Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Vah», страница 2

Шрифт:

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
BİR TAKİP

Uzun boylu güzel hanım, kıç üzerinde oturmuş ve eline bir de sigara alıp yaşmağını sıyırmış olduğu hâlde Marmara denizi üzerine doğru nazarlarını çevirmişti. Aralıkta bir kere erkekler tarafına da bakarak kendi gözü, bazen Behçet Bey gibi bazı erkeklerin gözleriyle karşılaştığı hâlde öyle pek mahcup bazı kadınların yaptıkları gibi gözlerini indirmiyor ve erkeklerin gözleri içine bakmakta dahi bir endişe duymuyordu.

Kadının şu serbest tavrı Behçet Beyin ümidini arttırdı. Kendi kendisine dedi ki:

“Ahmak Necati! Sen artık ne kadar hikmetli laflar edersen et! Bu servi boylu olan güzel hanım, senin anladığın gibi değil. Âdeta kendisini erkeklere beğendirmek için kendisine çekidüzen vermiş olduğundan yüzüne bakmak ve kendisine dikkat etmemek kadının arzularına mugayir düşüyor ve asla memnuniyete de sebep olmuyordu. Böyle kadınlar erkeklerin dikkatli nazarlarına ne kadar mazhar olurlarsa kendilerini o kadar bahtiyar sayarlar.”

Necati Efendi hâla arkadaşına hikmet dersi vermeye çalışıyor ve Behçet Bey onun söylediklerini hiç de kulak vermediği hâlde ara vermeden diyordu ki:

“Erkek kısmı alicenap olmalıdır. Tokgözlülük dahi alicenaplığın birinci şartıdır. Bir insan görsen ki karşısında meyve yiyen bir adama dikkatli gözlerini dikerek ağzını sulandırıyor, bu arsız herife ‘insan’ ismini layık görür müsün? Heyhat! Karşısındaki adamın meyve yemesine öyle hasretli bir nazarla bakacağına kendisi dahi kudreti yettiği kadar meyve alıp yesin. Karı meselesi dahi aynen böyledir. Güzel karılara karşı ağzının suyunu akıtmaktan ise hâline göre bir kadın dahi sen alıp sefana bakarsın. Bu hakikati görmek için uzun uzadıya felsefe ilmi okumaya gerek yoktur. Zihni yerinde, vicdanı doğru olan herkes ne kadar cahil olursa olsun bu hakikati görüp takdir edebilir.”

Necati Efendinin şu yoldaki felsefi düşüncesi Behçet Beyin kulağına bile girmediğini anladınız ya?

O dahi kendi kendisine diyordu ki:

“Şimdi şu hanım kimin nesi olduğunu öğrenmeksizin bu görüşmeyi ilk ve son görüşme sayarak hemen yoluma gidiverecek miyim? Ne mümkün? İstanbul denilen şehir, malum sınırlar ile çevrili bir kaptır. Bu kadın da billur kavanoz içindeki balık gibi o kabın içinde muhafaza edilip sınırlı yerlerde gezen bir vücuttur. Ne kadar gezmiş dolaşmış olsa bu kaptan dışarıya çıkamayacağı da malumdur. Bu hâlde yapılacak tek şey kendisini takipten ibarettir. Ben ne yapar yaparım Necati’yi baştan savıp şu kadının arkasına düşerim. O nereye ben de oraya!”

Vapur köprüye yanaştı. Bizim iki arkadaşlar hemen herkesten evvel dışarıya çıkmaya davrandılar. Bu acelenin Behçet tarafından geldiğini izaha gerek yoktur ya? Necati Efendi, burada dahi hikmetli birkaç şey sarf ederek bir dakika evvel çıkmak için halk tarafından itilip kakılmanın akla ve hikmete muvafık olmadığını anlatmış idiyse de Behçet Bey öyle hikmetlere kulak vermeyerek “Sen istersen en sonraya kal!” diye fırlamış olduğundan Necati dahi çarnaçar arkadaşına uymaktan geri kalamamıştı.

Köprü üzerine çıktıkları zaman Behçet Bey artık kendisine refakat edemeyeceğinden ve biraz mühim işleri olduğundan bahisle Necati Efendi’den müsaade talebinde bulundu ise de işinin neden ibaret olduğunu ve hangi tarafa gideceğine karar verememişti.

Bu karar verememenin sebebi ise uzun boylu hanımın henüz vapurdan çıkarak hangi tarafa yöneleceğinin henüz anlaşılamamasındandı. Hanım Köprü üzerine çıkıp da Galata tarafına yöneldiği zaman ise Behçet Bey işinin Beyoğlu’nda olduğunu tayin etti ki bu hâlde Necati tarafından: “Benim de Beyoğlu’nda işim var. Kabul edersen sana refakat edeyim.” diye bir teklif vukuundan pek korktuğu hâlde öyle bir teklif vuku bulmamasından memnun kalmıştı.

O gün Necati, İstanbul tarafında kendisi gibi filozof geçinen bir adamı ziyarete gidecekmiş.

İki arkadaş birbirinden ayrılıncaya kadar uzun boylu hanım köprünün Galata cihetine doğru epeyce yol almıştı.

Fakat ne kadar yol alırsa alsın o boy, o endam, o edalı yürüyüş kendisinde iken kendisini takip eden Behçet Bey gibi bir adamın dikkatli nazarlarından kaybolması mümkün olur mu?

Behçet Bey birkaç adımı hem açık hem de sık atarak uzun boylu hanıma yaklaştı. Ondan sonra hem aheste aheste yürüyor, hem de kadını temaşa ederek kendi kendisine diyordu ki:

“Ne boy! Ne letafet! Bazı uzun boylu kadınlar vardır ki sırık gibi bir şeydirler. Bunda ise boyuna nispetle omuzlar dahi yolunda! Bu omuzların arasındaki sinesi dahi elbette şairlerin ‘sîne-i simin’4 diye tavsif ettikleri sineleri mahcup bırakacak kadar güzeldir.

Zaten gümüşten yapılmış bir sinede ne letafet olabilir? Hele şu enseye bak enseye! Bir romanda gördüğüm tarif ve teşbihe tamamıyla muvafık! Romanda âşık sevgiliye diyordu ki: ‘A sevdiğim! Senin ensen başka güzellere yüz olabilecek kadar güzeldir, latiftir. Senin ayakların pek çok sevgililere el olmaya layıktır.’ İşte bu ense hakikaten en güzel bir kadına yüz olmaya layıktır. Ya ayaklar! Ah! Potinlerinin üstüne galoş dahi giymiş olduğu hâlde bile yine ayaklar ne kadar küçük! Şu kadınlar da neden ayaklarına galoş giyerler? Ayaklarını uzatıp büyültmek için mi? Beyoğlu’nda gördüğüm o minimini potinlerden birisi şimdi şu hanımın ayaklarında olsaydı, kim bilir ne kadar küçük, ne kadar latif bir ayak meydana çıkardı!”

Bu hayaller ile Galata’ya kadar geldiler. Behçet Bey bir aralık zannetti ki uzun boylu hanım köprünün başında araba tutacaktır. Dolayısıyla kendi kendisine “O bir araba tutarsa ben de bir araba tutarım ve yine takibimde devam ederim.” diye gözleriyle arabaları muayeneye başladı.

Fakat hanımefendi araba tutmak için hiç yolundan durmayarak Karaköy’e doğru yürüdü. Behçet dahi arkası sıra yürüyüp yine kendi kendisine dedi ki:

“Acayip! Hanımın yanında ne yaşlı, ne genç herhangi bir kadın var. Uşak filan da yok. Bu kadar genç, bu kadar güzel, bu kadar süslü bir hanımın böyle yalnız başına Galatalardan geçerek gitmesine ne mana verilir? Acaba nereye gidiyor ki? Hem baksana! Gelenlerin geçenlerin yüzlerine dikkatli dikkatli bakıyor da. Sarraf dükkânlarına da gözlerini dikkatle çeviriyor. Nah işte! Konsolide Hanı’nın kapısında bayağı durarak hanın içini de seyretti. Bu kadında mutlaka bilmediğim bir hâl var ki ben de onu öğrenmeksizin arkasını bırakmayacağım.”

Kadın Karaköy’e vardı. Nöbet beklemekte bulunan tramvayın içine girerek kadınlara mahsus olan yerde oturdu.

Behçet dahi tramvaya bindi. Hem de özellikle kadınlar tarafından girerek hanımı, velev ki yaşmak altından olsun, şöyle yakından da bir temaşa etti.

Of aman ne hüsün! Ne cemal! Ne güzel! Ne bakış!

Kadınlar ile erkekler arasını ayıran kapı perdesini kaldırıp erkekler tarafına girdi. İsterdi ki perdenin bir ucu kapıya ilişsin ve biraz aralık kalsın da uzun boylu güzel hanımı biraz daha temaşa etsin. Lakin tesadüf, biçarenin bu arzusunu yerine getiremedi.

Ondan sonra aralıkta bir, kadınlar tarafından erkekler tarafına erkek yolcular gelip perdeyi açtıkça Behçet Bey, uzun boylu hanımı görüyor idiyse de bu görüş, şimşek çaktıkça ışığın bir anda görünüp kaybolması gibi bir şeydi.

Azapkapı’dan gelecek olan tramvay geldi. Tophane tarafından gelişini bekleyen vagonlar dahi gelerek nihayet Behçet Bey’in bindiği tramvay dahi borusunu öttürerek yola revan oldu.

Biletçi kadınlar tarafına geldiği zaman hanımın nereye bilet alacağını görmek için Behçet Efendi çok gayret etti ise de görmeye muvaffak olamadı. Kendi kendisine dedi ki:

“Tramvay Ortaköy’den ileriye gitmiyor ya! Ben biletimi Ortaköy’e alırım. Kadın nereye çıkarsa arkası sıra ben de çıkarım.”

Tophane’ye geldiler. Uzun boylu hanım çıkmadı. Yaz olması hasebiyle Salıpazarı’ndaki deniz hamamları önünde dahi araba durduğu hâlde hanım oraya da çıkmadı. Fındıklı’ya geldiler.

Behçet Bey, Fındıklı’da dahi hanımın çıktığını göremedi. Ancak araba hemen yola düzüldüğü zaman şöyle yirmi adım kadar uzakta hanımın Fındıklı’dan Kazancılara giden yokuşa doğru yöneldiğini görmesin mi?

Hemen arabadan aşağıya can atarcasına indi ve yavaş yavaş hanımı takibe başladı.

Hanım zaten aheste adımlarla yürüdüğü için yokuşa geldiği zaman bir kat daha ağır yürümeye başladı. Behçet Bey’in de o suretle hareket edeceği malumdur.

İnsan bir şeyi merak ettiği ve merakını halledemediği zaman ne kadar üzülür?

Behçet Bey bu kadının şöyle yalnız başına Üsküdar gibi yerden sokaklara düşmesine bir türlü mana veremediğinden dolayı merakından çatlayarak “Bari şunun nereye gireceğini görsem.” diye kadının gireceği yeri düşünüyordu.

Uzun boylu hanım yokuşu bir hayli çıktıktan sonra sağ tarafta bulunan bir sokağa büküldü. Behçet dahi arkasından!

Ancak sokağın bayağı tenha bir hâlde bulunması dikkatli nazarlarını açarak kendi kendisine dedi ki:

“Böyle bir tenha sokakta beni bu kadar genç ve süslü bir hanımı takip ediyor görenler ne derler? Ne kadar şüphelere düşmezler? Biraz daha geriden gitmek lazım.”

Gide gide bir bakkal dükkânının önüne vardılar. Uzun boylu hanım bakkal dükkânını yirmi adım kadar geçtikten sonra bir hanenin kapısını çaldı. Bu hâlde Behçet Bey dahi bakkal dükkânından otuz adım kadar geride idi. Hanım kapıyı çalarken Behçet’in aklına ilk gelen tedbir kendisini bakkala göstermemek oldu. Zira hanımın girdiği hane hakkındaki malumatı ancak bakkaldan alabileceğini düşünmüştü.

Hanımın girdiği ev, açık yeşil boyalı bir hane olup yeni tamir gördüğü görünüşünden anlaşılıyordu. Hanım kapıdan girip de kapı kapandıktan sonra Behçet Bey yürüyüşüne biraz daha sürat vererek bakkal dükkânı önünde durmaksızın yürüdü ve yeşil boyalı haneden biraz daha ileriye geçti.

Yolun biraz daha ilerisinde yol üçe ayrılıyordu. Sol tarafa bükülmüş sokağın ağzında bir kahvehane vardı ki oradan yeşil boyalı hanenin kapısı görülebilirdi.

Behçet bir aralık bu kahveye girerek kahveciden tahkikata girişmeyi düşündüyse de sonra aklına daha münasip bir yol geldi. Kendi kendisine dedi ki:

“Hazır henüz kahvaltı da etmedim. Karnımı doyurmak için bakkal dükkânına girerim. Hem kahvaltı eder hem de bakkaldan bazı şeyler sorarım. Sonra kahve içmek için buraya gelip hazır kahve dahi tenha olmakla kahveciden de bilgilerimi tamamlarım.”

Mahalle bakkalı yaşlı bir Karamanlı idi ki bir şeyler almak için dükkânına gelen bazı çocuklara “Anana selam söyle!” yahut “Baban daha uykudan kalkmadı mı?” gibi laubalice birtakım muamelelerde bulunduğunu görünce yaşlının pek çok vakitten beri orada mahalle bakkallığı ettiği anlaşılıyordu.

Behçet Bey dükkâna girdi. Yiyecek nesi olduğunu sordu. Bakkal dedi ki:

“Ne isterseniz var efendim! Âla kaşar! Âla tulum peyniri! Havyar gibi zeytin! Siyah havyarın da âlası! Sardalyalarım misk gibidir. Domatesler pek taze! Usta Bodos’un dükkânında karın doyuracak bir şey bulunmazsa nerede bulunur efendim?”

Gerçi bakkalın methettiği eşyanın nefaseti zahiren dahi görülüyor idiyse de Behçet Bey biraz daha ehemmiyetli nazarlarını çekmek için bir tel kafeste asılı olan yumurtaları gösterip dedi ki:

“Yumurtalar taze midir Usta Bodos? Artık ismini de öğrendik!”

“Tazedirler efendim! Üç günlük yumurta nadirdir. Şurada bir koca karının tavukları var, fukara kadıncağız yumurtalarını satarak ekmek alır. Pek tazedirler.”

“Elbette sende Sibir yağının da âlası bulunur.”

“Ne demek efendim, ne demek! Yağ değil âdeta kaymaktır.”

“Tamam! Dört yumurtayı bana yağda pişirirsen havyarlara tercih ederim.”

“Şu kaymak gibi tulum peynirinden biraz ilave edeyim mi?”

“Sen bilirsin Usta Bodos!”

Bodos yumurtayı pişirip de Behçet Bey yiyinceye kadar asıl maksat olan tahkikata dair dahi söz açıldı. Behçet sordu ki:

“Bu mahalle epeyce kibar bir mahalleye benziyor. Zira mahallenin zengin ve fakir olduğu bakkalının hâlinden malum olabilir. Mahalle fukara olsaydı senin dükkânında bu kadar nefis eşya bulunmazdı. Malum ya! Fukara kısmı eşyanın iyisine bakmaz ucuzuna bakar.

“Evet efendim! Mahallemiz epeyce kibar ise de zamanlar acayipleşti. Alışverişler kesattır. Hep veresiye, hep veresiye, kayıt defteri doldu. Aylıklar çıkmaz ki tahsilat olsun. Lakin yirmi sekiz yıldır şunun şurasında geçinip gidiyoruz da insan onun için bırakamıyor.”

“Mahallenin en belli başlı ahalisi kimlerdir?”

“Şurada arka sokakta Sünuhu Paşa vardır. Beri tarafta Rağbetî Molla Efendi! Şu ön tarafta dahi Menzil Bey oturur. Bu sokakta o kadar kibar adam yoktur.”

“Şu yeşil boyalı haneyi de iyice görüyorum.”

“O mu? Hoca Kutbettin Efendi derler. Zengin bir adam değil ama pek mübarek bir adamdır!”

Behçet Bey sözü yeşil boyalı haneye naklettiği zaman bakkalın yüzüne gayet dikkatle bakmıştı. Maksadı dahi o süslü hanımın bu eve girmiş olduğunu bakkal görmüş mü görmemiş mi? Bir de kendi takibi hakkında şüpheye düşmüş ise mutlaka yüzünde görülecek alametlerden bakkalın şüphesini anlamaya çalışmaktı.

Hâlbuki Bakkal kendi işiyle meşgul olduğu sırada süslü hanımın oraya girdiğini görmemişti. Dolayısıyla Behçet Bey beklediği alametleri bakkalın yüzünde göremeyince bir kat daha rahatladı. Behçet dedi ki:

“Hoca Kutbettin Efendi mi dedin? Ben bu ismi işittim zannediyorum.”

“Sizler bu mahallede değilsiniz gibi anlıyorum. Buraya kiralamak için ev aramaya mı geldiniz?”

“Onun gibi bir şey! Daha doğrusunu söyleyeyim. Ahbaptan birisinin kızını bu taraftan bir efendi istemiş de o adamın hâlini, şanını anlamak için geldim. Bu Hoca Kutbettin Efendi dahi bize damat olacak zata pek uzak değildir. Hemen akrabasından gibi bir şeydir.”

“Akrabasından mı? Ben Hoca Kutbettin Efendi’nin akrabası olduğunu bilmiyorum. İsmi ne imiş bakalım?”

“Raşit Bey diyorlar, kendisi daima buralarda oturmuyor ise de…”

“Ne ise! Onu sonra öğreniriz.”

“Ben sana tarif edersem belki tanırsın. Şimdi şu Hoca Kutbettin Efendi’ye bakalım. Bu hoca ne hocasıdır? Galiba bazı kadınlara nefes eden, bazı hastalıkları nefes ile iyileştiren hocalardan olmalı.”

“Yok, yok! Öylelerinden değil. Bu doksan yaşında yaşlı bir adamdır. Birkaç bey, efendi sabahları gelerek ders okurlar. Arabi mi, Farisi mi diyorlar ne diyorlar? İşte onları okurlar. Hatta evinin masrafını da onlar görürler. Bugün bakarsın birisi Hoca Efendi’nin yağ çömleğini getirmiş beş okka Sibir yağı alır. Yarın bir diğeri Hoca Efendi’nin kışlık kömürünü satın almıştır. Kendisinin dahi bilmem hangi memuriyetten birkaç yüz kuruş aylığı var ki onu da aylık çıktıkça Saka Memiş Ağa gider alır getirir.”

“Ee, bu adamın çoluğu çocuğu yok mu?”

“Bir karı bir koca! Bir de ihtiyar Arap cariye var. Şu dünyada başka hiç kimsesi yoktur. İşte onun içindir ki Hoca Kutbettin Efendi’nin öyle Raşit Bey filan namında akrabası filanı olduğunu bilemiyorum.”

Behçet Bey aldığı şu malumat üzerine hem yumurta tabağını ekmek içi ile silip son lokmalarını yiyordu hem de düşünüyordu. Kendi kendisine dedi ki:

“Bundan anlaşıldığına göre uzun boylu güzel hanımın ikametgâhı burası değildir. Buraya misafir gelmiştir. O hâlde biz burada beklemeliyiz. Fakat ya hanımefendi gecikir de çıkmaz ise? Ama takibi buraya kadar getirip de bırakıp gidecek olursak hiçbir işe yaramaz. Mutlaka burada bekleyip yine arkasına düşmeli.”

Usta Bodos yumurtanın iyi olup olmadığına dair birtakım sualler sorarak Behçet Bey dahi pek iyi olduğuna dair cevaplar veriyor idiyse de zihni daima yeşil boyalı ev ve uzun boylu hanım ile meşguldü. Bakkala verdiği cevaplar yalnız dudaklarından gelişigüzel dökülüveren kelimelerden ibarettiler. Behçet Bey düşüncesinin arkasını kesmeyerek kendi kendisine dedi ki:

“Arkasına düşmeli ama ya hanım akşama kadar çıkmazsa? Ya akşam dahi çıkmayıp da burada kalırsa? Hem ben burada öyle akşamlara kadar nasıl zaman geçirebilirim? İşte Hoca Kutbettin Efendi’nin akrabasından Raşit Bey yalanını uydurduk da onu bile Usta Bodos’a yutturamadık. Birkaç yalanımızı daha yakalayacak olursa herif bizden şüphelenip ihtimal ki beni zaptiyeye bile verir. Öyle ya! Böyle kırk yıllık mahalle bakkalı, mahallenin temel taşı sayılır. Herkes işlerine güçlerine gittikleri zaman mahallenin muhafazası, mahalle bakkalına, mahalle kahvecisine, mahalle sakasına filana kalır. Benim gibi bir adamın böyle yerlerde işsiz güçsüz dolaşması ve ağzından izahı mümkün olmayan yalanlar dökmesi her hâlde şüpheye sebep olur.”

Gerçi Behçet Efendi’nin şu düşündükleri pek doğru idiyse de bir kere yakasını meraka kaptırmış olduğu hâlde bu gibi düşünceler ile başladığı işten dönüşü mümkün olabilir mi?

Böyle bir hâlde mâniler arttıkça insanın tedbirleri dahi artar. Her zorluğa bir çare bulmak için beynini de patlatır.

Behçet Efendi işte aynen bu hâle gelmişti. Dolayısıyla kahvesini kahvehanede içme kararından vazgeçerek Usta Bodos’a bir sade kahve ısmarlamasını emir ile kendisi mülahazalarına devam etti.

Usta Bodos, kahve emrini aldığı zaman demişti ki:

“Keyif ehli olduğunuzu şimdi anladım. Böyle şerbet gibi Sibir yağında pişmiş misk gibi taze yumurta üzerine tam da sade kahve yarar. Yemek üzerine şekerli kahve içenlere de keyif ehli mi derim! Onlar zevklerini bilmezler.”

Behçet Bey ise Usta Bodos’un şu iltifatlarına hiç kulak asmayarak kendi kendisine diyordu ki:

“Şimdi bunun çaresini mi istersin? Bunun çaresi ne olabilir? Hoca Kutbettin Efendi yalnız bir karı, bir koca, bir de Arap cariyeden ibaret olduğu hâlde uzun boylu hanım bunların hiçbir şeyi olamaz. Hoca Efendi eğer üfürükçülerden olsaydı başka manalara da zihin gider idiyse de öyle değilmiş. Ders hocası imiş, herhâlde demek oluyor ki uzun boylu hanım buraya misafir geldi. Mademki Üsküdar’dan geldi yine Üsküdar’a gidecektir. Hem de yolu yine bu geldiği yoldur. O hâlde Fındıklı’ya inerim. Bir kahveye oturup bekler, ne zaman yokuştan inerse ben de arkasına düşüp Üsküdar’a mı gidecek nereye gidecek ise arkasından giderim.”

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
TAKİPTE DEVAM VE İNAT

Usta Bodos ile hesaplarını gördükten sonra Behçet Bey verdiği karar gereğince Fındıklı’ya indi. Yokuştan inenleri görebilecek bir mevkide bulunan bir kahvehaneye oturdu.

Fakat ne ile zaman geçirecek?

Gazete okumasından daha iyi zaman geçirecek bir şey mi olur?

Tramvay mevkisinde “Yeni havadisler!” diye gazete satan adamı çağırıp bir gazete aldı. Okumaya başladı ama okuduğunu anlayabilecek kadar fikri var mı ki?

Gözleri satırları sayarcasına bir meşguliyette bulunduğu hâlde zihni yine kadını takip meselesine gidiyordu. Kendi kendisine dedi ki:

“Vakit öğleyi geçti. Vapurlar dahi öğle paydosu ettiler. Bu hâlde uzun boylu hanım bir iki saat daha çıkmaz. Çıksa çıksa akşamüzeri çıkar. Ben burada akşama kadar pek iyi beklerim. Başka işim gücüm kalmamış ya?.. Fakat ya akşam dahi çıkmazsa? Olabilir ya? Âsitane’de gece kalmaya da misafirliğe giderler. Ama hanımın hâlinden öyle gece kalmaya gelmiş bir misafir olduğu anlaşılmıyordu. Zaten Hoca Kutbettin Efendi dahi öyle hanesine gece kalacak misafir kabul eder adamlardanmış gibi tarif edilmedi. Gece misafirliğine giden hanımın hiç olmazsa bir çıkını olsun bulunmaz mı? Yok, yok, uzun boylu hanım mutlaka gece kalmayacaktır.”

Güzel düşünce ama bir kere Behçet’in zihnine gece kalmak ihtimali dahi girdikten sonra kolay kolay çıkar mı? Uzun boylu hanımın gece kalmayacağını kendi nazarında ispat için ne kadar deliller, burhanlar getirdi ise hepsini yine kendisi bozdu. Nihayet dedi ki:

“Bir kere iş inada bindikten sonra beni bu takip işini devamdan menedecek hiçbir kuvvet düşünülemez. Akşama kadar beklerim. Gece saat ikiye, üçe kadar, âdeta kahve kapanıncaya kadar beklerim. Ondan sonra da hanım çıkıp gece yarıları denize binecek değil ya! Saat üçten sonra şuradan Beyoğlu’na çıkar bir otelde yatarım. Sabahleyin seher vakti yine gelip beklerim. Seher vaktinde de uzun boylu hanım gittiği yerden kovulmuş gibi sokaklara düşecek değil ya? Nihayet yarın akşama kadar da beklerim. Yine çıkmazsa bir gece, iki gece, birçok gece… İnat bu ya! Son nefesime kadar burada beklerim. Elbette o hanım hocanın evinden çıkar, elbette bir daha onun arkasına düşerim.”

İşte görüyorsunuz ya! İş bir inada bindi.

Ama Behçet Bey’i bu inada sevk eden şey nedir? Kadına âşık mı olmuş?

Henüz Behçet’in zihninde öyle bir şey yok. Bu inat kuru bir meraktan ileri gelmiş bir şeydir.

Gerçi merakın da bu derecesi divanelik sayılırsa da eğer Behçet Bey daha Üsküdar vapurunda iken işin bu derecelere varacağını tahmin etseydi, belki bu külfetleri göze aldırmazdı. Ancak bir kere takipte bu dereceye vardıktan sonra işi yarıda bırakmayı bir türlü benimseyemeyerek şu kadın kimin nesi olduğunu anlayıncaya kadar devam etmeye kesin karar verdi.

Kendi kendisine dedi ki:

“Be filozof Necati! Şimdi neredesin? Gel de beni gör. Mutlaka cinnetime hükmedersin. Fakat ne desen boştur. Şu uzun boylu hanımın kim olduğunu öğreneceğim. Takiplerimin neticesinde elbet sana dahi malumat veririm.”

Azim ve kesin karar denilen şey, her ne kadar henüz icraya konulmamış bile olsa, yine insan için bir dereceye kadar rahatlamaya vesile olur. Dolayısıyla Behçet dahi verdiği kesin karar üzerine her dakikada bir kere gözleri Kazancılar Yokuşu’na çevrilmekle beraber gazetesini okuyup anlayabilecek bir duruma geldi.

Başka vakitler gazete okuduğu zaman pek çok adamın yaptığı gibi o dahi iç havadisleri okuduktan sonra dış havadislerin her fıkrasından birer ikişer satır okuyarak, “Adam sen de bir şey değilmiş, geçelim!” diyordu. Eğer gazetede faydalı olan fennî bir mesele veyahut tuhaf bir fıkra varsa onu aramaya başlıyordu. Bu defa dahi bir kere için öyle yaptı ise de bu gazeteyi sadece vakit geçirmek için eline aldığından ikinci defasında da iç havadisleri de dış havadisleri de okuduktan başka ilan sayfasına dahi geçti.

İlan sayfasını da son satırına kadar okudu. Lakin gazete henüz bitti mi ya? Daha ilk sayfadaki üst başlıkları kaldı. Üst başlıkların iki tarafında gazetenin haftada kaç gün çıktığını ve kaç para ile satıldığını, ilan ücretlerini, ilk ilanlarda satırının kaç paradan ve ikinci defasında da kaç paradan hesap olunacağını ve posta ücreti verilmeyen mektupların kabul edilmediğini, gönderilen yazılardan gazetede yayınlanmayanların sahiplerine iade olunmayacağına vesaireye dair birtakım satırlar daha yok mu? Onları da okumasın mı?

Gazetenin üzerinde kaç harf ve kaç nokta var ise Behçet Bey’in hepsini gözden geçirdiği şüphesizdir. Hâlbuki her dakika Kazancılar Yokuşu’na dahi çevirmekten geri kalmayan gözleri bazı vakit yokuşta bir kadın belirdiğini gördükçe Behçet’in yüreği hopluyor ve bu kadının boyunun bildiği kadar uzun boylu olmadığına veyahut boyu uzunca bile olsa yaşmağı veya feracesi kendi uzun boylu hanımına benzemediğine dikkat edince yüreğinde bir hiddet hissi oluşuyordu ancak yine gözlerini gazete sayfasına çeviriyordu.

Böyle bekleme anlarında saatler de ne kadar ağır geçer!

Hâlbuki ne kadar ağır geçseler yine birbirini takip eden saatler dokuza ve hatta ona kadar vardıkları hâlde yine uzun boylu hanımdan bir eser görülmeyince Behçet Bey kendi kendisine konuşarak dedi ki:

“Böyle uzak yerden misafir gelen hanım akşam dönecek olursa mutlaka biraz erkence davranır. Saat on olduğu hâlde uzun boylu hanım dönmediğine göre bu akşam hiç de dönmeyecek gibi anlaşılıyor. Korkarım bu nazenin kadın bize geceyi dahi geçirtecektir.”

O zamana kadar sigaraların birisini bitirip diğerini yakmaktan ağzı zehir kesilen Behçet Bey, Fransızların dediği gibi zamanı öldürmek için mutlaka bir şey çekiştirmeye kendisini mecbur gördüğünden hiç olmazsa çeşniyi değiştirmiş olmak için kahveciye bir nargile ısmarladı.

Bir yandan nargile guruldatır ve diğer taraftan kendi kendisine derdi ki:

“İnsan bir işe ne kadar vakit ve emek sarf ederse o işte devam için kendisini o kadar mecbur etmiş olur. İşte bu da hikmetli bir kaidedir ki bizim filozof Necati Bey bu kaideyi hatıra bile getirmemiştir. Şu uzun boylu hanımı takibe ilk karar verdiğim zaman böyle geceleri dahi dışarlarda geçirmeye mecbur olacağımı bilseydim belki takipten vazgeçerdim. Fakat böyle bir günlük emeğimi sarf ettikten sonra kesin bir neticeyi almaksızın dönmek mümkün değildir. İş artık inada bindi. Mutlaka hanımı bekleyeceğim. Bir gece değil, beş gece olsa da mutlaka… Ha! Aman dur! O mu? Ta kendisi!..”

Ta kendisi idi!..

Saat on buçuğa gelmiş olduğu hâlde uzun boylu hanım Kazancılar Yokuşu’ndan belirdi ki nargilesinin marpucunu elinden fırlatan ve kahveciye hemen çıkarıp bir yüzlük atan Behçet, eğer biraz daha telaşa kendisini kaptırmış olsaydı doğruca hanıma giderek “A canım, insanı bu kadar bekletmek de reva mıdır?” diye serzenişlere dahi başlayacaktı.

Böyle telaşlı bir hâlde bulunan insanlar ne kadar gülünç olurlar!

Behçet Bey güya takibinden kimseye renk vermemek için hanımdan önce tramvay vagonuna girmeye lüzum gördü. O zaman tramvay dahi gelmişti.

Öyle ya! Üsküdar’dan vapur ile köprüye ve Galata’dan dahi tramvay ile Fındıklı’ya gelmiş olan bir kadının yine o yol ile döneceği tabii değil midir?

Tramvaya bindi. Biletini de aldı. Hatta Tophane tarafından gelecek olan arabalar dahi gelmiş bulunduğu cihetle kendi bindiği araba yola dahi düzüldü.

Vay, Behçet’te bir merak! “Yolcuları beklememek tramvaylarda yeni kural mı oldu?” diye itirazlar! Sebebi? Çünkü tramvay arabası uzun boylu hanımı beklemeksizin hareket etmişti. “Belki arkadaki arabaya biner.” diye Behçet Bey gözlerini arkaya çevirdi ise de kadın o arabaya da hiç iltifat etmeyerek Kabataş yolunu tuttuğu gibi araba dahi hareket edince artık Behçet’in tavrı büsbütün gülünç bir hâl aldı ve hemen arabadan aşağıya atladı.

Bereket versin ki tramvay giderken atlamamanın tesiriyle yere yuvarlanmadı.

“Acaba hanımefendi bu geceyi başka yerde misafirlik hâlinde mi geçirecek?” merakıyla kadını tekrar takibe başladı. Fındıklı Camisi’ni geçtiler. Halil Şerif Paşa merhumun yalısını da geçtiler. Nihayet Kabataş’a vardılar.

Orada uzun boylu hanım, doğruca vapur iskelesine giderek araba vapurunu beklemek için bir tarafa oturdu ki araba vapuru dahi ancak bu zaman Behçet Bey’in hatırına gelmekle kadının Kabataş’a yönelmesindeki hikmeti anladı.

Saat tam on bir buçuk olduğu zaman vapur dahi geldi. Hanım vapurun yukarısına çıkarak kadınlara mahsus olan köşelerin birisine oturdu. Behçet Bey dahi ta o köşeye yakın oturup sabahtan beri beklediği sevgiliyi temaşaya başladı.

Uzun boylu hanım, hakikaten ne kadar da güzelmiş! Sabahtan beri değil, bir haftadan beri beklemiş olsa bile değermiş!

Hakikaten araba vapurunun üst katında her köşeyi kadınların istilasıyla erkeklerin dahi orta yerlerden köşelere doğru bakmaları pek sefil bir şey oluyor.

Uzun boylu hanım ise hem pek güzel hem pek süslü olduğu hâlde hem de pek serbest bir şey olduğundan cebinden zarif bir sigara muhafazası çıkarıp bir sigara yakarak püfür püfür içmeye başladı ise de yüzünü deniz tarafına çevirmişti. Böylece denizin dalgaları ile eğlenmekte olduğu cihetle şu vaziyetini beğenemeyen Behçet, artık başka türlü üzüntüsünü teskin etmeye yol bulamadı. Kadınların sigaraya alışmaları ve hele bazı serbestçe olanlarının böyle vapurlarda dahi sigara içmeleri ne kadar fena bir şey olduğunu içinden düşünmeye başladı.

Behçet Bey bu mülahazasını bitirinceye ve hanım dahi sigarasını tamamen içinceye kadar vapur da Üsküdar iskelesine vardı.

Behçet’in hepsinden önce kendisini dışarıya atacağına şüphe mi edilir? Sebebi ise hanım arabasını tutar tutmaz o dahi bir araba veyahut bir beygir tedarik edebilmek imkânını bulmaktan ibaretti.

Uzun boylu hanım yine tüm dikkatleri kendisine çektiği hâlde vapurdan çıktı. Fakat arabacılar tarafına yönelmedi. Vapur iskelesinden Şemsi Paşa tarafına giden yolu tuttu. Hep sabahki aheste yürüyüşü ile ilerleyerek bir hayli gittikten sonra sağa sola bir hayli sokaklara dahi bükülerek nihayet bir kapının önünde durdu.

Bu kapı, ev veya konak gibi bir kapı değildi. Uzunca bahçe duvarına asılmış bir kapıydı. Üzerinde bir de ip ucu görülüyordu ki bir çıngırak ipi olacağına şüphe de yoktur.

Gerçi hanım ipi çekti. İçeride uzaktan uzağa bir çıngırak sesi işitildi. Onu müteakip takunya giymiş iki ayağın koşa koşa geldikleri ona mahsus olan patırtıdan anlaşıldı.

Kapı açıldığı zaman bir Arap cariyenin yüzü görüldü ki bu hâlde Behçet Bey için bir hüküm vermeye medar olacak şey ancak bu cariyenin yüzüydü. Behçet gözlerinin olanca kuvvetini toplayarak Arap’ın yüzünü tetkike başladı.

Gerçi Arap’ın yüzünde bir neşe görüldü ise de bu neşe bir misafiri karşılayan yüzlerde görülen bir sevince pek benzemiyordu. Misafir karşılansa “Maşallah! Buyurunuz! Sefa geldiniz efendim.” gibi sözlerin daha kapı dibinde söyleneceği ve hatta etek dahi öpüleceği malum iken Arap’ta bu gibi hareketler görülmedi. Yalnız gelen zatın gelişinden pek memnun olduğuna delalet eden bir neşe görüldü.

Behçet Bey kendi kendisine dedi ki:

“Tamam! Hanım buraya misafir olarak gelmedi, mutlaka kendi hanesi burasıdır. Fakat iskeleden buraya kadar birçok sokaklara sapmış olduğumuzdan acaba bir daha gelecek olursam bu kapıyı bulabilir miyim? Bunun çaresi buradan iskeleye kadar olan sokakların şöyle müsvedde yollu olsun haritasını almaktır.”

Böyle diyerek cebinden derhâl bir kurşun kalem çıkardı. Yanında başka kâğıt dahi bulunmadığı cihetle sigara kâğıdının kabı üzerine haritasını çizmeye başladı. Hem yürüyor hem sokakları işaret ederek asıl kendisine lazım olan sokağı açık bıraktığı hâlde sağda solda görülen diğer sokakları birer çizgi ile işaretliyordu. Bununla beraber haritanın işaretlerine bir kat daha kuvvet vermek için bazı dikkate şayan olan evleri renkleriyle beraber çiziyor ve çeşme gibi şeylerin dahi harita üzerinde mevkilerini tayin ediyordu.

Ömründe hemen ilk mühendisliği olmak üzere icra ettiği şu matematiksel hesap ile Behçet Bey iskeleye kadar geldi ise de artık akşam olmuş sular kararmış olduğu ve kendisi de Boğaziçi’nde oturduğu cihetle evine gitmek için vapurlardan değil; kayıklardan bile ümitsizliğe düşmüştü.

Şimdi ne yapsın? Üsküdar’da öyle muntazam otel falan da yok ki!

Mevsimin yaz olması ve gün dahi pazar bulunması hasebiyle aklına Bağlarbaşı geldi. Kendi kendisine dedi ki:

“Pazar akşamları Bağlarbaşı’nda şenlik olur. Oraya kadar giderim. Zaruri ve mecburi bir eğlenti yaparım. Ama orada dahi yatacak bir yer bulunmazsa bu geceyi dahi sabaha kadar uyanık geçiririm. Zaten geceler kaç saat ki? Onun da bir büyük kısmı tiyatro, gazino falan eğlenceleriyle geçer; birkaç saati de nasıl olsa geçirebilirim. Hatta Çamlıca’ya doğru aheste aheste bir gezinti yapsam bile sabahı ederim. Bahusus ki Çamlıca’dan güneşin doğuşunu seyretmek dahi haylice safalı olur.”

Gerçi bu karar en akıllıca bir karardı. Verdiği kararı icra için Behçet Bey derhâl bir beygir kiraladı.

Beygire binip de bir sigara yaktığı zaman hatırına yine uzun boylu hanım gelerek kendi kendisine dedi ki:

“Ee!.. Uzun boylu hanım! Gerçi güzelsin. Hem de pek güzelsin! Lakin şimdiye kadar seni benim şu mecnunca takibim gibi bir suretle takip eden bulundu mu? Bunu hiç tahmin edemem. Ya bizim bu kadar zahmetler boşuna mı gidecekler? Bunu da tahmin etmem. Daha doğrusu tahmin etmek istemem. Ne ise şimdilik evinizi öğrendik. Haydi, bu gece dahi Bağlarbaşı’nda uykusuz falansız geçsin. Elbette bir zaman gelir ki ben sana bu çektiklerimi söylerim de ya merhamet ederek bana acırsın veyahut divaneliğime kahkahalarla gülersin!”

4.Gümüş gibi beyaz sine ya da göğüs.
199,51 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
09 августа 2023
ISBN:
978-625-6486-27-0
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают