Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Vah», страница 3

Шрифт:

BEŞİNCİ BÖLÜM
BEHÇET BEY VE NECATİ EFENDİ

Hikâyemizi teşkil eden asıl şahıslar ile biraz tanışalım:

Behçet Bey dediğimiz zat yirmi altı yirmi yedi yaşlarında bir delikanlıdır.

Boyu orta, vücudu nahif tabir edilen vücutlardan biraz daha hâllice! Elleri, ayakları oldukça küçük ve güzel!

Yüze gelince: Sarıca benzi ilk bakışta, güzelliğiyle pek de dikkat çekemez ise de gayet koyu mavi ve ayrıca gözlerinin bakışları pek tatlıdır. Ağız, burun dahi güzelce resmedilmiştir. Dudaklarını süsleyen açık kumral bıyıkları ise pek çok bıyık meraklılarını gıptaya düçar edebilecek kadar güzelcedir.

Bu zat “şık” umumi unvanı altında sayılabilecek gençlerden ise de onlar arasında görülen bazı cicili beylere benzemez. Şıklar dahi kendi aralarında iki kısma ayrılırlar. Bir kısmı asıl şık denilen telli bebekler oldukları hâlde diğer kısmı kendilerine “centilmen” süsünü verirler ki bunlar güya babaca bir surette süslenirler.

Onların ne suretle giyinip süslendiklerini tarif için fazla tafsilata ihtiyaç yoktur. Temiz giyinir, kuşanır ve kendi hâlinde gezen zevatla bir de moda gazetelerinin çizimleriyle canlandırdıkları şıklar göz önüne getirilip ve bunların daha normal olanları zihinlerde canlandırılırsa, işte bu centilmenin şekli ve şemaili ortaya çıkmış olur.

Behçet Bey, Mektebi Sultanide tahsilini yaptığı cihetle Fransız lisanına aşina olduktan başka birtakım fennî ilimlerden dahi mesafe kat etmiştir. Şu kadar var ki Mektebi Sultanide tahsilini tamamlayan sair talebeler gibi onun dahi Osmanlıcası kıttır.

Zaten şık ve centilmen geçinenler için Türkçenin biraz kıt olması da başkaca bir süs yerine geçmez mi?

Bunlardan pek çoklarını gördük ki ahbapları arasında en çok kullanılan “teklif ve tekellüf” tabirlerinin Türkçesini bilemeyerek veyahut bilmezlikten gelerek “Şey… of!.. Türkçe nasıl derlerdi?..” diye arandıktan, tarandıktan sonra nihayet Fransızca “façon” tabirini kullanarak kendilerini muvaffak saymışlardır.

Fakat sözün doğrusunu söyleyelim ki bizim Behçet Bey bu derecelerde şık ve centilmen değildi. Bilmediği şeyi gizlemeden söyler ve itiraf ederdi. Bu tarz davranışlardan da pek hoşlanmazdı.

Ahlak cihetinde dahi Behçet Bey epeyce medih ve sitayişe şayan bir adam görülür.

Gerçi ahlakça hiçbir noksanı olamamak derecesindeki mükemmeliyet hiçbir insana verilmemiş ise de insanların iyilik ve kötülükleri karşılaştırıldığında Behçet Bey’in iyilikleri ve ahlaki yönleri daha galip gelebilirdi.

Bu zamanda içkisiz delikanlı ne kadar nadir bulunur. Dolaysıyla şıklar içinde içkiyi aşırı kullananlar ise ters orantılıdır ve bu ölçüye dâhil değildirler. Behçet ise Beyoğlu veyahut gezdiği yerlerde bulunmak zorunda kaldığında içki kullanırdı. Ancak öyle geceden sabaha kadar aşırı içmek gibi vaktini bu gibi yerlerde geçirip sabahlayan tiplerden değildi.

Bak işte centilmenliğin bir beğenilecek ciheti varsa o da sarhoşluğu ayıp saymalarıdır. Alafranga âlemlerinde gençlerin ekser zamanı kadınlar yanında geçeceği ihtimaliyle sarhoş bulunmak ve tütün içmek ayıp olduğundan bizim şıklar dahi işrete, içki içmeye ve eğlenceye düşkünlük göstermemeyi de şıklık sayarlar. Fakat tütün meselesi bizde Avrupa’ya kıyas edilemez. Avrupa’nın murdar tütünleri kadınlar gibi zayıf göğüslü mahlukları değil; en kuvvetli erkekleri bile dumanı ile öksürtür. Bizim iyi tütünlerin güzel kokuları ise bilakis burunlara zevk verir. Hatta buralara gelen Avrupalı kadınların bile birtakımı bizim tütünleri içmeye alışırlar.

Şıklar ve centilmenler kumar oyununu pek ziyade şıklıktan saydıkları cihetle hemen hemen hanedanlarının servetlerini bitirmek uğrunda batırdıkları hâlde bizim Behçet Bey bu konuda dahi müstesnadır.

Kendisini sair şıkların tenkit dillerinden kurtarmanın da yolunu bulmuştu. Zira şıklar güya kâr ve kazanç için değil; başka türlü zaman geçiremedikleri için kumara döküldüklerinden Behçet Bey bunlara mukabil der ki:

“Paramı kaybetmek korkusundan değil sadece oynamaktan üşendiğim için oynamayı sevmem. Benim için kulüplerde olsun, evimde olsun zamanı öldürmenin -alafranga tabiridir- en güzel sureti kitap okumaktır.”

Gerçi Behçet’in kitap okumasına verdiği yeni ehemmiyet dahi en ziyade övmeye şayan hâllerdendir. Buna da bir şıklık sureti vermek için ekseriya Avrupa’nın en son çıkan kitaplarını tedarik edip okuyarak şıkların meclisinde “Şöyle bir kitap çıkmış! Gözünüze çarptı mı?” suallerini henüz hiçbirisinin gözüne çarpmadığı cevaplarını alınca, başkalarında bulunmayan bir moda kendisinde bulunmuş gibi memnun olup bununla iftihar da ederdi.

Behçet’in hususi hâlleri arasında en ziyade ehemmiyet verilecek şey bu zatın kadınlara olan aşırı düşkünlüğüdür. Zaten şıkların, centilmenlerin umumu için zamparalıkta ifrat etmek hepsinin alışkanlığı değil midir? Fransızlar “Beau sexe!” demezler mi? “Güzel cins” manasında olan bu tabir, kadın kısmına mahsustur. Güzelliği övme dahi centilmenliğin birinci şiarlarındandır.

Şu kadar var ki bizim Behçet Bey, bu merakta sair emsallerinden üstündür. Zaten merakının ziyadeliği sebebiyle değil midir ki vapurda gördüğü bir kadını takip için bir gün sabahtan akşama kadar inat ettiği hâlde o geceyi de akşamdan sabaha kadar rahatsız geçirmeye razı olmuştur.

Hem şıklarda bir hâl daha vardır. Onlar bir kadına âşık olmayı küçümserler. Kadınlara pek ziyade rağbet etmeli ama âşık olmamalı. Eğer bir kadını kendisine âşık etmek mümkün olursa bunu fevkalade bir şan sayarlar ise de kendilerinin kadına ciddi âşık olmasını saflık sayarlar.

Hatta centilmenliğin son derecesi olmak üzere ciddi âşık olmayı bir kadın hakkındaki muhabbetini küçümseyecek olanlarla düelloya kadar da göze aldırırlar. Hikmeti? Hikmeti ne olacak? Bahis sevmemek bahsi değil. Honneur, yani onur meselesi sayıldığından honneur’u da mutlaka kan ile temizlemeli imiş!

Bereket versin ki centilmenliğin bu derecesi bizde pek de geçerli değil; Avrupa’ya mahsus bir hâldir.

Behçet Bey on dokuz yaşında Mektebi Sultaniden çıkarak yedi sekiz seneden beri gençlik sürdüğü hâlde hemen hemen yetmiş seksen kadın ile tanışıp görüşmüştür. Bunlardan birçoğu kolay ulaşılabilen kadınlardan ise de birtakımı dahi şıklarca “conquete” yani “fetih ve zafer” sayılmaya şayan şeylerdendir. Lakin en ciddi, en sürekli sevdası iki ay devam ettiği dahi nazarıdikkate alınmaya şayandır.

Bu kadar şıpsevdi olan bir gencin uzun boylu hanım gibi ilk defa vapurda gördüğü kadına o kadar ehemmiyet vererek takip etmesini tuhaf mı karşılıyorsunuz?

Bu hâl asıl şıpsevdilerde bulunur. Onlar sair adamların aylarca müddet zarfında elde edemeyecekleri bir irtibatı bir anda elde ederek emellerine nail olmak hususunda her gayreti göze aldırırlar. Fakat bıkıp usanmaları dahi yine bu kadar hızlı olur.

Behçet Bey evli değildir. Zaten şık ve centilmen olmak için evli bulunmamak zaruri değil ise de pek hoş da karşılanmaz. Kendisi bayağı muteber bir familyadandır. Pederi vefat etmiştir. Vefatı sair babalar gibi oğluna borç bırakarak değil; emlak ve geliri üzerinden ayda kırk, elli lira kadar gelir bırakarak vefat etmiştir. Bir validesi vardır ki oğlu ile beraber görenler anası değil; kız kardeşi zannederler. Zira kadıncağız, merhum zevcine on üç yaşında iken varmış on beş yaşında Behçet’i doğurmuş olduğundan şimdi kırk bir, kırk iki yaşlarında varsa da kendi güzelliğini muhafazaya muvaffak olduğu cihetle otuz beş yaşında kadar bile görünmez.

Bunların İstanbul’da Aksaray civarlarında güzel bir hanesi olduğu gibi Boğaziçi’ndeki … köyünde dahi küçük ve fakat gayet güzel bir de yalıları vardır.

Validesinden başka Behçet’in bir de halası varsa da o kadın evli ve evi ayrı olduğundan Behçet Bey, kendi evinde veyahut mevsim hasebiyle yalnız bir validesiyle ikamet eder. Evinde kalabalık bulunmasını ne kendisi ve ne de validesi sevmediğinden hem hizmetçilik hem de vekilharçlık hizmetini görmek için bir Vanlı Ermeni, bir erkek aşçı ve haremde iki cariyeden başka bir de Petraki isminde bir Rum vardır ki konakta bulundukları zaman seyislik ve ispirlik5 hizmetlerini birlikte görür ve yalıda bulundukları zaman dahi kayıkçılık işlerini yapar.

İşte Kazancılar Yokuşu’na kadar uzun boylu hanımı takip eden Behçet Bey böyle bir Behçet Bey’dir.

Necati’ye gelince:

Bu zatın hakikaten hususi hâlleri incelenmeye değer şeylerdendir.

Kendisi otuz beş yaşından ziyade ve kırk yaşından noksan bir adamdır. Boyu kısa ve vücudu epeyce şişman olduğundan boyu bosu, endamı ile hiç de dikkat çeken birisi değildir. Ancak koyu kumral sakalı yüzüne epeyce yakışması ve siyah gözlerinin parıl parıl parlamasıyla bu adamda büyük bir zekâ bulunduğuna delalet eder.

Burnu epeyce hürmetli ve ağzı bayağı büyük olduğundan bunları güzel bir ağız ve güzel bir burun olmak üzere tavsiyeye imkân yoktur.

Kendisi ne zengin ve ne de fakirdir. Maliye Nezaretinde yedi sekiz yüz kuruşluk bir memuriyette bulunuyor ise de yirmi seneden beri oraya hizmet ettiği hâlde ancak maaşı bu dereceye varabilmiştir. Bundan sonrası için de maaşının artabileceğine dair bir ümidi yoktur. Şu kadar var ki Hoca Paşa taraflarında bir kâgir evi kirada olduğu gibi Galata’da dahi iki dükkânı bulunduğundan bunların da bin kuruşa yakın kiralarıyla Necati Efendi kanaatle, mesutça yaşayabiliyor.

Bu zat bir muntazam tahsil görmemiştir. Ancak her şeyi merak etmiştir. Bu hâlde bulunan adamların ömürleri müddetince ilimle uğraşacakları malumdur. Dolayısıyla Necati Efendi hâla hangi caminin, hangi medresenin dersinin övüldüğünü görürse devama başlar. Hangi muallimin tabii ilimler konusunda pek mahirce izahlar verdiğini işitirse onunla hemen tanışıp görüşür. Matematik ilmine merakı hasebiyle mesela Vidinli Tevfik Paşa Hazretleri derecesinde bu ilmini geliştirmek için gayret sarf eder. Yine astronomi ilmindeki merakı hasebiyle müneccim Mösyö Kumbari’ye varıncaya kadar her tarafa başvurur. Ehli tasavvuf ile bulunursa mükemmel bir derviş kesilir. İlim erbabı ile bulunursa kendisinden daha istekli olmaz. Felsefi ilim erbabı ile bulunduğu zaman fevkalade filozof görünür. Her şeyi merak eder, her merakı arkasında aylarca senelerce dolaşıp bir dereceye kadar arzularına nail de olur.

Kendisinden daha âlim bir adam görürse ona talebe olmayı bir şan sayar. Kendisinden daha cahil bir adam bulunduğu zaman ise muallimlik mertebesine varır.

Ettiği bahislerden daima istifade olunur. Öyle cahiller gibi saçmalamaz.

Necati Efendi’nin hâlinde bulunan bir adamın ahlakının fena olması düşünülemez. Böyle adamlara bazı kimseler “kalender” tabir ederler ise de bu tabir Necati Efendi için caiz olamaz. Necati Efendi işret etmez. Tütün bile içmez. Bu dahi tıbbi ve fizyolojik olarak okuduğu kitaplardan, onların insana ne gibi zararlar verdiğini bildiği için nefret edip uzak durur.

Hatta evli dahi değildir. Sebebinin ne olduğunu izah edelim mi? Yunan filozoflarından bilmem hangisi demiş ki: “İnsan gençken evlenirse pek acele etmiş olur. Yaşını geçtikten sonra evlenirse o hâlde dahi vakit geçmiş olur.”

Şimdi Necati Efendi böyle hikmetli ve felsefi bir cümle işitir de onu halledinceye kadar evliliğe nasıl karar verebilir? İşte otuz beş yaşını geçtiği hâlde henüz bu hikmeti halledememiş. İhtimal ki yakın vakitte evlilik zamanının geçmiş olduğunu hakikaten görür de meseleyi katiyen halleder yani bir daha hiç evlenmemeye karar verir.

Bu adam asla yalan söylemez. Filozof geçinen bir adam için yalan söylemeye tenezzül etmek mümkün olur mu?

İnsanlara hiçbir fenalık dahi düşünmez. Bu da filozofluk şanındandır. Ancak kendi felsefi fikirlerine ters gelen şeylere o kadar hiddetle ve şiddetle karşı çıkar ki işte o zaman bütün dünyayı yıkıp altüst etmiş olsa yine hiddetini yenemez.

Necati Efendi evli değildir ama epeyce kalabalık bir aileye bakmaktadır. Kendisinden üç yaş küçük bir kız kardeşi ve onun bir kocası ve üç çocuğu. Eniştesinin hâl ve vakti dahi yerinde olmadığından ev işlerini özellikle kendi üzerine almıştır. Eniştesi kazanabildiği para ile karısının, çocuklarının yalnız üstlerine başlarına bakabilir. Bir de yaşlı ve kötürüm teyzesi vardır ki Necati Efendi ona dahi validesi nazarıyla bakar. Bunlardan başka kendisinin ahiret evladı edindiği bir kız vardır. Fakat bu kızı terbiye için kendi fikirlerine o kadar bağlamıştır ki kız dahi yirmi iki yaşına geldiği hâlde evlilik için henüz erken mi yoksa vakit mi geçmiş olduğunu hâla kararlaştıramamıştı. Bu konuda dahi babasının vereceği kararı beklemekteydi.

Necati Efendi’nin, Behçet Bey ile dost olmasına sebep, Behçet’in gayet serbest bir adam olması ve fikirlerini hiçbir kimseden gizlemeyerek sözünü daima açık söylemesidir. Necati zaten devamlı Boğaziçi’nde ve Behçet’in oturduğu … köyünde oturuyordu. Sabah akşam vapurlar ile köye gidip gelirlerken yolda sohbet ederlerdi. Fikirlerinin bu suretle ifade edilmesi, bu iki adam arasında bir dostluk oluşturmuştu. Bu dostluk, öyle birbirinin hususi işlerine karışacak derecesinde sıkı sıkı bir şey değildi.

Zaten birisi yirmi altı yirmi yedi ve diğeri otuz yedi otuz sekiz yaşlarında olan ve birisi şık ve centilmen ve diğeri filozof bulunan iki adamın o kadar sıkı fıkı dost olmaları mümkün olabilir mi?

Meğerki hikâyemiz gibi bir vaka bunlar arasındaki münasebete bir kat daha kuvvet vere!

ALTINCI BÖLÜM
TAHKİKAT

Pazar akşamını yani pazartesi gecesini Bağlarbaşı’nda geçirmiş olan Behçet Bey’in o geceyi nasıl geçirdiğine dair izah ve tafsilata ihtiyacımız yoktur. Şu kadarcık bir şey demek ile yetinelim ki: Behçet Bey, o geceyi evvelce ettiği tahmine pek muvafık ve mutabık bir surette geçirerek ertesi gün sabahleyin Üsküdar iskelesine inmiş ve bir kayık tutarak evine dönmüştü.

… köyündeki hanesine geldiği zaman İstanbul’dan ilk vapur gelmiş olması şöyle dursun daha yukarıdan bile ilk vapur aşağıya inmemiş olduğundan validesi böyle habersiz gelişin nereden olduğunu oğluna sorduğu zaman Behçet Bey Kuzguncuk’ta bir Ermeni düğününe katıldığı hakkında bir sudan cevap ile yetinmişti. Zaten validesiyle kardeş, kız kardeş münasebeti gibi bir münasebette bulunan Behçet’in öyle her hâl ve hareketine dair uzun uzadıya sorgulamalara tabi tutulması, âdet dahi değildi.

Kuzguncuk’taki düğünde sabahlara kadar eğlenmiş bulunması hasebiyle uykusuz kalmış olan Behçet, hemen yatağına uzandı. Yirmi dört saatten beri vuku bulan olaylar üzerine kendisi dahi şaşmak derecelerine gelmişti. Hele böyle uykusuz ve rahatsız bir hâlde kalmasını hiç benimsemediği için hatırına başka bir şey gelerek kendi kendisine dedi ki:

“Saat sekizde Üsküdar iskelesinde idim. Dokuzda buraya geldim. Saat henüz on bile olmamış. Hâlbuki kış gecelerinde bu saatlerde henüz baloda olduğumuz zamanlar çok olmuştur. Dolayısıyla uykusuzluktan ve rahatsızlıktan şikâyete hakkım yoktur. Asıl lazım gelen şey teşebbüslerimin bundan sonrasını nasıl tamamlayacağımızı düşünmektir ama ona dahi şimdi vaktimiz yoktur. Şimdiki hâlde hele bir uyku kestirelim!”

Behçet Bey derin bir uykuya dalmakta da gecikmedi. Hatta yorgunluk hasebiyle rüyasız falansız güzel bir uykuya dalmıştı. Zira uzun boylu hanım hakkında aşk ve alaka gibi bir şeye düçar da olmamıştı. Sadece bir iş yapmamanın müsaadesiyle, o gün dahi şu yolda eğlenmiş bulunduğundan zihnen tamamıyla rahat olduğu için uyumuş gitmişti.

Uykudan gözlerini açtığı zaman güneşin karşı Rumeli yakasında bayağı ufka doğru alçalmış olduğunu gördü. Saate baktı. Saat tam dokuz buçuktu. Kendisini yokladığında öyle yorgunluktan ve uykusuzluktan dolayı vücudunda hiçbir rahatsızlık eseri göremedi.

Artık bu saatten sonra bir yere çıkıp gitmek mümkün olamayacağından Behçet Bey arkasında gecelik entarisi ve onun üzerinde dahi incecik bir Şam hırkası bulunduğu hâlde yalının bahçesine çıktı.

Derken Kayıkhane semtinde Petraki’yi gördü ki Behçet Bey’in yeni edinmiş olduğu sandal merakı hasebiyle satın aldığı gayet hafif ve narin bir sandalı boyamakta idi.

Bu Petraki “hezârfen”6 vasfına layık, zeki ve hareketli bir çocuktu. Behçet ise kendisine biraz da lüzumundan fazla yüz verdiğinden efendisi ile pek laubalice görüşür konuşurdu.

Petraki’yi görünce Behçet Bey kendi kendisine dedi ki:

“Tamam! İşte bu işi de Petraki’ye havale ederiz. Ondan daha iyi bunu çözecek kimse olamaz. Koca Petraki! Eğer bir zaptiye müşiri7 olsaydım seni başmüfettiş atardım.”

Doğruca Petraki’nin yanına vardığı zaman ilk sözü sandalı pek güzel boyadığına dair birkaç övücü ve teşvik edici sözlerden ibaret oldu. Sonra tavrına bir ciddiyet vererek dedi ki:

“Ey!.. Petraki! İş bu değildir görülecek, başka bir iş vardır ama bilemem ki becerebilecek misin?”

“Emrediniz efendim! Hiç Petraki’nin göremeyeceği iş olur mu?”

“Şimdi ben olan durumu sana anlatayım da sonuna kadar hikâyemi dinle!”

“Ama fırçayı elimden bırakmayarak dinleyeceğim. Öyle değil mi? Zira şu açık deriden olan şeritler, sandalı pek ziyade açacağından bunları yarım saate kadar bitirmezsem içim rahat etmeyecektir. Bu gece kurusun da yarın dahi sandalı bir tecrübe etmeliyim!

“Pek güzel! Hem fırçayı sür hem beni dinle!”

“Kulaklarım tümüyle sizdedir efendim! Yalnız ellerim fırçada gözlerim dahi bu derilerin üzerinde!”

Behçet Bey hikâyeye başladı. Şıkların bir hâli daha vardır ki gördükleri ve hikâye edecekleri bir şeyi öyle dört laf ile söyleyip bitirmezler. Etrafıyla ve genişçe hikâye ederler. Zira öyle sözü kıp kısa kesenler Fransızca “beau parleur”, yani güzel söyleyici sıfatına layık olamazlar.

Hikâyenin başlangıcı Petraki’yi o kadar memnun edemedi ise de Fındıklı kahvesinde uzun uzadıya bekleme fıkralarına gelince zeki Rum’un gözleri parlamaya başladı ve hele Bağlarbaşı’nda sabah edilmesi fıkrası pek hoşuna gitti.

Nihayet Behçet Bey dedi ki:

“Şimdi hikâyeyi anladın ya? Eğer güzelce anlamış isen sana teklif edeceğim hizmeti de anlamışsındır.”

“Oo!.. Ona şüphe mi var? Uzun boylu hanımın arkasına düşerek sabahlara kadar girdiğiniz zahmetlere mukabil yalnız hanımın hanesini öğrenmekle kaldınız. Kendisi kimin nesidir? Eti yenecek bir kuş mudur? Değil midir? Daha buralarını öğrenemediğinizden bu işi de bana havale edeceksiniz. Değil mi?”

“Evet ama eti yenilip yenilmeyeceği meselesi bence o kadar ehemmiyetli değildir. Kendisine âşık olmuş değilim ya?”

“Öyle ise bu kadar külfetlere sebep?”

“Adi bir meraktan ibaret!”

“Artık siz o adi merakı benim külahıma anlatınız.”

“Hakikaten adi bir meraktan ibarettir Petraki!”

“Külahıma anlatınız dedim ya! Ne ise! Efendim olmuşsunuz. Her hizmetinize canla başla çalışarak bir aferin kazanmaya mecburum.”

“Bu işte beni memnun edersen aferinden ziyadesini kazanırsın.”

“Ziyade bir şey kazanmak istemem! İşte o zaman hizmetimizin rengini değiştirir. Sizin aferininiz bana kâfidir.”

“Ee, tahkikatının neticesini bana ne zaman bildirirsin?”

“Adi bir merakı gördünüz mü bir kere! Sabırsızlığa bakılırsa, âdeta âşık sabırsızlığı olduğuna hiç şüphe kalmaz. Ne ise! Bakalım bizim Despino’yu göreyim de onunla edilecek müzakere üzerine size bir haber getiririm.”

“Ama çok vakit geçirmemeli!”

“Anladım efendim, anladım! Çok vakit sabredemeyeğinizi anladım. Lakin Despino olmazsa ben erkekliğim ile yalnız bir başıma ne yapabilirim?”

Petraki’nin, Behçet Bey hakkındaki şüphesinin yersiz olduğunu okuyucularımız anlamaktan geri durmazlar. Gerçi gençlere hiç de itimat caiz değilse de Behçet Bey hakkında vermiş olduğumuz malumattan bu zatın öyle ciddi bir sevda ile deli divane olacak adamlardan olmadığını anlamışlardır. Behçet’i bu işe sevk eden şey, hakikaten bir meraktan ibaret idi.

Petraki’nin Despino diye haber verdiği kadın kendi kız kardeşi idi ki bu kadın mükemmel bir bohçacıydı. Avrupa’nın süse, modaya dair en ince işlerinden başka bizim yağlıkçı esnafının nefis eşyasına dair şeyleri dahi konaklara götürür ve hatta bazı mücevherat tellallığına kadar da varır.

Petraki’nin Despino’ya gördüreceğini Behçet Bey’e söylediği işe bakıp da Despino’ya sair tellallıklarda dahi bulunur diye bir hüküm verilmemelidir. Bohçacı kadınların ne kadar namuslu ve sağlam olabilmeleri mümkün ise Despino da o kadar istikamet sahibi bir kadındı.

Bahusus ki kız kardeşine havale edeceği iş, Behçet Bey’in görmüş olduğu uzun boylu hanımın kim olduğundan ve hâl ve şanı neden ibaret bulunduğundan ibaretti. Onun memuriyetinin bundan ileriye varamayacağı dahi malumdu.

O akşam Behçet Efendi validesiyle yemek yedi. Gerçi gece biraz geç vakit yatağa girdi ve biraz da geç uyudu ise de bu hâl uzun boylu hanım için bir sevdadan ve aşk ıstırabından kaynaklanmıyordu. Bir gün sonraki salı günü Petraki, Samatya’da bulunan hanesine giderek kız kardeşine gerekli talimatı veredursun, bizim Behçet Bey Avrupa’dan son posta ile gelmiş olan bazı resimli gazetelerini almak için Tophane Bostanbaşı’nda bulunan postaneye giderek oradan dahi Beyoğlu’na çıkıp bazı mağazaları falanları ziyaret etmiş ve akşamüzeri köprüye inerek saat onu çeyrek geçe köprüden hareket eden vapura binmişti.

Vapurda Necati Efendiye tesadüf etmesin mi?

Necati dedi ki:

“Ne güzel tevafuk! Hazır konuşa konuşa köye kadar gideriz.”

“Doğrusunu istersen öyle konuşa konuşa köye kadar gidebileceğimizden şüpheliyim.”

“Neden şüphelisin? Her zaman öyle yapmıyor muyuz?”

“Her zamana kıyas kabul edecek bir hâlde değiliz. Sen yine birtakım felsefi konulara girişirsin. Benim de merakımı tahrik edersin. Sonra bir değil; birkaç geceyi Bağlarbaşı’nda geçirmeye mecbur oluruz.”

“Ne oldu Allah’ı seversen, ne oldu?”

“Ne olacak? Güzel kadınlara bakmak hikmete terstir diye verdiğin ders bana o kadar tesir etti ki o gün malum uzun boylu hanımın arkası sıra dünyayı dolaştık. İşte görüyor musun filozof efendi! Böyle hakimane nasihatler bizim gibi gençleri ıslahtan ziyade bozuyor.”

Diye pazar günkü vakayı uzun uzadıya anlatmaya başladı ise de uzun boylu hanımın Üsküdar tarafındaki semtini haber vermekte ihtiyatlı davrandı.

Bu ihtiyata sebep ne olduğunu pek de anlayamazsak da zannederiz ki hanımı Necati gibi ağzı gevşek bir filozofun diline düşürmemek için olmalıdır.

Ama Necati’nin hakikaten ciddi sırları öyle her rast gelenlere söyler adamlardan olmadığını Behçet Bey kesin bilmiyordu. Bilmiyordu ama lüzumu kadar ketum olduğunu dahi bilmiyordu.

Necati bu hikâyeyi yukarıdan aşağıya dinledikten sonra ne dese beğenirsiniz? Bir şey dedi ki o sözü Behçet Bey bile beklemiyordu.

Necati demişti ki:

“Ama tuhaf hikâye ha! Doğrusu ya! Şöyle bir hikâyenin esas azası arasında ben dahi bulunmak isterdim. Zaten dışında dahi değilim ya? Hakikaten bir fikir uğruna bir şeyin arkasından takip etmek kadar insanı eğlendirecek hiçbir şey olamaz.”

Behçet Bey böyle hiçbir şekilde beklemediği bir söze mukabil dedi ki:

“Güzel kadınların yüzlerine bile bakmaya ruhsat vermediğin hâlde bu övgüde bulunuşun, hakikaten beni hayretler içinde bırakıyor.”

“Ama senin hikâye ettiğin şeyler içinde tecavüzkârlık gibi bir şey hissetmiyorum ki. Sen bu takip işini yalnız kendi hür iradenle icra etmişsin. Kadının ise takip olunduğundan haberi bile yok. Öyle değil mi?”

“Ona şüphe yok! Kadının nereden haberi olacak?”

“Tamam! Demek oluyor ki hiçbir kimseye zararı dokunmayacak olan bu gerçek olayı ile bir romanı okuyoruz veyahut bir tiyatro temaşa eyliyoruz. Zaten birtakım safsata satan romancıların hayalî şeylerini okumaktan veyahut o yolda birtakım yazarların tanzim ettikleri tiyatro oyunlarını seyretmekten ne çıkar? Böyle ciddi şeyleri temaşa edelim.”

Yine Necati Efendi’nin dediği çıktı. Zira şu sözler ile iki arkadaş köylerine kadar konuşa konuşa geldiler. Vapur iskelesine çıktıkları zaman Necati Efendi arkadaşına veda ile hanesine döndüğü gibi Behçet Bey dahi kendisini sandal ile beklemekte olan Petraki’ye bir işaret vererek sandal yanaştığında atladığı gibi yalısına gitti.

5.At arabası sürücüsü.
6.Hemen hemen her şeyi bilen ve her şeyden anlayan adam.
7.Emniyet Müdürü.

Бесплатный фрагмент закончился.

199,51 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
09 августа 2023
ISBN:
978-625-6486-27-0
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают