Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’da Neler Olmuş», страница 2

Шрифт:

Biçare Nergis neye uğradığını bilemeyen büyük bir hayretle halayık odasında otururken perde arkasında Arap’ı beraber seyrettikleri ihtiyar karı süklüm püklüm odadan içeriye girdi. Halayıklar “Buyurun hoca kadın.” diye karşıladılar. Hoca kadın doğruca Nergis’in yanına varıp “Kızım şayet korktunsa seni okuyayım.” dedi Nergis korkup korkmadığını bilmez. Daha hiçbir şey bilmez… Henüz on dördüne doğru ayak atmış bir çocuk. “Şayet korktum ise…” diye okunmaya rıza gösterince hoca kadın diğer cariyelere “Siz biraz dışarı çıkınız da ben bir nefes edeyim. Çünkü peri şerridir. Siz burada oldukça olmaz.” dedi. Halayıklar çıkıp hoca kadın ile Nergis yalnız kalınca nefes etmek için besmeleden evvel hoca kadın şu şekilde söze başladı:

H: “Sen o babalı Arap’ın kim olduğunu tanıdın mı?”

N: “Tanıdım ya! Bizim Mes…”

H: “Sus! Sesini çıkarma. O da seni tanıdı. Şimdi sen hemen buradan kaçmalısın.”

N: “Nereye gideyim ben?”

“Canını kurtarmak için nereye gidersen git. Çünkü bu Arap’ın elinden kurtulmak senin için mümkün değildir. Seni öldürür. Arap’ın kim olduğunu sen bilsen?”

“Bilirim ya! İşte…”

“Sus diyorum! Sana acıdığımdan söylüyorum. Bundan sonra senin için dünyada sağ gezmek mümkün değildir. Hemen kalk başını al da nereye gidersen git. Hem buraya geldiğin yere de gitme. Kimsenin bulamayacağı bir yere git.”

“Aman hoca nene ben nereye giderim!”

“Kız nereye gidersen git diyorum. Öleceksin. Al sana biraz para da vereyim. Şuradan Salacak İskelesi’ne inip kayığa bin, nereye gidersen git. Seni kim kabul etmez? Herkes eder. Zira bu Arap’ın elinden sağ kalamazsın.”

Hoca kadın, Nergis’e birkaç kuruş vererek kaçmak için zihnini epeyce kandırdı. Bunun üzerine hemen o gün Nergis dışarıya içeriye girip çıkarken bir eski ferace, bir kalın yaşmak yakalayıp harem tarafından sokağa açılan bir küçük kapıdan çıktı ve soluğunu Salacak İskelesi’nde aldı.

İhtiyar kayıkçının birisi insan uğramayan o iskelede müşteri çıkmasından ümitsiz olarak bekleyip dururdu. Nergis, “Baba beni götür.” deyince herif daha nereye, kaç paraya götüreceğini de sormaksızın kayığı yanaştırdı. O aralık Nergis’in aklına Tophane ve Karabaş geldi ki orada hemşehri birtakım Çerkezler bulacağından emindi. Kayıkçıya Tophane’yi işaret ederek çektirdi. Cami arkası iskelesine yanaşıp biçare kızcağız cellat elinden kurtulmuş mazlum gibi Karabaş’a can attı. Gideceği yeri bilmez ya? Murdar dereye doğru yürüdü gitti. Orada ak sakallı bir ihtiyar Çerkez’e rast gelip “Aman baba ben kaçağım, senin malın olayım. Ne olursam olayım. Beni sakla.” dedi.

İşte bu ihtiyar, Meddah İsmail’i gizlice alıp Nergis’in bulunduğu eve getirmiş olan ihtiyardır ki kendisi fakir bir tellal olmak münasebetiyle Nergis’ten korunma sözünü işitince mal bulmuş Mağribîye döndü. Derhâl alıp evine götürdü. Ve kimseye bu kızın hâlinden bir malumat vermeyip satılmak üzere bir konaktan çıkmış olduğunu, gerektikçe haber vermek tembihiyle kızı ihtiyar zevcesine teslim etti.

Nergis’in kaçışı ve Mesut Ağa’nın Nergis hakkında tabii olarak kalbî muhabbetinin devamıyla beraber maddi husumetinin sebebi hakkında ta Nergis’in yine Mesut Ağa tarafından satın alındığı zamana kadar bize daha ziyade tafsilat verecek hiçbir olay olmamıştır.

Mesut Ağa, esirci ihtiyardan Nergis’i satın alıp da Karabaş’a giderek kabul edip teslim aldığı zaman biçare kızcağız müşteriye satılmak değil âdeta cellat eline teslim edilmiş demekti. Bir aralık Nergis olanca feryadıyla etraftan yardım istemek tedbirini kurdu. Fakat Mesut Ağa cübbesi altında bir hançer ucu gösterip “Nergis, zerre kadar muhalefet edecek olursan vallahi o anda canını alırım, ses çıkarmazsan canına kastım yoktur, ihtimal ki seni Osman Bey’e de kavuştururum.” demiş olduğundan biçare kız sesini çıkaramadı. Fakat şunu da bilmeli ki bu hâl Nergis ile Mesut Ağa’nın yüz yüze bulundukları bir an içinde gerçekleştiği cihetle Çerkez esirci hiç farkına varmamıştır.

Nergis orada Arap’a hiç ses çıkarmadı dedik. Çıkarmadı. Hatta daha evvelce dahi demiş olduğumuz üzere ta Hayırsız Ada’ya varıncaya kadar da ses çıkarmadı. Lakin adaya çıkıp da Mesut Ağa kendisini adanın içeri taraflarına sevk etmek istediği zaman sesini çıkarmıştı.

Ne demişti? “Aman ayaklarını öpeyim canıma kıyma!” demişti.

İşte bizim bildiğimiz hâl bundan ibarettir. Ondan sonra Arap kızı nereye götürdü, ne yaptı ve bu kadar şiddeti ne mecburiyet üzerine etti? Öyle Arap karısı kıyafetine girip de hadımlara mahsus olan tüysüzlükten ve ince sesten istifade ederek babalı Arap tavrında bir kadıaskerin konağına gitmekten ve orada devlet meselelerinin en mühim tarafları üzerine gelecekte olacakları keşfetmeye çalışmadan emeli nedir? Buralara dair henüz malumatımız yoktur.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

1801 senesine doğru İstanbul’un hâli bütün bütün başkalaşmıştı. Askerî düzenlemeler ve yeni ıslahatlara husumet nazarıyla bakan fırka erbabı şiddetlerini artırdıkça artırıp bunların mukabili bulunan taraf dahi ıslahat namına sefahatlerini bir dereceye ulaştırmışlardı ki zamanın dur-endişleri2 akıbetin vahametinden pek ziyade korkar idiler. Merhum Asım’ın tarihi okunursa o zamanların hâline dair ayrıntılı ve açık malumat alınabilir.

Biz burada her türlü ayrıntıdan kaçınmakla beraber yine şu kadarcık olsun diyelim ki halkın fikrî galeyanı en yüksek derecesinde olmakla beraber efkârıumumiyenin cereyanı için bir çığır açmak üzere ortada gazeteler dahi bulunmadığından herkes kendi aklının erdiği hezeyanı söyler ve hatta yapılanların gerek lehinde ve gerek aleyhinde bulunan fırkalar erbabı bile fikirce birlik içinde olmayıp birbiriyle açtıkları mücadelelerde aynı fikirde ve aynı meslekte olan arkadaşları birbirinin kanına girecek derecelere gelirdi.

Halkın işlerindeki kargaşalık kendi ellerine bırakılmış bulunan zevatın her biri yalnız kendi çıkarlarından başka hiçbir şeyi düşünmeyip görünüşte birbiriyle dost ve müttefik geçinen yüksek zevat bile pes perdeden birbirini uçuruma düşürmeye çalışıyordu. Ancak böyle birbirini kaydırmak mecburiyeti menfaat temininden ziyade mazarratı defetmek maksadıyla gerçekleşirdi. Çünkü hiç kimsenin kimseden emniyeti kalmamış ve baba ile oğul arasında bile emniyetsizlik almış başını gitmişti.

Her taraf casus, her köşe bucak bile fitne ve fesatla dolu idi. Haremlerde kadınların ağızlardan malumat almak için yine kadın casuslar gezip hatta bazı ak ağalar, köse herifler filanlar kocakarı kıyafetinde haremleri dolaşıp kadınlardan işittikleri ehemmiyetli sözleri ganimet gibi yakalarlardı.

Bir aralık “Filan efendiye hakaret etti.” diye bazı adamların boynunu vurmak veyahut “Ağızdan küfür kelime çıktı.” diye asmak dahi revaç buldu. Hâlbuki hakikatte öldürme ve idam sebebi olan şey ne hakaret idi ne de küfür kelime. Filan efendi Zeyd’in kendi hakkında falan yere havadis götürmüş olduğunu haber alarak sadece şu casusluktan öç almak için Zeyd’in katline kadar yürürdü.

İşte âlemin hâlleri gayet tehlike içinde bulunduğu şu sıralarda bir gün bizim Hadım Mesut Ağa kendi evinde köşe minderi üzerine çıkıp iki tarafında bulunan yastıklara iki dirseğini dayamış ve çenesini dahi avuçları içine alıp kim bilir ne gibi bir düşünce ile o kadar dalmıştı ki başının ağırlığı yalnız kolları üzerine binerek eğer vücudunda denge olmasa oturmaya dahi muktedir olamayıp yıkılıverecek kadar kendisinden geçmişti.

Bu anda Mesut Ağa’nın yüreğinden geçen şeyleri kim bilir? Meğer her sırra ve gize vâkıf olan Cenabıhak!

Derken oturduğu odanın kapısı açılıp Osman Bey içeriye girdi. Mesut Ağa bu ziyaretten o kadar rahatsız oldu ki âlemde Osman Bey’den başka her kim odasına girmiş olsa derhâl defedeceği şüphesizdi.

Lakin Osman Bey, Mesut’un âdeta göz nuru idi. Hiçbir şey için hatırını kırmayı uygun göremediğinden mecburi kalkıp karşıladı ise de yerinden kalkması ve beye yönelmesi canlı bir adamın hareketlerine benzemeyip güya bir ruhsuz kalıp bazı makineler vasıtasıyla hareket eder gibi hareket ederdi.

Osman Bey’in zekâsına söz istemez. Arap’ın hâlini görünce kendisini rahatsız edecek zaman olmadığını iyice anlamış ise de rahatsız etmemek dahi elinde olmadığından şu şekilde meramını anlatmaya başladı:

O: “Lala! Bugün hâlini başka görüyorum.”

M: “Pek başkadır beyim. Yani nefes alacak vaktim yok.”

“Sebep?”

“Ben de bilmem.”

“Hasta mısın?”

“Evet keyfim de yerinde değil. Fakat üstümde bir fenalık var. İçim içime sığmıyor.”

“Bir şeye mi kızdın? Birisine mi gücendin?”

“Beyim. Öyle bir şey yok. Büyülü adamlar gibi bir şey oldum.”

(biraz düşündükten sonra) “İşte bu da benim talihsizliğimdendir.”

“Niçin?”

“Çünkü şimdi senin yanında dert edecek vakit değil. Fakat ne yapayım lalacığım deli olacağım. Ya çıldıracağım ya öleceğim!”

“Yine Nergis belası mı?”

Mesut Ağa şu sözü söylerken karanlığı artıran çehresinden biçare Osman Bey’e ümit verecek bir parıltı görünmediği için Osman Bey aralıkta bir düştüğü ümitsizlik okyanusunun ta dibine kadar bir daha dalıp gözlerinin küçük sadefinden inci tanesi gibi yaşlar akıtarak yakarmaya başladı.

“Aman lalacığım! Arzındayım! Kölen olayım. Nergis olmadıktan sonra vallahi iflah olmayacağım.”

Mesut: “A beyim ben ne yapabilirim? İşte elimden geleni yapmaya hazırım. Sana Nergis’ten güzel on cariye bulayım. Sana bir konak alıp hepsini içine koyayım. Efendi baban bir şey demez.”

“Hayır lalacığım bana Nergis’i ver Nergis’i!”

“İşte o bende yok.”

“Sende var sende. Sendedir benim kıymetli Nergis’im. Ben haber aldım. Sen onu Tophane’de bir yerden satın almışsın. Kayığa bindirip bir yere götürmüşsün ama nereye götürdün bilmiyorum. Beni böyle ağlatma lalacığım Allah aşkına söyle nereye götürdün benim Nergis’imi?”

Çocuğun gösterdiği yanıp yakılmaya ve gözlerinden akıttığı yaşlara lala bir türlü tahammül edemeyerek ağlamaya başlayıp:

“Sana bir şey söyleyeyim mi beyim? Ben Nergis’i öldürdüm.”

“Hayır hayır! Sen Nergis’i öldürmezsin. Onu da benim kadar seversin. Bu sözüne mümkün değil inanmam. Sen bunu bana kaç defadır söylüyorsun. Fakat inanmam vallahi canıma kıyarım. Nergis’i isterim!”

“Ama inan ki öldürdüm. Ben sana geçenlerde ‘Sebebini Çeşm-i Afet’ten sor.’ demedim miydi?”

“Sordum. O yezit kahpe halt ediyor, hiç Nergis’im bana kıyar mı?”

“Kıyar beyim kıyar.”

“Kıysın. Bana kıyan Nergis olsun. Ben onun elinde ölmeye razıyım. İsterim Nergis’i!”

“Ahirette a beyim, niçin böyle ediyorsun ya? Ben onu tekrar diriltemem.”

“Hayır lalacığım Nergis vallahi sağdır, billahi sağdır. Şu zavallı sana ne yaptı, ben sana ne yaptım? Bir kabahatimiz varsa bizi döv, terbiye et, mutlaka isterim Nergis’i. Vallahi billahi işte sana yemin. Veremeyecek olursan canıma kıyarım.”

Çocuğun bu kadar yanıp yakılması üzerine Arap’ın yüreği parça parça olduğuna hiç şüphe etmemeli. Şunu da bilmeli ki Osman Bey’in bu hâli yalnız bir güne, bir vakaya mahsus olmayıp Nergis kaçalı üç ayı geçmiş olduğu hâlde, her gün böyle inleme ve figan içinde kaldığı gibi özellikle Meddah İsmail’in verdiği haber üzerine kendisine Selim vasıtasıyla ulaşalı iki ay kadar olduğu hâlde, bu iki ay içinde Mesut Ağa’nın yanına gelip ağlamadığı ve Nergis’in ortaya çıkarılması için yürekler yaralayacak şekilde yakarmadığı gün olmamıştır.

Mesut Ağa, Nergis’in kendisine karşı kötü niyet beslediğini ve hatta inanmazsa Çeşm-i Afet’e sormasını kaç defalar söylemiş ve Osman Bey dahi Çeşm-i Afet’e sorup tasdik cevabı almış idiyse de Nergis gibi kendisinin üzerine canı titreyen bir kızın canına kastetmeyeceğini pek iyi bildiğinden bir türlü inanmamış ve Mesut Ağa “Ben onu öldürdüm!” dediği zaman dahi Mesut’un Nergis’i ne kadar sevdiğini bildiği cihetle ona da inanmamakta kendisini mecbur görmüştür.

Mesut Ağa şu zikrettiğimiz hâlleri nazarıdikkate alıp gözlerini köşe penceresine doğru dikerek bir hayli düşündükten ve kim bilir yüreğinden neler geçirdikten sonra Osman Bey’e dönerek:

M: “Seni ne kadar sevdiğimi bilir misin beyim?”

O: “Ben seni ve Nergis’i ne kadar seversem.”

“Hayır senin Nergis’i sevdiğin kadar değil. Çünkü senin Nergis’e olan muhabbetin hırstan, şehvetten kaynaklanma bir şeydir. Henüz çocuksun da dünyada Nergis’ten başka kız olamaz zannederek öyle seviyorsun.”

“Ah lalacığım!”

“Hayır deme. Ben seni babanın sevdiğinden ziyade severim. Evladım olsan belki bu kadar sevmezdim.”

“Allah’a emanet ol lalacığım.”

“Allah’a sen de emanet ol. Bak beyim! Senin için her fedakârlığı göze aldırabilirim. Yalnız ölmeyi göze aldıramam. Çünkü edeceğim fedakârlıklar senin muhabbetin ile mütelezziz olmak içindir. Öldükten sonra sana olan muhabbetimden ne lezzet alabilirim ki…”

“Niçin ölesin lalacığım. Beraber yaşayalım.”

“Öyle ise şu Nergis’ten yüreğini soğut.”

“İşte yalnız bu mümkün değil. Sana dedim ya! Vallahi canıma kıydığım gündür. Aşk bu lalacığım, benim elimde mi?”

“Güzel ama beyim Nergis bu dünyada değildir, vallahi değildir, billahi değildir.”

“Sen bu kızı öldürmedin lala. Beni öldürebilirsen Nergis’i de öldürebilirsin.”

“Evet! Ben o kızı öldürmedim. Fakat diyorum ya! O da bu dünyada değildir. Sağdır. Ahiret gibi bir yerdedir.”

Arap’tan bu sözü işitince Osman Bey güya Nergis’i almış da kendi koynuna koymuş kadar sevinip çılgın gibi bir tavırla Arap’ın boğazına sarılıp:

“Ah lalacığım! Aman! Ocağına düştüm, merhamet et! Nergis’i gönderdiğin ahiret neresi ise beni de oraya gönder.”

“Sen söylediğim sözü latife mi sanıyorsun? Ben Nergis’i ahirete gönderdim, ahirete beyim ahirete. Orada güneş doğmaz, ay doğmaz. Gökyüzü yoktur, yıldızlar görünmez. Bağ, bahçe, seyr-i seyran yoktur. Işık bile yoktur. O ahiret o kadar korkunç bir ahirettir ki insan kendisinden başka vücut, yüreğinin çarpıntısından başka hareket, ciğerinden çıkan ah, canevinden başka ses seda duymaz.”

“Razıyım lalacığım razıyım.”

“Orada bir ana yoktur ki insanı bağrına bassın. Bir baba yoktur ki şefkat nazarını senden ayırmayarak nereye gidersen arkandan gezdirsin. Orası ahirettir dedim beyim ahirettir.”

“Lala! Ahiret değil hatta ahiretteki gayya kuyusu olsa yine beni oraya göndereceksin. Çünkü ben oraya gitmezsem gerçekten ahirete gideceğimi pekâlâ bilmekteyim.”

Osman Bey ile Mesut Ağa’nın konuşması bir dereceye vardı ki bir adam orada bulunsa Osman Bey’den ziyade Mesut’un hâline acırdı. Zira Mesut’un Osman Bey’e bakışları aynıyla bir şefkatli babanın gerçekten ahirete gitmek üzere bulunan oğluna bakışı gibi bir bakış olup çocuk ise aşk gayretiyle gönülden ölmeye hazırlanmıştı.

Lala, “Oraya gidersen bir daha bu dünyaya gelemezsin.” dedi. Osman Bey, “Nergis bu dünyada olmadıktan sonra bu dünya varsın viran kalsın.” cevabını verdi. Lala, “Anandan babandan sonsuza kadar ayrılacaksın.” dedi. Osman Bey, “Benim âlemde varım yoğum, hatta âlem bile Nergis’tir. O nerede ise benim de orada bulunmam en büyük saadet içinde bulunmaktır.” diye karşılık verdi. Nihayet olmadı. Çocuğu dahi ahirete Nergis’in yanına göndermekten başka Mesut için çare kalmadı. Zira bu hâl o şekilde devam edecek olursa Osman Bey’in ölmesi kesindi. Bu ise kendi ölümü kadar kendisi için acı idi.

Kısacası Mesut Ağa çocuğu ahirete göndereceğini vadederek fakat bu şey hakkında kimseye bir söz söylemeyeceğine dair yemin ettirdi ve akşam saat dört buçuk beşte konaktan hiç kimseye görünmeyerek çıkıp kendi evine gelmesi tembihi ile çocuğu memnun ve sevinçli bir şekilde konağa gönderdi.

Şimdi okurlardan merhameti galip olanlar der ki çocuk konağa gittiği zaman kim bilir anasına babasına ne nazarla bakardı. Elbette ebedî vedayı ima eder bir nazarla bakardı. Heyhat! Osman gözüne dünya görünmüyor ki bu taraflara fikrini versin? Aşk bu! İnsanın yüreğini nasıl cayır cayır yakar! İhtimal ki zavallı çocuk anasına babasına düşman nazarıyla bile bakmaktadır.

İşte böyle bir nazar ve hâl ile yatsıdan sonra halkın yatmasına kadar sabredip sonra ihtiyaten yanına yalnız bir süslü hançer alarak lalasının evine can attı. İşte Üsküdar için Osman Bey’in kaybolduğu saat o saat oldu.

Ertesi sabah Osman beybabasının konağında görülmediği gibi lalasının evinde de bulunmayınca anasının babasının telaşları kâfi idi. Akşam olup da çocuk konağa yine gelmeyince ve ertesi gün dahi izi belli olmayınca telaş ve heyecan arttıkça artıp her tarafta tellallar bağırtılarak yine bir ipucu alınmadıktan ve özellikle Mesut Ağa tarafından yapılan inceden inceye araştırmalar üzerine Osman Bey, falan sabah erkenden iskele kahvesi önlerinde görülmüş ve o gün akşamüzeri Kız Kulesi akıntılarında bir insan leşi balıkçılar tarafından görülmüş olduğu anlaşılıp çocuğun kendisini denize attığına hüküm verildikten sonra artık konak içinde bir vaveyladır koptu. Annesi ile babasının feryadı ve figanları ayyuka çıktı. Konak içinde karalar giyilip haftalarca yas, matem tutuldu. Lakin ne fayda? Her yerde böyle yaslar, matemler tutulur ama biraz vakit sonra meyuslar teselli bulmaya, yavaş yavaş gönül ızdırabı dahi geçmeye başlar, derken yine eğlence demleri gelir. Müteveffayı yalnız geceleri -o da hatırlarına gelirse- anmaya başlarlar.

Osman Bey’in kayboluşu üzerine uzun kulaktan iki malumat aldık ki bir dereceye kadar dikkate değerdir. Birisi şu ki:

Osman Bey baba evinden kaybolduktan beş gün sonra bir sabah erkenden Üsküdar Mezarlığı yanında bir ihtiyar Arap karısı ile yanında bir genç kız görülmüş. Oradan geçen iki yeniçeri, genç kıza sataşmak istemişler. Arap kendilerine ilişilmemesini bunlardan ne kadar rica etmiş ise de fayda vermemiş. Kız dahi bir hayli ricada bulunmuş. Yine fayda vermeyince Arap, “Sizi gidi çapkınlar! Ben bir babalı Arap’ım. Size ettiğim rica makbule geçmez ise ikinizin de kanını içebilirim!” diye belinden uzun bir kama çıkarıp yeniçeriler üzerine saldırmış ve yeniçeriler hamamcı olup hamama gitmek üzere bulundukları ve üzerlerinde silah bulunmadığı cihetle kaçmaya mecbur olmuş. Tuhafı şurası ki Arap kamayı çektiği zaman genç kız dahi feracesi altından bir hançer çıkarıp cenge hazırlanmış. Ne ise yeniçerilerin ellerinden kurtularak Selimiye’ye doğru gitmişler.

Yeniçeriler bu vakayı Toptaşı Hamamı’nda anlatmışlar imiş. Vakanın diğeri ise pek gizli olup onu biz nasılsa keşif yollu öğrenebildik. Şöyle ki:

Kuzguncuk tarafında bulunan bir bağ içinde bahçıvanlık eder bir Tüysüz Mehmet vardı. Pek de layıkıyla malum değil ama bu bağ, Mesut Ağa’nın malıdır. Tüysüz Mehmet ne olduğu belirsiz bir adamdır, ancak bir rivayete göre Tüysüz Mehmet, Mısır’da kölemen beylerinden birisinin ak ağası iken meğer iktidarsız olmayıp yalnız tüysüz olduğu sonradan bir cariye ile geçen maceradan anlaşılmış olmasıyla Tüysüz güç bela ile başını kurtarıp İstanbul’a can atabildi.

İşte sözü edilen bağda bir cuma günü Mesut Ağa ile Tüysüz Mehmet arasında şöyle bir konuşma gerçekleşmiştir:

Mesut: “Nasılsa Osman Bey’i de ahirete gönderdik.”

Mehmet: “A! İşte buna acıdım.”

“Ne yapalım. Başka çare bulamadık. Kendisi istedi.”

“Ben ise gerçekten denize atılmış olduğuna inanmıştım, ama yine acıdım.”

“Ah domuz köse! Sen vaktiyle Nergis’e dahi acımıştın ya!”

“Vallahi efendim, onda benim kusurum yoktur. Ben yalnız o sırrı kimseye söylememesini ve söyler ise öldüğü gün olacağını açığa vurdum. O da korkmuş, kaçmış.”

“Ben senin ne zayıf yürekli olduğunu bilmez miyim? Senin de canın benim elimdedir ama bakalım ne zaman.”

“Hayır efendim! Benim en büyük saadetim sizin ellerinizdedir ama bakalım Allah dünyanın fırıldağını bizim tarafa ne zaman çevirecek.”

İşte biz art aradan3 Osman Bey hakkında şu iki malumatı alabildik ki birincisi sırlardan haberdar olmayanlar için hiçbir şeye yaramaz ve ikincisi dahi bir bağ içinde iki adam arasında cereyan eden sohbetçikten ibaret olmakla ona dahi kimse vâkıf olamazdı.

Bizim nemize lazım? Artık Osman Bey’i anası babası dahi unuttuğu hâlde biz mi arkasını arayıp duracağız! Biz kendi eğlencemize bakalım; hazır şu gün Mehmet’in hâlinden bahis açmıştım. O konuda söylenegelen bazı şeyleri dinleyerek kendimizi eğlendirelim:

Tüysüz Mehmet’in bahçıvanlık ettiği bağ halk içinde adı geçtikçe tuhaf bir tebessüme yol açan garip bir yer idi. Aralıkta bir ihtiyar karı, koltuğu altında bohçalar ile oraya gelir, Köse Mehmet’e eşyasını saklatırdı. Bir de Arap karısı vardı ki Köse Mehmet ile gizli bir aşüfteliği olduğu hâlinden alenen görülürdü. Bahçeye girdikçe “Oğlan Köse” hitabıyla söze başlar ve pek sevdiği zamanlar manda pençesi gibi pençeleriyle Mehmet’in ensesine tokat vururdu. Bu Arap’ın, Köse Mehmet’e ettiği eza ve cefa o kadar fazla ve Köse Mehmet’in dahi Arap’a muhabbeti, hürmeti, itaati o kadar fevkalade idi ki şu hâl Kuzguncuk ahalisi arasında darbımesel hükmüne girip birisi diğerinin şakasına sebepsiz tahammül edecek olsa şaka eden “O! Sen de artık beni Köse Mehmet, kendini Arap karısı mı zannettin?” derlerdi.

Köse Mehmet bahçenin mahsullerinden pek az bir miktarını ucuz bir bedel ile Üsküdar cuma pazarında satıp mahsulün çoğunu Ahmediye’de bir konağa götürüp gerek veresiye ve gerek peşin para ile satardı. Hatta bu dahi halk içinde darbımesel yerine geçip malını satmak kaydında olmayanlara “Herifin Köse Mehmet’in müşterilerinden daha yağlı müşterisi varken malını satmakta kaygı mı duyar?” derlerdi.

Bahsi geçen Arap karısının Tüysüz Mehmet’e aralıkta gelip giden kocakarı ile dahi muamelesi pek laubalice idi. Köse’ye nasıl nazlı nazlı eşek şakaları eder idiyse ihtiyar kadına dahi aynı muameleyi ederdi. Hatta bazı kere bağ içine kocakarı ile girdiği görüldüğü gibi aralıkta bir ikisi birlikte çıktıkları olurdu.

Bazı vakitler olurdu ki bu Arap karısı ile kocakarı bahçede şaka ederlerken konudan komşudan adamlar dahi toplanıp bunların seyrine bakar ve edilen nazlardan ve eşek şakalarından dolayı gülmekten kırılırlardı. Fakat bu Arap karısı ile kocakarı şu Tüysüz Mehmet’ten ne umarlardı? Bazı bazı Mehmet’in kulübesinde yattıkları dahi olurdu.

Bakılsa mahalle halkının velev Arap olsun velev ihtiyar olsun bir bekâr herifin bağ kulübesinde kadın misafir yatmasına rıza göstermemesi lazım gelir idiyse de bunlar öyle hatırı sayılır güruhtan olmayıp âdeta pek açık ayaktakımından bulundukları cihetle o kadar da kendilerine ehemmiyet vermezlerdi. Hem mahalle halkı niçin bunlara itiraz etsin ki; mahallelerinin en büyük eğlencesi bunlardı.

Hatta bazı bazı Tüysüz Mehmet bağdan kaybolduğu ve kendisi bağda olmadığı zamanlar ne Arap karısı ne de kocakarı geldikleri cihetle bağ pek ıssız kaldığından mahalle ahalisi âdeta eğlencesini kaybetmiş mahzun çocuklar gibi kalırdı.

İşte bizim Mehmet böyle bir adamdı. Fakat bu tariflerden kendisini o kadar aşağı bir ayaktakımı zannetmeyiniz. Çünkü aralıkta bir Ahmediyeli Mütevelli Veysel Efendi’nin hadımağası Mesut Ağa dahi Mehmet’in bağına gelip kendisiyle şakalaşırdı.

Bir rivayete göre Tüysüz Mehmet’in bağına gelip giden kocakarı Karagümrük semtinde yaşlı Arapların mayanga tabir olunur toplantı yerine gelir gider bir babalı Arap karısının yoldaşı ve kılavuzu imiş ki bu karı mayangada bulunan Arapların haber verdiklerine göre bir paşa konağından gelir ve nereye ve hangi konağa giderse bu kocakarı ile gidermiş. Bakınız bizim Tüysüz Mehmet’in nerelere kadar eli varıyor? Tuhaf bir adam değil miymiş?

2.Dur-endiş: Önceden görüp düşünen. Tedbirli. Her şeyin ilerisini evvelden mülahaza eden. İlerisini düşünen. (e.n.)
3.Art aradan: Haberi olmadan bir başkası adına yapılan iş. (e.n.)

Бесплатный фрагмент закончился.

399 ₽
145,75 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
11 июля 2023
ISBN:
978-625-6485-88-4
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают