Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Türkistan Yesevî'nin Şehri Yesi'ye Dair»

Шрифт:

ULU TÜRKİSTAN TARİHİNİN MERKEZİNDEKİ TÜRKİSTAN ŞEHRİ

İki Türkistan sözü, Türkiye Türkçesinde birbirine karışır oldu: Ulu Türkistan ve Türkistan Şehri. İkisine de Türkistan diyoruz. Bu karışıklığa düşmemek isteyenler, Türkistan Şehrine, eski adıyla Yesi diyerek meseleyi çözmeye çalışıyor. Bu kavramları bizden daha sık kullanma durumunda olan Ulu Türkistanlı kardeşlerimizin bulduklar çözüm ise daha farklı: Birine Ulu Türkistan diğerine ise Özbekler Türkistan Şehri, Kazaklar Türkistan Kalası diyerek karışıklığı önlüyorlar.

Her iki isim de tarihi gerçeklerle önümüzde duruyor: Tarihte Türkistan kavramına ilk kez 7. yüzyıl kaynaklarında rastlanıyor. Bu yüzyıldaki Arap ve Fars tarihçiler, Türkistan sözünü, Türk ülkesi, Türk yurdu olarak kullanmaya başlar. Divanı Lugatit Türk’de ise Kaşgarlı Mahmut, Hazar’ın üzerinden kıvrılıp Rumeli’ne, doğuda ise Çin’e kadar uzanan bölge olarak tarif eder Türkistan’ı. Ünlü Rus tarihçisi B.B. Bartod’un eserlerinde de Türkistan, Hazar’dan Çin’e kadar uzanan bölge olarak tarif edilir. Türkçemizde Türkistan kavramı, batıda Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Tacikistan’ı, güneyde Afganistan’ın kuzeyini; doğuda Doğu Türkistan’ı içine alan kadim Türk yurtlarını ifade için kullanılır.

Bugün Kazakistan’da Çimkent vilayetine bağlı Türkistan Şehrinin ise bilinen en eski yerleşim yeri, adına Kültepe denilen ve arkeolojik kazıların yapıldığı bölgedir. Kültepe’nin dokuz metre civarındaki yüksekliğinin üzerine kurulduğundan; buradaki köye de “Yassı” denildiği söyleniyor. Yassı, daha sonra halkın dilinde “Yessi” ve “Yesi” olur. Bu görüş Yesi sözünün bilinen tek etimolojisi.

Kültepe üzerindeki köy, Moğol istilalarında yakılarak tamamen ortadan kalkar. Yeni Yesi, bugünkü yerinde, yani Kültepe’nin batısına yeniden kurulur.

Moğollar, Büyük Türk Bilgini Farabi’nin doğduğu ve döneminde parlak bir bilim ve ticaret merkezi olan Otrar’ı yakıp yerle bir ettikleri dönemde, kaynaklar Yesi’den pek sık bahsetmezler. Kültepe’nin üzerindeki bu küçük köy, önem atfedilen bir yer değildir o yıllarda.

Küçük Yesi Köyü, 12. asırda Hoca Ahmet Yesevî’nin buraya gelmesiyle büyümeye başlar.

Ahmet Yesevî, Kazıkurt Dağının eteklerinde kurulu Sayram’da dünyaya gelir. Babası İbrahim Ata ve annesi Karasaç Ana’nın kabirleri bugün Sayran’ın dağa yaslanan sırtlarında durur. Onun Türkistan’a ilk gelişi küçük yaşlardadır ve yine ilk eğitimini de burada Arslan Bab’dan alır. Menkıbeye göre Arslan Bab, sahabedendir ve Küçük Ahmet’e, Peygamber emaneti hurmayı dilinin altından çıkararak verir. Halk arasında çok sık anlatılan bu tür hikayelerin tabiatını bilenler taktir edeceklerdir ki, menkıbeler olan olayları birebir anlatmaktan çok, satırlarının arasına gizlenen mesajları, sembollerle yayar ve yaşatırlar. Onlardan herkes, kendince bir şeyler anlar. Okyanustan kendi kabınca su almak gibi. Herkesin kabındaki okyanus suyudur fakat hiç kimseninki okyanus değildir. Bu menkıbede geçen hurma da öyle olmalı. Arslan Bab’ın getirdiği, “Peygamber emaneti hurması”, Medine hurması olmaktan çok bir sembol olmalı. Bilimlerin anahtarı mı, yukarıların tatlı yemişi mi? Niyazi Mısri, Yunus’un şiirlerini şerh ederken, bazı sembollere gelip “ehlince malumdur” diyerek orada ne anlatıldığını açıklamaz. Biz de “hurma”ya öyle diyelim. Bizce değilse de ehlince malumdur.

Bu hurma ile aşkın ve aşkın ilmin peşine düşen Ahmet, Buhara’ya Hoca Yusuf Hemadanî yanına gider. Burada pişer, burada olgunlaşır. Üstadının vefatıyla Yesi’ye döner. İşte bu dönüştür ki, Yesi’nin kaderini değiştirecektir.

Kültepe’nin üzerine kurar ocağını ve başlar gönülleri irşat etmeye. “Hikmetler” adını verdiği şiirleriyle, Türk tasavvuf edebiyatının da ilk kurucusu olur. Bu şiirlerinde, ayet ve hadislerin taşıdıkları manaları, halkın anlayabileceği tarzda dile getirir. Kutsal mesaj yüklü “Hikmetler”, dilden dile gönülden gönüle dolaşır. Bugün dahi halk arasında ezbere bilinen Hikmetler, Anadolu’da özel günlerde okunan Süleyman Çelebi Mevlidi gibi, kendisine uygun bir ezgiyle okunur. Bir Mevlit Kandilinde veya bir sünnet toyunda, yaşlı birinin ezgilerle bir şeyler okuduğunu görürseniz, biliniz ki Yesevî Hikmetleri söylüyordur.

Hoca Ahmet Yesevî, 1166 yılında vefat ettikten sonra onun kabrini, Türk halkları ziyarete başladı. Ayrıca Otrar’ın yok olmasından sonra artık Yesi, İpek Yolunun vazgeçilmez güzergahlarından birisi oldu. Doğudan batıya, kuzeyden güneye giden kervanlar, hep Yesi üzerinden göçer oldular.

Türkistan Şehrinin adı, 15. asrın sonuna kadar hâlâ Yesi’dir. 16. asırda, yer yer Yesi’ye Türkistan denilmeye başlanır ve 17. yüzyıla gelindiğinde artık bütün kaynaklarda Yesi’den Türkistan diye bahsedilecektir.

ŞEHR-İ ŞAHI TÜRKİSTAN

Kültepe; Yesi şehrinin üzerinde kurulduğu tepecik.

Adı neden Kültepe’dir? Bilen yok!

Acaba, Asya’dan Anadolu’ya bütün Türk Dünyasını yakıp, bir kasırga gibi küllerini savuran Moğol istilalarından önce de adı Kültepe mi idi? Bilen yok!

Bilineni Moğol kasırgasına kadar Yesi’nin bu tepecik üzerinde kurulu olduğu ve istilada yanıp kül olan Yesi’nin, artık aynı yere dönmediği.

Yesi de tarihte yakılan hemen her şehir gibi, eski yerinden biraz uzağa kaçar ve Kültepe’de Moğol istilasının külleri arasında bir ocak yanmaya başlar.

O nuruyla, bütün karanlık gönülleri aydınlatmaya talip bir ışıktır.

O sıcaklığıyla, garip kalanları etrafında toplayıp ısıtmaya başlar.

Ve bu ışık, yalnızca Yesi’de kalmaz, bütün Türkistan’ı, Kafkas’ı, Anadolu’yu şavkı tutar .

Bir rivayete göre, Kültepe’de kurulu şehrin adı Yesi olmadan önce “Asan” dır. Asan, yani huzurlu, barış dolu…

Yine asanlık yayılır Kültepe’de yanan ateşin alevlerinden. Huzura erer, gönüller.

Ve bu kordur ki, dağlar Moğol istilasının yaralarını.

Ve bu ateştir ki, büyük bir medeniyetin ruhunu ısıtır ve önünü ışıtır.

Ve Yesi, tarihte en parlak dönemini, Kültepe’nin külleri arasında büyük bir ocak kuran Kul Hoca Ahmet’in buraya yerleşmesiyle yaşamaya başlar.

Ve karşılığında Yesi, adını verir Kul Hoca Ahmet’e.

Ve Ahmet, Ahmet Yesevî olur.

Yesevî adıyla birlikte, Yesi de bilinmeye başlar.

Fakat onda yaşayanın büyüklüğü, kendinden çok yücedir. Bu yüzden şehir, bir müddet sonra sakininin unvanlarıyla anılmaya başlar.

Çünkü Kul Hoca Ahmet;

Şah-ı Türkistan’dır;

Mah-ı Türkistan’dır;

Ve Pîr-i Türkistan’dır.

Yaşadığı ve yattığı şehir de onun adıyla anılır olur.

Artık Yesi’nin unvanları;

Şehr-i Şah-ı Türkistan’dır;

Şehr-i Mah-ı Türkistan’dır;

Ve Şehr-i Pîr-i Türkistan’dır.

Yesevî, Türkistan’ın pîridir. Hatta Türkistan’ın manevi sahibidir. Türkiye Türkçesinde “Hoca Ahmet Yesevî” olarak söylediğimiz “hoca unvanı” Kazakça’da ve eski Türkçede “k” ve “h” seslerinin ortak bir bileşeni ile telaffuz edilerek “Khoca” denmekte ve “sahip” anlamına gelmektedir. Amatör bir etimologluğa girişirsek, Türkiye Türkçesindeki “hoca” ve “koca” sözlerinin kökü “khoca” olmalıdır. “Hoca” ilmin sahibi, “koca” evin, yuvanın ve elin sahibi.

Yani bizim “Koca Yunus’un” “kocalığı” ile “Hoca Ahmet’in” “hocalığı” aynı şeylerdir. Elin sahibi, “Türkmen Kocalarının” “kocalığı” da.

Dolayısıyla Hoca Ahmet Yesevî, her iki manasıyla da Türkistan’ın sahibidir. Orta Asya’daki tüm Türk İlinde, hatta İdil-Ural Kafkas, Anadolu ve Balkan Türkleri arasında “Hikmetleri” okunmakta, yetiştirdiği alperenler aracılığı ile onun metoduyla gönüllerin olgunlaştırılması sürdürür.

Kültepe’de yanan ateşten parçalar fırlatır, batıya, kuzeye… Başkurtistan’da Şeyh Hüseyin, Kafkaslarda Avşar Baba, Tokat’ta Gajgaj Dede ve Şeyh Nusret, Merzifon’da Pîr Dede, Kırşehir’de Hacı Bektaş, Bursa’da Geyikli Baba ve Abdal Musa, İstanbul’da Horoz Dede, Filibe’de Kıdemli Baba Sultan, Varna’da Akyazılı Baba, Babadağ’da Sarı Saltuk, Türk alemine dağılmış ve Kültepe’den aldıkları ateşi, sıcaklığı ve aydınlığı gittikleri yerlere saçmış Yesevî alperenlerinin büyüklerindendir.

Yesi Şehri, Kul Hoca Ahmet’e adını vermişse, bir müddet sonra Yesevî de, kendi namını şehre verecektir.

Ve artık Yesi, eski Yesi değildir.

O Ulu Türkistan’ın koru, Türk- İslam Medeniyetinin tohumudur.

Devrin pek çok aydını tarafından Türkistan; dönemin mamur şehirleri Semerkant’la, Buhara’yla mukayese edilir olur. Hatta Babür döneminde yaşayan Şair Şeybani gibi bazıları için onlardan da yücedir:

 
“Evliyalar serveri ol Şah-i Türkistan imiş
Yeryüzüngü nuru tutgan Mah-i Türkistan imiş
Könlüme kel gir diyormen ol Semerkand arzulap
Bilmemişsen ey könül Dilhan-i Türkistan imiş.”
 

EMİR TİMUR, YESİ VE YESEVÎ

Yesi’ye en büyük ilgiyi gösteren Türk Hanlarının başında hiç şüphesiz Emir Timur gelir. O güne kadar mütevazı bir kabir olan Ahmet Yesevî’nin makamını; “Biz ki Ulu Türkistan’ın Emiri, Turan’ın başbuğuyuz” diyen ve hayatı boyunca Türk halklarını bir bayrak altına toplamaya gayret eden ve bunu Göktürk Devletinden sonra büyük ölçüde başaran Emir Timur büyük bir abideye dönüştürmüştür. Timur Anadolu’da seferlerinde yaptığı “zalimliklerle” tanınsa da, bu onun bilime, sanata ve medeniyete verdiği önemle Türk tarihinde eşi az bulunur parlaklıktaki bir dönemi yaşattığı gerçeğini örtemez.

Onun Yesevî Türbesini yaptırma emri verişi ve Ahmet Yesevî’ye saygısı konusunda ilginç rivayetler anlatılır.

Rivayete göre, Hoca Ahmet Yesevî bir gece, Emir Timur’un rüyasına girerek; “Derhal Buhara’ya git. Buhara Hanının eceli senin elindendir” der. Buhara’ya sefer yapmayı düşünen Timur, ertesi gün harekete geçer ve önemli bir zafer kazanır. Bu hadisenin üzerine Yesevî kabrinin üzerine muhteşem bir türbe yapılmasını emreder.

Kendisi de bir sofi olan Timur, Ahmet Yesevî’ye büyük saygı duymaktadır. Kendi hatıratına dayanılarak nakledilen meşhur vakıada Timur, “Rum iline saldırıya geçeceğim zaman Hoca Ahmet Yesevî Divanından fal açtım ve bana bildirildi ki, başın sıkıştığı zaman rubaimizi oku. Bu rubaiyi ezberleyip karşı ordunun askerleri ile karşılaştığımızda okudum ve zafere ulaştım”. Köprülü’nün aktardığına göre, 1402 yılında Çubuk ovasında Sultan Yıldırım’la karşılaştığında Timur;

 
“Yelda kiceni şems-i şebistan itkan
(Uzun geceyi kandil gibi aydınlatan)
 
 
Bir lahzada alemni gülüistan itkan
(Bir anda geceyi gül bahçesi eden)
 
 
Bes müşkil işim tüşübdür asan itkan
(Ne zaman güç işim düşse kolay eden
 
 
Ey barçanın müşkilini asan itkan”
(Herkesin güçlüğünü kolay eden)
 

Mısralarını, Yıldırımla karşılaştığında yetmiş kere okumuş ve savaşı kazanmıştır.

Timur’un ilme ve tasavvufa verdiği önem kendi türbesinden de anlaşılmaktadır. Türbesinde kimlerin hangi yerlerde kalacağını sağlığında belirleyen Timur; büyük hocasını kendi kabrinin baş ucuna, küçük hocasını sağ tarafına, kendi oğlunun ise kabrin ayak tarafına defnedilmesini emretmiştir. Tasavvuftaki mürşidinin ise aynı mekan içinde hepsinden ayrı ve daha yüksek bir yere defnedilmesini söylemiştir. Bugün Semerkant’ta bulunan ve altın yaldızlarla bezenmiş kubbesi ile dönemin güç ve ihtişamını yansıtan Timur Türbesinde, alt katta bulunan sandukalar bölümünü ziyaret edebilenler, bu ibret verici manzaraya şahit olurlar.

Timur ilim ve sanata verdiği önemle Seyhun ve Ceyhun arasındaki Türk medeniyetini yeni bir evreye taşıyordu. Fethedilen her yerden ilim ve sanat erbabı Semerkant’a davet ediliyor, Semerkant’ta ise tarıma verilen önemle yerleşik Türk medeniyeti yükseliyordu. Timur’un o dönemde yaptırdığı sulama kanallarında bazılarının hâlâ kullanılmakta oluşu, bu atılımın ne derece yüksek bir seviyede cereyan ettiğinin de işaretlerinden birisi sayılmalı. Bu yerleşik hayata geçişle birlikte, daha çok göçer Türk toplulukları arasında yayılan “Yesevîye” tarikatının yerine de “Nakşibendiye” yerleşiyordu. Yerleşik şehir kültürü içinde gelişen bu yeni hareket, her ne kadar Ahmet Yesevî’ye önem veriyor olsa da, Yesevî yolcuları arasında bir nebze huzursuzluk da oluşturmuyor değildi. Timur’un; Seyhun’un kuzeyine, daha çok göçer Türklerin yaşadığı ve büyük bir çoğunlukla kendisine bağlı oldukları Ahmet Yesevî’nin Türbesini yaptırmasının siyasi etkilerini araştıranlar, Timur’un bu hareketiyle, göçer Türkler arasında büyük itibar kazandığını söylerler. Çünkü Timur’un yerleşik hayata ve şehir hayatına önem veren medeniyet hamlesi, Semerkant ve civarında etkisini gösterirken, Seyhun nehrinin kuzeyinde yaşayan Türkler, eski geleneklerini ve kültürlerini devam ettirmekteydiler. Timur’un asıl maksadı bu olmasa da, onun Seyhun’un kuzeyindeki Türk gruplarının bağlılığını kazanması yönünde, son derece yararlı olduğunu da gözden ırak tutmamak gerek.

Büyük bir medeni dönüşümün önderliğini yapan Emir Timur, oluşturduğu ve bilinçli olarak yönlendirdiği kültür farklılaşmasına rağmen, soy ve boy olarak bir ayrılıkları olmayan Seyhun-Ceyhun arasındaki yerleşik Türklerle, Seyhun’un kuzeyindeki göçer Türk toplulukları arasındaki dengeyi iyi koruyordu. Bugün dahi han soyundan gelmeye başka bir ifade ile “Ak Budun” olmaya çok önem veren Seyhun’un kuzeyindeki Türklerin ileri gelenleri, Semerkant’la içli dışlılardı. Yöre lehçesi ile “aksüyek” tabir edilen hanlar ve Anadolu Türkçesinde şehzade denilen “sultanlar”, sık sık Semrekan’ta gidiyor hatta bazıları kendi grupları ile ilişkilerini sürdürerek Semerkant’a yaşamaktaydılar.

Timur’un, Yesevî Türbesinin inşası için 1397 yılında başlattığı çalışmalar, 1405 Büyük Türk Hakanının, Çin seferine çıkarken vefatı üzerine Türbenin özellikle güney cephesinin tamamlanamamasına sebep olur.

Timur’un yaptırdığı muazzam eserle Türkistan Şehri biraz daha önem kazanır ve bu dönemde Seyhun nehrinin güneyi ve kuzeyinde yaşayan Türk halkları arasında manevi bir bağ kurarak birliği sağlayan faktörlerden birisi durumundadır.

ŞEYBANİLER VE TÜRKİSTAN ŞEHRİ

Büyük Timur, kendi soyu han şeceresinden yani ak budundan gelmediği için, bütün gücüne rağmen kendisini “emir” unvanıyla adlandırır. Şeybaniler ise Altınordu Hanlarından Özbek Hanın soyundan gelmekteydiler. Altın Orduda, Özbek Hanın soyunun idaresine verilen Sibirya’nın, Tura şehrinde hüküm sürerken kendilerine bağlı Türk boyları ile birlikte Orta Asya’ya gelirler. Şeybani hanlarının ilki Ebul Hayr Han, 1428 de Tura’da (bugünkü Tobolsk bölgesi) tahta geçer ve 1468 ‘e kadar 40 yıl hüküm sürer.

Ruslar Altın Ordunun dağılmasından yaralanıp Sibirya’ya doğru ilerlerken o da, Seyhun’a doğru tüm Deşt-i Kıpçak’a sahip olur. Timurlular, kendi aralarındaki çekişmelerle sürekli güç kaybetmektedirler. Bu dönemde Deşt-i Kıpçak’taki Kazaklar, önemli bir güçtür. 16. yüzyıl başında Babür Han, Kazakların, bir anda üç yüz bin kişiyi seferber edebildiklerini anlatmaktadır. Ebul Hayr Han, Kazakları hakimiyeti altında tutmak isterken hayatını yitirir. Onun yerine oğlu Muhammet Şeybani geçer.

Orta Asya’nın önemli aktörlerinden olan Muhammet Şeybani, hangi hana bağlanacağını bilmeden bir süre, bozkırda at koşturur. Bu sırada Cengiz mirasçısı oldukları iddiasında olan iki han birden hüküm sürmektedir. Daha sonra Şeybani, Mahmut Han’a bağlanmaya karar verir.

Mahmut Han, bu davranışından dolayı Muhammet Şeybani’ye, Türkistan’ı, 1495 yılında tımar olarak hediye eder ve bu olay Türkistan Şehrinin de Orta Asya’nın da kaderini değiştirecek kadar önemlidir.

Türkistan Şehrinde merkezini kuran Muhammet Şey-beni, beş yıl sonra yani 1500’de, güneye inerek, Timurluların başkenti Semerkant’ı ele geçirir. Hüseyin Baykara’nın vefatından sonra ise Heratı alır (1507). Böylelikle İran’da hüküm süren Safevi hükümdarı Şah İsmail ile komşu ve aynı zamanda Osmanlılar ile de müttefikliği başlamış olur.

Osmanlı Sultanı Yavuz’un, Şah İsmail’i mağlup edişinde Şeybanilerin büyük katkıları olur. Aslında Osmanlı ordusundan daha güçlü olan Şah İsmail’in askerleri; batıdan Osmanlı, doğudan ise Şeybani baskısı altında kalırlar. Yavuz, ordusuyla sefere çıktığında Şeybaniler de Safevi sınırına asker yığarlar. Şah İsmail, ordusunu ikiye bölmek zorunda kalır ve bir kısım askerlerini Şeybanilere karşı doğuya gönderir; kalanları ile Osmanlının karşısına çıkar. İşte Yavuz, Şah İsmail’i bu ordusuyla yener. Bu Osmanlı- Şeybani ittifakı iki devlet de yıkılana kadar sürecektir.

Şeybanilerle birlikte, bölgeye Özbek adı da girmiş olur. Özbek Han soyundan gelen Şeybanilere bağlı halk tarafından da benimsenerek, Özbek sözü, halkın adına dönüşür.

İşte bu dönemde, Ulu Türkistan’da Kazak ve Özbek ayrışması iyice keskinleşecektir. Sibirya’dan Orta Asya’ya doğru yürüyüşlerinde, buradaki Kazaklarla mücadelelerinde hanlarını kaybeden Şeybanilerle, Kazakların arası bir daha Timurlular dönemi Mâverâ’ün-nehir ve Deşt-i Kıpçak ilişkisine dönmeyecektir. Kazaklar da; Kuzeyden gelip kendi yurtlarında düzenlerini bozan ve daha sonra Güneye geçen Şeybanilere, hiç iyi bakmayacaklardır.

Daha sonraki yıllarda Şeybanilerin birliği bozulunca onlar içinden çıkan kollar, Buhara, Hive ve Hokant Hanlıklarını kurarlar.

Bu dönemde Osmanlı- Şeybani ittifakı da Osmanlı- Buhara ittifakına dönüşür.

Buhara Hanı Abdullah Han, 1582 yılında, dedesi Muhammet Şeybaniye tımar olarak verilen ve ona Mâverâ’ünnehirin kapılarını açan Türkistan Şehrine gelir ve halk ona bağlılığını bildirir. Abdullah Han, Yesevî Türbesinin, Timur döneminde yarım kalan kısımlarını tamamlatır. Türkistan bu tarihten itibaren, Abdullah Hanın vefatına kadar onun tayin ettiği idareciler tarafından idare edilir.

TÜRKİSTAN ŞEHRİ, KAZAK HANLARI VE SONRASI

Timurluların akıllı siyasetiyle, aralarında yerleşik ve göçer kültür farklılaşmasının olmasına rağmen aynı soydan gelen bu halklar bir arada tutulabilirken, daha sonraları Seyhun’un kuzey ve güneyinin yolları ayrılır. Canıbek ve Kerey Sultanlar, Seyhun’un kuzeyine geçerek buradaki Kazakları, teşkilatlandırmaya başlar. Bu yol ayrımı daha sonraki yıllarda Kazak Hanlığı’nın doğmasına yol açar.

Türkistan Şehri ve bölgesi bu kopuşun geçiş sathındadır. Türkistan Şehrinin 30 kilometre kuzeyindeki Karadağlar ile şehrin 35 kilometre güneyinde yer alan Sırderya arasında kalan bölge, yani Kazakların tabiri ile “Sır Boyu”, bu yerleşik ve göçer kültürün birlikte yaşandığı alandır. Kerey ve Canıbek Hanların kendilerine başkent olarak seçtikleri ve daha önce Ak Orda’nın merkezi olan Sığınak Şehri de bu geçiş kültürünün yaşandığı Sır Boyu ile kuzeydeki bozkırlarda yaşayan göçer halde yaşayan Kazaklar arasında tam bir geçiş noktasında bulunur. Sığınak Şehrinin bugünkü yeri Kızılorda Vilayetinin, Jagakorgan ilçesi, Tömenarık köyüne 20 km mesafede bulunmaktadır. İşte daha sonra Güneyde hüküm sürecek Şeynanilerin ilk Hanı, bu Sığınak şehrini kuşatırken vefat eder.

Türk tarihi için çok önemli gördüğümüz bir hadiseyi de burada belirtmekte yarar var: 14. asırda Sığınak şehrine giden seyyah İbn Ruzbehan, “Sığınak halkı arasında Türkler, Kazaklar ve Karakalpaklar yaşamaktadır” diye bilgi veriyor. İbn Ruzbaha’nın bahsettiği Sığınak’ta yaşayan halklardan Karakalpaklar, Şeybanilerle birlikte hareket ederek Sibirya’dan güneye inen gruplardan olmakla birlikte daha sonra Şeybanilerle ortak hareket yerine Kazaklarla beraber olmayı tercih etmişlerdir. Bu yakınlık Kazak Hanı Teuke Han döneminde, “Altı Alaştan birisi” sayılacak kadar yakınlaşmıştır. Bugün dahi Kazak halkının kendisine en yakın hissettiği Türk halkları arasında Karakalpaklar ve Kırgızlar ilk sıraları alırlar. Sığınak’ta Türk olarak isimlendirilenler ise değişik Türk halklarından yerleşik hayata erken geçen kişilerin ortak ismidir.

Bu kısa izahtan sonra Özbek adı ve kimliğinin, bir soy ve boy adı kimliği değil siyasi yapının halka kazandırdığı bir kimlik olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim, yüzyıllarca İdil-Ural Bölgesi ve Sibirya’da Özbek Hanın ve onun soyundan gelenlerin idaresinde hareket eden Karakalpaklar, eğer Şeybanilerle birlikte Orta Asya’ya indiklerinde onlardan ayrılıp Kazakların yanında yer almasalardı, bugün biz onlara da Özbek diyecektik.

Kazak kimliğinin meydana çıkışı da bundan farklı değildir. Nitekim “Kazak” sözünün esas anlamı “otorite tanımayan ve kendi başına buyruk” demektir. Nitekim, Seyhun’un kuzeyinde Canıbek ve Kerey Sultanlarla başlayan hareketlenmenin ve bu harekete katılanların ilk adı “Özbek Kazakları” olmuştur ki, Kazakların isyan ettikleri otoriteyi ve merkezi tarif için bu tanımlama yapılmıştır. Uzun yılların oluşturduğu yerleşiklik ve göçerlik kültür ayrımına da oturan bu hareket daha sonra kendi devletini ve ona tabii olan halkta kimliğini oluşturmuştur.

Türkistan Şehri, 17. asırdan başlayarak Ulu Türkistan’da yeni ve önemli bu gelişmelerin merkezi olacaktır. Türkistan, bu tarihten sonra Kazak Hanlarının başkenti olur ki, bu olay Türkistan’ın, Ahmet Yesevî ve Şeybanilerden sonra Türk tarihine attığı üçüncü büyük imza olacaktır.

Türkistan’daki Kazak Hanlarının ilki Esim Han’dır (1598-1628). Esim Han yaptığı hizmetlerle tanındı. Halk arasında söylenen “Esim salgan (yaptığı) eski yol” sözü onun hizmetlerinin yaygınlığına işaret olsa gerek. Esim Han’dan sonra sırayla oğlu Cihangir (Jihanger), Batır Han tahta oturdular. Bunlardan sonra 1680 yılında başa geçen Teuke Han, Kazaklar arasında ilk kez kurduğu şura ile devlet hayatında yeni bir dönemi başlattı. Bugün dahi halk arasında yaygın olan “Altı Alaş” fikri bu dönemde kurumlaştı. Altı Alaşın içine 1. Doğu Kazakistan’da yaşayan Kazak grupları Ulu Cüz, 2. Orta Kazakistan’da yaşayan Kazak grupları Orta Cüz; 3. Batı Kazakistan’daki Kazaklar Kiçi (küçük) Cüz, 4. Kırgızlar, 5. Karakalpaklar, ve 6. Gıyat ve Katagan gibi gruplar yer aldı. Bu grupların hepsi Teuke Han’a bağlıydılar ve bu döneminde Ulu Cüz’ü temsilen Töle Bi (bey), Orta Cüz’ü temsilen Kazı-bek Bi, Kiçi Cüz’ü temsilen Ayteke Bi, Kırgızlardan Gogırım Bi, Karakalpaklardan Sasık Bi Türkistan Şehrindeki şurada Hanın yanında yer aldılar. Bu dönem Kazak Hanlığının en parlak yılları oldu.

Kayıp Han, Bolat Hanlarla devam eden Kazakların bu birlik dönemi, Moğol grubu Jongarlara 1723’te yenilmeleriyle son buldu. Doğu Kazakistan ve Ulu Cüz Jongarların elinde kaldı.

Bundan sonra Orta ve Kiçi cüzler ayrı ayrı Han tuttular. Teukenin torunu Sameke Han, 1726 yılında Orta Cüz’e Han oldu ve merkezi yine Türkistan Şehriydi.

Kiçi Cüz’e ise Ebil Hayır Han oldu. Kiçi Cüz, Rusya’ya komşu olarak yaşıyordu. İşte Kazakların bu zayıf döneminde Kiçi Cüz’ün Hanı Ebul Hayır, 1731 yılında Ruslarla antlaşma imzalayarak onlara bağlılığını bildirdi.

Bu tarihten sonra Türkistan Şehri, bağımsız tek Kazak Hanlığının merkezi olmakla birlikte, bütün Kazakların Rusya’ya karşı verdikleri istiklal mücadelesinin de merkezi haline dönüşecektir. Sameke Han’dan sonra tahta Abdulmemmet Han çıkar. Abdülmemmet Han kendi rızasıyla Hanlığı, 1739 yılında Abılay Han’a bırakır.

Abılay Han’ın Ruslara ve Moğollara karşı kazandığı zaferler, Kazaklar arasındaki itibarını iyice arttırır. Abılay Han, bu mücadelesinde yalnızca Kazakların değil, Rus’un eline düşen diğer Türk halklarının da bağımsızlığını düşünebilecek kadar geniş görüşlü, milli şuuru sağlam büyük bir handı. Bu yüzdendir ki, Abılay adı, bugün dahi milli birliğin, istiklal ve hürriyetin bayrağını her zaman yüksekte tutmanın bir sembolü oldu. Tarihçi Prof. Dr. Mehmet Saray, Osmanlı Arşivinde yaptığı çalışmalarda Abılay Han’ın Osmanlı Padişahına yazdığı mektuba rastlar. Mektupta Abılay Han, “Bizim kuzeyimizde Başkurt isimli, ehli sünnetten bir halk yaşamaktadır. Bunlar Rusa esir düşmüşlerdir. Kazak Hanlığı ve Osmanlı İmparatorluğu güçlerimizi birleştirerek Başkurtları, Rus esaretinden kurtaralım” demektedir.

Bu belge dahi tek başına Abılay Han’ın, ne kadar büyük bir siyaset güttüğünün yeterli ispatıdır.

Abılay Han, verdiği büyük mücadele ve bu sayede artan itibarı ile 1771 yılında bütün Kazakların ortak hanı seçilir. Bütün Kazak boylarından gelen beyler, batırlar, kahramanlar kısacası Kazak halkının ileri gelenleri Türkistan Şehrinde toplanırlar. Yesevî Türbesinin Büyük Aksaray salonunda yapılır toplantı. Bu toplantıda bütün temsilciler oy birliği ile Abılay’ı, bütün Kazakların Hanı ilan edip “Ak Otağa” oturturlar.

Abılay Han, 1781’de vefat ettikten sonra tahta Veli Han geçti ise de devri uzun sürmedi ve Türkistan yeni maceralara doğru yol aldı.

Türkistan, 1785 yılında, Şeybani Han neslinden Buhara Han’ı, Mir Şahmurat’ın eline geçer. Şahmuratta Türkistan’ı elinde çok tutamaz, Taşkent’te hüküm süren Yusuf Hoca 1799 yılında Türkistan’a girer. Yusuf Hoca’nın vefatından sonra Türkistan, tekrar Buhara’ya bağlanır. 1819 yılı yazında Türkistan, Hokant Hanı Ömer’in geçer ve 12 Temmuz 1864’e kadar da Hokant idaresinde kalır. Ömer Han’ın, Türkistan’ı aldıktan sonraki tavırları, o dönemdeki devletlerin Türkistan Şehrine neden bu kadar ilgi gösterdiklerinin de açıklaması gibidir.

Ömer Han, Hoca Ahmet Yesevî’yi ziyaret edeceğim diyerek, Türkistan’a öncü askerler gönderir. O dönemde Türkistan’ın başında Buhara Hanlığı’nın tayin ettiği, Kazak Töresi Tokay Töre bulunmaktadır. Ömer Han’ın askerleri, sabaha karşı uyuyan nöbetçileri esir edip şehrin kapısını açar ve Türkistan’ı halk uykudayken, savaşsız ele geçirirler. Tokay Töre, çocuklarıyla birlikte, bir fırsatını bulup Buhara’ya kaçar.

Bundan sonra Ömer Han, ordusuyla Türkistan’a gelip civardaki Kazakları da kendisine bağlar. Ömer Han Türkistan’da Yesevî Türbesinde bir müddet kalır ve 70 koyun kurban eder. Ömer Han ziyaretinden sonra Şihalbtal’ı, Türkistan idaresinden sorumlu yapıp Hokant’a döner.

Ömer Han, Hokant’a girince büyük şenlik yapılır; Han, halka gümüş akçeler dağıtır ve şehrin ileri gelenlerini toplayarak kendisini, “Emir-ül Müslimin” ilan ettirir. Taç giyer ve yeni unvanıyla mühür yaptırır. Artık Cengiz Han ve Timurlularla kendisini eş tutmaktadır.

Türkistan Şehrinin hakimiyetini almakla, kendisine Emir-ül Müslimin unvanı vermeye hak görebilen Ömer Han’ın bu davranışı, bu şehrin ne derece önemli olduğunun da güzel bir izahı olsa gerek.

Buhara Hanlığı da Türkistan’ın elinden gitmesini kolay kabullenmez ve Tokay Töre, Buhara’dan asker alıp tekrar Türkistan’a gelirse de başarılı olamaz. Bu başarısızlıklarının bedelini Buhara’da canıyla öder.

1821 yılında, Tentek Töre isimli Kazak Töresi Hokant’tan ayrılmak ister. Buna karşılık Ömer Han, Ebulkasım komutasında asker gönderir. Tentek Töre, 12 bin adam toplayarak Sayram’da, Ebulkasım’ı karşılar ama yenilir.

Türkistan, 1864 yılı tekrar Hokant’tan ayrılmak isterse de yine başarılı olamaz. Şehir aynı yıl, 12 Haziran 1864 yılında Rusların eline geçer. Bu arada Abılay Han’ın torunlarından ve Kenesarı Han’ın oğlu Sadık Töre de Türkistan’ın Rusların eline geçmemesi için adam toplayıp savaşa katılır.

70,27 ₽
Жанры и теги
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
02 августа 2023
ISBN:
978-625-6494-03-9
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают