Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Telli Haseki Hümaşah Sultan», страница 2

Шрифт:

Kırmızı Renkli Elbise Giymek Yasak!

Sultan İbrahim saraydan keyifle çıkmıştı. Fakat dönüşünde neşesiz ve öfkeliydi.

Padişah hareme girdiği zaman, herkesten önce annesi Kösem Sultan’la karşılaştı.

“Oğlum niçin böyle her şeye sinirlenip kendine işkence ediyorsun?” dedi Kösem Sultan. “İnsan sevdiği kadının isteklerine karşı gelir mi?”

Sultan İbrahim merdivenin basamağında durdu.

“Hatun, bu kadından ne istersin? Sabahleyin de geldin, onu çekiştirmek istedin! Başka bir diyeceğin varsa söyle, canımın sıkıntısını artırıp da beni deli etme!”

Kösem Sultan, oğlunun kulağına eğildi.

“Seni üzüntüden kurtarmak istiyorum, evladım!” dedi. “Senin istemediğini bildiği halde Telli Haseki, bugün bütün halka kırmızı elbise giymeyi emretti. Bana inanmazsan başkalarına da sor, araştır.”

Padişah şüpheye düştü.

Kösem Sultan, “Yalan söylemiyorum evladım!” dedi. “Telli Haseki el altından iş görüyor. Onun dizginlerini biraz çekmenin zamanı gelmiştir.”

Sultan İbrahim validesinin üzerine yürüdü.

“Ben Telli Haseki’ye laf söyletmem! Ak saçlarınla ona bu iftirayı atmaktan utanmıyor musun?” diyerek odasına girdi.

Valide Sultan, oğlunun Telli Haseki’ye zaafını bildiği halde ne cesaretle Padişaha bu sözleri söylemişti?

Valide Sultan odasına dönünce kethüdası Behram Ağa’yı yanına çağırdı.

“Behram,” dedi, “önemli bir konu hakkında Hamza Bey’le görüşmek istiyorum. Onu bana bu gece bulabilir misin?”

Behram Ağa kaşlarını kaldırarak cevap verdi.

“Hamza Bey’i bulmak mümkün değil. Onu kaç gündür Sadrazam Paşa da aratıyor.”

“Mehmet Paşa, Hamza’yı ne için aratıyor, bilmiyor musun?”

“Gene Nuruhayat meselesi olacak, Sultanım!”

“Nuruhayat’ın Hamza’ya kaçtığını Sadrazam bilmiyor mu?”

“Bilmez olur mu, Sultanım? Nuruhayat’ın Hamza’ya kaçtığı kesin. Fakat Sadrazam Paşa utancından kimseye bir şey söylemek istemiyor.”

“Hamza eski evinde oturmuyor mu?”

“Hayır, Sultanım! Hünkâr, Edirne seyahatinden döndükten sonra Hamza’yı serbest bıraktı. Onun yüzünü çoktan beri gördüğüm yoktur.”

“Cinci Hoca bilir mi acaba?”

“Belki bilir… Emrederseniz gidip sorayım?”

“Git, sor. Fakat benim sorduğumu belli etmemeye çalış. Şüphelenirse oğluma gidip haber verir.”

Behram Ağa, Cinci Hoca’nın odasına gitti. Kösem Sultan, Hamza’yı bu saatte niçin aratıyordu?

Tepsi İçinde Çıplak Bir Kız!

Behram Ağa, Cinci Hoca’nın odası önünde durdu ve kapıya kulağını yaklaştırdı. Hocanın sesi işitiliyordu.

“Şimdi anladım ki ben de kalp taşıyormuşum. Ben de bir kadın sevebilirmişim!”

Behram Ağa hayretle etrafına bakınarak meydanda kimse olmadığını anlayınca, kapının anahtar deliğine gözünü yerleştirdi.

Behram Ağa gözlerine inanamıyordu. Odanın içinde neler görmüştü?

Hoca kavuğunu çıkarmış, uzun bir acem halısının üstüne uzanmıştı. Yerdeki büyük bir gümüş tepsinin içinde çırılçıplak yatan genç bir kız vardı! Cinci Hoca yanındaki şarap testisinden bardağını doldurup içiyor, ara sıra da genç kıza uzatarak, “İç mahbubem, iç. Bu gece seninle kedimizden geçinceye kadar içeceğiz. Birbirimizi bulmak, birbirimizle kaynaşmak için öncelikle aklımızın zincirlerinden kurtulmalıyız!” diyordu.

Cinci Hoca’ya ne olmuştu? Çıplak bir cariyenin önünde ar ve hayâyı unutarak yalvaran Hoca Efendi, meğer kendi odasında yalnız kalınca ibadeti ve günahı unutarak Hayyam gibi gönül eğlendirmesini de biliyordu.

Behram Ağa kendi kendine söylenmeye başladı.

“Bu herif saraya geldiği günden beri kimsede ar, namus kalmadı. Zina haramdır, diyor. En güzel ve körpe kızlarla vakit geçiriyor! Şarap içmek haramdır, diyor. Odasında en iyi şarabı kendisi içiyor. Bu manzarayı Sultan Efendimiz görmesin! Kıyameti koparır!”

Behram Ağa kapıdan gözünü ayıramıyordu.

“Genç olsaydım, alimallah, kapıyı omuzlayıp içeri girerdim. Ben otuz senedir koynumda yatan karımı bile bu kadar çıplak görmemiştim!” diye homurdandı. Kadına yan gözle bakmanın bile haram olduğunu her gün tekrar edip duran Hoca Efendi, gümüş tepsinin yanına iyice sokulmuştu. Genç kızın saçlarını salarak heyecandan titreyen parmaklarıyla okşamaya başladı.

Hoca Efendi dini, imanı, günahı… her şeyi unutmuştu.

Behram Ağa kapının önünde durmadan yutkunuyordu. “Hele bak, bülbül gibi ne diller döküyor,” diye mırıldanan Hocanın, mahbubesi önünde tekrar yükselen sesi duyuldu.

“Bu gece benliğimden tamamen sıyrıldım yavrucuğum! Bu gece, en şehvetli delikanlılardan çok daha azgın ve coşkun bir adam oldum. Padişahın aylardan beri devam eden çılgınlıklarına daha fazla ilgisiz kalamadım. Her gün yüzlerce dilberin kucağında yatan bir hükümdarla baş başa konuşurken, ben gözlerim yerde, durmadan tespih çekiyordum. Geçen akşam Sultan İbrahim genç kızları çırılçıplak soymuş ve memelerinin üstüne şarap dökerek kızların göbeklerini yalamaya başlamıştı. Hünkâr cinlerden korktuğu için beni de bir muhafız gibi köşeye oturttu. Bu hoş ve şehvet uyandıran manzara karşısında kendimden geçerek elimdeki tespihi yere düşürdüm. Bütün sinirlerim tir tir titriyordu. Böyle çıplak ve güzel kızların sıcak bir oda içinde kaynaştıklarını görüp de huylanmamak mümkün müydü? O kızlar arasında en çok sen hoşuma gitmiştin! Kırmızı bir şalın üzerinde amber yılanı gibi öyle güzel bir kıvrılışın vardı ki, o anda Padişahın gözünden düşmeyeceğimi bilseydim, hemen yerimden fırlayıp boynuna sarılacaktım! O geceden sonra sana karşı duyduğum arzu giderek arttı. Şimdi ise gözlerime inanamıyorum; işte karşımdasın!

Gümüş tepsi içinde, baygın bir halde yatmakta olan genç kız, derin bir uykudan uyanır gibi gözlerini ovuşturarak şaşkın şaşkın etrafına bakındı.

“Ben neredeyim Hoca Efendi?”

Cinci Hoca mahbubesinin kumral ve uzun saçlarını öptü.

“Benim odamda bulunduğunun farkında değil misin, elmasım?”

“Kendimi odamda, kendi yatağımda yatıyorum zannediyorum.”

“Burası da senin odan yavrucuğum! Gül… Oyna… Bu gece seninle sabaha kadar sevişip eğleneceğiz!”

Genç kız, gümüş bir tepsinin içinde yattığını hissederek, “Beni böyle çırılçıplak siz mi soydunuz?” diye sordu.

“Niçin soruyorsun?”

“Utanıyorum.”

“Kimden?”

“Sizden…”

Çıplak kız ellerini yüzüne götürdü.

“Benim elbisem nerede?”

“Ne yapacaksın elbiseyi? Sen ve ben birbirimizi bütün ayıplarımız ve bütün güzelliklerimizle seyredelim. Cenabı hak bizi elbise ile yaratmadı ya!”

*

Behram Ağa kapının önünde daha fazla durmadı.

“Ya ben rüya görüyorum yahut Hoca çıldırdı!” diyerek kapının önünden ayrıldı.

Derin bir hayret ve şaşkınlık içinde yürüdü.

Behram Ağa, Hocanın odasında gördüğü rezaleti Kösem Sultan’a nasıl anlatacaktı?

Gümüş tepsinin içinde yatan genç kız, Valide Sultan tarafından üç ay önce Padişaha sunulan, on beş yaşlarında, körpe ve ince belli bir Çerkez dilberiydi.

Sultan İbrahim, Telli Haseki’den gizli olarak arasıra bu kızla buluşup eğlenirdi.

Behram Ağa, Hocanın taparcasına sevdiği kızı tanımıştı. Kösem Sultan’a, kapının anahtar deliğinden gördüklerini anlatırken, “Çok utanıyorum, Sultanım!” dedi, “Gençliğimde görmediğim şeyleri Hoca Efendinin odasında gördüm.”

Valide Sultan bu duyduklarına önem vermemiş gibi göründü.

“Hamza’yı sormadın mı?”

“Kapıyı çalmaya cesaret edemedim.”

“Benim dediğimi niçin aynen yapmadın?”

“Sultanım! Odanın kapısından benim gördüklerimi siz de görseniz, hayretinizden küçük dilinizi yutardınız! Hoca Efendi soyunmuştu. Kapıyı açıp benimle görüşecek halde değildi. Gözlerimi kapadım. Tüylerim ürperdi. Hocanın gittikçe incelen sesini işitmemek için odasının önünden uzaklaştım. Beni mazur görünüz Sultanım! Bu gece Hoca Efendiyi göremeyeceğim.”

“O halde, yarın sabah erkenden sokağa çık ve Hamza’nın nerede yaşadığını öğrenmeye çalış.”

*

O gece Kösem Sultan öfkesinde uyuyamadı. Behram Ağa’yı başından savdıktan sonra, Hocanın yaptığı rezaleti gözünün önüne getiren Valide Sultan, buna nasıl göz yumabilirdi?

Kendi eliyle özene bezene süsleyip hazırladığı bu körpe kızcağızı, Padişaha, Hocanın avucuna düşmesi için mi sunmuştu?

Kösem Sultan kaşlarını çatarak odasında saatlerce düşündü ve kendi kendine şu kararı verdi.

“Bu çirkin olayı duymamış olmak herhalde en hayırlısı olacak. Cinci Hoca ile bir halayık yüzünden boğuşmak istemem. Bu herif bütün kötülüğüne rağmen bana her zaman gereklidir. Telli Haseki’nin çenesini kopartmak için şu sıra Cinci Hoca’nın yardımına ihtiyacım var.”

Sadrazamın Odasında Gizli Bir Toplantı

“Sarayın bütün cellâtları karşıma çıksa yine teslim olmayacağım! Ben ölünceye kadar Hamza’dan ayrılmamaya karar verdim!”


Aynı gece…

Sarayda herkes uykudayken Sadrazam’ın konağında gizli ve önemli bir toplantı vardı.

Telli Haseki’ye hizmet eden divan kâtiplerinden Amberizade Hüseyin Efendi, birkaç günden beri sarayda gizli kapaklı yapılan bazı işleri Sadrazam’a ihbar etmeye başlamıştı.

Amberizade’de atalarından kalma bir amber düşkünlüğü vardı. Hüseyin Efendi’nin yaşı elliyi bulunca, genç kızlara karşı ilgisi de artmıştı.

Amberizade’nin amber düşkünlüğünü sarayda Sadrazamdan başka bilen bir kimse yoktu.

Hüseyin Efendi ne zaman evinde bir eğlence yapacak olsa, Sadrazama koşar ve “Aman Paşam!” derdi, “Bugün yine bazı dostlarla bir araya gelip bir eğlence yapacağız. Kulunuza bir dirhemcik amber lütfediniz!”

Sadrazam, Divan Kâtibi Hüseyin Efendi’nin bu arzusunu son günlerde sık sık yerine getirmeye başladığı için, Hüseyin Efendi de Sadrazama fazlasıyla sadakat göstermeyi bir vicdan ve insaniyet borcu sayıyordu.

Amberizade Hüseyin Efendi amber devrinin en ünlü ve ilginç şahsiyetlerinden biriydi.

O gün sarayda Telli Haseki ile Hüseyin Efendi arasında şöyle bir konuşma geçmişti.

“Bu pinti herifin vücudunu ortadan kaldırmak için ne yapmalı?”

“Vallahi Sultanım, kulunuzun böyle şeyler elinden gelmez. Ömrüm boyunca henüz bir tavuk bile kesmiş değilim.”

“Çeneni tut, fazla laf istemem. Ben sana, Git de Sadrazamı kes, demedim. Bir adamın vücudunu ortadan kaldırmak için mutlaka kafasını kesmek lazım gelmez ya!”

“Başka türlü ölüm aklıma gelmiyor Sultanım! Genç olsaydım, belki bu arzunuzu yumruklarımla yerine getirir ve sizi memnun etmeye çalışırdım.”

“Şimdi bu işi zekâ ve tecrübenle yapabilirsin. Mesela, hayvanlığını istediğin zaman nasıl bir lokma amberle dindiriyorsan, onu da istediğin dakikada bir dirhem afyonla uyutup gebertebilirsin!”

Amberizade Hüseyin Efendi, Telli Haseki’ye muğlak cevaplar vererek kırk sekiz saat süre talep etmiş ve böylece yakasını kurtarıp derhal soluğu Sadrazamın konağında almıştı.

Divan kâtibi Hüseyin Efendi, Sadrazamın huzuruna çıkar çıkmaz, “Aman Paşam,” dedi, “bu gece tarihin bir örneğini daha göremeyeceği önemli bir konuyu konuşmak için siz yüce Efendimi ziyarete geldim. Öncelikle şurasını belirteyim ki, bu gece kulunuzun buraya geldiğinden şeytanın bile haberi olmayacak.”

Sadrazam, Divan Kâtibi Hüseyin Efendi’nin telaşını görünce, “Hayır ola Amberizade, yine ne var?” dedi, “Hünkârdan ipe sapa gelmez bir emir mi getirdin?”

Hüseyin Efendi yarı ciddi yarı şaka söze başladı.

“Bu defaki emir Padişahtan değil… Telli Haseki’den.”

“Mutlaka Bolu Kadısı Sait Efendi hakkında olacak. Öyle değil mi?”

“Her zaman ziyaretimin sebebini hemen keşfederdiniz Paşam! Fakat bu geceki ziyaretimin sebebini Cinci Hoca’nın bütün cinleri bir araya gelse keşfedemez…”

Hüseyin Efendi iki elini ağzına götürerek, korkak bir sesle ekledi:

“Sizi öldürmeye geldim, Paşam!”

Sadrazam, çubuğunu çekerek homurdandı.

“Haydi gevezeliği bırak! Bilirsin ki ben böyle şakalardan hoşlanmam. Söyle bakayım, Hünkârın sevgili Hasekisi hamamları mı kapatmak istiyor? Yoksa…”

Amberizade, Sadrazamın sözünü kesti.

“Efendimizin neşesini kaçırmamak için konuyu anlamsız bulduğunuz bir şaka ile açmak istedim. Fakat rica ederim sözlerimi dikkate alınız. Telli Haseki, kulunuzu bu gece bu işin icrasına memur etmişti!”

Veziriazam, çubuğunu elinden bıraktı.

“Hangi işten bahsediyorsun, a Hüseyin Efendi?”

“Sinirlerinize hâkim olunuz, Paşam! Bendeniz bu gece sizi öldürmeye geldim.”

“Bu soğuk şakayı bırak diyorum sana. Çubuğu kafanda parçalarım alimallah!”

Divan kâtibi yemin ederek, “Vallahi Paşam, emin olunuz ki bu gece vücudunuzu ortadan kaldırmakla görevlendirildim. Fakat size olan sadakat ve bağlılığımın derecesini göstermek için gerçekleri söylemek zorundayım. Telli Haseki bütün yalvarmalarıma ve karşı çıkmalarıma rağmen ısrar etti, Birkaç dirhem afyon o pintinin vücudunu uyuşturmaya yeter, dedi ve beni buraya gönderdi.”

Mehmet Paşa şalvarını toplayarak yerinden fırladı.

“Ben de deminden beri söylediklerini şaka diye dinliyordum. Demek Telli Haseki benim ölümümü istiyor, ha?”

“Evet, ve Bu iş bu gece mutlaka bitmeli, dedi. Ne yapacağımı bilmiyorum.”

“Eee… Söyle bakalım, beni öldürebilecek misin?”

“Estağfurullah, Velinimetim! Kölenizden böyle bir cinayet ümit eder misiniz?”

“Olur a… Kim bilir sana işleyeceğin bu cinayet karşılığında neler vaat etmiştir?”

“Efendimiz, sizin de çok iyi bildiğiniz şeref ve namusumla söylüyorum ki hiçbir şey vaat etmedi.”

Sadrazam soğukkanlılığını korumaya çalışarak, “Peki ama,” dedi, “Telli Haseki’nin sana güvenip de böyle önemli bir işi verebilmesi için, senin onda bu cesareti doğuracak bir etki yaratmış olman gerekir. O hayâsız kadının sana böyle bir teklifte bulunabilmesine sen nasıl izin verdin?”

“Telli Haseki beni kendisinin en sadık kölelerinden biri olarak görür.”

“Sen ikiyüzlü bir acem kılıcına benziyorsun Hüseyin! Şeytana uyup da böyle bir cinayete kalkışacak olursan, evlatlarım ve dostlarım seni sağ bırakmazlar! Doğru söyle, bana kıyabilecek misin?”

Divan kâtibi duyduğu üzüntüden ağlamaya başlamıştı.

“Eğer böyle zor bir durumda kalmasaydım, sizi bu olaydan haberdar ederek üzmezdim. Ben hayatımda bir karıncayı bile bilerek öldürmemişken, siz velinimetime nasıl kıyabilirim? Benden, emin olunuz ki, size hiçbir fenalık gelmeyecektir!”

“O halde Telli Haseki’ye ne cevap vereceksin?”

“Veziriazamı odasında yalnız yakalayamadım demekten başka ne yapabilirim?”

“Bu fedakârlığına teşekkür ederim Hüseyin. Ben senin babanın aziz bir dostuyum. Aramızda yarım asırlık bir aile hukuku vardır. Senin Divan’da yükselip güçlenmen için benden başka kimse çalışmamıştır. Sarayda lekelenmeyen, temiz yürekli bir adam varsa o da sensin! Hümaşah Sultan sana bu cinayeti teklif ederken bir şey vaat etmemiş; vaat etse de sözünde durmaz ve sen işi yaptıktan sonra seni yok etmeye, ortadan kaldırmaya çalışırdı. Fakat ben, bana karşı gösterdiğin bu sadakat ve fedakârlığından dolayı seni Mısır Hazinedarlığı’na tayin ettireceğim. Bilirim ki senin gözün oradadır!”

Hüseyin Efendi gözyaşlarını silerek velinimetinin eteğini öptü.

Sadrazam Mehmet Paşa derin bir nefes alarak, ölümden kurtulmuş bir idam mahkûmu sevinciyle yerine oturdu.

“Bu olayda beni en çok ne üzdü biliyor musun?” dedi, “Ben bu yaşa geldikten sonra, ölümü her zaman bekleyen bir insanım. Fakat sen yabancı değilsin; itiraf ederim ki bu günlerde hiç de ölmek istemiyorum. Eğer bu gece çubuğuma zehir koyarak beni öldürmüş olsaydın, mezara gözüm açık ve kalbim yaralı gidecektim. Nuruhayatçığımı dünya gözüyle bir daha görebilmek artık tek istediğim… Ah Hüseyin! Sen kalbimdeki yarayı bilmezsin! Yeniçerilere gülünç düşmemek için hicran ve acılarımı senden başka kimseye açmadım. Nuruhayat’ın kaçtığı günden beri aklım perişan. Divanda hiçbir meseleyle meşgul olamıyorum. İçimde anlaşılmaz bir sızı var! Genç bir âşık gibi gece gündüz yanıp tutuşuyorum. Sultan İbrahim kendi keyfinde. Başını kaldırıp da, benim yüzümde beliren acı ve kederin anlamını sormaya vakit bulamıyor. Telli Haseki’siyle uğraşmaktan dünyayı görecek zamanı yok. Elmasımı elde edebilmek için ne mümkünse yaptım. Padişaha köpeklik dahi ettim. Kösem Sultan’la aram açıkken onun da gönlünü hoş ederek tekrar sevgisini kazandım. Cinci Hoca’yı da hoş tuttum. Düşüncelerini, içini anlayamadığım yalnızca bir kadın kaldı: Telli Haseki. Bu kadın benden ne istiyor bilmiyorum. Ve zannederim ki, bu vicdansız kadın benim başımı yemeden rahat etmeyecek. Bunu takdir etmiyor değilim. Fakat Nuruhayat’ıma kavuşmadan ölmek istemem. Ah, onu bir kere daha görmek mutluluğuna bir kavuşabilsem…”

Mehmet Paşa’nın gözleri sulanmıştı.

Divan Kâtibi Hüseyin Efendi, Sadrazamın Nuruhayat için güçlü kuvvetli bir delikanlıymışçasına içli içli ağladığını görünce, hayretle dudağını bükerek başını önüne eğdi.

Amberizade, yetmişlik bir adamın, bir genç kız için bu derece yanıp tutuştuğuna ilk defa şahit olmuştu.

“Devletlim,” dedi, “sizin bu derdinize deva bulacak kimse yok mu?”

“İstanbul’un altını üstüne getirdim Hüseyin! Fakat Hamza’yı ele geçiremedim. Bu mesele hakkında Padişahtan ferman bile aldım. O çapkını yeniçeriler nerede görürlerse yakalayıp bana getirecekler.”

“Nuruhayat’ın ona kaçmasına nasıl izin verdiniz Paşam?”

“Kızın üstüne on tane kilit vurdum, yine para etmedi. Fırsat bulup kaçtı.”

“Gönül bu… Demek ki Hamza’yı çok seviyormuş.”

“Zannetmem. Nuruhayat’ın bana karşı fevkalâde saygı ve sadakati vardı.”

“Onun Hamza’yı sevmesine size duyduğu saygı ve sadakat engel olamaz ki… Efendimize saygı ve sadakat gösterdiği halde, aynı zamanda da Hamza’yı sevebilir! Ve kadınlar severlerse her şeyi göze alırlar.”

“Senden teselli bekliyorum, Amberizade. Senin bu konuda tecrüben fazladır.”

“Gerçek sevgide akıl ve mantık aranmaz ama, kulunuz gençliğimde bu işin mantığını kurmuş ve soğukkanlılığım sayesinde çok önemli ve olumlu sonuçlar elde etmiştim.”

“Yani bu yaştan sonra bana soğukkanlılıkla beklemeyi mi tavsiye ediyorsun?”

“Mademki kulunuzdan teselli umdunuz… Efendimize bundan başka bir deva tavsiye edemeyeceğim.”

“Soğukkanlılıkla beklemek… Hem de bu yaştan sonra, öyle mi?”

“Niçin garip buluyorsunuz Paşam?”

“O kadar garip ki… Damarları ince bir iplik gibi kurumuş ihtiyarlara beklemek tavsiye edilir mi?”

Amberizade gülerek, “Bendeniz de sizin, damarları halat gibi kuvvetli genç bir kıza bu yaştan sonra âşık olmanızı çok garip buluyorum. Nuruhayat’ın yaptıklarını anlayışla karşılayınız Paşam!”

Sadrazam, çubuğunu çekerek mırıldandı.

“Kendisinden teselli istediğim adama bak… Bana neler söylüyor!”

Bu sırada Sadrazamın oda hizmetçisi elinde bir mektupla içeri girdi ve mektubu uzatarak, “Bunu biraz önce kapıya bırakmışlar,” dedi.

Veziriazam mektubu açtı. Önce imzayı okudu. Mektubun altında Nuruhayat yazıyordu.

Sevinçle yerinden kalkarak hizmetçinin koluna sarıldı.

“Bu mektubu getiren adamı görmemişler mi?”

“Hayır Efendim! Tanımadıkları bir adam onu karanlıkta kapı nöbetçisine bırakıp gitmiş.”

Hizmetçi odadan çıktı.

Mehmet Paşa gözlüğünü düzelterek, “Önce bir felâket haberi getirdin ama,” dedi, “sonu iyi çıktı. Ayağın uğurlu imiş. Ben sana, Nuruhayat beni unutmaz, sever, dedim de sen inanmadın!”

“Bu mektup onun el yazısıyla mı yazılmış?”

“Hayır… Yazı Hamza’nın… Fakat imza yerinde onun başparmağının mürekkeple basılmış izi var. Nuruhayat yazmak bilmez. Fakat okumasını iyi bilir. Hamza’ya yazdırdıktan sonra herhalde okumuştur.”

Amberizade, alaycı bir tavırla başını salladı.

“Mademki okumayı biliyor, o halde mektubu okumadan adının altına parmağını basmasına imkân yoktur.”

“Mektuptaki fikirler tamamıyla onundur Hüseyin! Nuruhayat çok zeki ve zihni açık bir kızdır. Hele izin ver de önce elmasımın mektubunu içimden okuyayım. Gereken yerlerini sana da gösteririm. Bu kız emin ol ki beni seviyor, azizim!”

Sadrazam bu sözleri söylerken gözlüğünü burnuna yerleştirmekle uğraşıyordu. Mektubu gözüne yaklaştırdı ve hızla gözden geçirdi.

Divan Kâtibi, Sadrazamın birdenbire değiştiğini görünce hayret etti.

Mehmet Paşa’nın rengi sapsarı oldu ve elleri titremeye başladı.

Mehmet Paşa’ya birdenbire ne olmuştu?

Amberizade, Paşanın yanına koştu. Sadrazam gözlerini kapamış ve mektup elinden yere düşmüştü.

Veziriazamın dudakları arasından bir kelime işitildi:

“Su…”

Hüseyin Efendi hemen Paşanın ağzına birkaç damla su akıttı ve şakaklarını ovuşturarak sedirin üzerine yatırdı.

Mehmet Paşa baygınlık geçirmiş ve çenesi tutulmuştu.

Divan kâtibi merakla yere eğildi ve Sadrazamı müthiş bir hayal kırıklığına uğratan bu esrarengiz mektubu aldı. Kekeleyerek okumaya başladı.

Paşam!

Sokaklarda dolaşan yeniçerilerin aylardan beri beni ve Hamza’yı aradıklarını görüyorum. Beni boş yere aratıyorsunuz! Sarayın bütün cellâtları karşıma çıksa, yine teslim olmayacağım. Siz, yakalansam bile, ancak benim ölümü görebilirsiniz! Ben ölünceye kadar Hamza’dan ayrılmamaya karar verdim. Sizden gördüğüm iyiliği unutmayacağım Paşam! Fakat aramızda bir sır olarak kalan bu gebelik meselesinin içyüzünü artık size bütün esrarıyla anlatmak isterim. Ben sizden değil, Hamza’dan hamile kaldım Paşacığım! Size ihanet etmek istemezdim.

İhanet ettiğim için mutlu da değilim. Çünkü siz altmışı geçmiş bir erkek olduğunuz halde benden bir çocuk istemiştiniz! Bu çocuk sizin kanınızdan, canınızdan nasıl olabilir ki; her gece amber kullandığınız halde bu arzunuzu gerçekleştirmeye gücünüz yetmiyordu.

İşte ben o zamanlarda karşıma çıkan Hamza ile sevişiyordum. Ve nasılsa ondan hamile kaldım. Günahlarımdan birini daha itiraf etmeye mecburum. Bir sabah da Cinci Hoca beni, bir fareyi kapana sıkıştırır gibi yakaladı ve afyonla sarhoş ederek yatağında bir kaç saat uyuttu!

Fakat sizi şerefimle temin ederim ki, karnımda taşıdığım çocuk ne sizden ne de Cinci Hoca’dandır. O, aşkımın, Hamza’nın mahsulüdür.

Bizi unutmanızı ayaklarınıza kapanarak rica ederim.

Nuruhayat
182,90 ₽
Жанры и теги
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
03 июля 2023
ISBN:
978-625-8068-32-0
Правообладатель:
Maya Kitap

С этой книгой читают

Новинка
Черновик
4,9
178