Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «KUYUCAKLI YUSUF», страница 3

Шрифт:

9

Bu küçük şehirlerin tekdüzeliğini değiştiren nadir hadiselerden biri de bayramlardı. Hele ramazan bayramı, bir aylık bir bekleyiş ve hazırlıktan sonra geldiği için o nispette coşkun olurdu. Çocukların çoğu ramazanda oruç tutar, namaz kılarlardı. Sahura kalkmak ayrı bir zevk, öğleye kadar uyumak ve gündüzün, biraz da yapma olan bir mahmurlukla dolaşmak ayrı bir zevkti. Öğle üzeri Kurşunlu Cami’de İbradalı Salim Hoca’nın vaazlarını dinlenir, ikindi mukabeleleri kaçırılmaz, akşamüzeri de gözler ve kulaklar “tepe”den atılacak topa dikilirdi. Top, şehrin her yerinden görülebildiği için bilhassa çocuklar, meydanlara toplanarak topçunun hareketlerini uzaktan keskin gözlerle takip ederlerdi. Evleri Kurşunlu Cami’ye yakın olanlar ise bu caminin minaresinde elinde saatle bekleyen ve vakit gelince topçuya işaret veren Müezzin Sarı Hafız’a bakarlardı. Top patlar patlamaz, sanki sahici bir atış yapılmış da mermi aralarına düşmüş gibi bağrışarak evlerine koşuştururlardı. Geceleri büyüklerle sokağa çıkarlar, teraviye giderler, fakat çok kere sonuna kadar dayanamayarak dışarı fırlarlar ve büyüklerin yokluğundan istifade ederek kahvelerde bir iki el yüzük oynarlardı. Teravi bittikten sonra ellerinde iri coplarla sokaklarda küme küme dolaşırlar yahut gâvur mahallesine kavgaya giderlerdi. Bilhassa perşembe akşamlarını sabırsızlıkla beklerlerdi. Bu gece Kadiri tekkesinde zikir olduğu için çocuklar tekkenin etrafında dizilirler, içeri girenleri, bilhassa kadınları seyrederler, sonra da birbirlerini ite kaka pencerelere yanaşarak “hünküren” dervişlere bakarlardı. İçlerinde bazı imtiyazlıları ve usluları vardı ki babaları ile tekkeye girmeye, hatta bazen zikre katışmaya izinliydiler. Bunlar, sebebini anlamadıkları bir kendinden geçme ve cezbe17 içinde, vücutlarının bütün elastikiyeti ile iki tarafa sallanırlarken dumanlı gözlerini arada sırada yukarıya, kadınlar tarafının kafesine kaldırırlardı. Bütün bunları takip eden bayram, sahiden bir coşkunluk ve neşe devri olurdu.

Yusuf’un, şimdiye kadar daima biraz yabancı kaldığı bu şehrin cereyanına kendini kaptırması, yani bu şehirdekilerle, müspet veya menfi münasebetlere geçmesi, bu şehirde asıl “yaşamaya” başlaması da böyle bir bayram gününe tesadüf eder. Bir ramazan bayramının birinci günü, sabahleyin namazdan dönüldüğü esnada Yusuf, yeni yaptırdığı “şeytan bezi”18 elbiseleri giymiş, Şahinde’nin süslediği Muazzez’i seyrediyor ve gülümsüyordu. Biraz sonra Alanyalı Kâzım, şube reisinin oğlu Vasfı, Vasli’nin kız kardeşi Meliha ve Şerif Efendi’nin oğlu Ali gelecekti. Hep beraber bir araba tutup Akçay iskelesine gitmek istiyorlardı, fakat bu sırada Ali geldi, Kâzım’a babasının öğle yemeğinden evvel izin vermediğini, bayram sabahı öğleye kadar dükkân açmanın diğer zamanın bir haftasından çok kâr bırakacağını söylediğini anlattı. Akçay gezintisi öğleden sonraya kalıyordu. Öğleye kadar vakit geçirmek için Bayramyeri’ne gitmeye karar verdiler. Yusuf, Muazzez ve Ali, her üçü de yepyeni giyinmişlerdi. Ali’nin kavuniçi zifirden dikilmiş yakalıksız Frenk gömleği ve bir kenarı ceketinin yan cebinden sarkan sırma işlemeli çevresi bugüne mahsus lükslerdendi. Yusuf, koyu yeşil şeytan bezinden elbisesi, basık ökçeli tulumbacı pabuçları ve arkaya doğru atılan fesi ile pırıl pırıl parlıyordu. Fakat içlerinde en şıkları şüphesiz Muazzez’di. Sırtında mor atlastan ve güneşin altında pırıltısı gözleri alan bir elbise, ayağında iri tokalı rugan iskarpinler, iki örgü arkaya bırakılan saçlarının ucunda geniş, kırmızı kurdeleler vardı. Yaşı on üçe basan ve birdenbire güzelleşiveren Muazzez, âdeta olgun ve yetişkin bir hanım kız oluvermişti. Atlas entarisinin hafifçe kabaran göğsü, bütün hicabına19 ve gayretine rağmen zavallı Ali’nin gözlerini dayanılmaz bir merak ve hayretle kendisine çekiyordu.

Bayramyeri’ne doğru yürüdüler. Kuşluk vakti olmuştu. Her taraftan yükselen bir gürültü âdeta kulakları sağır ediyordu. Meydanın kenarında, üzerine tente gerilmiş sergilerin altında, Alanyalı ve Aksekili çerçiler bağıra bağıra bilezik, kurdele, sakız, kına vesaire satıyorlardı. Çocuklar ellerindeki şişirgen düdükleri yorulmak bilmez bir inatla öttürüyorlardı. Bir arabacı, atların yanında, elinde kamçısı: “Soğuktulumba’ya, Cennetayağı’na! Soğuktulumba’ya, Cennetayağı’na!” diye müşteri topluyordu. Arabanın içi küçük çocuklarla dolmuştu: Bağrışıyorlar, konuşuyorlar ve düdük öttürüyorlardı. Bu esnada müşterisini almış bir araba “varda” diye hızla geçiyor; içindekiler bir neşe çığlığı koparıyorlar ve:

 
Köşe başı meyhane,
Asmadandır kapısı.
Ben gözüme almışım
On beş sene mapusu
 

Diye hepsi bir ağızdan türkü söylüyorlardı. Biraz daha ileride, meydanın tam orta yerinde salıncaklar kurulmuştu ve asıl kalabalık, bunların etrafındaydı. İçerisine sekiz, on kişi alan ve âdeta küçük bir odaya benzeyen salıncaklarda minimini çocuklar bin türlü çiğ renkte elbiseleriyle ağır ağır sallanıyorlardı. Büyükler, ikişer kişilik kayık salıncaklara biniyorlardı. Biraz kenardan seyrettikten sonra Ali, “Hadi binelim!” dedi. Yusuf, başını salladı: “Siz binin. Benim başım döner!” O sırada içindekileri inen bir salıncağa Ali ile Muazzez bindiler. Salıncak evvela hafif hafif, sonra gitgide hızlanarak uçmaya başladı. Ali, iki taraftan iplere sarılmış, vücudunun bütün kuvvetiyle kolan vuruyor,20 Muazzez ise biraz korkak, yüzü kıpkırmızı, yerinde sıkı oturmaya çalışıyordu. Ali’nin gözleri, iki tarafına bakınmasına ve başını sürekli başka istikametlere çevirmek istemesine rağmen Muazzez’in yüzüne doğru kayıyor ve derhâl kendi yüzü de onunki gibi kızarıyordu. Muazzez’in bunların farkında olmadığı zannedilebilirdi; çünkü salıncağın yere her yaklaşışında, biraz ilerideki bir ağaca yaslanmış duran Yusuf’a doğru gülümsüyor, başıyla işaretler ediyordu. Bu sırada yandaki salıncak durdu ve oraya bu sefer iki yeni müşteri bindi. Bunlardan biri Hacı Rifat’ın İhsan, öbürü de fabrikatör Hilmi Bey’in oğlu Şakir’di. Yusuf’un derhâl yüzü bozuldu. Bu Şakir, yaşının on sekizden fazla olmamasına rağmen, kasabada herkese yaka silktirmiş bir çocuktu. Ayyaş, hovarda, ahlâksız bir şeydi. Babasının kazandığı parayı Rum orospular veya İzmirli oğlanlarla yiyor, etmediği rezalet bırakmıyordu. Bugün çapraz yelekli, lacivert bir elbise giymiş, yeleğin üzerine yarım okkalık gümüş bir köstek takmıştı. Fesinin etrafında çok fiyakalı sarılmış oyalı bir yemeni vardı. Hacı Rifat’ın İhsan, salıncağa bindikten sonra Yusuf’u gördü, başıyla ve elleriyle selamladı. Sonra sallanmaya başladılar. Biraz hızlanınca Şakir, dört tarafa çarpılır oldu, belli ki fena halde sarhoştu. İhsan, onu biraz doğrultmaya uğraştı. Fakat o birdenbire silkinerek “Haayt!” diye bir nara attı. Saçları yüzüne dökülerek kolan vurmaya başladı. Yusuf, sapsarı kesilmişti. Şakir, bütün çehresine yayılan pis bir sarhoş gülüşüyle yanındaki salıncağa, Muazzez’e bakıyor, başının şaşkın hareketleriyle, iki tarafa uçan salıncağı takibe uğraşıyordu. Birdenbire başındaki oyalı yemeniyi çıkararak tam yanı başından geçen Muazzez’in salıncağına attı. Muazzez, korkak bir çığlık kopardı. Ali, derhâl kolan vurmayı keserek salıncağı durdurmaya çalıştı. Hacı Rifat’ın İhsan, şimdi büsbütün yıkılan Şakir’i tutmaya, aynı zamanda dengesi bozulan salıncağı düzeltmeye uğraşıyordu. Yusuf, salıncaktan inenlere: “Hadi, siz eve gide durun, ben İhsan’a bir iki laf diyeceğim!” dedi. Ali ile Muazzez biraz ilerlediler, fakat Muazzez, ne olacağını biliyormuş gibi biraz ötede, su muhallebisi satan bir serginin arkasında durdu, Ali’yi de durdurdu.

Yusuf, salıncaktan inen İhsan’a doğru yürüdü ve sordu: “İhsan, ne istiyor bu itoğlu?”

Şakir, yüzüne dökülen ve yağlı yağlı parlayan uzun saçlarını fesinin altına sokmaya çalışarak bu tarafa döndü: “Kim ülen itoğlu?”

Elini alışkın bir hareketle arka cebine götürdü, fakat tam bu sırada Yusuf’un pek de dayanılacak gibi olmayan yumruğunu suratına yiyerek yere yuvarlandı. İhsan, iki kolu ile Yusuf’u sımsıkı sarmış, onu teskine çalışıyordu: “Etme gözünü seveyim, Yusuf! Bak, sarhoş işte!.. Ben şimdi alır götürürüm.”

Yusuf, silkindi ve yerdekine iki tekme daha savurdu, fakat derhâl koşup gelen Muazzez’le Ali, kendisini çekip götürdüler. Bu sırada ayağa kalkan Şakir, onların arkasından koşmak istiyordu; fakat İhsan’la salıncakçı, kollarından tutmuşlar, bırakmıyorlar ve elinden tabancasını almaya çalışıyorlardı. Tam o sırada Şakir’in en iyi arkadaşı Hacı Etem geldi. Sarhoşu kolundan tuttu, etrafındakilere: “Bana bırakın siz!” dedi ve onu zorla yürütmeye başladı. Bu Hacı Etem, yirmi dört yaşlarında, güzel ve kurnaz bir çocuktu. Anası babası yirmi sene evvel hacca giderlerken dört yaşındaki Etem’i de beraber götürdükleri için ismi böyle kalmıştı. Pek hali vakti yerinde olmadığı halde, herkesten iyi giyinir, herkesten paralı gezerdi. Bu bolluğun İhsan ve Şakir gibi birkaç zengin ve hovarda arkadaştan çıktığı ve Etem’in bunlara hem dalkavukluk ettiği hem de eğlencelerine her iki cinsten mahlûklar tedarik edip getirerek bazı ufak hizmetler gördüğü söylenirdi. Fakat bunlar, Etem’in kabadayılığına, fiyakasına ve itibarına hiç de halel vermiş değildi. O, yine yemenili fesini kaşına eğerek dolaşır, her yerde saygı görürdü.

10

Şakir’in kendisine benzeyenlerden ibaret bir partisi vardı. Ne candarma ne hükümet bunlara karışmazdı; çünkü parayı bolca oynatıyorlardı. Bu grubun ekseriyetini yaşlıca hovardalar teşkil ederdi. Bunlar paralarını şurada burada yiyip bitirdikten sonra şimdi, bu husustaki şöhret ve tecrübelerinden ve aralarına yeni katılan ve daha ellerinde yiyecek paraları bulunan delikanlıların cömertliklerinden istifade edip geçiniyorlardı. Bunların, aileler arasında da çok şiddetli nüfuzları vardı. Hepsi şehrin eski ve itibarlı ailelerinden oldukları için bugün kibar düşkünü bile olsalar, eski nüfuzlarını devam ettirmek isterler, bunda bir dereceye kadar da başarılı olurlardı; çünkü herkesin aklında hâlâ falancanın ablasının düğünündeki azamet, filanca bayramda falancaların yaptığı muazzam eğlence yaşardı. Yaşlıca kadınlar bu düşkün eşraf konaklarından birine gittiler mi orada eski âlemleri, merhum ağanın hayalini tekrar görür gibi olurlar ve hiçbir şeyin değişmediğini zannederlerdi. Bunların nazarında kızlara bulunacak en iyi ve münasip koca gene bu eşraf züğürdü serseriler, bu iflas etmiş ayyaşlardı. Hovardalıklarından; daha ziyade mazur gören bir üzüntüyle bahsederler, “Biraz yaşlanınca uslanırlar, ne diyeceksin, delikanlılık!” derlerdi. Fakat bu “delikanlı” ların çoğunun yaşı kırkı aşkındı. Şehrin en iyi aileleri arasında bile bunların istedikleri zaman alamayacakları kız yoktu. Âdeta bütün eşraf aileleri arasında ezelden beri mevcut, değişmez bir anlaşma vardı ve buna; dış görünüşün değişmesine, vaziyetin tamamen başka olmasına rağmen, daima riayet ediliyordu. Bunun için bunların herhangi bir talebini reddetmek akla gelmez ve on beş – on altı yaşındaki temiz, güzel kızcağızlar bu saçı kırarmaya başlamış, manen ve maddeten çürümüş, on parasız sefihlerin kucağına atılırdı. Çoğu, pis birtakım hastalıklarla illetli olan bu heriflerin evleri bundan sonra dışarıdan pek belli olmayan ve şiddetle saklanan faciaların yuvası olurdu. Şehir kızlarını bu felaketten biraz olsun koruyan; bu adamların orospular arasında yaşayarak evlenmek arzusunu pek seyrek duymaları ve daha bu hayattan yorulup kız istemeye vakit kalmadan ya bir tabanca kurşunu ile yahut da bir hastalık neticesinde ölmeleriydi. Bunlar şehirdeki nüfuzlarının bir kısmını da kendileri gibi iflas etmeyip akıllı davranarak mevkilerini sağlamlaştırmış akrabalara borçluydular. Kimisi belediye reisi, kimisi fabrikatör olan bu adamlar, bu kopuk akrabaları ile pek yakından temasa gelmek istemezlerse de evdeki kadınların tesiriyle birçok ehemmiyetli vakalarda onları müdafaaya mecbur olurlardı; çünkü ya karıları böyle bir serserinin kardeşi yahut da kardeşleri böyle bir serserinin karısıydı ve aile düşünceleri, akrabalık bağları, bilhassa kadınlar arasında şiddetle gözetilen meselelerdendi.

İşte Yusuf’un böylelerden birine, hem de daha elindeki maddi kaynakları tükenmeye vakit bulamamış birine çatması, kendisi için iyi olmayabilirdi, fakat şimdilik bunların herhangi bir kötülüklerini gerektirecek bir neden ortaya çıkmadı. İhtimal, Yusuf’un kaymakamın oğlu olması (onu burada birçokları böyle biliyordu) biraz daha ihtiyatlı hareket etmelerine ve beklemelerine sebep oluyordu.

Eğer Yusuf, herkesi kendisi gibi zannetmese ve etrafına biraz da anlar gözlerle baksa, o bayram vakasından sonra birçok arkadaşlarının tavırlarının değiştiğini, mesela; şube reisinin oğlu Vasfı’nin kendisiyle pek gezmek istemediğini, Alanyalı Kâzım’ın dükkânına gittiği zaman, eskisi kadar saygı görmediğini sezerdi. Hepsi, Şakir’den ve onun partisinden çekiniyorlardı, fakat Yusuf’un aklı böyle şeylere ermediği ve arkadaşlarının kendisine karşı muamelelerine de pek kulak asmadığı için hiçbir şeyin farkında değildi.

Ta kışa kadar hiçbir yerden hiçbir ses çıkmadı, yalnız kışın bazı vakalar, kendisiyle uğraşanlar bulunduğunu ona anlattı. Yusuf’a kalsa gene işin farkına varacağı yoktu, bereket versin hiçbir zaman ondan ayrılmayan ve yapılan teklif ve tehditlere rağmen Yusuf’u terk etmeyen Ali, ona birçok bilmediği şeyleri öğretiyor, pek körü körüne yürümemesini temine çalışıyordu.

Bu vakaların en mühimi ve Yusuf’un ilerideki hayatı üzerinde de tesiri olan bir zeytin işçisi meselesiydi.

Adamakıllı soğuk bir günde Yusuf, gene erkenden zeytinliğe gitmişti. O gün işçiler arasında tanımadığı bir kadınla, on iki yaşlarında bir kız gördü. İşçilerin başı Köse İbrahim’i çağırarak bunların kim olduklarını sordu.

İbrahim: “İşçi, ağam! Şakir Beygillerde çalışırlarmış, dayak atmışlar, maiyetine gelmek isterler, boğaz tokluğuna da olsa senin yanında kalacaklarmış!”

Yusuf, kadını çağırdı: “Ne diye ağanı bıraktın da buraya geldin, yenge?”

“Dövdüler beni, ağam!..”

“Durup dururken adamı döverler mi?”

“Dövdüler işte!..”

Yusuf, anlamadığını gösteren bir tavırla omuzlarını silkti: “Peki ama ben ne yapayım seni? Benim işçim tamam.”

“Aman ağam, kulun olayım, beni ters yüzüne çevirme! Kızcağızımla ikimiz ortalarda kaldık!”

Yusuf, kadının yanındaki kıza baktı. Birdenbire hiç şüphesiz tüyleri ürperdi, fakat gözlerini uzun müddet kızdan ayıramadı. İnce ve yaşına nazaran uzun boylu olan bu kızın sapsarı, insana korku verecek kadar sarı bir yüzü vardı, fakat bu sarılık bir zayıflık ve kansızlığın verdiği renksizlikten ziyade, bir hastalıktan doğan yeşilimtırak sarılığa benziyordu. Bilhassa siyah, ince, fakat çok keskin kaşlarının gölgelediği gene simsiyah ve iri gözleri çok şeyler biliyor hissini veren görmüş geçirmiş bir bakışla ve hiç çekinmeden insanın yüzüne dikiliyordu. Soluk ve ensiz dudaklarının kenarında, gene çok “yaşamış” olanlarda görülen tecrübe çizgileri vardı. Bütün yüzünün ifadesinde bir bezginlik, hatta daha ziyade bir nefret aksediyor gibiydi. Bu çehre ve bu bakış, Yusuf’u âdeta suçluymuş gibi eziyor, şaşırtıyordu.

Gözlerini kızdan ayırmayarak tekrar annesine sordu: “Siz buralı mısınız?”

“Yok, Çineliyiz!”

“Ne? Çineli mi? Aydın Çine’sinden mi?”

“Öyle ya!”

“Ne diye geldiniz buralara?”

Kadın, birkaç kelime ile bir zaptiye başçavuşunun karısı olduğunu, kocası ile buraya geldiğini, sonra kocasının bir orospu ile kaçarak bunları yüzüstü bıraktığını, şimdi orospuyu da bırakan herifin Manyas taraflarında tütün kaçakçılığı ettiğini, fakat bunları hiç aramadığını anlattı. Yusuf, bunların Çineli olduğunu öğrenince bir akrabasına rast gelmiş, Aydın ve Nazilli taraflarına dönmüş gibi oldu.

“Çalışın bakalım, bir kolayını buluruz!” dedi.

Kadın, adamakıllı iyi işliyordu; fakat kız, akşama kadar ağaçların dibinde oturarak, annesinin yanında dolaşarak yahut zeytin silkenlere bakarak boş gezdi ve hiç kimseyle hiçbir şey konuşmadı.

Akşamüzeri sepetlerini kollarına alıp giderlerken Yusuf onlara: “Sıkılmayın bakalım, hepsi geçer!” dedi.

Kadın çeşitli dualar, teşekkürlerle Yusuf’un ellerine sarılıyor, kız ise hiçbir harekette bulunmadan, yabancı ve soğuk gözlerle bunlara bakıyordu.

Kadın ertesi gün geldiği zaman, kızı yanında yoktu. Hastalanmış ve evde yatıyormuş. Yusuf: “Evde kiminiz kimseniz var mı? Kim bakar hastaya?” diye sordu.

“Kimsemiz ne gezer? Yalnız yatar fukaracık!”

Yusuf, sesini çıkarmadan arkasını döndü ve yürüdü, fakat akşama kadar evde hasta hasta yatan ve bakacak kimsesi olmayan bu kızı düşündü. Onu sert bir yer yatağında, kara gözlerini tavana dikmiş, hiç kımıldamadan yatar görüyordu.

Akşamüzeri, iş paydosundan evvel kadına kendisiyle gelmesini işaret etti. Şehre kadar hiç ses çıkarmadan yürüdüler. Hafif yağmur çiseliyor ve yoldaki araba tekerleği izlerini dolduruyordu. Aşağıçarşı’yı geçtiler. Yusuf, Bayramyeri’nde Ali’nin dükkânına girdi. Biraz yağ ve pirinç tarttırdı. Başıyla kadına bunları almasını işaret etti. Tekrar beraberce yürümeye başladılar. Kadın, İbramcaköy yolu üstünde, Değirmenönü denilen bir yerde oturuyordu. Ayvalıbahçe dedikleri, etrafı çit çevrili, büyük bir bahçeyi geçtikten sonra arkası tepeye dayanmış kerpiç bir kulübeye geldiler. Kayalık ve dik tepede çıkan bir yabani incir ağacının dalları, kulübenin damına sarkıyordu.

Ortalık daha oldukça aydınlık olduğu halde, kulübenin içi zifiri karanlıktı. Kadın, ocak kılıklı bir şeyin üzerinden bir yağ kandili alıp yakmaya uğraşırken Yusuf’un gözleri karanlığa alıştı ve köşede bir yer yatağında yatan kızı gördü. Kız, başını duvara çevirmiş, üstünü örtmeye çalışıyordu. Yusuf daha kapının önünde dururken içeride süratli bazı tıpırtılar olmuş ve sonra birdenbire kesilmişti. Şimdi, kızı böyle telaşla yatakta kımıldanır görünce nedense aklına onun şimdi, bunlar gelince yatağa girdiği düşüncesi geldi.

Kadın, kızına: “Haydi Kübra, doğrul azıcık, Yusuf Ağa geldi!” dedi.

Kız, başını çevirdi. Yusuf’a doğru baktı, sonra yavaşça doğrularak sırtını duvara dayadı ve yorganı göğsüne çekti. Siyah saçları omuzlarına dökülüyor ve bu, onları geriye atmaya uğraşıyordu. Omuzlarına kadar çıplak olan kolları soğuktan diken dikendi. Yusuf, odanın bir köşesine çekilip yataktaki kıza uzun uzun baktı. Kız da hiç başını çevirmeden buna bakıyordu. Bir müddet sonra Yusuf, yorulduğunu hissetti ve gözlerini odada dolaştırmaya başladı.

Bütün ev, zemini toprak bir odadan ibaretti. Eşya namına Kübra’nın yatağı, yatakla ocağın arasında duran ufak bir tahta sandık ve bir de yatağın önüne serili duran eski bir kilim parçası vardı. Ocak başında iş görmeye çalışan kadın, ikide birde tahta sandığı açarak içinden bir toprak tencere veya bir avuç tuz alıyordu. Üstü toprak olan tavanın isli kalaslarında birkaç koçan mısır sallanıyordu. Kübra’nın yatağının üst tarafında, duvarda bir delik ve bu delikte kireçle sıvanmış bir cam parçası vardı: Herhâlde bu, pencere vazifesini görecekti; fakat içerisi görünmesin diye sıvanan kireç, ışığın da pek azını içeri bırakıyordu.

Yusuf’un gözleri tekrar kıza ilişince onun hep kendisine baktığını gördü. Bir şey söylemek lüzumunu duyarak: “Çok hasta mısın?” dedi.

“Değilim!”

“İyi öyleyse!”

Tekrar sükût başladı. Ocakta çorba pişirmeye çalışan kadının tıpırtısından başka bir ses yoktu; bir de toprak dama düşen yağmur damlalarının boğuk sesi… Bu sırada dışarıda hafif ayak sesleri oldu, evin civarında biraz dolaştı, sonra kireçli pencerede birdenbire bir insan başı belirdi. Kadınla kızı da bunun farkına varmışlardı. Birbirlerine bakıştılar.

Yusuf derhâl yerinden fırladı, kapıya koştu; fakat kadın arkasından yetişerek onu kolundan yakaladı:

“Aman oğlum, mahalle kızanlarıdır; her zaman böyle bakarlar; sen otur, rahatına bak!”

Yusuf, gene eski yerine gidip oturdu. Dizlerini dikip çenesini üstüne dayadı ve kollarını da dizlerinin alt tarafından kavuşturdu. Bu sefer kıza olsun, kadına olsun, çabuk çabuk, gözlerini kırpıştırarak bakıyordu.

Nihayet uzun bir beklemeden sonra çorba hazırlandı; kadın bunu çinko bir tasa doldurduktan sonra sandıktan aldığı tahta bir kaşıkla birlikte kızına uzattı. Kız, çıplak kollarını yorganın altından çıkararak tası tuttu ve birkaç kaşık aldı, fakat birdenbire tası da kaşığı da elinden fırlatıverdi. Annesi şaşkın gibi kızının üstüne koştu. Çocuk, onu iki eliyle ve şiddetle iterek yorganların üstüne kapandı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Beyaz, fakat kirli bir gömleğin altındaki vücudu şiddetle sarsılıyordu. Anası da olduğu yerde kalmış ve gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamıştı.

Birden olduğu yerden kalktı, Yusuf’a koştu, onun ellerine sarılarak: “Git ağam, buralardan git. Biz senin başını ateşlere yakacaktık!” dedi.

Yusuf, kadını hafifçe iterek oturttu ve çok sakin bir sesle: “Anlat bakalım derdini yenge, ağlamayı bırak da anlat!” dedi ve o zaman kadın, tüyleri ürperten hikâyesini anlatmaya başladı.

17.Cezbe (Ar.) : Bir inanışın etkisiyle ya da bir duygunun verdiği coşkuyla kendini yitirmek, kendinden geçmek, duygusal olarak aşırı ölçüde coşmak.
18.Kadifeye benzer bir tür pamuklu kumaş.
19.Hicâb (Ar.) : Utanma
20.Kolan Vurmak: Salıncakta sallanırken, hız almak için vücudu öne büküp doğrultmak.

Бесплатный фрагмент закончился.

134,11 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
28 февраля 2024
ISBN:
978-625-8035-60-5
Правообладатель:
Автор

С этой книгой читают