Читать книгу: «Akıl ve Tutku», страница 4
10
Margaret’ın pek uygun düşmese de incelikli bir şekilde Marianne’in koruyucusu ilan ettiği Willoughby, şahsen bilgi edinmek için ertesi sabah erkenden kır evine geldi. Bir önceki gün Sör John’un, onun hakkında söylediklerinin ve kendi minnettarlığının yarattığı tatlılıkla Bayan Dashwood, Willoughby’yi büyük bir nezaketle karşıladı; bu ziyaret süresince her şey, Willoughby’nin, bir kaza sayesinde tanıdığı bu ailenin sağduyulu, zarif, birbirine bağlı ve müreffeh olduğuna dair inancını pekiştirdi. Çekiciliklerinden emin olmak için başka bir görüşmeye gerek duymamıştı.
Elinor Dashwood’un zarif bir yüzü, düzgün hatları ve oldukça hoş bir fiziği vardı. Marianne daha da güzeldi. Bedeni ablasınınki kadar orantılı değildi ama boyu açısından daha göz alıcıydı; öyle hoş bir yüze sahipti ki onun için gündelik dilde övgü için kullanılan “güzel kız” tabiri kullanılsa hakikat çoğunlukla olduğundan daha az çarpıtılıyor olmazdı. Esmerce fakat neredeyse şeffaf teni, sıra dışı bir biçimde parlıyordu, hatları düzgündü, gülüşü sevimli ve çekiciydi. Kapkara gözlerinde zevk duyulmadan bakılamayacak bir canlılık, bir heves vardı. Gözlerindeki ifadeyi, başta Willoughby’den -yardımlarını hatırlayıp rahatsızlık duyunca- esirgedi. Fakat rahatsızlığını üzerinden attıktan ve eski neşesi yerine geldikten sonra Willoughby’nin mükemmel görgüsü sayesinde doğallıkla canlılığı birleştirdiğini fark edince, hepsinden önemlisi müzik ve dansa çok düşkün olduğunu duyunca ona öyle beğenerek baktı ki bundan sonraki konukluğu süresince konuşmasının en büyük kısmının kendine yönelik olmasını sağladı.
Keyif aldığı şeylerden bahsetmesi Marianne’i sohbetin içerisine çekmek için yeterliydi. Konu eğlence olunca konuşmadan edemiyordu. Bu konular hakkında konuşulduğu zaman sessiz kalmıyordu; tartışırken ne utangaçlığı ne çekingenliği kalıyordu. Dans ve müzik konusunda zevklerinin aynı olduğu, bunun da dans ve müzikle ilgili her meselede fikir birliği içerisinde olmalarından kaynaklandığı kanaatine vardılar hemencecik. Bundan cesaretle, Marianne, düşüncelerini daha ince ayrıntılarına kadar öğrenmek istedi ve onu kitaplar konusunda sorguya çekmeye başladı; en sevdiği yazarları söyledi, onlardan öyle bir şevkle bahsediyordu ki yirmi beş yaşındaki her delikanlı -daha önce önemsememiş bile olsa- bu eserlerin güzelliğine oracıkta kendini kaptırırdı. Zevkleri hemen hemen aynıydı. Aynı kitaplara, aynı paragraflara bayılıyorlardı; herhangi bir görüş farklılığı veya itiraz olursa Marianne’in savunmaları ve parlayan bakışları söz konusu olunca hepsi ortadan kalkıyordu. Willoughby hep onunla hemfikir oluyor, heyecanını paylaşıyordu; ziyaretin bitmesine daha çok varken bile sanki birbirlerini uzun zamandır tanıyorlarmış gibi yakınlık içinde sohbet ettiler.
Willoughby gider gitmez Elinor, “Marianne, bence bir sabah için oldukça iyi iş çıkardın. Neredeyse her konuda onun görüşlerini öğrenmeyi başardın. Cowper ve Scott hakkındaki fikirlerini de biliyorsun, değil mi? Onları gereğince takdir ettiğini biliyorsun. Pope’a makul bir hayranlık duyduğunu da öğrendin. Fakat bütün sohbet mevzularını böyle alelacele ortaya sererseniz arkadaşlığınızı uzun süre nasıl sürdüreceksiniz? Yakında en sevdiğiniz konuları tüketmiş olacaksınız. Bir sonraki buluşmada resimde güzellik anlayışını, sonraki buluşmada evlilik hususundaki fikirlerini konuşacaksınız, sonra da geriye soracak bir şeyin kalmayacak?”
“Elinor!” diye haykırdı Marianne, “Bu hiç adil değil! Haksızlık bu! Ben o kadar kıt fikirli miyim? Ama ben biliyorum sorunun ne olduğunu! Çok rahat, çok mutlu, çok doğal davrandım; tüm görgü kurallarının dışına çıktım; çekingen, ruhsuz, boş ve yalancı olmam gereken yerde açık yürekli ve samimi davrandım. Yalnızca havadan ve yollardan konuşsaydım, doğru dürüst sesimi çıkarmasaydım şimdi bu azarı işitmezdim.”
Annesi, “Yavrucuğum, Elinor’un söylediklerine kırılmamalısın, sadece latife ediyordu. Yeni ahbabımızla sohbet etmekten aldığın keyfin önüne geçmek isteseydi onu bizzat ben paylardım.” Marianne hemen sakinleşti.
Diğer yandan Willoughby muhabbetlerinden aldığı hazzı açıkça belli ediyordu; samimiyetlerini ileri götürmek istediğini gösteriyordu. Her gün Dashwood’ları ziyarete geldi. Önceleri Marianne’in durumunu kontrol etme bahanesiyle geliyordu ama günden güne büyük bir nezaketle ağırlandığı için bundan aldığı cesaret, artık geçersiz hâle gelmeden çok önce bu bahaneyi gereksiz kıldı. Marianne birkaç günlüğüne eve hapsolmuştu fakat hiçbir hapislik daha az sıkıcı olmamıştır.
Willoughby, güzel nitelikleri, hızlı çalışan hayal gücü, şefkatli tavırlarıyla neşeli ve açık yürekli bir adamdı. Tam Marianne’in gönlüne göreydi; çünkü bütün bu meziyetleriyle sadece cazibeli biri değil, Marianne tarafından uyandırılıp pekiştirilen ve onu Marianne’in hislerine her şeyden fazla yaklaştıran doğal bir ruh enerjisini de kendinde birleştiriyordu.
Zamanla, Willoughby’nin varlığı Marianne’in büyük zevklerinden biri hâline geldi. Birlikte okuyor, sohbet ediyor, şarkı söylüyorlardı; müziğe yeteneği vardı; Edward’da göremediği bir şevkle ve hissederek okuyordu üstelik.
Bayan Dashwood, onun kusursuz olduğu konusunda Marianne ile hemfikirdi; Elinor ise onda şaşmaz bir şekilde kız kardeşine benzeyen ve onu memnun eden, insanları ve şartları umursamadan düşündüğü şeyi her durumda fazlaca söyleme huyundan başka tenkit edecek bir şey görmüyordu. İnsanlar hakkında hemen hüküm vermek ve bunu belirtmek, o an kendini kaptırdığı şeyin keyfine ara vermemek için genel nezaket kurallarını bir kenara itmek, adap kaidelerini hiçe saymakla o ve Marianne -ne derlerse desinler- Elinor’un tasvip edemeyeceği bir basiretsizlik sergiliyorlardı.
Marianne daha on altı buçuk yaşında kendini kaptırdığı, kusursuz olarak görebileceği bir adamla karşılaşma umutsuzluğunun saçma ve acele olduğunu anlayabiliyordu. Willoughby, onun mutsuz olduğunda ve daha canlı bir döneminde hayalinde yarattığı, ona bağlanılabilecek biricik kişiydi; nasıl yetenekli biriyse davranışları da bu meyandaki isteklerinin o kadar doğal olduğunu ortaya koyuyordu.
Delikanlının zenginliğini göz önünde bulunduran Bayan Dashwood da evlensinler diye iç geçiriyor ve daha haftası dolmadan bu evliliği umut edip bekliyor, içten içe Edward ve Willoughby gibi damatlar edindiği için kendisini tebrik ediyordu.
Albay Brandon’ın Marianne’e olan ve arkadaşları tarafından çoktan keşfedilen ilgisini, şimdi Elinor ilk defa fark ediyordu. Fakat daha şanslı olan rakibi, arkadaşlarının tüm dikkatini ve şakalarını üzerine çekiyordu; albayın kimsenin dikkatini çekmeden önce maruz kaldığı küçük alaylar, hisleri tutkularının gerektirdiği bir şey olarak algılanıp gerçekten gülünç olmaya başladığı anda bitiverdi. Elinor istemeye istemeye de olsa, Bayan Jennings’in zevk olsun diye Albay Brandon’a atfettiği hislerin gerçekten kardeşi tarafından alevlendirildiğini ve iki tarafın da mizacen benzerliği Bay Willoughby’nin duygularını harekete geçirmiş de olsa aynı derecede önemli bir karakter farklılığının Albay Brandon’ın gözünde engel olarak görülemeyeceğini kabul etmek zorunda kalıyordu. Bunu kaygıyla fark etti; otuz beş yaşında sessiz sakin bir adam, yirmi beş yaşında kanlı canlı biriyle nasıl rekabet edebilirdi ki! Hiç şansı olmadığını görerek kayıtsız kalmasını diledi canıgönülden. Tüm ağırlığına ve ciddiyetine rağmen, ondan hoşlanıyor, ilgi çekici buluyordu. Tavırları ağırbaşlı olsa da yumuşaktı; ciddiyeti ise iç dünyasının kasvetli olmasından ziyade kendini kontrol etme arzusunun sonucu gibiydi. Sör John, onun geçmişte bazı acı verici olaylar yaşadığını ve hayal kırıklıkları olduğunu ima etmişti ki bu da onun talihsiz bir adam olduğuna dair sezgisini haklı çıkarıyordu; bu yüzden ona saygı ve merhamet duyuyordu.
Elinor’un albaya yakınlık duymasının nedeni Willoughby ve Marianne idi belki de çünkü genç ve heyecanlı değil diye onun tüm meziyetlerini hafife almaya meyilliydiler.
Bir gün onun hakkında konuşurken Willoughby “Brandon sadece hakkında herkesin iyi düşündüğü ve aslında kimsenin umursamadığı türden bir adam. Herkes onunla olmaktan memnundur ama kimse dönüp konuşmuyor.” dedi.
“Ben de öyle düşünüyorum.” diye haykırdı Marianne.
Bunun üzerine Elinor, “Bununla hiç övünmemelisin. İkiniz de haksızlık ediyorsunuz. Park’taki bütün aileler onu önemsiyor; şahsen onu her gördüğümde sohbet etmek için hevesleniyorum.” dedi.
Willoughby, “Senin onu koruyup kollaman elbette ki onun için gayet iyi fakat başkalarının onu önemsemesine gelince, bu başlı başına bir hakaret! Kim Leydi Middleton ve Bayan Jennings gibi kadınlar tarafından takdir edilmenin itibarsızlığını taşımak ister ki başka herkes kayıtsız kalırken?” dedi.
“Fakat siz ve Marianne gibi insanların küçümsemesi, Leydi Middleton ve annesinin saygısını telafi ediyordur belki. Eğer siz onların övgülerini aşağılama olarak görüyorsanız, sizin aşağıladıklarınız da onlar tarafından övgüye layık görülebilirler; sonuçta onlar, sizin ön yargılı ve zalim oluşunuz kadar düşüncesiz değiller.”
“Gözdenizi savunmak için küstahlaşmaktan çekinmiyorsunuz.”
“Sizin tabirinizle ‘gözdem’ aklı başında bir adam ve akıl da beni hep cezbetmiştir. Evet Marianne, otuzlarındaki bir adamda bile. Epeyce görüp geçirmiş; yurt dışına çıkmış, okumuş, sorgulayan bir adam. Birçok konuda bana bir sürü bilgi verebildiğine şahit oldum ve sorularıma her zaman nezaketle ve sevecen bir ilgiyle cevap verdi.”
Marianne küçümseyerek, “Bunu da sırf sana Doğu Hint Adaları’nda havanın sıcak ve sivrisineklerin zararlı olduğunu söyledi diye diyorsun.” dedi.
“Eğer öyle sorular sorsam kesin söylerdi ama ben bunları zaten daha önceden biliyordum.”
Willoughby, “Belki gözlemleri mihracelere, altın rupilere ve tahtırevanlara kadar uzanıyordur.” dedi.
“Şunu söyleyebilirim ki siz ne ölçüde samimiyseniz, o daha ileri derecede deneyimli biri. Ama ondan neden hazzetmiyorsunuz?”
“Ondan hazzetmiyor değilim. Aksine, herkesin hakkında iyi düşündüğü ama kimsenin umursamadığı oldukça saygıdeğer bir adam olduğunu düşünüyorum; harcayabileceğinden daha büyük bir serveti, nasıl geçireceğini bilmediği kadar çok zamanı var ve her yıl iki yeni palto alıyor.”
Marianne söze girdi: “Tüm bunların yanında deha, zevk ve heyecandan yoksun. Parlak bir zekâsı, hislerinde arzu, sesinde tek bir ifade yok.”
“Kusurlarını öyle üstünkörü değerlendiriyor ve kendi hayal gücüne dayanarak karar veriyorsun ki onun için yapabileceğim övgüler senin söylediklerinin karşısında yavan ve etkisiz kalıyor. Onu yalnızca aklı başında, iyi yetişmiş, bilgili, kibar konuşan ve şefkatli bir yüreğe sahip olan biri olarak nitelendirebilirim.”
Willoughby, “Bayan Dashwood, bana insafsızca davranıyorsunuz. Beni ikna etmek için elimi kolumu bağlamaya çalışıyorsunuz. Fakat başaramayacaksınız. Sizin hünerli olduğunuz derecede ben de inatçıyım. Üç sağlam sebepten ötürü Albay Brandon’dan hazzetmiyorum: Ben hava güzel olsun isterken ‘Yağmur yağacak gibi gözüküyor.’ diyerek beni korkuttu; at arabamın yaylarına kusur buldu ve onu, benim kahverengi kısrağımı satın almaya da bir türlü ikna edemedim. Ayrıca, sizin içinizi rahat ettirecekse eğer şunu da itiraf edebilirim ki başka bakımlardan kişiliğinin kusursuz olduğuna inandığımı söyleyebilirim. Biraz canımı acıtacak böyle bir itirafın karşılığında ondan yine eskisi kadar hazzetmeme hakkını benden esirgeyemezsiniz.”
11
Bayan Dashwood ve kızları Devonshire’a geldiklerinde, kısa zamanda onları meşgul edecek birçok şey olacağını veya birçok davete gitmekten ve misafir ağırlamaktan kendilerine vakit ayıramayacaklarını akıllarına hiç getirmemişlerdi; öyle ki önemli işlerine ayıracak çok az zamanları kalıyordu. Ama durum aynen böyleydi. Marianne iyileştiğinde Sör John’un tasarladığı ev içindeki ve dışındaki parti planları uygulamaya konuldu. Park’ta özel balolar düzenlenmeye başlandı, yağmurlu ekim günlerinin el verdiği kadarıyla göl kenarında partiler yapıldı. Willoughby her türlü kutlamada yer alıyordu, partilerin verdiği rahatlık ve samimiyetle Dashwood’larla olan münasebetini ilerletebileceğini, Marianne’in meziyetlerini gözlemleyebileceğini, ona olan ilgisini belli edeceğini ve onun da kendisine olan ilgisinin kesin işaretlerini alacağını umarak davranıyordu.
Elinor’a göre yakınlaşmaları gayet doğaldı. Yalnızca keşke daha az ortalığa dökselerdi, bir iki kez Marianne’e kendine mukayyet olmasını da salık vermişti. Fakat Marianne serbestlik hakikaten bir utanca yol açmayacaksa her türlü mahremiyetten nefret ediyordu; kendi başlarına utanç duyulmayacak hisleri kısıtlamaya çalışmak ona göre oldukça gereksizdi hatta bayağı, sakat fikirlere alçakça köle olmak demekti. Willoughby de aynı şekilde düşünüyordu ve davranışları da fikirlerinin birer yansımasıydı.
Willoughby olunca kızın gözü başka hiçbir şeyi görmüyordu. O ne yapsa doğruydu. Ne söylese zekiceydi. Park’taki akşamlar kâğıt oyunuyla sona eriyorsa delikanlı kendinin ve masadakilerin zararına hile yapar, Marianne’in elinin daha iyi olmasını sağlardı. Eğer gecenin eğlencesi dans etmekse zamanlarının yarısı boyunca eş olurlardı; başkalarıyla dans etmek için ayrılmak zorunda kalırlarsa mümkün olduğunca yakın olmaya ve başkalarıyla konuşmamaya özen gösterirlerdi. Böyle davranmaları çoğu zaman alay konusu olmalarına sebep olsa da alaya alınmak onları utandırmıyor hatta kızdırmıyordu.
Bayan Dashwood onların duygu yoğunluğuna mani olmak istemedi; çünkü onların duygularını samimiyetle değerlendiriyordu. Ona göre genç ve coşkun zihinler bu denli kuvvetli bir sevgiyle birleşince, böyle sonuçlar olması doğaldı.
Marianne’in mutluluk mevsimiydi. Kalbini Willoughby’ye adamıştı; Sussex’ten buraya beraberinde getirdiği Norland düşkünlüğü, yaşadığı yerin Willoughby’nin varlığıyla çekici hâle gelmesiyle sandığından daha çabuk etkisini kaybedecek gibiydi.
Elinor ise o kadar da mutlu sayılmazdı. İçi rahat değildi; onların eğlenceleri çok memnun etmiyordu onu. Geride bıraktığı şeylerin yerini dolduracak veya Norland’ı düşündüğünde teessüre kapılmamasını sağlabilecek biriyle tanışmamıştı hâlâ. Ne Leydi Middleton ne de Bayan Jennings ona özlediği muhabbeti sağlayamıyordu; gerçi Bayan Jennings daima konuşuyordu ve daha en ona konuşmasının büyük bir parçasının muhatabı olmasını sağlayacak bir nezaket göstermişti. Hayat hikâyesini üç dört kez anlatmıştı Elinor’a; eğer Elinor’un hafızası düşünme yeteneği kadar güçlü olsaydı, daha tanışmalarının hemen akabinde, Bayan Jennings’in son hastalığının ayrıntılarını ve kocasının ölüm döşeğindeki son sözlerini öğrenmiş olurdu. Leydi Middleton nispeten daha sessiz bir kadın olduğu için annesine göre daha katlanılabilirdi. Elinor kısa zamanda Leydi Middleton’ın ölçülü duruşunun nedeninin mantığı değil, sakin mizacı olduğunu anlamak için pek az bir gözleme ihtiyaç duydu. Annesi ve kocasına karşı da tıpkı onlara davrandığı gibi davranıyordu; demek ki yakınlık aranmayacak, beklenmeyecekti. Bir gün öncesinden farklı olarak söyleyecek hiçbir şeyi olmazdı. Devamlı can sıkıcıydı çünkü hâletiruhiyesi her zaman aynıydı; kocasının düzenlediği partileri onaylar, her şeyin asil gözükmesi için çabalar, bu sırada en büyük iki çocuğu ona yardım ederdi; yine de evde oturmakla da aynı zevki alıyor gibiydi. Aynı şekilde varlığı, başkalarının eğlencesine bir tat katmıyor, onların sohbetlerine katılmıyordu hatta bazen sadece oğlanlarının yaramazlıklarından bahsederken fark ediyorlardı onu.
Tüm tanıdıklarının arasında Elinor, yalnızca Albay Brandon’ın yeteneklerini takdire şayan buluyor, onun arkadaşlığıyla ilgileniyor ve eşlik etmesinden memnun oluyordu. Willoughby söz konusu bile değildi. Onu beğeniyor ve önemsiyordu, fakat bu -hatta ablaca ilgisi bile- onu etkilemiyordu; en nihayetinde o bir âşıktı, tüm dikkatini Marianne’e yöneltmişti ve çok daha az hoşa giden biri bile etraftakilere daha sevimli gelebilirdi. Albay Brandon ne yazık ki artık Marianne’i bir sevgili olarak düşünemezdi. Elinor ile sohbetleri, Marianne’in kayıtsızlığının en büyük tesellisi olmuştu.
Elinor’un albaya duyduğu merhamet hissi zamanla arttı çünkü aşkın hayal kırıklığına uğramasının nasıl bir acıya yol açabileceğini bildiğinden şüphelenecek bir sebebi vardı. Bu şüphesi bir akşam Park’ta kendilerinden başka herkes dans ederken oturdukları sırada ağzından kaçırdığı birkaç kelimeyle meydana çıktı. Gözlerini Marianne’e dikerek, birkaç dakikalık sessizlikten sonra cılız bir gülümseme ile “Anladığım kadarıyla kız kardeşiniz ikinci ilişkileri onaylamıyor.” dedi.
“Evet.” diye cevap verdi Elinor, “Bütün düşüncelerine duygusallık hâkimdir.”
“Veya bence, ikinci ilişkilerin imkânsız olduğuna inanıyor.”
“Galiba öyle. Fakat iki kez evlenmiş biri olan babasının karakterini aklına getirmeden bunu nasıl başarıyor anlamış değilim. Eminim birkaç yıl içinde mantığı ve gözlemleriyle makul fikirler edinecektir; ancak o zaman fikirlerini tanımlamak ve mazur göstermek daha kolay olacaktır; tabii kendisi dışında herhangi birisi için.”
“Muhtemelen öyle olacaktır.” dedi Albay Brandon, “Yine de gençliğinin verdiği bu ön yargılar öyle içten ki daha genel yargıları otururken bunların yok olacağını bilmek ne acı.”
Elinor, “Size katılmıyorum.” dedi, “Marianne’in sahip olduğu tarzda duygular, bazı rahatsızlıklara yol açıyor ve dünyadaki hiçbir heves ve cehalet büyüsü bu rahatsızlıkları gideremez. Ne yazık ki onun adap sınırlarının dışına çıkmak gibi kötü bir eğilimi var; hayatı daha iyi tanıması belki de onun en büyük şansı olacaktır.”
Albay biraz duraksadıktan sonra devam etti: “Kardeşiniz ikinci ilişkiye hiçbir ayrım yapmaksızın karşı mı? Bunu herkes için bir suç olarak mı görüyor? İlk tercihlerinde karşıdakinin sadık olmamasından veya olumsuz koşullardan dolayı hayal kırıklığına uğrayan kişiler hayatlarının geri kalanı boyunca hiçbir şey yapmadan mı yaşasınlar?”
“Ah Tanrı’m, onun ilkelerini derinlemesine bilmiyorum. Sadece şimdiye kadar hiçbir ikinci ilişkiyi onayladığını duymadım.”
“Bu böyle süremez. Bu hisler değişir, tamamen değişir hem de. Yo yo, bunu arzu etmeyin; genç bir zihnin duygusal incelikleri terk edilmek zorunda kalınırsa onların yerini çoğunlukla sıradan ve oldukça tehlikeli fikirler alır. Tecrübelerime dayanarak konuşuyorum. Bir zamanlar tıpkı kız kardeşiniz gibi düşünen ve davranan bir hanım tanımıştım; onun düşüncelerine sahipti ve onun gibi karar verirdi. Ancak birtakım mecburi değişikliklerden dolayı yaşanan bir dizi talihsiz olay…” Burada haddinden fazla konuştuğunu fark etmiş gibi ansızın durdu ve yüz ifadesiyle Elinor’un aklına başka türlü gelemeyecek olan düşüncelere dalmasına yol açtı. Söz konusu edilen hanım, şüpheye yol açmadan, muhtemelen üzerinde durulmayarak ismi zikredilip geçilecekti eğer Albay Brandon, Elinor’u o hanımı üzen şeylerin ağzından kaçmaması gerektiğine inandırmış olmasaydı. Elinor’un, Albay Brandon’ın duygularını geçmişte kalan bir yakın ilişkinin güzel hatıralarıyla birleştirmek için biraz hayal etmesi yeterli oldu. Elinor daha fazla üstelemedi. Fakat Marianne olsa bu kadarıyla bırakmazdı. Marianne’in güçlü hayal gücü sayesinde tüm hikâye büyük bir hüzünle baştan yazılırdı ve her şey feci bir aşkın en kederli akışı içinde ele alınırdı.
12
Ertesi sabah Marianne ve Elinor yürüyüş yaparlarken Marianne ablasına, kendisinin düşüncesizliğini ve dikkatsizliğini bilmesine rağmen artık her iki noktada da aşırıya kaçmasının bir örneği olması hasebiyle onu hayrete düşüren ufak bir haber verdi. Marianne büyük bir zevkle Willoughby’nin ona bir at verdiğini söyledi; Somersetshire’da kendi yetiştirdiği ve özellikle bir hanımı taşıyacağı hesap edilmiş bir attı bu. Annesinin bir ata bakmayı hiç düşünmediğini fakat hediye olduğu için bu fikrini değiştirecek bile olsa atı sürsün diye bir uşak tutması, bu uşak için de ayrı bir at edinmesi, nihayet at için bir ahır yaptırması gerekeceğini düşünmeden bu armağanı kabul etmişti ve şimdi de büyük bir heyecanla ablasına anlatıyordu.
“Seyisini derhâl Somersetshire’a göndermeyi düşünüyor. Gelir gelmez her gün at bineceğiz. Sen de binersin. Düşünsene Elinor’cuğum, bu tepelerde gezmek nasıl da zevkli olur.”
Onu bu hayal dünyasından uyandırıp durumun sevimsiz yanlarını ortaya koymak istemiyordu; bunun için bir süre bu düşünceleri zihninden uzaklaştırdı. Yeni bir uşağın masrafları çok fazla olmayacaktı, annesi buna elbette karşı çıkmayacaktı, uşak için herhangi bir at temin edilebilirdi, Park’tan her zaman bir at bulunabilirdi, ahıra gelince sade bir baraka bile iş görürdü.
Elinor daha sonra bu denli az veya hiç olmazsa o kadar kısa zamandır tanıdığı bir adamdan böyle büyük bir armağan kabul etmesinin doğru olup olmayacağını sorgulamayı denedi. Bu çok fazlaydı.
“Yanılıyorsun Elinor.” dedi Marianne sıcak bir sesle, “Willoughby’yi sandığın kadar az tanımıyorum. Uzun zamandır tanımadığım doğru fakat sen ve annem dışında hiç kimseyi bu kadar iyi tanımıyorum. Bu samimiyet, zaman veya fırsatlarımızla doğmadı; yaradılış meselesi… Bazısını tanımak için yedi yıl yetmez ama yedi günde iyice tanıyabildiğin insanlar da olabilir. Erkek kardeşimizden gelecek böyle büyük bir armağanı kabul etme konusunda suçluluk duyabilirim ama Willoughby’den değil. Yıllarca beraber yaşadık fakat John’u çok az tanırım; Willoughby hakkındaki kanaatim ise çoktandır oluştu.”
Elinor konuyu daha fazla irdelememenin daha akıllıca olacağı kanaatine vardı. Kardeşinin huyunu bilirdi. Böyle hassas bir konuda karşı çıkmak onu sadece kendi fikrine daha da bağlardı. Ne var ki onun annesine olan sevgisini kullanıp, evin genişlemesine müsaade ederse -ki muhtemelen edecekti- o fedakâr kadının karşılaşacağı zorluklardan bahsedince Marianne kısa sürede boyun eğdi; annesine bu tekliften söz ederek onu böyle yersiz bir iyilik yapmaya zorlamamaya ve Willoughby’ye ilk fırsatta armağanı reddetmek zorunda olduğunu söylemeye söz verdi.
Sözüne sadık kaldı. Ertesi gün Willoughby kır evine geldiği zaman Elinor, Marianne’in kısık sesle bu armağanı reddetmek zorunda olduğu için ne kadar üzgün olduğunu söylediğini duydu. Sebeplerini öyle bir sıralıyordu ki Willoughby’nin de daha fazla ısrar etmesine yer bırakmıyordu. Bununla beraber Willoughby gerçekten üzülmüştü; bunu tüm samimiyetiyle ifade ettikten sonra kısık sesle ekledi: “Marianne, şimdi kullanamasan da at senindir. Alabilene kadar senin için muhafaza edeceğim. Kendi düzenini kurmak için Barton’dan taşındığında Queen Mab seni bekliyor olacak.”
Elinor bunların hepsine kulak misafiri oldu, delikanlının tüm cümlelerinde, kelimeleri telaffuz edişinde, kız kardeşine ilk ismiyle hitap edişinde yakınlıklarının iyice ilerlediğine, aralarında mükemmel bir birliktelik oluştuğuna işaret eden oldukça dolaysız bir mana gördü. O andan itibaren birbirlerine ait olduklarından emin oldu ve bu inanç böylesine içten karakterli kişilerce onun veya dostlarının durumu tesadüfen keşfetmeye bırakılmış olmaları dışında hiçbir şaşkınlık yaratmadı.
Margaret ertesi gün bu konuyu daha berrak bir ışık altında gösteren bir şey anlattı. Willoughby bir önceki geceyi onlarla birlikte geçirmişti; bir ara Margaret, oturma odasında Marianne ve Willoughby ile yalnız kaldığında sonradan çok heyecanlı bir yüzle hemen ablasına anlattığı gözlemlerde bulunma fırsatı edinmişti.
“Ah Elinor! Marianne ile ilgili sana söylemem gereken bir şey var. Kesinlikle, çok yakında Bay Willoughby ile evlenecek.”
“High Church yamacında ilk karşılaştıkları o günden beri bunu söyleyip duruyorsun; üstelik sadece bir haftadır tanışıyorlarken Marianne’in boynunda Willoughby’nin resmini taşıdığından da emindin. Ama sadece büyük amcamızın minyatürü çıkmıştı.”
“Ama bu sefer gerçekten başka. Yakında kesin evlenecekler çünkü Marianne’in bir tutam saçı var onda.”
“Dikkatli ol Margaret! O da kendi büyük amcasının saçı olmasın.”
“Hayır Elinor, Marianne’in saçı. Çünkü onu saçı keserken gördüm, eminim. Dün akşam çaydan sonra siz annemle odadan çıkınca fısıldaşmaya, hızlı hızlı konuşmaya başladılar; Marianne’den bir şey istiyor gibiydi, sonra makas çıkardı, uzun bir lüle kesti, saçları sırtından aşağı dökülüyordu, ardından tutamı öptü ve beyaz bir kâğıda sarıp not defterinin arasına koydu.”
Böylesine bir kesinlikle anlatılanların ışığında Elinor’un inanmaktan başka çaresi kalmadı; zaten inanmayacak gibi de değildi çünkü durum kendi duyup gördükleriyle tamamen uyuşuyordu.
Margaret’ın açıkgözlülüğü her zaman böyle ablasının takdirini kazanacak şekilde ortaya çıkmıyordu. Bir akşam Bayan Jennings, Elinor’un hoşlandığı ve uzun bir süredir merak ettiği adamın ismini öğrenmek için Park’ta onu sıkıştırınca Margaret, Elinor’a dönerek “Söylememeliyim değil mi Elinor?” demişti.
Bu tabii ki herkesi güldürdü; Elinor da zar zor gülmeye çalıştı. Fakat ızdırap veren bir çabaydı. Margaret’ın adını gizleyemeyeceği belli bir kişi üstünde sabitlendiğini düşünüyordu; onu da Bayan Jennings diline pelesenk ederdi artık.
Marianne onun için samimiyetle üzülmüştü fakat kıpkırmızı kesilip hiddetle Margaret’ı paylayınca işleri daha beter bir duruma soktu.
“Unutma ki ne uydurursan uydur onu dile getirmeye hakkın yok!”
Bunun üzerine Margaret, “Ben uydurmadım. Bana sen kendin söyledin.” dedi.
Bu cevap herkesin neşesini iyice arttırdı ve Margaret’ı daha fazlasını duymak için sıkıştırmaya başladılar.
“Ah lütfen Bayan Margaret! Söyleyin de bilelim. Kimmiş bu beyefendi?” dedi Bayan Jennings.
“Söylememeliyim hanımefendi. Fakat kim olduğunu ve nerede yaşadığını gayet iyi biliyorum.”
“Ah evet! Nerede yaşadığını tahmin edebiliyorum; kesin Norland’dadır. Bölge yetkililerindendir herhâlde.”
“Hayır, değil. Bir işte çalışmıyor hatta.”
Marianne tüm sevecenliğiyle, “Margaret, bunlar tamamen senin hayal ürünün. Öyle birinin yaşamadığını biliyorsun değil mi?” dedi.
“O hâlde yeni ölmüştür Marianne çünkü önceden böyle bir adamın olduğuna eminim hatta isminin baş harfi de ‘F’ idi.”
Tam bu sırada Leydi Middleton araya girerek “Bugün de ne kadar çok yağdı!” deyince Elinor, müdahalenin kendisine gösterilen bir hassasiyetten çok Leydi Leydi Middleton’ın, kocasıyla annesinin çok eğlendiği bu tür bayağı muhabbetlerden hiç hazzetmeyişi yüzünden olduğunu bildiği hâlde, ona minnettar kaldı. Yağmur konusunu o başlattıysa bile diğer insanların hislerine daima özen gösteren Albay Brandon hemen devam ettirdi; ikisi de yağmur üzerine bol bol yorumlar yaptılar. Willoughby piyanoyu açıp Marianne’den oturmasını rica etti; böylece değişik insanların türlü türlü girişimleriyle konu kapandı. Elinor ise kapıldığı korkuyu kolay kolay üzerinden atamadı.
O akşam, Barton’a yirmi kilometre uzaklıktaki, Albay Brandon’ın o sırada yurt dışında olan eniştesine ait ve onun talimatına göre Albay Brandon olmadan gezilemeyecek çok hoş bir yeri ertesi gün ziyaret etmek üzere bir grup kuruldu. Arazinin oldukça güzel olduğu söyleniyordu, orayı öve öve bitiremeyen Sör John’un yargıları yerinde sayılabilirdi çünkü orayı ziyaret etmek için her yaz en az iki defa gruplar oluşturuluyordu. Arazide harika bir göl vardı; sabah eğlencelerinin büyük bir bölümünü yelken gezisi kapsayacaktı; yanlarına soğuk yiyecekler alacaklardı; yalnızca üstü açık arabalar kullanılacaktı ve her şey keyif ehli insanların olağan düzenince yapılacaktı.
Yılın o zamanında -son on beş gündür yağan yağmur da düşünülünce- gezi, gruptan bazılarınca bir cesaret işi olarak görülmüştü. Elinor zaten soğuk algınlığı olan Bayan Dashwood’u evde kalması için ikna etmişti.