Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Demir Bey yahut İnkişaf-ı Esrar», страница 4

Шрифт:

8

Ertesi gün Mustafa Kamerüddin Bey uykudan pek geç uyandı. O kalkıncaya kadar tabip gelip sabah ziyaretini yaparak gitmişti. Hatta bu sabah hastayı dün sabahkinden pek çok iyi bulduğunu da itiraf etmişti. Hele Feride Hanım dün hastanın oğlu ile ne kadar yorulduğunu anlattığı zaman doktor efendi bu kadar yorgunluk üzerine hastanın kuvvetinden kaybedeceği yerde bilakis dünkü kuvvetine nispetle daha iyi olduğunu belirterek memnun olmuştu. Ancak bu gibi yorgunluklar her zaman iyi tesir göstermeyeceğinden ve kötü tesiri daha ziyade olacağından bahisle hastaya oğlu ile konuşmalarını kısıtlaması tavsiyesinde bulunmuştu.

Mustafa Kamerüddin Bey uykudan kalkıp da pederinin yanına geldiği zaman Demir Bey:

“Gel benim acil ilacım gel! Dertlere derman oğlum gel!” diye fevkalade bir neşe ile oğlunu kabul ederek tabibin sözlerini de tebliğ etti. Bu tebligatın Mustafa Kamerüddin’i herkesten ziyade memnun edeceğine şüphe mi edilir?

O gün öğleden sonraya kadar pederiyle devam eden mülakatında hep Avrupa’daki tahsil ve müşahedelerini hikâye ile babasını yormaksızın eğlendirdi. Bu hikâyeler bir aralık hastaya ninni hizmetini görerek gözleri kapanıp tatlı uykuya varınca ana oğul cariyelerden birisini bekçi bırakarak hastanın yanından çıktılar, kendi odalarına geldiler.

İşte bu zamanı Feride Hanım oğlu ile hasbihâl için daha müsait bularak dedi ki:

“Mustafa! Umar mısın ki baban senin Fransızcayı ne kadar tahsil etmiş olduğunu takdir edebilsin?”

“Ne demek istediğini anlayamadım anacığım?”

“Hani ya demek istiyorum ki baban Fransızca bilmediği için senin tahsilinin derecesini takdir edemez sanırsın değil mi?”

“Gerçi beybabam Fransızca bilmez ise de gayet akıllı bir adam olduğundan yine benim tahsilimin derecesini pekâlâ takdir edebilir.”

“Gerçek babanın Fransızca bilmediğine kani misin Mustafa?”

Feride Hanım bu sözü söylerken oğlunun yüzüne o kadar manidar bir bakışla bakıyordu ki “Hani ya bu kanaatte isen senin aklına şaşacağım!” demek istediğini Mustafa Kamerüddin hemen anlamaya yaklaştı. Çocuğa bayağı bir alıklık geldi. Dedi ki:

“Muamma mı söylüyorsun anne? Yoksa ben Frengistan’a gider gitmez babam da Fransızca öğrenmeye mi başladı?”

“Onun gibi bir şey?”

“Öyle ise üç sene zarfında babam Fransızcayı mutlaka benden çok iyi öğrenmiştir. Babamda o akıl, o hafıza kuvveti varken bu lisanı öğrenmek onun için işten bile sayılmaz.”

“Gerçi babanın hafıza kuvveti pek büyük imiş! Fakat üç senede bir lisan öğrenmek derecesinde bir hafıza kuvveti değil? Öğrenmiş olduğu lisanı yirmi otuz sene sonra unutmayıp hâlâ o lisan ile konuşarak yaşıyormuşçasına bir bilmek ki olur olmaz hafıza kuvvetleriyle mümkün olamayacağı aşikârdır.”

Çocuğun arttıkça artan hayretini tam kendisince arzu olunan dereceye getirdikten sonra Feride Hanım:

“Evladım, baban Fransızcayı yeniden öğrenmeye neden muhtaç olsun? Fransızca babanın ana lisanıymış?”

Sözleriyle hastanın malum hayal gördüğü gece vuku bulan müşahedelerini başından hikâyeye başladı.

Validesi hikâyede ilerledikçe Mustafa Kamerüddin’in hayret derecesi de artıyordu. Birkaç defa:

“Anne, sakın yanlışlık olmasın! İhtimal ki babam Arapça yahut Arnavutça söylemiştir.” diyecek oldu ise de Feride Hanım:

“Ayol! Ben sözün Fransızca olduğunu anlayamaz mıyım? ‘Alon’, ‘bon’, ‘trebiyen’ gibi sözler Fransızca değil midirler? Fransızcada ‘siyon’lu kelimeler pek çok olmaz mı? Hasılı, bu kadar yıldır sen Fransızcaya çalışıp durduğun ve ben de seni dinleyip yattığım hâlde Fransızcanın Fransızca olduğunu anlayamayacağımı nasıl hükmedebilirsin?” diye oğlunu temin ediyor ve oğlu sükûta vardıkça hikâyesinde devam gösteriyordu.

Ta Demir Bey’in güya yaralanıp attan düşerek ölüm hâline geldiği noktasına kadar hikâyeye Feride Hanım devam etti. Mustafa Kamerüddin ise yalnız babasının öyle Fransız gibi Fransızca bilmesine hayretle değil; belki gayet garip bir roman gibi validesinin tasvir ettiği şeye de büyük bir hayretle dalıp gidiyordu.

Nihayet validesi Demir Bey’in eliyle malum olan acayip işareti icra ettiğini ve dolayısıyla kocasının asıl yalnız Fransız değil; Hristiyan olması da muhakkak olduğunu ifade edince Mustafa Kamerüddin birdenbire yerinden fırladı. Dedi ki:

“Aman anneciğim! Bu ne müthiş itham! Böyle bir şeye nasıl ihtimal verebiliyorsun?”

“Oğlum! İlk düşünce ve zannımın sıhhatine ben de ihtimal vermemiştim. Ancak bu zanların tümü tam hakikat olduklarını müteakiben maddi delillerle anlayıp gördüğüm zaman ciğerim parça parça oldu!” diye babasının iş odasını nasıl açtırdığını ve içlerinden neler çıktığını oğluna ayrıntılarıyla anlatmaya başladı.

Mustafa Kamerüddin sırrın böyle mertebe mertebe inkişafı üzerine renkten renge girerek kâh oluyordu ki gözleri içinde şimşek çakıyormuşçasına alevler peyda oluyordu.

Delikanlının bu dinleme esnasındaki hâl ve tavrını kocakarılar ağzından müthiş hikâyeler işitip dinleyen çocukların hayretli ve müthiş tavırlarına kıyas edemeyeceğimiz gibi en mükemmel tiyatroda en büyük olayı temaşa eden en hassas bir adamın hâline de kıyas edemeyiz. Eğer bir tabip bu anda Mustafa Kamerüddin’in kulağına neler girdiğini bilmeksizin yalnız hâl ve hareketlerini tetkik için nazara alsaydı mutlaka biçare delikanlının çıldırmakta olduğunu zannederdi.

Hâlbuki Mustafa Kamerüddin kendisinin çıldırmadığına emindi. Bilakis validesinin çıldırmakta olduğuna veyahut çıldırmış bulunduğuna kanaat derecesindeydi. Böyle hakikate yakınlığı bile olmayan koca bir vakayı hayal değil de gerçekmişçesine saçmalamayı, olur olmaz divanelerden bile bekleyemeyeceği ortadayken, validesinde cinneti hükmettirecek hiçbir emare görmemesi biçare delikanlıyı şaşırtmış bırakmıştı.

Validesi hikâyeyi bitirdikten sonra dedi ki:

“İşte evladım benden başka hangi karı olsa herifin asıl ve nesli bu suretle ortaya çıktıktan sonra kesin nefretini bir türlü yenemeyerek onu ölüme terk ederdi.

Fakat ben bunca yıllık evliliğe ve senin gibi bir oğul üzerindeki hakka hürmeten yine şimdiye kadar sabrettiğim gibi iyileşene kadar da sabredeceğim.”

“Hâlbuki bana yazdığın kâğıtta bu vakadan hiç bahsetmiyordun.”

“Bu sırrın ortaya çıkması sana yazdığım kâğıttan sonra vuku buldu. Hatta bu sırrın ortaya çıkması üzerine seni İstanbul’a çağırmış olduğuma isabetimi bir kat daha görerek teselli buluyordum.”

Aradan birkaç dakika sükût ile geçti. Bu sükût hâlinde Mustafa Kamerüddin’in derin derin düşünmekte olduğu anlaşılıyordu. Neden sonra o derin denizin dalgaları arasından güç hâl ile başını çıkarıyormuşçasına bir acizlikle davranarak validesine sordu ki:

“Bu dediğin eşya hâlâ orada mıdır?”

“Demek oluyor ki hâlâ inanmak istemiyorsun!”

“O demek değil amma… Şey! Demek istiyorum ki…”

“Dediğim şeylerin hepsi hâlâ oradadır. Hem de babanın yerleştirdiği gibi yerleştirilmiştir. Gerek oda ve gerek dolap kapılarına birer anahtar daha yaptırmış olduğumdan her ne zaman istersen birlikte gidip dolabı ziyaret edebiliriz.”

“Haydi, şimdi gidelim!”

“Hayır! Babanın uyanması yaklaştı. Şayet bu teşebbüsümüzden haberdar olacak olursa ya bizi perişan edecek bir muamelede bulunur veyahut hastalığı nüksederek bir daha dönmemek üzere felakete gider.”

“Öyle ise ne zaman bunları göreceğiz?”

“Akşam yatak zamanı gelip de yerli yerimize çekildikten sonra! Gerçi geceleri de baban bin defa uyanmakta ise de gece hizmeti için yanında halayıklar bulunmaktadır. O bizi uykuda zannettiği hâlde biz dolabı ziyaret ederiz.”

Mustafa Kamerüddin Bey için gece yatak zamanına kadar sabretmek ateşten şiddetli bir bekleme olacak idiyse de hemen o esnalarda hastanın yanındaki cariye gelip hanıma:

“Beyefendi uyandı! Sizi istiyor!” demesi Feride’nin hesabındaki doğruluğu ortaya koymuştu. Evvela Feride, hastanın yanına gitti. Demir Bey’in gönderdiği ikinci haber üzerine Mustafa Kamerüddin de pederi yanına vardı.

Bu haberi getiren cariye yavaş yavaş küçük beyefendiye ısınmakta olduğu cihetle:

“Büyük beyefendi sizi de istiyor efendim!” dediği zaman şu iki çift sözü cariyenin kendisince mutlaka manidar olması lazım gelen bir tatlı tebessüm ile söylemiş ise de validesinden işitmiş bulunduğu hikâye üzerine Mustafa Kamerüddin zihnen o kadar perişan idi ki kız bu tebessümünü daha ziyade tatlandırmak için olanca istidadını sarf edecek olsa Mustafa Kamerüddin Bey için bunun zevkine varmak yine imkânsız olacaktı.

Koştu, babasının yanına vardı. “Sakın validem babam hakkındaki nefretini gösterecek bir muamelede bulunmasın.” diye odadan içeriye pek korkarak girdiyse de bilakis validesini sanki kendisi ile o mühim hasbihâlde hiç bulunmamışçasına bir tavırda görünce memnun oldu. Hatta kendisi de içindeki durumu hakkında pederine renk vermemek için nefsini zorlamaya karar verdi.

Akşama kadar ana oğul hastanın yanında bulundular. Feride Hanım’ın hâl ve şanında kocası aleyhindeki kötü zannını gösterecek zerre kadar değişmenin bulunması şöyle dursun aksine evvelkinden şevkli, evvelkinden dostane, evvelkinden daha istekli tavırlar ile kocasından oğluna, oğlundan kocasına nazikçe hitap ederek asıl odak noktası kendisi oluyordu. Hatta hasta birkaç defa oğluna böyle güler yüzünden tatlı sözünden de müteşekkir kaldığını söyledi. Dedi ki:

“Oğlum! Şifayı veren Allah ise de benim şifama Allah’tan sonra tabipten ziyade validen sebep olmuştur. Bu kadar zamandır hasta yatıyorum. Bir gün olmadı ki hizmetim validene ağır gelsin de yüksünsün!”

Bu akşam yemeğini de familya halkı birlikte yediler. Hatta Feride Hanım, kocasının perhiz yemeklerini üç kişiye yetecek derecelerde yaptırmış olduğundan üçü bir tabakta yemek yediler ki, bu hâl biçare ihtiyara perhizini ve hastalığını unutturmuş ve sanki hiç hasta olmamış gibi çoluğuyla çocuğuyla yemek yediğini zannettirmişti.

Hastanın uykusu gelip de yatağa yattığı zaman dün geceden daha ziyade sıhhat ve afiyetle uykuya vardı. Ana oğul iki cariyenin ikisini birden odanın bir tarafında serilmiş olan yatağa yatırdılar. Fakat kulakları daima hastada olması tembihiyle odada bırakarak kendi odalarına çekildiler.

9

Kendi odalarına mı? Gerçi gerek hasta ve gerek cariyeler bu zanda bulundular ise de onların doğruca Demir Bey’in iş odasına gittikleri bize malumdur öyle değil mi?

Hastanın yanında kalan iki cariyeden birisinin ismi Mehtap diğerinin ismi de Afitap’tır. Mehtap yirmisini geçmiş ve Afitap otuzuna yaklaşmıştı. Fakat ikisi de isimlerine liyakatlerini ispat edebilecek fıtrat ve güzellikteydiler. Mehtap gayet sarışın, Afitap ise esmer dilberi bir kızdı. Güzellikten anlayan bir şair bunların ikisini de sena etmek isterse ikisinin de metih ve senaya layık pek çok cihetlerini bulur.

Mehtap şuh mizaçlıkta Afitap’a galiptir. Aralarında sekiz on yaş fark olması, yani Mehtap’ın nispeten daha pek genç bulunması bu şuhluğunu mazur göstermez mi? Gerçi Afitap ağır başlı bir kız sayılırsa da bu ağırbaşlılık nispidir. Mehtap’a nispetle ağır başlı sayıldığı hâlde kendisinden daha uslu akıllı bir kadın ile mukayese edilecek olsa ihtimal ki Afitap da şuh meşrep sayılır.

Bundan önce bir münasebet düşerek cariyelerin ikisi de Mustafa Kamerüddin’in Avrupa’ya gidişinden sonra satın alındıklarını söylemiştik. Bunlardan Afitap daha önce satın alınmıştı. Mehtap ise ondan yedi sekiz ay sonra satın alınmıştı. Dolayısıyla Afitap yalnız yaşça değil kapı yoldaşlık kıdemince de Mehtap’tan büyüktü.

“Herkesin kalp hanesinde bir aslan yatar!” demezler mi? Bu aslan herkesin kalp hanesinde ezelden mi peyda olmuştur, yoksa oraya sonradan mı girmiştir? Burasını tayin için tetkike ihtiyaç vardır. Fakat Afitap’ın kalp hanesinde aslan ister kendisi ile beraber halk olunmuş olsun, ister sonradan oraya girmiş bulunsun her hâlde Demir Bey’in şekil ve suretindeydi.

Ayıplanmaz ya! Bu yolda satın alınan kızcağızların türlü türlü ümitleri olur! Demir Bey’in yaşlılığı bu ümitleri kuvvetten düşürmez. Aksine takviye eder. Her cariye, hanımının kahrından efendisine ilticadan itibaren başlayarak hayallerini genişlettikçe genişletir. Çoğunlukla bu hâl efendilerde de görülür. Biçare cariyeleri evvela büyük bir merhametle himayeden başlayarak zevcesinin kıskançlığını arttıra arttıra nihayet cariyeyi odalık mertebesine terfi ettirir.

Gerçi bizim Demir Bey bu konuda daha cömert bir adam olduğundan sair efendilere asla kıyas edilmez ise de zavallı Afitap bu yolda sair cariyelerden başka değildi. İlk hayallerini arttırdıkça arttırmıştı. Efendisinin yüzüne gülmek ne kadar mümkün ise gülmüş, efendisinin nazarını çekmek için neler yapmak mümkün idiyse yapmıştı. Bu suretlerin hiçbirisiyle emellerine yaklaşamadığı hâlde yine ümitlerinden feragat edemiyordu.

Şuh meşreplikte kendisinden üstün olan Mehtap, kapı yoldaşının efendisi hakkındaki hayallerini anlayarak yavaş yavaş bu bildiklerini Afitap’a da anlattığı zaman ikisi arasında bir rekabet gayreti oluşmuştu. Nihayet Mehtap:

“Doğrusunu istersen ben öyle ağababam mertebesindeki bir ihtiyar için hiç de heveslenmem. Bizi azat edip birer kocaya verecekleri zamana kadar sabrederim.” yollu hakikatleri itiraf ile Afitap’a teminat verdiği için bu rekabetin şiddetini azaltmaya muvaffak olmuştu.

Bugün Demir Bey’in oğlunu davete dair verdiği emri Mustafa Kamerüddin Bey’e tebliğ eden Mehtap oldu. Hatta bu akşam ana ile oğul bunların itikadınca kendi odalarına çekildikleri zaman Mehtap şu delikanlı hakkındaki ilk düşüncelerini kapı yoldaşına anlatmaya da başladı.

Öyle ya! Hasta beklemek kolay şey midir? Hasta yanında gürültüsüz patırtısız bekçilik etmek, ağızdan kulağa fısıldaşmak nevinden hasbihâller ile vakit geçirilebilir. Dolayısıyla Mehtap dedi ki:

“Şu küçük bey her ne kadar genç ve yakışıklı ise de pek ekşi suratlı bir şey! Adamın yüzüne ne kadar sert bakıyor!”

“Demek oluyor ki sen tatlı surat gösterdin de…”

“Hayır amma… Demincek babası çağırdı. Haberini ben götürdüm. ‘Beyim sizi babanız istiyor.’ diye güzel güzel söyledim. Yüzüme öyle bir bakış ile baktı ki hemen beni tekdir edecek zannettim.”

“Demek oluyor ki onun da sana tatlı tatlı sözler söylemesini istiyordun öyle mi?”

“Sen büyük beye yaltaklanarak sözler söylediğin zaman ben seni ayıplıyor muydum?”

“Eğer oğlu da babası gibiyse ne ayıplamakta bir zarar var ne de ayıplamamakta bir fayda!”

“Oo! Besbelli ki oğlu da babası gibidir.”

Mehtap’ın Mustafa Kamerüddin Bey’i güya derhâl tanımış da verdiği hükümdeki isabetten eminmiş gibi davranması Afitap’ı bir hayli güldürdü. Dedi ki:

“Acele etme kardeşim! Daha ‘dün bir bugün iki’ denilecek kadar da zaman olmadı. Ne kadar olsa küçük bey gençtir. Senin ümidin benden daha kuvvetlidir. Hem senin arkandan dikkatli nazarlarını ayırmayacak bir hanım da yok!”

“Orası öyle ama…”

İşte iki cariye arasında bu suretle başlayan hasbihâlleri epeyce bir vakit uzadı gitti. Nihayet ikisinin de uykusu galebe ederek koyun koyuna yatağa girdiler, uyuya kaldılar.

Zaten bu biçare cariyelerin hasbihâlleri bizce ikinci üçüncü derecelerde bile dikkate değmeyeceğinden, yalnız konak içerisinde şöyle iki kalp sahibi daha bulunduğunu hatırlatarak odadan çıkmış olan ana ve oğla dikkatlerimizi çevirmemiz lazım gelir.

Bunlar iz kaybetmek için evvela her biri kendi odasına çekilmiş idiler. Aradan yarım saat zaman geçtikten sonra Feride Hanım şamdansız olarak kendi odasından yavaşça çıkmış ve oğlunun odası kapısına parmaklarının tersi ile ve büyük bir dikkat ile “tık tık tık tık” dört defa vurduktan sonra Demir Bey’in iş odasına doğru gidip kendine mahsus anahtar ile kapıyı açmıştı.

Mustafa Kamerüddin Bey de mumsuz olarak kendi odasından çıkıp validesinin arkası sıra pederinin iş odasına vardı. Orada ana oğul anahtarı kapının dış tarafından çıkarıp iç tarafındaki deliğe sokarak kapıyı yavaşça kapadıktan ve anahtar ile kilitledikten sonra odanın pencerelerini, perdelerini de indirip sağlam kapattılar. Sonra Demir Bey’in her zaman kullanmakta bulunduğu yağ tenekesi içine Feride Hanım’ın beraber getirdiği idare fitilini koyup şu suretle peyda olan kandili yaktıktan sonra dolabın da kapısını açmaya davrandılar.

Şu hâlde bu iki zatın heyecanlı ve endişeli telaşları görülseydi oraya mutlaka bir cinayet maksadıyla gelmiş hırsızlara teşbih olunurlardı.

Ama ne tuhaf manzara! Yanmakta bulunan fitil odayı tamamıyla aydınlatmaktan aciz! Dolayısıyla oda içindeki adamların işbu fitile karşı hasıl ettikleri gölge kendi tabii büyüklüklerinin birkaç misli büyük olarak öteye beriye gezindikçe ışığın yalnız bir tane olmasından dolayı o kocaman gölgelerin hareketleri kendilerinden daha hızlı hareket ediyordu. Kandil yerde bulunduğu için bunların gölgeleri yalnız duvarın yüksekliği kadar değil tavanı da istila ediyordu. Dolayısıyla büyük cüsseli adamlar sanki odaya sığamadıklarından cinayetlerini gerçekleştirmek için iki büklüm olmuşlar ve arkası sıra şuraya buraya doğru korkuyla koşuşuyorlar zannolunurdu.

Kâh öyle bir vaziyette yüz yüze bulunuyorlardı ki, yüzlerinin kandile karşı olan tarafları epeyce uzaktan gelen odanın ışığını yarı yarıya azaltıyordu. Bazen de âdeta oda kararıyordu. Dolayısıyla heyecanlı ve telaşlı bir hâlde bulunmasalar da birbirinin yüzüne dikkatlice bakabilselerdi birbirlerinden korkacakları aşikârdır.

Kendi haneleri içinde âdeta bir odayı soymaya çıkmış gibi olan şu ana ile oğul, aynen diğer adi hırsızlar gibi kendilerini ele verecek takırtılardan, patırtılardan korkuyorlardı. Hatta serbestçe konuşmaya bile çekiniyorlardı. Bir cinayet maksadıyla yola çıkmışlar gibi aralarında boğuk boğuk sesler ile konuşuyorlardı.

Gerçi şu odayı ilk incelediği zaman Feride Hanım korkunun bu derecesine lüzum görmemişti. Âdeta kendi odasının kapısını ve dolabını açtıran bir kadın gibi rahat davranmıştı. Fakat o zaman Demir Bey, hayatından ziyade mematına yakındı. Şimdi öyle mi? Hayata gereği gibi yaklaşmıştı. Odası içinde ufak tefek gezinmeye bile muktedir oluyor. Ya bir şeyden şüphelenecek olursa? Demir Bey gibi adamların şüphesinden, gazabından her zaman korkulur.

Eğer Feride Hanım, her ne olursa olsunu göze aldırmış bulunsa idi korkuların bu derecesine hiç lüzum kalmazdı. Fakat tedbirli kadın, oğlunu tamamıyla kendisine taraftar yapmak için işin sonunu getirene kadar tedbiri elden bırakmak istemiyordu.

Kısacası bütün tedbirler alınarak dolap açıldı. Feride Hanım Fransız askerî zabitlerine mahsus olan köhne üniformaları, şapkaları filanları ortaya sererek nihayet bir eline nişan mahfazalarının saklı olduğu torbayı ve diğer eline kâğıtları, resimleri filanları alarak dedi ki:

“İşte oğlum! Pederin hakkındaki zanlarımı tam hakikat olmak üzere bana hükmettiren şeyler bunlardır! Ah, meğer yirmi beş yıldır bir Fransız ile yaşamışım. Meğer sen de bir Fransız soyundan inmişsin!”

Bu söz validesinin bedbahtlığından ziyade Mustafa Kamerüddin Bey’in bedbahtlığını gösterecek bir surette söylenmişti. Hâlbuki Mustafa Kamerüddin, o zamana kadar pederini ifrat derecesinde sevmişti. Durum böyle olduğundan, validesi bu sırları bu şekilde ona açtığı zaman, velev ki pederi aleyhindeki bu sırlar doğru çıksın, validesi gibi olumsuz düşünmüyordu. Dolayısıyla validesinin sözüne cevaben demişti ki:

“Kendini ümitsiz üzüntülere kaptırma anacığım! Velev ki pederimin aslı Fransız olsun. Avrupalılardan din değiştirip Osmanlı hizmetine girmiş yalnız benim pederim mi vardır? Bir Hristiyan, Müslüman olduktan sonra, senin benim gibi kalubeladan beri Müslüman sayılır.”

İki elinde bulunan torba ve paketi oğluna uzatmış bulunduğu hâlde Feride Hanım oğlundan bu sözleri işitince ellerini geriye çekti ve bunları oğluna vermek istemiyormuşçasına bir tavır ile dedi ki:

“Vay Mustafa! Senden bu cevapları alayım diye mi seni sırlarıma ortak ettim?”

“Anacığım! Ben verdiğim cevabı senin gibi bir ümitsizlik üzüntüsüne kapılarak vermedim. Daha normal ve sakince verdim. Şu eşya babam hakkında beyan ettiğin zanları ispat edebilecekler gibi görmüyorum. Hâlbuki bu zanlar sabit dahi olsalar bundan dolayı babam mahkûm olamaz. Düşünmeliyiz ki sen yirmi beş yıldan beri, ben kendimi bildim bileli bu adamın Fransızca bildiğine olsun vâkıf olamamışız. Demek oluyor ki babam mensup olduğu milleti tamamıyla terk etmiş.”

“Şimdiye kadar bizi niçin aldatmış? Doğrusunu niçin söylememiş? ‘Yahu benim aslım şuydu, ama şimdi şuyum!’ deseydi boğazına mı sarılacaktık?”

“Orasını bilemem. Bildiğim şey, babamda sevilmeyecek, beğenilmeyecek hiçbir hâl olmamasından ibarettir. Aslının Fransız olması bile benim bu hükmümü redde medar olamaz. Hele ver şunları bir göreyim. Zaten işin hakikatine vasıl olmaksızın her ne söylemiş olsak boş ve beyhudedir.”

Feride Hanım oğlunun son sözünden yine ümitlendi. Torba ve paket içinden çıkacak eşya elbette pederinin asıl mensubiyeti hakkında oğlunda hiçbir şüphe bırakmayacağını dikkate alarak Mustafa Kamerüddin Bey’e yere oturmasını işaretle, kendisi evvela nişan mahfazalarını havi olan torbayı açtı. İçindeki mahfazaları birer birer çıkarıp kapaklarını açarak sıra ile oğlunun önüne koymaya ve Mustafa Kamerüddin de bunları birer birer eline alarak temaşadan sonra kendilerinden daha uzak bir yere yerleştirmeye başladı.

O anda bu nişanların her biri bu bilinmez şahsın sırlarının keşfi hususunu ortaya koyan deliller olarak ortadaydı. Mustafa Kamerüddin simasında peyda olan tatmin alametlerini validesine gösterip anlatıyordu. Hele Feride Hanım evrak paketini açıp da içerisindeki resimleri, beratları ve özellikle el yazıları ile yazılmış mektupları sergi gibi yere sermeye ve Mustafa da bunları muayene etmeye başladığı zaman çocuğun sanki bütün tüyleri ürpermişti. Bunlar karşısında damarlarındaki olanca kanı donmuş gibi acayip ve müthiş bir hâl peyda oldu ki Mustafa Kamerüddin’in bu hâline yalnız validesi Feride Hanım’ın değil bizim ve okuyucularımızın da özellikle dikkat etmesi gerekir.

92,26 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
09 августа 2023
ISBN:
978-625-6485-94-5
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают