Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Samed Behrengi Bütün Öyküleri», страница 3

Шрифт:

Kendi kendime,

“O zaman tüm bunları düşümde mi gördüm… Yoksa hepsi mi düştü… Öyle ya, düş görmüşüm… Hayır, hayır hayır!” diye hayıflanıyordum.

Süpürgeci geçip gitti ve arkasına dönüp bana baktı. Babam ise el arabasının üstünde yattığı yerden aşağıya eğilip,

“Latif, uyuyor musun?” diye sordu.

“Yok, yok…” diye cevapladım.

Babam:

“Uyumuyorsun madem, ne diye bağırıyorsun o zaman? Yukarıya gel de yanımda yat.”

Babamın yanına uzandım. Babamın uzattığı kolunun üzerine başımı koydum, ama uykum gelmiyordu. Kazınıp duran midem o kadar boştu ki karnım doğrudan sırtıma yapışmış gibiydi. Babam uykumun gelmediğini görünce,

“Gece geç kaldın, ben de çok yorgundum, uyuyakaldım.” dedi.

“Yolda gelirken iki tane araba kaza yaptı. Ben de durup onlara bakarken geç kaldım.”

Bir süre sonra babama dönüp sordum:

“Baba, develer hiç konuşur mu veya uçabilir mi?”

“Yok, ne konuşur ne de uçarlar.”

“Doğru, devenin kanadı yok ki zaten…”

“Oğlum neyin var senin? Her sabah uykudan kalktığında deveden bahsedip duruyorsun.”

O sırada başka bir şey düşünüyordum ben:

“Zengin olmak iyi bir şey, değil mi baba? İnsan zengin olunca, canı ne isterse alıp yiyebilir, ne yapmak isterse yapabilir. Öyle değil mi baba?”

“Nankörlük etme oğlum, şükret hâline. Allah en iyisini bilir; kimi zengin yapacağını da, kimi fakir yapacağını da.”

Babam her zaman bu sözü söylerdi.

Hava aydınlanınca, babam, gece başının altına koyduğu ayakkabılarını alıp ayaklarına geçirdi. Sonra da el arabasının üstünden aşağı indik.

Babam:

“Dün patateslerin hepsini satamadım. Yarısı elimde kaldı.”

“Başka bir şey alsaydın keşke satmak için…”

Babam bir şey demedi. El arabasının altındaki kilitli kısmı açtı ve içinden iki tane torbayı alıp, arabanın üstüne boşalttı. Ben de teraziyle ağırlıkları alıp el arabasının üstüne yerleştirdim. Sonra, yola düştük birlikte. Babam,

“Gidelim de bir şeyler yiyelim önce.” dedi.

Babam sabahları, “gidelim de bir şeyler yiyelim” dediği her gün, akşam yatarken bir şey yememiş olduğunu anlardım.

Temizlik işçisi, kaldırımı ta caddeye kadar süpürgesiyle iz bıraka bıraka süpürmüştü. Şehir Parkı tarafına doğru sürdük el arabamızı. İhtiyar çorbacı, her zaman yapığı gibi, sırtı caddeye dönük olacak şekilde kaldırıma çömelmiş duruyordu. Önündeki çorba kazanı da taşınabilir bir ocağın üstünde fokur fokur kaynıyordu. Kadınlı erkekli, sabahçı üç tane müşterisi halka olup oturmuş, alüminyum kâselerinden çorbalarını içiyordu. Kadın, piyango biletçisiydi, tıpkı Piyangocu Ziver gibi. Çorba kazanının yanına bağdaş kurup oturmuş, bilet destesini karnıyla bacağı arasına sıkıştırmıştı. Kirli çarşafı, dizlerini örtecek şekilde uzanıyordu.

Babam çorbacıyla selamlaştı, hâl hatır sorduktan sonra oturdu. Yarım ekmek eşliğinde iki tane ufak kâse çorba içtik ve kalktık. Babam bana iki kıran verdi:

“Şimdi ben satış yapmaya gidiyorum, öğle üzeri yine burada buluşalım, yemeğimizi birlikte yiyelim.”

O gün ilk gördüğüm kişi, Piyangocu Ziver’in oğluydu. Birisinin önünü kesmiş,

“Bir tane piyango bileti alın, inşallah kazanan siz olacaksınız, lütfen bir tane bilet alın.” diye yalvarıp bilet satmaya çalışıyordu.

Adam güçlükle Ziver’in oğlundan yakasını kurtarabildi ve yoluna devam etti. Ziver’in oğlu da adamın arkasından ağız dolusu bir küfretti, tam yoluna devam edecekti ki ona seslendim:

“Kandıramadın mı herifi?”

“Yok, eşref vaktinde değildi adam, belki de karısıyla kavga etmişti de öyleydi.”

İkimiz beraber yola koyulduk. Ziver’in oğlu, elinde salladığı on beş, yirmi biletlik bilet destesini her önüne gelene hiç sektirmeden uzatıp sallıyor, “Bilet alır mısınız? Bir bilet alın!” diye sesleniyordu.

Ziver’in oğlu, satabildiği her bir bilet başına bir kıran alıyordu annesinden. Cep harçlığını çıkarıncaya kadar satar, sonra biletlerle hiç işi olmazdı; kazandığı parayla hemen oyun peşine, gezip tozmaya, sinemaya veya hırgür çıkartmaya giderdi. Hepimizden daha paralıydı. Öğlenleri ya bir su kanalının üstünde veya bir köprü altında bir saat kadar yatıp uyumak âdetiydi. Sabahları gün doğmadan kalkar, annesinden bir deste bilet alıp yola düşerdi; sabahın ilk müşterilerini elden kaçırmamak için böyle hareket eder, öğlen olmadan da işini bitirmeye bakardı. Öğleden sonralarını bilet satmakla geçirmek en sevmediği şeydi.

Nadiri Caddesi’ne gelene kadar, Ziver’in oğlu üç tane bilet satmıştı bile. Caddeye vardığımızda,

“Ben artık buralarda takılayım, biletleri satayım.” dedi.

Mağazalar tek tük açılmıştı. Oyuncakçı dükkânı ise kapalıydı. Deve’m henüz kaldırımın kenarına çıkmamıştı. Mağazanın kapısını çalıp da bütün oyuncakların sabah uykusunu mahvetmek hiç içimden gelmedi. Cadde boyunca yürüdüm de yürüdüm. Bütün yollar okula giden öğrencilerle doluydu. Her bir arabada, annesi veya babasının yanında oturup okuluna gitmekte olan birer ikişer öğrenci görülebiliyordu.

Günün o vaktinde yalnızlıktan kurtulabilmek için yapabileceğim tek şey, gidip Ahmet Hüseyin’i bulmak olurdu. Birkaç caddeden daha yürüyüp ilerleyince, havasında zerre kadar toz ve kirin bulunmadığı o semtlere vardım yine. Çocukların da büyüklerin de kıyafetleri tertemizdi. Hepsinin de yüzleri ışıl ışıl parlıyordu âdeta. Bu semtin kız çocukları da kadınları da çiçekler gibi rengârenk ve cıvıl cıvıldı. Mağazalar ve evler, güneşin altında ayna gibi parlıyordu. Her ne vakit bu mahallelerden geçecek olsam, sanki bir sinemada oturmuş da film seyrediyormuş hissine kapılırdım. Hiçbir zaman anlamazdım, bu güzelim apartmanlarda konaklarda oturan insanlar ne tür yemekler yerler, nasıl uyurlar, nasıl konuşurlar, ne tür elbiseler giyerler? Bu aynı anne karnındaki bebeğin hâli gibiydi; oradayken nasıl bir hayatın içinde olduğunu anlayabilir misin? Mesela anne karnındayken nasıl besleniyordun, gözünün önüne getirebilir misin? Yok, getiremezsin. İşte ben de sizin durumunuzdayım. Bu binalarda yaşayan insanların hayatını hayal dahi edemiyorum bu yüzden.

Caddedeki mağazalardan birinin önünde, üç tane çocuk, çantaları ellerinde, vitrinin arkasındaki bir şeylere bakmaktaydı. Ben de geçip arkalarında durdum. Uzun saçlarından hoş bir koku yayılıyordu etrafa. Kendimi tutamayıp, bir tanesine yaklaştım ve boynundaki kokuyu içime çektim. Çocuklar arkalarına bakınca beni fark ettiler, şöyle hor gören nefret dolu bir bakışla beni süzdüler, sonra da biraz öteye gidip yanımdan uzaklaştılar. İçlerinden birinin sesi bulunduğum yere kadar ulaşıyordu,

“Ne kadar da pis kokuyor!” diyordu benim için.

Mağazanın camına bakınca kendimi görebilecek fırsatı buldum. Saçlarım o kadar uzayıp kirlenmiş ve perişan hâldeydi ki kulaklarım bile görünmüyordu. Kafama uzun saçlı bir peruk takılmış gibiydi hâlim. Gömleğim kirden, pislikten renk değiştirmiş gibiydi, yakam bağrım yırtılıp açılmış, yanık tenim görülebiliyordu. Bacaklarım çıplak ve çürükler morluklar içinde, topuklarım çatlak çatlaktı. Şimdi içimden o üç zengin bebesini bir güzel pataklamak geçiyordu.

Ama benim bu şekilde bir hayatımın olması onların suçu muydu?

Ben bunları düşünürken, mağazanın içindeki görevli dışarı çıktı, bir el hareketiyle beni oradan uzaklaştırırken, “Yürü çocuk, sabah sabah daha siftah etmedik, ne vereceğiz sana?” dedi.

Ben hiç yerimden kımıldamadım, bir şey de demedim. Adam tekrar el kol hareketleriyle beni oradan uzaklaştırmaya çalışıyordu:

“Hadi kaybol buradan! Amma da yüzsüzsün be!”

Ben yine yerimden kımıldamadım:

“Dilenci değilim ben!”

“Affedersiniz küçük bey… Ne işiniz var burada peki?”

“Bir işim yok. Bakıyorum sadece.”

Sonra da yürüdüm gittim. Adam da mağazanın içine girdi. O sırada su kanalının kenarında parlayan beyaz bir fayans parçası gözüme ilişti. Artık yerimde duramazdım. Fayansı yerden kaldırdım, sonra da kolumdaki tüm güçle mağazanın kocaman camına fırlattım. Büyük cam kırılıp, tuzla buz oldu. Camın kırılırken çıkardığı o ferahlatıcı ses, sanki yüreğimin üstündeki bir yükü kaldırmış gibiydi. Sonra da tabanları yağlayıp öyle bir koştum ki arkamdan kuş olup uçsalar yakalayamazlardı. Bu şekilde ne kadar koştum, kaç cadde geçtim bilmiyorum, ama sonunda Ahmet Hüseyin’e rastlayınca mağazadan epeyce uzaklaşmış olduğumu anladım.

Ahmet Hüseyin her zaman yaptığı gibi, kız ortaokulunun önünde bir sağa bir sola volta atıyor, içinden kız çocuklarının indiği arabaların yanına yaklaşıp dilencilik ediyordu. Bu, Ahmet Hüseyin’in her sabah yaptığı rutin işiydi. O kadar zamanın ardından, Ahmet Hüseyin’in kimin yanında kaldığını hiç anlayamadım, ama Kasım onun dilencilik yapan ninesiyle birlikte yaşadığını söylemişti. Çocuğun kendisine sorulunca, bu konuda hiç konuşmazdı.

Okulun giriş zili çalınca, tüm çocuklar sınıflarına girdiler, biz de yolumuza devam ettik. Ahmet Hüseyin, “Bugün hiç iş yapamadım, herkes cebinde bozuk parasının olmadığını söylüyor.” diyerek yakındı.

“Nereye gidiyoruz şimdi?”

“Böyle yürüyüp gezelim biraz.”

“Ama böyle gezilmez ki… Gidip Kasım’ı bulalım da birer bardak ayran içelim.”

Kasım işlek bir caddenin kenarında, bardağı bir kırana ayran satardı. Yanına her gittiğimizde bize de birer bardak bedava ayran içirirdi. Kasım’ın babası, Hacıabdulmahmud Caddesi’nde eski elbiseler alır satardı. On beş bine bir gömlek, yirmi beş bine iki uzun don, yedi sekiz tümene ceket pantolon satardı. Kasım’ın ayran sattığı yerle, Hacıabdulmahmud Caddesi arasında bir dönemeç vardı sadece. Babasının çalıştığı caddenin duvarları ve kaldırımlarının üstü, ikinci el kıyafetlerle doldurulmuştu, giysilerin başında duran adamlar da bağıra çağıra bunları satmaya çalışıyordu. Kasım’ın babasının da bu caddede çok ufak bir dükkânı vardı, akşam olunca karısı ve çocuğuyla birlikte burada yatarlardı. Ayrıca başka bir evleri yoktu. Kasım’ın annesi, sabahtan akşama kadar dükkânda veya cadde üzerinde yakın bir yerde, kocasının sağdan soldan satın aldığı eski püskü giysileri yıkayıp temizler, sonra da yırtık ve söküklerini yamayıp diker, satılacak hâle getirirdi. Hacıabdulmahmud Caddesi toprak zeminli bir yerdi, su kanalı bile geçmezdi yanından, arabalar da girmezdi o caddeye.

Ahmet Hüseyin’le bir iki saat kadar yürüdük ve Kasım’ın ayran sattığı yere vardık. Kasım, yerinde yoktu. Hacıabdulmahmud Caddesi’ne gittik biz de. Babasının dediğine göre, Kasım, annesini sağlık ocağına götürmüştü. Kasım’ın annesi her zaman hastaydı, ya bacakları ağrırdı ya da karnı.

Öğlene yakın saatlerdi. Ahmet Hüseyin ve Ziver’in oğluyla birlikte, Nadiri Caddesi’ndeki benim oyuncakçı dükkânının önünde, Deve’nin yanı başına çömelmiş çekirdek çitliyor, bir yandan da Deve’nin fiyatı hakkında konuşuyorduk. Sonunda kalkıp mağazaya girmeye ve tezgâhtara fiyatını sormaya karar verdik. Tezgâhtar bizi görünce, dilenci olduğumuzu düşünmüş olmalıydı. Biz daha kapıdan girmemiştik ki bağırdı:

“Dışarı çıkın, bozukluğumuz yok!”

Dışarıdaki Deve’yi göstererek,

“Dilenci değiliz biz, şu Deve kaç para?” diye sordum.

Adam hayret etti, duyduklarına inanamayarak,

“Deve mi?” diye sordu.

Ahmet Hüseyin’le Kasım da arkamdan aynı soruyu tekrarladı:

“Evet, Deve’yi soruyoruz. Kaç para?”

“Çıkın dışarı yahu! Deve satılık değil!”

Mağazadaki adamın bu sözü çok bozmuştu bizi, mecbur dışarı çıktık. Hem sanki satılık olsa ve fiyatını söylese, o kadar paramız mı vardı ki alabilelim? Deve olduğu yerde durmaktaydı hâlen. Üçümüzü birden sırtına alıp, dere tepe gezdirir de yine de zerre kadar yorulmaz gibi geliyordu bize. Ahmet Hüseyin’in eli güçlükle Deve’nin karnına yetişebiliyordu. Ziver’in oğlu da kolunu kaldırmış, yetişip yetişmediğine bakacaktı ki satıcı dışarı çıktı ve Kasım’ın kulağına yapıştı:

“Ulan eşek herif, görmüyor musun dokunmayın yazıyor üstünde!”

Satıcı bunu söyledi ve Deve’nin sırtına iliştirilmiş bir kâğıdı gösterdi. Kâğıtta bir şeyler yazıyordu, evet, ama biz hiçbirimiz okuma yazma bilmiyorduk ki! Oradan uzaklaştık ve çekirdeklerimizi çitleye çitleye parka doğru yollandık. Bir süre sonra, Ziver’in oğlu uykusunun geldiğini söyledi ve parkın içinde uygun bir yer bulup uzandı. Ahmet Hüseyin’le ikimiz, Şehir Parkı’na gitmeye karar verdik. Hava sıcak ve bunaltıcıydı. Öyle bir terlemiştik ki sorma gitsin… İkimizde de bir şey konuşacak mecal kalmamıştı. İçimden, “Keşke şimdi annemin yanında olsaydım.” diye geçiriyordum. Kendimi yalnız ve garip hissetmiştim.

Parkın girişinde, Ahmet Hüseyin bir satıcıdan iki binlik verip bir sandviç aldı, bir ısırık almam için bana da uzattı. Sonra da su kanalında yıkanmak için, her zamanki yerimize gittik. Biraz ötemizde de bizden önce gelmiş olan birkaç çocuk yıkanıyor, birbirlerine su sıçratıyorlardı. Ama Ahmet Hüseyin’le ikimiz, sakin bir şekilde suyun içine uzandık, uslu uslu vücudumuzu yıkayıp serinledik ve onların yaptığı gibi şakalaşmaya girişmedik. O sırada park bekçisi geldi ve bağıra çağıra hepimizi suyun başından kovdu, biz de kaçtık ve güneşli bir yer bulup oturduk. Oturduğumuz yerde toprağın üzerine deve şekilleri çiziyorduk ki babamın sesini duydum. Ahmet Hüseyin bizden ayrılıp gitti. Babamla ciğerciye gittik ve öğle yemeğimizi yedik. Babam benim konuşmadığımı ve düşünceli olduğumu görünce,

“Latif, ne oldu, iyi görünmüyorsun?” diye sordu.

“Hiç, bir şeyim yok.” dedim.

Yemekten sonra parka geldik, ağaçların gölgesinde biraz kestiririz diye düşünüyorduk. Babam, bir o yana bir bu yana döndüğümü ve bir türlü uykuya dalamadığımı gördü.

“Latif, ne oldu, kavga mı ettin? Birisi bir şey mi dedi sana? Hadi söyle bana, ne oldu?”

Bense hiç konuşacak durumda değildim. Hiç konuşmadan, böyle sessiz sakin kendi kendime içlenmek istiyordum o an. Keşke annem yanımda olsaydı da ona sımsıkı sarılıp kucaklasaydım, öpebilseydim. Birden ağlamaya başladım ve başımı babamın göğsüne dayayıp gizledim. Babam kalkıp oturdu, beni kucaklayıp iyice sokuldu ki rahat rahat ağlayabileyim diye. Ama babama yine bir şey söylemedim. Sadece annemi özlediğimi söyleyebildim. Sonra da derin bir uykuya daldım. Uyandığımda, babamı baş ucumda oturur buldum, bağdaş kurmuş, yoldan gelip geçeni seyrediyordu. Ayağını dürttüm,

“Baba!” diye seslendim.

Babam bana baktı, saçlarımı okşadı, “Uyandın mı aslan oğlum?” dedi.

Olumlu anlamda salladım başımı.

Babam:

“Yarın memleketimize geri döneceğiz, annenin yanına. Orada bir iş bulur çalışırız, ne de olsa bir lokma ekmek işte… Olmazsa da olmaz. Orada her ne olursa buradan bin kat iyidir. Perişan olduk buralarda, onlar da memlekette sersefil.”

Yolda, parktan otobüs garına gidene kadar, eve döneceğimize sevinmem mi yoksa üzülmem mi gerektiğini bilemedim. Deve’mden uzak kalmayı hiç istemiyordum. Yapabilsem, Deve’mi de yanımda götürürdüm, o zaman hiçbir üzüntüm kalmazdı.

Bilet almak için gara gidiyorduk, yine caddelerden yollardan geçtik. Babam, zerzevatçılık yaptığı el tezgâhını ne olursa olsun akşama kadar satmak istiyordu. Ben de ne olursa olsun gidip Deve’yi son bir kez görebilmek arzusundaydım. Akşam vakti gara yakın bir yerde buluşup, orada bir yerde uyumak üzere anlaştık. Babam beni o durumdayken tek başıma göndermeyi hiç istemiyordu, ama yalnız gidersem biraz yürüyüp dolaşacağımı ve açılacağımı söyleyip ikna ettim.

Gün batımına doğruydu vakit. Kaç saattir orada öylece durup Deve’yi seyrediyordum bilmiyorum, bir anda lüks bir otomobil yanaştı caddenin kenarına. Deve ile benim yanıma gelip durdu. Arabanın içinde bir adamla cici bir kız çocuğu oturuyordu, ikisinin de üstü başı tertemizdi. Kızın gözü Deve’ye kayınca gözleri zevkten parıldadı ve gülümsedi. Tedirgin oldum onu öyle görünce, yoksa benim Deve’mi satın alıp evlerine mi götüreceklerdi? Kız, babasının elini tuttu ve otomobilden dışarı çıkarttı:

“Çabuk ol babacık! Bizden önce birileri gelip almasın onu!”

Babayla kızı mağazaya girmek için davrandılar, ama baktılar ki dükkânın girişinde ben dikiliyorum ve yolu kapatmış durumdayım. O an ne hissettiğimi hiç bilmiyorum. Korkuyor muydum? Ağlamaklı mı olmuştum? Bir şeyin yasını mı tutuyordum? Ne hissettiğimi bilmiyorum. Tek bildiğim, kızla babasının yolunu kestiğim ve sürekli olarak,

“Beyefendi, bu Deve satılık değil, sabahleyin satıcı kendisi söyledi bana, inanın ki satılık değil.” diye konuşmamdı.

Adam beni sertçe kenara itti:

“Yolu niye kapatıyorsun be çocuk, çekil kenara!”

Sonra da ikisi birlikte mağazaya girdiler. Adam, mağazanın sahibiyle konuşmaya daldı. Kız ise sürekli arkasına bakıyor, Deve’yi seyrediyordu. Öyle cıvıl cıvıl bir hâli vardı ki onu gören, hayatta bir kere olsun üzülmediğini iddia edebilirdi. Benimse dilim lal olmuş ayaklarım kilitlenmiş gibiydi, eşikte öylece duruyor içeriye bakıyordum. Maymunlar, deve yavruları, ayılar, tavşanlar ve diğerleri beni seyrediyordu. Hepsinin de beni o durumda gördükleri için içlerinin cız ettiğini biliyordum.

Kızla babası, mağazadan dışarı çıkmak üzereydiler. Adam iki binlik bir sikkeyi bana doğru uzattı. Ben ellerimi arkamda birleştirdim ve adamın suratına öylece baktım. Adam bu bakışlarımdan ne anladı bilmiyorum, ama parayı hızlıca cebine koydu ve geçip gitti önümden. Mağazanın sahibi de onun ardından beni dükkânın eşiğinden uzaklaştırdı. Mağazanın çalışanlarından iki kişi dışarı çıktı ve Deve’ye doğru ilerlediler. Kız gidip otomobilin içinde oturdu ve Deve’ye bakmaya başladı, oyuncağının getirilmesini bekliyordu. Mağazanın işçileri deveyi iki yanından tutup havaya kaldırdıklarında, birden öne fırladım ve Deve’nin bir bacağına yapıştım,

“Hayır, durun, bu benim devem, durun nereye götürüyorsunuz onu, bırakmam!” diye feryat figan bağırıyordum.

İşçilerden biri:

“Çekil kenara velet! Delirdin mi sen?”

Kızın babası da mağazanın sahibine beni gösterip,

“Dilenci mi bu?” diye sordu.

Çevredeki gelip geçen insanlar da olayı seyretmek için durmuş bakıyorlardı. Ben Deve’nin bacağını bırakmıyordum. Sonunda, işçiler havaya kaldırdıkları Deve’yi yere bırakmaya ve önce beni oradan uzaklaştırmaya mecbur kaldılar. Kızın sesi otomobilin içinden bile duyulabiliyordu,

“Babacığım bırakmayın şunu, el sürmesin oyuncağıma.” diyordu.

Adam gidip direksiyonun başına oturdu. Deve’yi otomobilin arka koltuğuna yerleştirdiler. Otomobil tam hareket etmek üzereyken yerimden fırladım ve onlara doğru koştum. İki elimle birden otomobile sıkıca yapışmış feryat ediyordum âdeta:

“Durun, benim Deve’mi nereye götürüyorsunuz? Bırakın, o benim Deve’m!”

Sanıyorum bu feryadımı kimse duymadı. Bağırmaktan sesim o kadar kısılıp gitmişti ki sanki feryadım boğazımın içinde boğuluyor, ağzımdan dışarı çıkmıyordu artık. Birisi gelip beni otomobilin yapışmış olduğum arka tarafından ayırdı ve kızla babası gitti. Ellerim yavaş yavaş boşluğa düştü, ben de artık ayakta duramadım, yüzüstü asfalt yolun üstüne yığıldım. Deve’me son bir kez baktım, otomobilin arkasında konulduğu yerden bana bakıyordu, gözlerinde yaş vardı ve boynundaki çanı sinirli sinirli sallıyor, sesi dışarıya kadar geliyordu.

Düşerken burnumu yere çarptığım için, yüzüm kan içinde kalmıştı. Ayaklarımı yere vura vura, hıçkırıklar içinde ağladım da ağladım…

O anda, mağazanın vitrinindeki makineli tüfeğin elimde olmasını ne kadar da çok isterdim.

BİR ŞEFTALİ BİN ŞEFTALİ

Fakir ve susuz bir köyün hemen yanı başında, oldukça geniş bir bağ vardı. Öyle güzel bir bağdı ki bu, yemyeşil ve düzenli, her bir yanı meyve ağaçlarıyla dolu, içinden geçen suyu bol… Bağ o kadar genişti ve ağaçlarla dopdoluydu ki, eline bir dürbün alıp bir ucundan bakmak istesen, diğer ucunu göremezdin.

Köyün ağası, birkaç yıl önce, köydeki toprakları parçalara ayırmış ve köylülere satmış, fakat bu güzelim bağı kendine ayırmıştı. Elbette, köylülere sattığı topraklar ne düzdü ne de ağaçlık. Engebeliydi, suyu da yoktu üstelik. Aslında, vadinin tam ortasında tek bir düz arazi vardı, işte o arazi de ağanın sahiplendiği bağıydı. Ağa, vadiye bakan diğer verimsiz toprakları, tepelik arazi ve yokuşlarıysa köylülere satmış, onlar da bu topraklara buğday ve arpa ekmişlerdi.

Her neyse, bir kenara bırakalım şimdi bunları, hem belki öykümüzle de bir ilgisi yoktur bunların.

Bu bağda iki tane şeftali ağacı yetişmişti, bir tanesi diğerinden daha küçük ve gençti. Bu iki ağacın da hem yaprakları hem de çiçekleri tıpatıp diğerine benzerdi, o kadar benzerdi ki, bu iki ağacı gören herkes daha ilk bakışta her ikisinin de aynı tür olduğunu anlayıverirdi.

Ağaçların daha büyük olanı aşılıydı, her yıl kocaman, kıpkırmızı ve göz alıcı şeftaliler verirdi. Bu meyveler o kadar iri olurdu ki, avuca zor sığardı, insan ısırıp yemeye kıyamazdı.

Bahçıvanın dediğine göre, bu ağacı yabancı bir mühendis aşılamıştı ve aşılarken kullandığı sürgünü de kendi memleketinden getirmişti. Böylesine masraf edilen bir ağacın şeftalilerinin ne kadar değerli olacağı herkesin malumudur.

Kem gözler ilişip de nazar değdirmesin diye, birer ufak tahta parçasının üzerine (Kuran’dan) “Ve in yekâd…” ayeti yazılıp, her iki ağacın da üzerine iliştirilmişti.

Buna karşılık, küçük şeftali ağacı her yıl binlerce çiçek açmasına rağmen, bir tane olsun şeftali vermezdi. Ya çiçekleri dökülür ya da henüz olgunlaşamadan meyveleri kuruyup düşerdi. Bahçıvan, bu küçük şeftali ağacı için elinden geleni yapıyor, ama ağacın durumunda hiçbir değişiklik olmuyordu. Yıldan yıla yeni yeni dalları ve çiçekleri ortaya çıkıyor; buna rağmen, şifa niyetine olsun, bir tane bile şeftali vermiyordu.

Bahçıvanın aklına küçük ağacı da aşılamak fikri geldi, ama ağaçta yine bir değişiklik olmadı. Besbelli iş inada binmişti sanki! Bahçıvan bu durumdan bıkıp usanmıştı artık. Sonunda, bir küçük oyun oynayıp, ağacın gözünü korkutmayı düşündü. Gidip testeresini getirdi, karısına da seslenip yanına çağırdı, ardından başladı küçük şeftali ağacının hemen önünde testeresinin dişlerini bilemeye. İşini bitirdi, testerenin dişlerini iyice biledi. Sonra geri geri yürüyüp birden ağacın üzerine doğru hamle yaptı elinde testeresiyle. Öylesine tehdit edercesine yürüyordu ki, hâlinde âdeta “Şimdi seni kökünden keseyim de gör, hele bakayım şeftalilerini bir daha dökebilecek misin!” der gibi bir eda vardı.

Bahçıvan ağaca doğru hışımla adım atmaya başlamıştı ki, daha yolun yarısına gelmeden, karısı arkasından yetişip kolunu tuttu: “Ölümü gör, yapma! Sana söz veriyorum, önümüzdeki yıldan itibaren şeftalilerini artık dökmeyecek, büyütüp olgunlaştıracak. Ama, yok eğer yine tembellik etmeye devam ederse, işte o vakit ikimiz bir olur keseriz, odunlarını da ateşe atar yakarız, varsın kül olsun!”

Ama gel gör ki, bu hile ve gözdağı da ağacın huyunu suyunu değiştirmeye yetmedi.

Şimdi hepiniz küçük şeftali ağacının asıl derdinin ne olduğunu ve niye bir türlü olgun ve güzel meyveler vermediğini merak ediyorsunuz, öyle değil mi? Pekâlâ, o zaman hikâyemizin bundan sonrasını doğrudan kendisi anlatsın bakalım…

İyi dinleyin o hâlde…

***

Kulaklarınızı iyice açın da küçük şeftali ağacımız ne söylemek istiyor iyi dinleyin. Artık hiç ses çıkarmayın, bakalım küçük şeftali ağacı ne söyleyecek bize. İşte kendi hikâyesini anlatıyor:

“Biz yüz, yüz elli tane şeftaliydik, bir sepetin içinde duruyorduk. Güneş vurup da narin tenimizi kurutmasın, al yanaklarımız toza bulanmasın diye, bahçıvan içinde bulunduğumuz sepetin üzerini ve yan taraflarını asma yapraklarıyla örtmüştü. İncecik yaprakların arasından yeşil bir ışık süzülüp bize ulaşıyor ve yanaklarımızın kızıllığıyla buluştuğunda, gönül ferahlatan bir manzara çıkarıyordu ortaya.

Bahçıvan, sabah güneş henüz doğmadan toplamıştı bizleri, o yüzden üzerimiz serin ve nemliydi. Sonbahar gecelerinin soğuğu üzerimizdeydi hâlen. Yeşil yaprakların arasından süzülüp gelen ışık ise sıcağı taşıyordu içimize.

Elbette hepimiz aynı ağacın çocuklarıydık. Bahçıvan, her yıl bu vakitlerde annemin dallarından topladığı şeftalileri sepete doldurur ve şehire götürürdü. Oraya vardığında, doğruca ağanın evine gidip kapısını çalar ve sepeti teslim edip köye dönerdi. Tıpkı şimdi de yaptığı gibi…

Dedim ya, biz yüz, yüz elli tane olgun ve sulu şeftaliydik. Biraz da kendimden bahsedeyim; tatlı ve lezzetliydi benim suyum, kabuğum o kadar ince ve narindi ki neredeyse dolgunluğumdan çatlayıverecekti. Yanaklarım o denli kırmızıydı ki, bir görsen, muhakkak sanırdın ki çıplak kalmışım da onun utancıyla kızarmışım. Üstelik sonbahar şebnemleri üstümü başımı öylesine ıslatmıştı ki, sanki sudan yeni çıkmış gibiydim.

İçimdeki sert ve iri çekirdeğim yepyeni bir hayatın düşünü kuruyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, yepyeni bir hayatı düşleyen bendim. Çekirdeğim ayrı bir varlık değil ki benden…

İlk bakışta hemen fark edileyim diye, bahçıvan sepetin en üstüne, diğer şeftalilerin tepesine koymuştu beni, muhtemelen diğerlerinden daha iri ve sulu olduğum için. Bununla böbürleniyor değilim. Nihayetinde, büyüyüp olgunlaşma fırsatı bulabilen bütün şeftaliler iri ve sulu olacaktır tabi. Ama tembellik eden ve kurtlara aldanan, onların kendi kabuklarına, iç kısımlarına ve hatta çekirdeklerine kadar girmelerine izin veren şeftalilerse gelişemeyecektir.

Sepette öylece oturup duruyor olsaydım, doğruca ağanın evine götürülecektim, orada da ağanın biricik şımarık kızının kısmetine düşecektim. Ağanın kızı da yanağımdan bir ısırık alacak, sonra da bir köşeye fırlatıp atacaktı beni. Ağanın evi, kapısından içeri bir tane kayısı, salatalık veya şeftalinin uğramadığı Sahip Ali ve Polat’ın evi gibi değildi. Bahçıvanın dediğine göre, ağa, kızı için yurt dışından hususi meyve getirtiyormuş. Sipariş veriyormuş, bunun üzerine portakal, muz, üzüm, hatta çilek bile getirtiyormuş uçakla. Bunun için de elbette su gibi para harcaması gerek. Şimdi sen hesap et bakalım, ağanın kızının kıyafet, okul, yeme içme, doktor, bakıcı, uşak, oyuncak, gezme tozma gibi işleri için ne kadar daha para lazım olduğunu… Öyle ayda on bin Tümen1 falan deme, o kadar bile yetmez bu işlere.

Neyse, konumuzdan uzaklaştık…

Bahçıvan sepeti yüklendi, bağın ortasındaki yoldan geçerken ayağını bastığı yerdeki bir fare yuvası çöküverdi, neredeyse düşüp yere kapaklanacaktı, neyse ki bir şekilde dengesini korudu da düşmedi. Ama bu sendeleme sırasında elindeki sepet sallanınca, ben kayıp yere düştüm. Bahçıvan ise benim düştüğümü fark etmedi bile, öylece geçip yürüdü gitti.

Güneş artık ortalığı iyice ısıtmaya başlamıştı, toprak bir miktar sıcaktı ama güneş epeyce yakıyordu. Tenim serin olduğu için, güneşin bana çok sıcak geldiğini düşünüyordum.

Sıcaklık ağır ağır kabuğumu aşıp, içime işlemeye başlıyordu şimdi. İçimdeki su bile ısınmıştı, o sırada çekirdeğime kadar ulaştı sıcaklık. Çok geçmedi ki susadığımı hissetmeye başladım.

Hâlbuki annemin yanındayken, ne zaman susasam onun suyunu içerdim, bir de daha fazla üzerime vurup da beni ısıtsın diye doğrudan güneşe bakar dururdum. Güneş ışınları üzerime gelir, yanaklarımı sıcacık yapardı. Annemden suyu emdikçe, besinimi alırdım ve içimdeki su coşup kaynamaya dururdu. Günbegün, irileştikçe irileşir, daha güzel, daha kırmızı ve iyice sulu bir şeftali hâline gelirdim. Yüzümdeki damarlar böyle böyle daha da kızıllaşırdı, ben ağırlaştıkça ağırlaşır, annemin kolunu yere doğru eğer, esintiyle ağır ağır sallanırdım.

Annem bana seslenirdi:

“Benim güzel kızım, güneşten kaçırma kendini. Bizim dostumuzdur güneş, toprak bize gıda verir, güneş de bizim için pişirip hazırlar onları. Hem bak, güneş sayesinde daha da güzelleşiyorsun sen. Güneşten kendini sakınanların ise benizleri sararıp solmuş, vücutları da hep kemik kemik olmuş. Bak benim güzel kızım, olur da bir gün güneş dünyaya küser de ondan ışığını esirgeyecek olursa, artık bu yeryüzünde tek bir canlının bile yaşayabilmesi mümkün olmaz. Hiçbir canlı, ne bir bitki ne de herhangi bir hayvan…”

Bu yüzden kendimi hiç sakınmadan güneşin önüne uzatır, güneşin sıcaklığını kabuğumla ve tüm vücudumla âdeta emer ve içimde toplardım. Bu şekilde günden güne güçlendiğimi fark ederdim. Sürekli sorar dururdum kendi kendime: “Eğer günün birinde, birisi güneşi kızdırır ve gücendirirse, o da bize küserse, hâlimiz ne olur o zaman?”

Düşündüm ama cevabını bulamadım, nihayet bir gün anneme sordum:

“Anneciğim, günün birinde Güneş Hanım’ı kızdırırlarsa ve o da küsüp darılırsa ne yaparız?”

Annem yapraklarıyla yüzümdeki tozu sildi ve cevap verdi:

“Neler düşünüyorsun böyle! Sen ne kadar akıllı bir kızsın. Güzel kızım, biliyorsun ki Güneş Hanım öyle birkaç kişinin yanlışı yüzünden bütün herkese küsüp darılmaz. Ama yavaş yavaş ışığını ve sıcaklığını kaybedip de ölebilir. İşte o zaman ya başka bir güneş bulmamız gerekir kendimize veya karanlıkta kalır, sonra da soğuktan donar ve buz tutarız.”

Sahiden, hikâyemizin neresinde kalmıştık?

Ha evet, en son sıcaklık iyice içime işleyip çekirdeğime kadar varmıştı ve ben susamaya başlamıştım. Bir süre sonra içimdeki su kaynamaya ve kurumaya başlayan kabuğumu çatlatmaya başladı. O esnada bir karınca hızlı hızlı karşıdan gelip yanıma yaklaştı ve etrafımda dönüp durmaya başladı.

Sepetten düştüğümde kabuğum bir noktadan çatlamış ve o çatlaktan birkaç damla öz suyum dışarıya sızmıştı, güneş vurunca da olduğu yerde katılaşmaya durmuştu. Karınca hortumunu kurumaya yüz tutan suya soktu ve sonra geri durdu. Bir süre açtığı deliklere bakıp göz gezdirdi. Ardından boynuzlarını dikip bir kez daha denedi. Ayaklarını sımsıkı yere bastırıp iyice zorladı, o kadar asıldı ki bir an hortumu kopacak sandım. Biraz daha zorladıktan sonra, artık katılaşmış durumdaki öz suyumu yapıştığı yerden sökebildi, sonra sevinç içinde koşa koşa uzaklaştı yanımdan.

Tam bu esnada bir ses duydum. İki kişi duvarın üzerinden zıplayıp aştı ve koşa koşa benim bulunduğum tarafa doğru geldiler. Sahip Ali ve Polat’tı bu gelenler, meyve yiyip karınlarını doyurmak için gelmişlerdi bağa. Diğer köylülerin aksine, bahçıvanın elindeki tüfekten hiç korkuları yoktu bunların. Köylüler adımlarını atmazlardı bağdan içeriye, ama Sahip Ali ve Polat yalın ayak, üzerlerinde yamalı ve yırtık pantolonlarıyla bağın içinde dolaşır dururlardı sürekli. Bahçıvan birkaç sefer arkalarından tüfeğiyle ateş etmiş, ama Polat ve Sahip Ali tabana kuvvet kaçıp kurtulmuşlardı mermilerden. O sıralarda her ikisi de yedi sekiz yaşlarında çocuklardı. Uzun sözün kısası, o gün koşa koşa yanımdan geçip gittiler ve doğruca annemin yanına vardılar. Biraz sonra gördüm ki geri dönüyorlar, ama yüzlerinden düşen bin parça. Konuşmalarından anladığım kadarıyla bahçıvana kızıyorlardı.

Polat:

“Bak gördün mü? Bu da bağın son meyvesi, ama bir tanesi bile kısmet olmadı bize.”

Sahip Ali:

“Ama ne yapabilirdik ki? Herif bir ay boyunca elinde tüfekle o ağacın dibine oturdu, bir an bile ayrılmadı ki bir yere.”

Polat:

“Lanet adam, bir tane bile bırakmamış bize. Ah be şimdi olsaydı şöyle sulu sulu bir tane şeftali o ağaçtan da yiyeydim ağzıma doldura doldura! Geçen yıl ne kadar çok yemiştik, hatırlıyor musun?”

1.İran’da kullanılan gayriresmî para birimi. (ç.n.)
91,93 ₽
Жанры и теги
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
11 июля 2023
ISBN:
978-625-6865-66-2
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают

Новинка
Черновик
4,9
167