve seni günahkâr bir kadın diye tanırdı. Sarayda, benimle seviştikten sonra karnının şiştiğine ondan başka herkes inanmıştır. Hatta Padişah bile, geçen akşam kendisini çağırtmış ve Koca godoş… Bundan sonra Hindistan’ın bütün amberlerini yutsan, yine belini doğrultup çocuk yapamazsın, diye bağırmış.”

Nuruhayat üzüntüyle başını salladı.

“Mehmet Paşa beni unutamaz, Hamza! O beni unutamaz… Ben, o kötü heriften çok korkuyorum.”

Hamza, kayığın ipini çekti.

“Üzülme, yavrucuğum! Bizi bundan sonra kimse bulamaz. Sen de artık o pintiyi unut. Vakit geldi. Haydi, kayığa binelim.”

Bir saat sonra hafif bir poyraz rüzgârı kayığın yelkenini şişirmişti.

Marmara’ya doğru açıldılar.

İstanbul’a belki de bir daha geri dönemeyeceklerdi.

Gelibolu Sahilinde

Üç günden beri Elmalı Köyü’ndeydiler.

Nuruhayat, Gelibolu açıklarında doğum ağrıları çekmeye başlamıştı.

Hamza, derhal kayığın dümenini sahile çevirdi ve deniz kenarında Elmalı Köyü denilen eski bir kaçakçılık merkezinde karaya çıktı.

Elmalı köylüleri Çanakkale dışındaki Rum adalarından kaçak olarak mastika, ipekli kumaş, amber ve samur getirerek İstanbul’a gönderiyorlardı.

Hamza, kendisinin de hükümet tarafından takip edilen bir kaçakçı olduğunu söyleyerek Elmalı köylüleri tarafından kabul görmüştü.

Elmalılar hükümete karşı birkaç defa isyan etmişler ve saraya haraç vermekten kurtulmuşlardı.

Hamza’nın kayığını, köyün doğal limanında sakladılar ve karısına bir ebe gönderdiler.

Nuruhayat, Elmalı’ya geldiği gece bir erkek çocuk doğurdu.

Hamza, köyün ağalarından Albıyık Mahmut’un misafiriydi.

Mahmut Ağa misafirperver ve zengin bir adamdı.

Sultan İbrahim bir gün kendisine yirmi okka amber göndermesini emretmiş, Mahmut Ağa da, “Ben amber tüccarı değilim. Bir habbe ambere bile sahip olmadığımı herkes bilir,” cevabını vermişti.

Sultan İbrahim, Elmalı’ya ikinci bir haber göndermiş, “Ben Padişahım, emrediyorum. Mahmut benim emrime nasıl karşı gelebilir?” demişti.

Mahmut Ağa bu haberi getiren bostancıya, “Haydi git, Hünkâra söyle,” demişti, “o Padişahsa, ben de köyün ağasıyım. Bir köylüden bedava amber istemek Padişaha yaraşır mı? Parasını göndersin, istediği kadar amber bulayım.”

Bu haber üzerine Sultan İbrahim arzusunda ısrar etmemiş ve bu olaydan sonra Elmalı, saraya haraç vermemiş, Akdeniz’in kaçak eşyasını Çanakkale Boğazı’ndan Marmara’ya taşıyan kaçakçıların merkezi olmuştu.

Hamza, Albıyık Mahmut Ağa’nın çok hoşuna gitmişti.

Mahmut Ağa cesur, ölümden yılmaz gençleri korur, onları hayatla mücadeleye sevk ederdi.

Hamza’nın kuvvetli bilekleri, gösterişli endamı ve vuruculuğu, üç gün içinde köyde ünlenmesine sebep olmuştu.

Köylüler bir araya toplandıkları zaman, “Hamza gibi cesur bir delikanlı tesadüfen köyümüze düştü. Onu aramızdan kaçırmayalım,” diyorlardı.

Rum adalarından birine beş on gün sonra önemli bir baskın yapılacak ve elde edilecek eşya boğazdan kaçırılarak Elmalı’ya getirilecekti.

Kaçakçılar, Hamza’nın da bu işe karışmasını istemişler ve yağmada başarılı olursa kendisine büyük bir pay vereceklerini söylemişlerdi.

Hamza, bu işe sırf cesaret ve kabiliyetini göstermek için girmeyi vaat etti. Fakat Nuruhayat henüz üç günlük lohusaydı. Onu, mini mini yavrucuğuyla yatakta bırakıp böyle tehlikeli bir yolculuğa nasıl gidebilirdi?

Albıyık Mahmut Ağa, Hamza’yı sıkıştırıyordu.

“Karını bütün komşular bakıp gözetecekler. Hiçbir şeye ihtiyacı olmayacak. Senin gibi erlerin evde kapanıp kalması bütün köylüleri hayrete düşürüyor. Padişahın zulmünden kaçan bir delikanlı, avradının esiri olur mu? Bir iki güne kadar hazır ol. Havayı bulunca yola çıkacağız!”

Bir Köylü Neler Anlatıyor?

O gece bütün gemiler yelkenlerini şişirmişlerdi. Hamza sevgili karısını ve çocuğunu komşulara emanet ederek sahile inmişti.

Nuruhayat çok mahzundu. Hamza’nın bu yolculuktan sağ olarak dönemeyeceğini düşünüyordu.

“Çekirge bir zıplar, iki zıplar, üçüncüde ele geçer,” diyerek Hamza’nın arkasından saatlerce gözyaşı dökmüüştü.

Köylü kadınlardan, o gün İstanbul’dan gelmiş ihtiyar bir bohçacı vardı.

Bohçacı kadın, Nuruhayat’ın gözyaşını dindirmek için iki aydan beri İstanbul’da görüp işittiklerini anlatarak lohusayı avutmaya çalışıyordu.

Nuruhayat, bohçacı kadından çok hoşlanmıştı.

“Ben İstanbul’u çok severim, nine,” dedi, “Senin sözlerin içime ferahlık veriyor. Söyle bakalım, İstanbul’da ne var, ne yok?”

Bohçacı nine, iki ay içinde iki bin kuruşluk ve yirmi beş florilik ipekli kumaş sattığını, saraylıların ipekli kumaşa çok düşkün olduklarını anlattıktan sonra, “Ah yavrum,” dedi, “eğer döneceğim gün sarayda bir karışıklık olmasaydı, elimde kalan iki top kumaşı da yüksek fiyatla satacaktım…”

Nuruhayat yastıktan başını kaldırdı.

“Sarayda karışıklık mı var dedin?”

“Bostancılar kapıyı sarmışlardı. İçeri kimseyi bırakmadılar. Sarayın bahçesinde keçe külahlı adamlar dolaşıyordu.”

“Ne varmış acaba? Merak edip de sormadın mı?”

“Sormaya meydan kalmadı, yavrucuğum! Ben harem kapısından içeri girmek isterken, birkaç kişi bahçedeki binek taşının önüne yeni boğulmuş aksakallı bir ihtiyar adamın cesedini getirdiler. İki genç külahlı, hayretle birbirlerine bakışarak konuştular. Koca Devletli, dün ne idi, bu gün ne oldu… O vakit anladım ki boğulan bu ihtiyar Sadrazam Mehmet Paşa imiş.”

Nuruhayat, bohçacı kadından bu sözleri duyunca, Al-bıyık Mahmut Ağa’nın karısını yanına çağırdı.

“Allah aşkına,” dedi, “çok rica ederim Hamza’ya bir haber gönderiniz. Eğer gemiler sahilden uzaklaşmamışlarsa, beş dakika için buraya gelsin. Kendisine Mehmet Paşa’nın öldüğünü söyleyeceğim.”

Kaçakçı Mahmut’un karısı odanın penceresini açarak, “Denizin üstüne baksana, gemiler uzaktan kuş gibi ufak görünüyor. Hangi babayiğidin sesi oraya kadar ulaşır?” diye mırıldandı.

Bohçacı kadın hayretle sordu.

“Kızım, Mehmet Paşa’yı boğdularsa tasası sana düşmedi ya. Yüreğini neden oynatıyorsun? Sütun çekilirse çocuğuna kim meme verir?”

Nuruhayat, bu haberi aldıktan sonra yatağında yatamadı. Pencereye koştu ve enginlere doğru haykırdı.

“Hamza! Hamza! Geri dön! Mehmet Paşa’yı öldürmüşler. Artık kendi kayığımızla İstanbul’a dönebiliriz!”

Deniz, sağır bir canavar gibi susmuştu. Nuruhayat’ın feryadına, gittikçe coşan ve köpüren dalgalardan başka cevap veren olmadı.

Sular karardı.

Gemiler ufukta bir gölge gibi görünüyordu.

Nuruhayat, pencerenin önünde dalgın ve yaslı gözlerinden akan yaşları sildi. Hamza’yı ne kadar çok sevdiğini şimdi anlamıştı.

Derya’nın ince, kısık sesi Nuruhayat’ı harekete geçirdi. Genç saraylının çocuğu ağlıyordu.

Derya…

Bu ismi ona Hamza koymuştu. Nuruhayat’ın ilk doğum ağrısı denizde başladığı için, Hamza bu hatırayı oğlunun ismiyle yaşatmak istemiş, “Nuruhayat, çocuğumuz erkek olursa, ismini Derya koyalım,” demişti.

Nuruhayat, sebebi anlaşılmaz bir tereddüt ve heyecan içinde titreyerek yavrusunu kucağına aldı.

Derya, babasına ne kadar da çok benziyordu. Çukur çenesi, elâ gözleri, ince uzun parmaklarıyla Hamza’nın küçük bir modeliydi.

Derya’nın yalnız kaşları annesine benziyor, gözlerinin şekli ve bakışları annesini hatırlatıyordu.

Nuruhayat yanındakilere, “Beni yalnız bırakınız da çocuğumla beraber biraz uyuyayım,” dedi.

Genç saraylı odasında yalnız kalınca kendi kendine konuşmaya başladı.

“Şimdi vicdanımla başbaşayım. İtiraf ederim ki Hamza’yı bu kadar çok sevdiğimi zannetmiyordum. Bu ayrılık, kalbimi, gözümün önünde bir ayna gibi açtı. Kalbimde bazen ona karşı duyduğum kin ve nefretin sevgiden doğduğunu anladım. Hamza ne esrarengiz bir gençmiş, Yarabbim! Onu birdenbire sevseydim, belki de şimdiye kadar kendisinden nefret edecektim. Soğuyacaktım. Fakat böyle olmadı. Ben Hamza’yı yavaş yavaş sevdim. Onun sevgisi önce beynimi sardı. Sonra, günler ve aylar geçtikçe, bu sevgi bir kurt gibi, beynimden kalbime inecek yolu buldu ve son günlerde kalbimde yerleşti. Mehmet Paşa’nın sarayında genç erkeklerle düşüp kalkmaktan zevk almıyordum. Günler haftalara döndüğü zaman Hamza’yı görmek, onun kalpten kopan yalansız ve tatlı sözlerini dinlemek benim için en aziz görev olmuştu. Onun yavaş yavaş sevilen gizli bir cazibesi vardı. Ben, günler geçtikçe, bu cazibeye tutulduğumun farkına varıyordum. Hamza bir gün bana sormuştu: Nuruhayat! Bir çocuğumuz olursa, onu şefkatli bir anne gibi severek büyütecek misin? Hamza’nın bunu niçin sorduğunu biliyordum. O beni sarayda, yalnız Mehmet Paşa’nın gözdesi diye değil, kötü ahlaklı ve sırnaşık birkaç delikanlının sevgilisi olarak tanımıştı. Hamza’nın hakkı da vardı. Sadrazamın sarayında, özellikle de onun beni tanıdığı ilk günlerde, gönül eğlendirmek için neler yapmamıştım. O, beni bu çapkınlarla kol kola, hatta bir gece de Padişahın bülbül bahçesinde âşıklarımdan biriyle göğüs göğse gördüğünü söylemişti. Onun bu asil uyarı ve tavsiyelerine karşı inkârdan başka kuvvetli bir silahım olmadığı için, suçlamalarını şiddetle reddediyordum. Nihayet, bir gece Altıntop Kameriyesi altında âşığımla başbaşa otururken, Hamza’yı birdenbire karşımda gördüm. O dakikada yer yarılsaydı utancımdan yere geçmeye razı olurdum. Sarsıldım… Sendeledim. Âşığım kolumdan tuttu. Beni, donmuş bir et yığınıymışım gibi sürükleyerek kaçırdı. Ah, Yarabbi! O ne müthiş, ne uğursuz geceydi! Hamza’yı orada yalnız bıraktım. Âşığımın koluna dayanarak yürüdüm. Şimdi bu feci sahneyi gözümün önüne getiriyorum. Tüylerim ürperiyor. Kendimden tiksiniyorum. O gece, onu Altıntop Kameriyesi’nin içinde yalnız bırakıp da, beni hiç sevmediğini çok iyi anladığım âşığımın koynunda nasıl sabaha kadar yattığımı düşünüyorum! İnsan günün birinde vicdanıyla karşılaştığı zaman ne büyük bir azap ve acı hissediyor, Allahım! Hamza benim için her fedakârlığı göze aldı. Beni Sadrazamın zulüm ve esaretinden kurtarmak için ufacık bir yelkenli ile vatanından uzaklaştı. Fakat acaba ben, onun bu fedakârlığına rağmen, Hamza’yı mutlu edebilecek miyim? Kulağımda bir ses çınlıyor. Nuruhayat! Kocana sadakat gösterdiğin müddetçe mutlu olacaksın! Kocanın senden istediği şeyi ona ver ki sen de aynı şeyi ondan isteyebilesin! İşte ben bu sesten korkuyorum. Çünkü bu ses vicdanımın sesidir. Yarın, yolumu şaşırıp bu çamurun içine düşersem, yine bu ses kulağımda, Alçak kadın! Ben sana, bir gün bu bataklığa düşüp kirleneceğini söylemedim mi, diye bağırırsa, o zaman yüzümü çamurla örtmekten başka ne yapabilirim?”

Odanın içinde ince, kısık bir ses işitildi.

“Üvveee… Üvveee…”

Derya uyanmıştı. Nuruhayat gözlerini ovuşturarak, “Demin kendi kendime konuşurken uyuyuvermişim,” dedi, “Ne çabuk sabah olmuş!”

Бесплатный фрагмент закончился.

182,90 ₽
Жанры и теги
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
03 июля 2023
ISBN:
978-625-8068-32-0
Правообладатель:
Maya Kitap

С этой книгой читают

Новинка
Черновик
4,9
178