Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Demir Bey yahut İnkişaf-ı Esrar», страница 5

Шрифт:

10

Feride Hanım’ın evvela oğluna gösterdiği nişanlar Sardunya, İspanya ve Bavyera devletlerinin demirden veyahut mineli ve bir dereceye kadar gümüş yaldızlı dört beş nişanlarından ibaret idiler ki bunların tümü istavroz şeklinde oldukları malumdur. Bir de Fransa’nın Legion D’honneur nişanının dördüncü rütbesinden bir kıta nişanı vardı.

Bu nişanlar Mustafa Kamerüddin’in o kadar dikkatini çekmediler. Zira onlara nispetle madalyalar daha ehemmiyetli idiler.

Bu madalyalardan bir tanesi Fransa Kralı Louis Philippe’in cülusu yani Fransa’da Bourbon hanedanının büyük şubesi X. Charles’ın çekilmesiyle son bulan ve küçük şubenin iktidara gelişi üzerine miladi 1830 senesi tarihiyle verilen madalya idi. Diğeri Cezayir işgalini hatırlatmak üzere yine 1830 tarihli bir madalyaydı. Üçüncüsü Telmesan işgali üzerine 1835 tarihinde; dördüncüsü Şayka muzafferiyeti için 1836 tarihinde ve beşincisi de Kostantin Anlaşması üzerine 1837 tarihinde verilen madalyalardı ki, sahibinin Cezayir’de işbu savaşlarda bulunup büyük başarılar elde ettiğini gösteriyorlardı.

Madalyaların altıncısı 1848’de Louis Philippe’in düşürülmesiyle Fransa’da verildiğini hatırlatıyordu. Yedincisi 1839’da Cezayir’de Demirkapı adıyla meşhur olan savaş madalyası; sekizincisi yine madalya gibi ve 1840 tarihli meşhur Mazağran müdafaası nişanı; dokuzuncusu ise Dük Dumal emriyle Cezayir’de 1843 senesinde vuku bulan ve Ayn-ı Tâceyn muzafferiyetine mahsus madalyalar idiler.

Bu dokuz madalyayı Mustafa Kamerüddin tarih sıraları ile tertibe koymaya çalıştı. Dolayısıyla 1848 tarihli avam hükûmetinin madalyasının henüz tarih sırası gelmemiş olduğundan ayırdı. Elinde tuttu ve madalyaların kalanlarını da muayeneye başladı ki şimdiye kadar tarif ettiğimiz sıraya göre onuncusu 1844 tarihli ve İzli muzafferiyetini hatırlatıyordu. Mareşal Bogo adına verilen bir madalyaydı. On birincisi 1847 tarihinde Emir Abdülkadir’in nişanı olarak verilen bir madalya idi.

Madalyaların işbu on iki tanesi tarih sırası ile tertip olunduğu zaman Mustafa Kamerüddin elinde tutmakta bulunduğu madalyayı on ikinci olarak önüne koydu. Sonra madalyaların on üçüncüsü olmak üzere 1851 tarihli bir madalyayı eline aldı ki, sonradan Fransa imparatoru olan Prens Napolyon Bonapart’ın ilk gelişine dairdi. Ondan sonra madalyaların on dördüncüsü malum prensin üçüncülük unvanıyla imparatorluğunu kutlamak ve 1852 tarihiyle kaydedilmişti. On beşincisi ise Mareşal Mac Mahon’un yine bu tarihte Cezayir’in işgali üzerine ona olan itaatini tamamlamasını hatırlatıyordu. Nihayet on altıncısı Kırım Savaşı’ndan sonra Paris Antlaşması için 1856 tarihiyle basılmış bir madalyaydı.

İşbu madalyaları sıraya koyduğu zaman Mustafa Kamerüddin miladi 1830 senesinden 1856 senesine kadar yirmi altı senelik bir tarihin en önemli olaylarını düzenlemiş oldu.

Acaba bu madalyaları alan zat hakikaten kendi babası mıydı?

İşte bu nokta delikanlının en evvel nazarıdikkat ve hayretini çekmeye başlayan nokta oldu. En evvel düşündü ki şu madalyaların gösterdikleri yirmi altı senelik müddet üzerinden bir yirmi beş sene daha geçmiştir ki, o da pederinin Sinop vakasından sonra emekli olup kendi validesinin evliliğiyle geçirmiş olduğu zamandır. Bu hesapça yani 1830 senesinden 1856 senesine ve o tarihten şimdiye kadar tam 51 sene geçmiştir.

Tam Mustafa Kamerüddin bu hesapta iken validesi:

“İşte oğlum bunlar bir Müslüman’da bulunacak şeyler değildir ya! Bunların tetkiki ile babanın aslı nesli hakkında şüphen kalır mı? Nefretimde haklı olduğumu teslim edersin ya?” demişti. Buna cevaben oğlunun ağzından:

“Yok! yok! Hesabımız yanlış!” sözlerini işitince kadıncağız hesabın yanlış olmadığını ve ne olursa olsun zannında, nefretinde haklı olduğunu ispat edecek sözler söylemeye davrandı ise de müteakiben kendisi de anladı ki Mustafa Kamerüddin kendisine hitaben söylememiştir.

Hakikaten Mustafa Kamerüddin hesabın yanlışlığına dair olan sözleri validesine cevaben söylememişti. Önüne dizdiği madalyaları tetkiki ve düzenlemesi üzerine Mustafa Kamerüddin başka bir hesaba dalmış gitmişti. Hatta ilk sözünde devam ile kendi kendisine mırıldanmak nevinden diyordu ki:

“Elli bir sene olmayacak! Kırk sekiz, kırk dokuz sene edecek! Çünkü babam Sinop vakasını müteakip emekli edilerek emekliliğiyle beraber validemi de almıştır. Bu ise 1853 tarihine denk geliyor demektir. Paris Antlaşması madalyası ondan üç sene kadar sonra yani 1856’da imzalanmıştır.”

Feride Hanım oğlunun böyle kendi kendisine mırıldanmasını bir şüphe nazarıyla karşıladı. Mustafa Kamerüddin’in bu hesabı hangi neticeyi getireceğini sabırsızlıkla bekliyordu. Mustafa Kamerüddin ise madalyaların birisini alıp diğerini bırakarak ve kâh bir tarafını kâh diğer tarafını çevirip temaşa ve tetkik ederek hep kendi kendisine mırıldanmak nevinden diyordu ki:

“İlk madalyadan bugüne kadar kırk sekiz sene geçmiş ise pederim ilk madalyayı aldığı zaman acaba kaç yaşında bulunması lazım gelir? Babam şimdi sekseninde kadar vardır o hâlde…”

Şu son söz Feride Hanım’ın gayretine dokundu, bir eliyle oğlunun dizini dürterek:

“Aa! Sekseninde neden olsun? Yetmişinde bile yoktur.” demesiyle Mustafa Kamerüddin güya uykudan uyanıyormuş gibi dalgınlıktan baş kaldırdı. Validesine bir “Ha?” sesiyle izah gönderdi ise de validesinin vermeye başladığı uyarılara asla kulak vermeyerek yine kendi hesabına devama başladı. Hep sayıklarcasına mırıldanarak diyordu ki:

“Babam şimdi seksen yaşında var ise demek oluyor ki ilk madalya kendisine verildiği zaman otuz, otuz bir, nihayet otuz iki yaşlarında varmış. Huuu! Ne ömür? Ne vukuat? Babam tüm insani faziletlerini tamamlayarak tam da bir kâmil insan olmamış! Bu kadar ömrün tecrübeleri, şu madalyaların gösterecekleri olaylar, insanı bir canlı tarih hükmüne koyar. Her vakadan alınacak ibret, insanın dikkatli nazarını açtıkça açar. Fakat babam şimdiye kadar bizi bu sırlara niçin vâkıf etmemiş?”

“İşte ben de buna kızıyorum ya! Asıl nefret sebebim bu değil mi?”

Bu sözü söyleyenin Feride Hanım olduğu aşikârdır. Gerçi Feride Hanım bu sözü oğluna cevap olmak üzere söylemiş idiyse de Mustafa Kamerüddin “Babam şimdiye kadar bu sırra bizi niçin vâkıf etmemiş?” sualini validesine hitaben söylememiş olduğundan kendi nazarında validesinin cevabı tamamıyla hükümsüz kaldı.

Mustafa Kamerüddin’in şimdiye kadar ettiği hesaplar üzerine düçar olduğu hayret hemen kâfi iken bir de validesi evrak paketini açarak gözü önüne birtakım resimler, kâğıtlar serince delikanlının dalgınlığı, hayreti son mertebeye vardı. Türlü türlü resimler ile süslenmiş olan matbu kâğıtlar şu nişanların ve madalyaların beratlarıydı. Şöyle hızlıca bir göz gezdirdiğinde bunların hepsi Pierre Heyder namında bir zabite verilmiş olduğunu görünce “Heyder mi? Heyder mi?” diye gayet telaşlı bir suretle mırıldanmaya başladı. Güya matbu beratlar üzerinde okuduğu isimleri dosdoğru okumuş bulunmasına kendisinin de şüphesi varmış gibi bunları tekrar tekrar gözden geçirip hatta yanmakta bulunan kandile sokularak o şekilde de muayene ettikten sonra:

“Evet! Evet! Şüphe yok! Heyder! Ta kendisi!” diye hemen validesinin yanına gelip diğer evrakı da karıştırmaya başladı. Validesi:

“O Heyder kim oluyormuş? Babanın asıl ismi Heyder mi imiş?” yollu bin sual ile oğlunu sorgulamak istiyor ise de Mustafa Kamerüddin’de bu suallere cevap iktidarı şöyle dursun, sualleri anlamaya bile gücü kalmamış. Delikanlı olanca kudret ve kuvvetini zihninde tayin ettiği bir noktaya dikkatle diğer kâğıtları o kadar hırs ile karıştırıyordu ki her birini gözleriyle yiyecek zannolunurdu.

El yazısı ile yazılmış birkaç mektubu gözden geçirdi. Bu mektuplar kendisine gayet müthiş birtakım şeylerden haber veriyorlarmış da Mustafa Kamerüddin kendine hücum eden bunca dehşetlere karşı ne yapacağını şaşırmış kalmış olduğuna delalet edecek bin hadise, bin emare bir anda yüzünde peyda oluyordu. Hele:

“Beni buraya Allah getirmiş! Cenabıhak nice gizli hakikatleri ortaya çıkarmak için böyle yapmış!” yollu sözleri mırıldandıkça, validesi meraktan çıldırıyor idiyse de oğlunun aklını başına iadeye imkân yok ki sorduğu suallere cevap alabilsin de merakını halledebilsin!

Mustafa Kamerüddin’in mevcut kâğıtları karıştırması yarım saatten ziyade sürdü. Bu esnada eline geçen resimlere de büyük bir dikkatle bakarak onları da başkaca bir tarafa istif ediyordu. Derken resimler arasından bir kadın resmi çıktı ki bunu görür görmez delikanlının gözlerinden âdeta alevler fırladı.

Bu resim tirşe üzerine sulu boya ile yapılmış bir şeydi. Mustafa Kamerüddin’in mutlaka bunu bir kimseye benzettiği hâl ve şanından anlaşılıyordu. Ancak resim bir genç kadın resmi ise de yirmi beş yıldır şu paketin içinde mahsur kalmasına nazaran bu taze kadının şimdi artık bir gül gibi ihtiyar olmuş bulunması lazım gelmez mi? Fakat bu resmi Demir Bey’in oraya sonradan koymuş bulunması da hatıra geleceğinden işte bu şüphe delikanlıyı bir kat daha perişan etti.

Mustafa Kamerüddin bu resmi alarak tekrar kandile sokuldu.

Orada resmi dikkatlice seyretti. Hâline tavrına nazaran bu defa resmi tanımış olduğu anlaşılıyor idiyse de bu resim tanıdığı bir zata pek benzediğine şüphe olunamıyordu.

Böyle saatlerce müddet babasının gizlemiş olduğu eşyasını karıştırdığı hâlde anlayabildiği şeylerden validesine asla malumat vermemesi Feride Hanım’ı meraktan patlatmak derecesine getirmekle kadıncağız âdeta oğlunun iki elini tutarak dedi ki:

“Mustafa! Mustafa! Anladığın şeylerden beni de haberdar etmeyecek misin?”

“Daha bir şey anlayamadım valideciğim!”

“Hayır! Hayır! Sen pek çok şeyler anladın. Bir anda bin hâle giriyorsun! Babanın aslı Fransız olduğu sabit oldu mu, bana onu söyle!”

“Anneciğim! Babamın aslı Fransız olup olmadığını bilmem. Fakat şu evrak benim aramakta bulunduğum bir zatın evrakı olduğuna asla şüphem kalmadı.”

“Ya o zat da baban ise?”

“Zaten bu evrakın içinde büyük bir roman mevcuttur. Eğer bu evrakın sahibi babam çıkacak olursa o romanın ehemmiyeti bir kat daha artar. Sabret valideciğim! Tetkiklerimi icra edeyim de neticesinden elbette seni de haberdar ederim.”

Gerçi bu söz Feride Hanım’ı tamamıyla ikna edemediyse de oğlunda gördüğü fevkalade hayret hâline nazaran delikanlıyı daha ziyade zorlayamayacağını anladığından ve gece de pek gecikmiş olduğundan gece uykusundan tümüyle mahrum kalmamak için yatak odasına çekilmeye lüzum gördü.

Fakat Mustafa Kamerüddin’i oradan ayırmak mümkün mü? Özellikle kendisi odadan çıktığı hâlde delikanlıyı bunca gizli eşya ile orada bırakmaya imkân var mı?

Ana ile oğul arasında bir mübahase de bunun üzerine açıldı. Feride Hanım eşyayı yerli yerine koyarak oğlu ile beraber oradan çekilmek ve Mustafa Kamerüddin ise sabaha kadar bu evrakın tetkiki ile meşgul olmak görüşündeydi. Birçok münazaradan sonra delikanlı sabahtan evvel bu eşyayı tümüyle yerine koyup işin aslını bile belli etmeyeceğini validesine temin etmekle Feride Hanım odasına çekildi ve Mustafa Kamerüddin incelemesine devam etti.

İşini bitirdikten sonra eşyayı ilk bulunduğu hâl üzere yerleştirdi mi? Her şeyi yerli yerine koydu mu?

Evet! Yalnız malum kadın resmini bir gazete kâğıdına sarıp kendi odasına götürdü.

İkinci Kitap
Çiçekçi Polini

1

Henüz pek yakın bir yerde geçmiş olduğu için, okuyucularımızın hatırlarından çıkmamış olması beklenir ki, Mustafa Kamerüddin pederinin iş odasında validesiyle beraber bazı eski ve gizli evrakları karıştırdığı ve Feride Hanım bu evrak ile Demir Bey’in mensup olduğu milletin belli olup olmayacağına dair tekrar eden sualleriyle delikanlıyı sıkıştırmaya çalıştığında, Mustafa Kamerüddin “Heyder” ismini birkaç defa tekrar ederek, eğer mevcut evraktan ismi Heyder olduğu anlaşılan zat hakikaten kendi babası Demir Bey çıkacak olur ise bu işin içinde büyük bir romanın saklı olduğunu söylemişti.

Babası Demir Bey’in bu evraktan anlaşılan Pierre Heyder olduğu delikanlı nazarında ispatlanmış olsaydı işler biraz değişecekti. İhtimal ki nekahet hâlinin henüz tehlikesi bertaraf olmamış bir hastalık derecesinde bulunan babası üzerine bin türlü mühim sualler ile hücum ederek, kendisince ehemmiyeti son mertebede bulunan birtakım sırrın inkişafı için hasta ihtiyarın ayaklarını öpmek mertebesinde hürmet ile hastalığın bitmesine kadar sebebiyet gösterebilirdi. Fakat işin ehemmiyeti henüz bizce belli olmadığı hâlde, Mustafa Kamerüddin nezdinde pek belli bulunduğundan, bu meselede asla acele etmeyerek büyük bir metanetle davranmak lüzumu gerekli görüldü.

Öyle ya! Pederinin herkesten gizli tuttuğu evrak kendi evrakı olması ne kadar muhakkak ise kendisinden başka birinin evrakı olması ihtimali de o kadar muhakkak değil midir?

Fakat zikredilen evrak, babasının olmayıp da başka birisinin olsa bile hiç olmazsa şu Pierre Heyder, pederi huzurunda anlatılıp açıklığa kavuşması gerekir. Bu itiraf da öyle alelade bir itiraf sayılmaması gerekiyor. Pierre Heyder ile babası arasındaki münasebet o kadar kuvvetli olması icap ediyor ki, Pierre Heyder birçok sırrını Demir Bey’e emanet edercesine malum evrakı kendi eline teslim ediyor.

Kısacası şu Pierre Heyder’in tüm sırları Mustafa Kamerüddin’in bilgisi dâhilinde olduğundan, gayet latif bir romanın en mühim şahıslarından sayılacaktır. Biçare delikanlı bu adamı zaten aramakta bulunduğundan izini pederinin evrakı içinde keşfetmiş olmasından dolayı fevkalade memnun olarak zikredilen evrakı içinde bulduğu malum kadın resmini de almış odasına götürmüştü.

Mustafa Kamerüddin’in romanı içinde bu resmin mevkisini tayin için çok öncesine romanın başlangıcına gitmek gerekir. O hâlde de Mustafa Kamerüddin’in Paris’e gidişinden hikâyeye başlamak icap eder. Zira delikanlı bu defa Paris’ten İstanbul’a gelirken bu romanı öyle bir noktasında İstanbul’a birlikte getirmiştir ki romanın neticesi de ancak pederinin evrakının delaletiyle ele alınabilecektir.

Mustafa Kamerüddin, Demir Bey ile Feride Hanım’ın ilk oğullarıydı. Ondan sonra kadıncağız bir kız ile bir oğul daha doğurmuş ise de yaşayamayarak ikisi de birkaçar aylık masum oldukları hâlde ahret âlemine göçmüşlerdir.

Demir Bey ahlakında olan adamlar görünüşte hiç evlat düşkünü görünmedikleri hâlde hakikatte çocukları için en şefkatli, en gayretli babalar oldukları genellikle müşahede olunur. Demir Bey de oğlunun üç yaşına kadar kundakta, beşikte, ana kucağında, dadı kucağında geçirdiği zamanlar zarfında âdeta kayıtsız gibi görünerek, çocuğu öylesine kucağına alacak olursa birkaç şefkatli öpücükten sonra hemen dadısına iade ederdi.

Çocuk üç yaşını bitirip de hitaba, cevaba başladıktan sonra ise babanın oğla münasebeti kuvvet bula bula öyle bir dereceye vardı ki, artık ne babayı oğlundan ve ne de oğlu babasından ayırmak mümkün olamamaya başladı.

Bütün gün Mustafa Kamerüddin babasının yanında bulunarak, ihtiyar peder çocuğun kulağına birçok şeyler mırıldanır, ama çocuk bu sözleri anlar mı, Demir Bey orasını pek düşünmez. Bugün anlayamaz ise yarın anlayacağına inanır. Kendisi de çocuğa birçok sualler sorar. Ama çocuk uygun cevaplar vererek pederini memnun eder mi? Demir Bey’ce bunun da önemi yoktur. Bugün uygun cevap veremezse yarın verebileceği ümit ve beklentisindedir. Bizce önem verilecek şey babanın oğla verdiği mesajları âdeta büyük adamlar arasında konuşulabilecek malumattan ibaret bulunmasıdır.

Cennetmekân Sultan Selim hazretlerini, Demir Bey minimini Mustafa Kamerüddin’e onun zamanına kadar emsali gelmemiş bir müceddit olmak üzere öyle bir surette tanıtmıştır ki, çocuk âdeta Hazreti Sultan Selim’i gece rüyasında görerek ertesi gün:

“Baba bu akşam rüyamda Sultan Selim’i gördüm. Bir alay süvariyi talim ettiriyordu.” gibi haberlerle pederini memnun ederdi.

Hazreti Selim-i Salis gibi daha birçok meşhur adam ile de minimini Mustafa Kamerüddin artık neredeyse hayalen dostluk peyda etmişti. Mehmet Ali Paşa’yı, büyük Napolyon’u, Deli Petro’yu da rüyasında gördüğü olurdu. Hele silah ve gemi çeşitlerine dair bu çocuğun bilgisi olur olmaz büyük adamlarınkinden fazlaydı. Pederi ile geçen sohbetlerinde silahların kundaklarına, namlularına, harbilerine, bileziklerine, çakmaklarına, horozlarına, karşılıklarına, ot yataklarına, tetiklerine, korkuluklarına, yaylarına, zembereklerine, tulumbalarına, dipçiklerine, vidalarına filanlarına dair o kadar bahislere girişir idi ki, pek çok adamların bu isimleri bile işitmemiş olacakları aşikârdır.

Denizde iki gemi görecek olsa birinin diğerinden farkını Mustafa Kamerüddin’in tarif etmesi ve bu mesele hakkında babasıyla muhavereye girişmesi âdeta iki eski kaptan arasında bir muhavere çeşnisini gösterirdi. Zira şu geminin armasındaki ipler ile bu geminin iplerinin gemiyi nasıl dengede tuttuğu gibi en ince noktalara kadar bilgi sahibi olmuştu.

Hele Demir Bey’in oğlunu muhakemeye çekmesi en tuhaf sohbetlerden uzaktır. Çocuğa:

“Farz edelim ki sen şu kabahati etmişsin. Ben de seni sorgulayıp muhakemeye çekiyorum. Haydi bakalım o kabahati etmemiş olduğunu bana ispat et!” diye hiç aslı olmayan bir kabahat üzerine uzun uzadıya sorgu ve muhakemeye girişir idi ki yavrucağın bunu ispat için deliller getirmeye çalışması ve babasının bunları redde gayret etmesi gitgide baba ile oğul arasında bayağı bir mücadele, bir kavga derecesine de varırdı.

Beş altı yaşına kadar babası ile Mustafa Kamerüddin arasındaki muallimlik ve talebelik münasebeti bundan ibaretti. Ondan sonra harflerin heceleri ile Demir Bey oğlunu okutmaya yazdırmaya başladı. Özellikle hem okutup hem de yazdırmaya tahtasız başladı. Zira Tunus’ta mı, Trablus’ta mı, Mısır’da mı, yoksa Cezayir’de mi, her neredeyse Arapların cilalı bir tahta parçasını çocukların eline vererek elif harfini talim eder etmez o harfi yazdırmaya da başladıklarını ve dolayısıyla çocuk ne dereceye kadar okursa o dereceye kadar yazı yazmaya da başlayabileceğini Demir Bey gençliği esnasında öğretmişti.

Bu tarz öğretme şimdi bizim “yeni usul” diye almaya çalıştığımız, eski ve kadim usulümüz olduğuna dikkat buyruluyor ya? Bir usul ile altı yaşında eğitime başlayan bir çocuk on yaşına kadar mükemmelen okur, yazar bir adam olur ki, bundan yirmi, yirmi beş sene evvel değil; bugünkü günde bile bu başarıda olan çocuklar henüz nadir sayılır.

Demir Bey oğluna okuma ve yazmakla beraber okuduğu şeyi anlama eğitimini de vermişti. Türkçe olmayan bir kelime geldiği zaman:

“Bu kelime Acem yahut Arapçadır. Türkçesi şudur.” diye çocuğa o kelimeyi belletip bir daha unutmaması için de başka vakitler defalarca tekrar ettirirdi. Dolayısıyla Mustafa Kamerüddin Bey on yaşına geldiği zaman yalnız okuryazar bir çocuk olmakla kalmayıp okuduğunu bayağı anlar bir adam da sayılırdı.

Ondan sonra çocuğu Mısır ulemasından olan ve Beşiktaş’ta oturan bir ihtiyar zata öğrenci verdi. Her gün bahçıvan veyahut uşak ve şayet bunların işleri varsa bizzat Demir Bey çocuğu Beşiktaş’a götürüp iki saat kadar Mısırlı âlimin huzuruna teslim ederdi. Hatta Demir Bey, Mustafa Kamerüddin’i kendisi götürdüğü zaman öğretmenin huzuruna yalnız bırakıp kendisi diğer odada beklerdi.

Bunun hikmetini anlayabildiniz mi? Çocuğu bahçıvan yahut uşak hocasına götürdüğü günler çocuk döndüğü zaman Demir Bey o gün hocası neler söylemiş olduğunu sorup çocuğu cevap vermeye mecbur ederdi. Bir gün kendisi de derste hazır bulunduğu hâlde, dersten sonra hanelerine döndüğünde:

“Haydi bakalım! Bugün hoca efendi ne söylediyse bana tekrar et.” deyince Mustafa Kamerüddin:

“Sen orada değil miydin? Hoca efendinin dediklerini işitmedin mi?” cevabını vermiş ve dersten tekrardan kaçmak istemişti. Demir Bey anladı ki çocuğun kendisine dersi hatırlatması şunun içindi: “Babam bunları bilmiyor. Benden öğrenecek.” Dolayısıyla kendisi öğretmen huzurunda bulunmaz ise Mustafa Kamerüddin’e bilahare ders tekrar etmek istediğinde böyle şeylere başvuramayacaktı.

Nasıl? Demir Bey’i dikkatli ve hikmetli buluyorsunuz değil mi? Adamcağız bulduğunuzdan ziyadedir bile.

İki sene kadar Arabi öğretmenine devamdan sonra Demir Bey oğluna yeni bir ders daha vermeye başladı. Bu ise Fransızca dersi idi. Taksim’de Lazarist tarikatına mensup bir ihtiyar Fransız papazı bulunuyordu. Bazı Frenk, Rum ve Ermeni çocukları için ufacık bir mektep açmış ve her birinden beşer onar kuruş aylık almak üzere on dört on beş çocuğu oturduğu hanenin en büyük odasında toplamıştı.

Mustafa Kamerüddin Beşiktaş’taki Arabi dersinden döndükten ve kuşluk yemeğini yedikten sonra bu Lazarist’in mektebine devam etmekle mükellef edildi. Gerçi Feride Hanım bu Frenkçenin lüzumunu bir türlü zihnine sığdıramayarak bundan dolayı kocasıyla birkaç kavga ettiyse de Demir Bey:

“Karıcığım! Ben sana bu lisanın gereğini anlatmak için ne kadar çalışsam faydası yoktur. Fakat bilmiş ol ki ben Mustafa’ya Frenk lisanını öğreteceğim. Sen kabul etsen de etmesen de öğreteceğim. Artık bu kavgalarla boşuna kendini de beni de yorma.”

Kesin cevabını vermiş ve Demir Bey için sözünden dönmek mümkün olmayacağı Feride Hanım tarafından zaten muhakkak bilinmiş olmasıyla biçare kadıncağız sözünü kesmeye mecbur olmuştur.

Üç sene kadar Mustafa Kamerüddin Lazarist’in mektebine devam etti. Sonra ihtiyar papazın vefat etmesinden çocuk mecburen oradan alındı. Bir aralık Telgraf ve Posta Nezaretinde bulunmuş olan Ermeni ricalinden meşhur Ağaton Efendi kendi çocuklarından birisini işbu Lazarist’in mektebine koymuş ve o çocuğu pek severek aralıkta bir huzuruna kabul ettiği sırada çocuk ile dostluğu ileriye götüren Mustafa Kamerüddin’i de görmüştü. Demirzade ile tekrarlanan sohbet onun hakkında da bir muhabbet oluşturduğundan Lazarist’in vefatından sonra Ağaton Efendi Ermeni çocuğunu Telgrafhane’ye çırak ettiği gibi çocuk bu mesleği Mustafa Kamerüddin’e de teklif etmiş ve bu teklif Demir Bey’in pek hoşuna gitmiş olduğundan on beş yaşındaki Mustafa Kamerüddin Telgrafhane’ye çırak olundu. Fakat orada kalmadı. Telgrafçılığı kendisine meslek edinmedi. Telgrafın elektrik vasıtasıyla nasıl haberleşmeyi sağladığını merak etmiş ve bu ilmi öğrenmeye merak sarmıştı. Babasıyla bu yolda sohbete girişerek hikmet ve felsefenin tek başına yetmeyeceğini ondan önce matematik ilmini öğrenmek gerektiğini söyleyerek Avrupa’dan getirilmiş bir Fransız’dan matematik ilmini öğrenmeye başladı.

Bilginlerden birisi “Okudukça, öğrendikçe cehaletim arttı.” demiş. Bu sözün doğruluğu Mustafa Kamerüddin hakkında da vaki oldu. Tahsilde ileriye vardıkça tahsili lazım daha başka birçok şeyler bulunduğunu görüyordu. Nihayet Telgrafhane’de iki buçuk sene kadar kaldıktan ve fakat bu zamana kadar gerek Fransızcasını ve gerek ilimlerin başlangıcını gereği gibi öğrendikten sonra Avrupa’ya gönderilmesi için babasına yalvarmaya başladı.

Bu konuda Demir Bey’e yalvarmak lazım mı? Adamcağızın elinden gelse ihtimal ki daha çocuk iken oğlunu Avrupa’ya gönderirdi. Ancak validesine ne yapmalı? Validesine ki, evin tüm giderini karşılamak da onun elindedir. Feride Hanım ise oğlunu Frenk diyarına değil, Bursa’ya kadar göndermeye bile razı olamıyor. Bir tanecik ciğerparesini gözü önünden ayırmak istemiyor. Fakat Mustafa Kamerüddin validesine o kadar yalvardı, o kadar ağladı ki nihayet Feride Hanım çocuğun ricasını kabul etmeyecek olursa Mustafa’nın firar suretiyle bile Avrupa’ya gidebileceğini görerek rıza vermeye mecbur oldu.

İşte Pierre Heyder ismi de içinde bulunan romanın başlangıcı da bu gidiş oldu.

Бесплатный фрагмент закончился.

92,26 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
09 августа 2023
ISBN:
978-625-6485-94-5
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают