promo_banner

Реклама

Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Efruz Bey», страница 2

Шрифт:

Bütün salon bir kulak kesilmiş; nefes almıyor, dinliyor, vakanın dehşetinden herkesin dizleri titriyordu. Kahraman, hareketlerini, vücuduyla tekrarlayarak yerde nasıl sürüne sürüne gittiğini, iki dakika içinde yirmi üç tane nöbetçi neferini nasıl zehirli hançerle öldürdüğünü, nihayet müstebitin yanına giriverince nasıl tabancasını alnına dayayıp sakalından tuttuğunu anlattı.

?!?!..

“Müstebit, ‘Aman, Jön Türk! Benden ne istersen iste! Vereyim. Yalnız canıma dokunma!’ deyince ben, ‘Senden bir şey istemem. Yalnız şimdi hürriyeti ilan edeceksin. Yoksa karışmam!’ dedim. Can korkusuyla hiç düşünmedi. Huzuruna giremeyen mabeyincilere sakalı elimdeyken yazdığı iradeyi gönderdi. İşte bu sabah gazetelerde okuduğunuz tebliğ benim ona yazdırdığım satırlardır…”

......

Kahraman anlattıkça hikâyesi kulaklardan geçerek ağızlardan çıkıyor… ağızdan ağıza yayılarak kapıdan, Babıali’nin avlusundan dışarı savruluyordu. O gece bu vakıayı İstanbul’da duymayan kalmadı. Sokaklara fırlayan binlerce kâtip, Jön Türk’ün kahramanlığını anlatıyorlar, işitenler henüz işitmeyenlere -kendilerinden de bazı şeyler karıştırarak- tekrarlıyorlar… Kadınlar evlerde, ihtiyarlar mahalle kahvelerinde, askerler kışlalarda, yirmi dört saat evvel bütün dünyaya hükmeden müstebitin nasıl sakalı ele verdiğini tahayyül ediyorlardı.

***

Ahmet Bey o akşam Nişantaşı’ndaki annesinin evine büyük bir zafer alayıyla gitti. Babıali’ye getirttiği arabanın atlarını çıkarmıştı. İkindiye doğru hürriyetin sahiden ilanına inanan tıbbiyeliler, hukuklular, darülfünunlular, medreseliler Babıali’ye üşüşmüşlerdi. Hepsi Ahmet Bey’in arabasına koşuldu.

“Yaşasın hürriyet! Yaşasın hürriyet!” nakaratıyla çekmeye başladılar. Babıali Caddesi cülus günü gibi donanmıştı. Köprü’den geçerken Ahmet Bey, “Artık köprü parası alınmayacak bu vahşiliktir, hürriyete yakışmaz!..” diye haykırdı. Mektepliler kendi hürriyet mabutlarının bu narasından coştular. Galeyana geldiler. Para toplayan memurları boyunlarındaki kutularla beraber denize fırlattılar. Memur barakalarını parçaladılar. Alay, Köprü’nün ortasına gelmeden Aziziye Karakolu’nu boşaltan askerler, takım kumandanları, yani onbaşıları Ferik Paşa önlerinde olduğu hâlde Galata’ya doğru kaçışıyorlardı. Jön Türk’ün arabasını çeken mekteplilerle medreselilere katılan halk on bini geçmişti. Bu muazzam alayın başı Karaköy’e geldiği hâlde Zülfikar gibi iki kuyruklu ucunun biri Bahçekapı’sında, biri henüz Yeni Cami muvakkithanesinin önündeydi. Birkaç dakika içinde bütün Galata’da dükkânlar kapandı. “Patrida”ları5 olan Türkiye’yi ateşinden yanacak derecede şiddetli bir muhabbetle seven sevgili sadık “yerli Yunanlı” kardeşçiklerimiz de hemen Jön Türk’ün alayına katıldılar. Yahudiler Balat’tan ayrı bir alay yapmış koşuyorlar, hürriyet nümayişine yetişmek istiyorlardı. Belki İstanbul şimdiye kadar böyle sevinçli, böyle umumi bir hareket görmemişti. Alay Beyoğlu’na geldi. Fakat büyüdü. Büyüdü. Büyüdü… O kadar büyüdü ki Cadde-i Kebir bu kalabalığı almadı. Sıkışanın, üzülenin, ezilenin haddi hesabı yoktu. Bu ani tuğyandan şaşıran sefarethaneler tuhaf bir şaşkınlıkla bayraklar çekmişler, daha ne olduğunu iyice anlayamadıkları bu hadiseyi selamlıyorlardı. Genç mekteplilerin, kalın enseli, ince fikirli, son derece hürriyetperver medreselilerin sevinç gözyaşları dökerek çektikleri arabada küçük dağları yaratmış bir ilah yavrusu gibi kurulan Ahmet Bey, Rus sefarethanesinin önüne gelince insandan atlarına “Çüş!” manasına gelir garip bir ses çıkardı:

“Durrrr…”

Araba durdu. Alay durdu. Naralar, alkışlar durdu. Bu lahuti sükût içinde Jön Türk’ün, hürriyet mabudunun sedası işitildi:

“Ey vatandaşlar! Bizi dünyada en çok seven mukaddes komşumuzun, sevgili Çarlık Rusya’sının sefarethanesi önündeyiz… Onları selamlayalım. Eski, hain istibdat idaresi sevgili kardeşlerimiz olan Rusları, hürriyetperver Rus çarını bize düşman bildirmişti. Hayır, hayır, hayır… Hiçbir devlet kendi komşusuna düşman olmaz. Olamaz! Bu mantığa muhaliftir. Her ne kadar mantık yoksa da yine de muhaliftir. Bizim düşmanlarımız olsa olsa İspanya, Portekiz, İsveç, Norveç, Monako, Liberya, Arjantin, Panama hükûmetleridir. Biz bunların hücumundan korkmalıyız. Dünyanın en büyük hürriyetperveri olan çarın hükûmeti hür bir Türkiye’ye düşman olamaz…”

… Bu nutuk uzadı. Uzadı… Kendi memleketimizi bizden daha çok sevdiklerinden hiç kimsenin şüphe edemeyeceği sadık yerli Yunanlı kardeşlerimiz, ellerinden kıvılcımlar çıkacak derecede bu nutku alkışlıyorlar, “Zito, zito, zito…”6 diye avazları çıktığı kadar haykırıyorlardı. İngiltere sefarethanesinin önünde de Ahmet Bey bir nutuk söyledi. Bütün Osmanlılar anladı ki bizim en hakiki dostumuz, hatta vücudundan haberimiz olmayan müttefikimiz Rusya imiş…

… Alay, Harbiye Mektebinin önüne gelince o kadar çoğalmıştı ki… artık hareket imkânı kalmadı. Hava kararıyor, akşam oluyordu. Ahmet Bey sabahtan beri hiçbir şey yemediğinin şimdi farkına vardı. Arabanın üstünden dedi ki:

“Artık alayımız hareket edebilmek istidadını kaybetti. Bari bana bir kişilik yer açınız da gideyim.”

Mektepliler hep bir ağızdan bağırdılar:

“Asla, ey ‘kahraman-ı hürriyet!’, asla! Senin ayağın toprağa layık değildir. Caddeler, sokaklar seni görmek isteyenlerle dolu… Onların başlarına basarak yürü… İstediğin yere git…”

Arabanın içinde biraz doğruldu. Nişantaşı tarafına baktı. Hakikaten yer hiç gözükmüyordu. Kımıldamayan bir halk sürüsü bütün yolu doldurmuştu. Sabahleyin bol bol geçtiği sokak şimdi bir buçuk metre kadar yükselmiş… kırmızı tuğla kaplanmış gibiydi. Kalktı. Düşünmedi. Bir eliyle tek gözlüğünü tutarak bu kırmızı, fakat yumuşak tuğlalar üstünde yürümeye başladı. Alkışlayan eller ayaklarını okşuyordu. Yumuşak tuğlaların altında birtakım canlı yuvarlaklar kımıldıyor, nihayetsiz bir uğultu semaya yükseliyordu:

“Ya… şa… sın… Hür… ri… yet!”

Ahmet Bey düşe kalka evinin önüne geldi. Ama kapıya inmek ihtimali yoktu. Halk sıkışmış, kımıldayamıyordu. İkinci kat pencerelerinden bakan hizmetçiler beylerini herkesin başında, elleri üstünde yürüyor görünce koşup hanımefendiye haber verdiler. Hanımefendi otuz senedir İstanbul’da oturduğu hâlde Türkçe konuşmasını öğrenememiş bir Çerkez’di. Kızların laflarını iyice anlayamadı. Lakin sevgili Ahmet’inin ismini duyunca “Acaba bir kaza mı oldu?” diye pencereye koştu. Balık istifi gibi sokağa dolan halkın başları üzerinde gezinen oğlunu görünce şaşırdı. Panjuru aralık etti:

“Ayol ümmet-i Muhammed’imin başında böyle yürümeye utanmıyor musun Ahmet!..”

Ahmet Bey başını kaldırdı. Müstear isminin hâlâ kullanılması birdenbire onu hiddetlendirdi. İçeri girmek istediğini unuttu.

“Affedersin anne! Benim adım Ahmet değil…” dedi.

Zavallı kadın yanlışlık olmasın diye oğluna dikkatli dikkatli baktı… Hayır, hiç şüphesi yoktu. İşte… oydu! Ta kendisiydi. Doğurduğu, meme verdiği, büyüttüğü, ismini koyduğu oğlu… Ahmet Beyciğiydi. Kızdı:

“Halt mı etmişsin, edin seni Ame…”

“Değil işte…”

“Hayır, Ame, Ame…”

“Ahmet değil işte!”

“Sus, aklı mı kaybettin? İçerime fenalık gelecek.”

“Hayır, Ahmet değil diyorum. Sen benim asıl ismimi bilmezsin…”

......

Bu münakaşa ana oğul arasında âdeta şiddetlice bir kavga hâlini aldı. Zavallı kadın oğlunun isminin “Ahmet” olduğuna evdeki bütün hizmetçileri, ihtiyar dadısını şahit gösterip pencereye getiriyor, rahmetli babasının, şeyh efendisi doğduğu vakit kulağına avazı çıktığı kadar ezan okuyarak “Ahmet” ismini koyduğunu… hatta bu ezanın şiddetinden küçükken kulağının ağrıyıp ta akil baliğ oluncaya kadar aktığını anlatıyordu. Ahmet Bey bütün hatıralara, şahitliklere karşı inkârında inat etti. O kadar ki… annesinin sinirleri tuttu. Zavallı kadın oğlunun ismi kaybolur yahut değişirse onu bütün bütün elden kaçıracakmış gibi bir vehme kapılıyor, haklı olduğunu ispata çalışıyordu. Fakat muvaffak olamadı.

“Hayyy…” diye bir çığlık kopardı. Arkasındaki hizmetçi kızın kucağına düştü, bayıldı. Ahmet Bey’in üzerinde gezindiği yumuşak tuğlaların altındaki canlı yuvarlak taşlardan çıkan fısıltılar, sakin bir göl dalgası gibi birbirine karışıyor; “müthiş Jön Türk’ün hakiki ismini annesinin bile bilmediği” uzaklara; İstanbul’un en ücra köşelerine yayılıyordu. Ahmet Bey, annesini merak etti. Aile içinde “Deli Saraylı” şöhretini taşıyan bu kadıncağız en ufak şeye hiddetlenir; elleri, çeneleri kilitlenir, bayılınca saatlerce ayılmazdı. Ahmet Bey son bir gayretle, kapının önündekileri biraz aralık edip aşağıya inmeye çalıştı. Olacak iş değildi. Nümayişler bir granitin ecza-yı fer-diyesi gibi sıkışmışlardı. Eve nasıl girecekti? Galatasaray’ın jimnastik dersleri onu mahir akrobat yapmıştı. Sinemalarda aktörlerin, hırsız, apaş rolüne çıkanların duvarlardan atladıkları, en üst pencerelerden binalara daldıklarını gördükçe hep içinden, Ben daha çeviğim, ben olsam bu kadar yavaş tırmanmam! der, yanındakilere kendisinin bir el ile barfikste tam mihver döndüğünü söylerdi. İşte şimdi münasip bir fırsat… Herkes onun çevikliğini, marifetini görecekti. Akrobatlığı, cambazlığı şöhretine şöhret, şanına başka bir şan ilave edecekti. Diyeceklerdi ki:

“Aman bu Jön Türk! Düz duvarı kedi gibi çıkıyor. Yüksekten, tehlikeden hiç korkmuyor, ne cesaret, ne cesaret!”

Evet mademki fırsat düşmüştü. Cesaretini göstermek lazımdı. Sokağı dolduran bu kalabalığın sebebini anlamayan, kalabalığın kafalarında gezen beyini gayet eğlenceli bir palyaço gibi seyrederek gülen Anadolulu arsız evlatlığa, “Kız, dadımı çağır!” diye haykırdı. Evlatlık hemen pencereden kayboldu. Bir dakika sonra tekrar aynı pencerede göründü.

“Dadı gelmiyor.”

“Niçin?”

“Hanımefendiyi koku ile ovuyor.”

“Mehveş’i çağır!”

“Mehveş ablam da hanımefendinin kollarını ovuyor.”

“Peyker’i çağır!”

“Peyker ablam da hanımefendinin ayaklarını ovuyor.”

“Pesent’i çağır!”

“Pesent ablam da hepsinin ellerine kolonya döküyor.”

“Despina nerede?”

“Bilmem…”

“Git çabuk, bak…”

Evlatlık yine pencereden kayboldu. Aradan çok geçmedi. Yine aynı pencerede görünerek haykırmaya başladı:

“Despina aşçının yanında oturuyor. Çağırdım.”

“Geliyor mu?”

“Saçlarını düzeltiyor. Gelecek.”

… İkinci kat pencerelerinin birinden Despina göründü. Şeytan, maskara, güzel bir Rum kızı… Hürriyetin ne olduğunu çapkın pekâlâ biliyordu. Sokaktaki gürültüden, bağrışmalardan hiçbir şey anlamayan Bolulu aşçıbaşına demin hürriyetin manasını, “Sizin hanımlar da bizim gibi olacak artık! Hürriyet bu demek!” diye anlatmıştı. “Tuh tuh, töbe… Sus gopeğin gizi…” diye hürriyeti anlayamayan koca Türk, hâlâ bu gürültüleri, bu kalabalığı bir yangın sanıyor, Ateş buralara gelinceye kadar ben yemeği verir, bulaşıkları bile yıkarım, düşüncesiyle hiç istifini bozmuyordu.

“Ne istiyorsunuz beyefendi?”

“Görüyorsun ya içeri gireceğim! Sokak kapısına inecek yer yok.”

“Ne yapayım?”

“Git çamaşır iplerinden getir. Sarkıt. Ben tırmanarak pencereye çıkayım.”

Bu kadar alaylı bir manzara Despina’yı gülmekten katıltıyordu.

“Simdi, simdi küçük bey!..” diye kahkahalarla sıçrayarak ipi getirmeye gitti. Ahmet pazılarını elleriyle yokluyor, altındaki cumhura bakıyor, mektepte imtihanlara girerken duyduğu heyecana benzer bir ürperme, kalbini biraz fazla çarptırıyordu. Sabahtan beri yorgunluktan, açlıktan hisleri körleşmişti. Altındaki cumhur bir şeyler bağırıyor fakat artık o manasını anlamıyordu. Kulakları derin şimşekli bir uğultu ile dolmuştu.

“Hürriyet!”

“Yaşasın!”

“Jön Türk!”

Bu kelimelerin anlaşılmaz bir surette karışmasından hasıl olan bir uğultu… Müthiş, muazzam bir gürültü…

Despina elinde iple ikinci kattan görününce Ahmet Bey “En üst kata, en üst kata çık!” diye haykırdı.

“Düsezeksiniz, beyim.”

“Haydi, sen karışma! En üst kata çık diyorum!”

Ahmet Bey’in, fırsat düşünce muvaffakiyetin azamisini elde etmek âdetiydi. En üst katın pencereleri dururken, ikinci kattan girmek hakikaten abesti. Çapkın Despina’yı dördüncü katın pencerelerinde bekliyorken, tavan arasının penceresinden ipi sarkıttığını görünce öyle sevindi ki…

“Sarkıt, sarkıt…”

“İşte!”

“Biraz daha…”

Ahmet Bey ipin ucunu tuttu. Despina yukarıdan haykırdı:

“İpi nereye bağlayayım.”

“Orada bir yer yok mu?”

“Panjurun demir mandalı var.”

“Pekâlâ, işte ona bağla.”

İp bağlandıktan sonra cumhurun alkışları arasında yavaş yavaş Ahmet Bey çıkmaya başladı. Kollarının müthiş kuvvetini göstermek için ayaklarını hiç ipe dokundurmuyordu. İkinci katı geçmişti. Birdenbire Despina’nın çığlığıyla beraber demir mandal koptu. Ahmet Bey ahalinin tepesine yuvarlandı. Bu yuvarlanıştan şüphesiz başları çok acıyan, beyinleri sarsılan halk hiçbir şikâyet sedası çıkarmadı. Bilakis yine olanca kuvvetiyle “Yaşasın Jön Türk, yaşasın!” diye haykırışlar… Ahmet Bey başını yukarı kaldırdı.

“Despina, Despina…” diye avazı çıktığı kadar haykırdı. İşittiremedi. Tavan arasının penceresinden yarı beline kadar sarkan, ellerini çırpan Rum kızı alkış hezeyanına uğramış, sıçrayıp duruyordu. Bu Ahmet Bey’in bir hafta evvel Müstahdemin İdaresinden getirdiği genç, şuh bir hizmetçiydi. Elini salladı:

“Despina, Despina… be!”

Efendisinin harikulade vaziyetinden galeyana gelen kız ince sesiyle haykırdı:

“Ti ehi vire begimu?”7

“Tekrar ip sarkıt.”

“Ne yapazaksınız?”

“Göreceksin…”

“Kala, kala…”8

“İpleri balkona bağla. Ucunu aşağı uzat.”

“Kala, kala…”

......

Tavan arasının balkonundan eve girmeyi pek hoş bulan kız yine keskin bir kahkahayla halkın gürültüsünü çınlattı. Ahmet Bey, Despina’nın sarkıttığı ipi tutunca tırmanmaya başladı. Birinci, ikinci kat hizasına kadar çıktı. Müthiş bir gürültü; “Yaşasın Jön Türk! Yaşasın Jön Türk!” gürültüsü camları sarsıyordu. Fakat Ahmet Bey işte ne vakitten beri ipe çıkmamıştı. İdmanı kaçmıştı. Elleri acıyor, kolları kesiliyordu. Aklına, tekrar aşağı kayıp ikinci katın penceresinden içeri girivermek geldi. Ama muvafık değildi. Tükürdüğünü yalamaktı. İşte mademki ipi balkondan sarkıttırmıştı, oradan girmeliydi. Maksadından yarı yerde dönmek azimsizlikti. Hâlbuki kendisi?.. Jön Türk!.. Ulvi bir kuvvet bütün vücudundan taştı. Dişlerini sıktı. Son bir gayretle ipe sarıldı. Santimetre santimetre yükseliyordu. Sokağı dolduran halk “Yaşasın, yaşasın!” diye haykırıyor, karşı tarafında açılan panjurlardaki çoluk çocuk kafalar da alkışlara karışıyor, yarı beline kadar sarkan Despina, ince sesiyle “Gayret begimu, gayret…” diye onu teşci ediyordu.

Ne ise zorla balkonun kenarına yapıştı. Kollarını kendisine uzatan Despina’yı kucakladı. Mevkisinin sevinciyle, bu siyah, zorla gülen gözler derin bir aşk güneşinin yakıcı aydınlığını görür gibi oldu. Halk, Jön Türk’ün muvaffakiyetinden deliriyor, coşuyor, taşıyordu. Bu beyaz yanakların üstündeki ince kumral kaşların arasını öpmek istedi. Birden içinden ilahi bir seda “Senin aşkın hürriyettir! Ne yapıyorsun?” dedi.

“Evet. Ne yapıyorum?” diye mırıldandı. Despina kollarından kurtularak cevap verdi:

“Çok büyük ayıp yapıyorsun, herkes karşısında böyle…”

“Haydi, sen aşağı in.”

“Başüstüne!”

Kızı aşağı savınca balkona yaslandı. Artık tamamıyla akşam olmuş, sakin semada yıldızlar, bu nümayişin azametinden mahzuz oluyor gibi pırlanta şuleleriyle titremeye başlamışlardı.

“Haydi vatandaşlar! Yarına, yarına!” diye haykırdı. “Yarına… Şimdi evlerinize gidiniz. Çoluğunuzu çocuğunuzu tebrik ediniz. Onlara söyleyiniz ki artık bedbaht olmalarının ihtimali yoktur. Çünkü hürriyet güneşi doğdu. Bu güneşin altında bütün sefaletlerin, rezaletlerin nasıl eriyeceğini size mufassalan anlatacağım. Yarın. Yarın. Evet yarın. Zira bugün çok yorgunum… Hem yarın size öyle bir şey söyleyeceğim ki… bunu işitince hayatınızın en büyük bir saadetini idrak etmiş olacaksınız.”

Kırmızı tuğlaların altındaki sıcak taşlar bağrıştılar:

“Ne söyleyeceksin? Ne söyleyeceksin?”

......

“Size şimdiye kadar kimsenin bilmediği hakiki ismimi söyleyeceğim. Evet yarın bunu işiteceksiniz!”

Bu vaat, bu müjde halk arasında öyle müthiş, öyle korkunç, öyle tarif olunamaz derecede şiddetli bir sevinç husule getirdi ki… manası anlaşılmaz bir uğultu, dar bir nehrin yatağına akmış bir umman, bir tufan gürültüsünü yükseltiyor; her tarafta açılan panjurlardan kadın, kız, erkek, çocuk başları uzanıyor; bu umumi tahassüse her taraftan iştirak olunuyordu. Bu uğultu büyüyor, dalgalanıyor, ânâtını değiştiriyor, yavaş yavaş bir musiki hâline geliyordu.

Ahmet Bey balkondan ayrılamıyordu.

Ruhundaki azametin göklere sığmayacak derecede esirîleştiğini, âdeta bütün kâinata inkılap ettiğini duyuyor, kendini bu ulviyet karşısında bir nokta gibi ufacık görüyordu. İpten sıyrılarak kanayan ellerine, kabarık göğsüne, yukarı kıvrılmış siyah bıyıklarına bakıyor, burnunun gölgesinde pembe, manevi bir nurun parladığını fark ediyordu. Büyük sokaktan geniş caddeye kadar uzanan manzaraya dalıyor, hangi imparatorun bu kadar sadık tebaası olabileceğini düşünüyordu. Hayır, hayır… Onun şimdi imparatorların fevkinde bir kuvveti vardı. Ne dese şu halk, şu birbirini ezen, bağıran, haykıran, teganni eden halk, ne dese hemen yapacaktı! İmparatorlar değil hatta hiçbir peygamber hayatında bu kadar sadık, bu kadar meftun bir ümmete sahip olmamıştı. Allah’la Tûr-ı Sina’da görüşen Musa’nın müminleri kaç kişi idi? Kızoğlankız anasından babasız doğan, doğuşuyla mucizelerin en büyüğünü gösteren İsa’nın kaç mümini vardı. Topu tüfeği on iki kişi değil mi? Bu on iki kişinin içinde de bir hain çıktı. Zavallı peygamberin çarmıha gerilmemek için şeklini değiştirerek genç yaşında göğe kaçmasına sebep oldu. Hâlbuki şimdi bütün İstanbul, yani bir milyon kişi ona tabiydi, ondan doğan güneşe tapıyorlardı. Sokaktaki uğultu büyüyor, büyüdükçe musikileşiyordu. Ahmet Bey bir an, eskiden tanıdığı bir ahengin yükselir gibi olduğunu zannetti.

Evet, evet… Bu havayı tanıyordu.

Halk… hayır, halk değil; halkın “deha” sesi otuz üç sene evvel hürriyet rüyasından kalma bir nağmenin, veznini bozmadan, güftesini değiştiriyor, düzeltiyor, bağırıyordu:

 
Kalkın, ey ehl-i vatan!
Biz de şâdân olalım,
Bu “Jön Türk”ün uğruna
Biz de kurban olalım…
 

Gök iyice karardı. Hava gazları “gelip gitme” kesildiği için yakılamamıştı. Sokaktaki kalabalık seyrekleşe seyrekleşe caddeye aktı. Ahmet Bey balkonun tırabzanına dayadığı kolunun uyuştuğunu duydu. Derin tefekkürlerden uyanan dalgınlara has cevval bir mahmurlukla doğruldu. Balkon kapısını açtı. Üzerinde yatak yığınları duran sandıkların arasından geçti. Merdiven kapkaranlıktı. Parmaklıkları tutarak indi. İkinci kata gelince annesinin odasına doğru yürüdü. Hâlâ ayılmamış olacaktı. Zavallının kollarını, göğsünü kolonya ile ovan hizmetçilere kapıdan sordu:

“Daha açılmadı mı?

Kızlar, “Hayır…” dediler. Annesinin hizmetçi kıtlığına kıran girmiş gibi Kastamonu’dan getirttiği arsız evlatlık ilave etti:

“… Hep kulağına ‘İsmi Ahmet Bey’miş. Şaka yapmış.’ diye bağırdık. Duymadı.”

......

Ahmet Bey bu tedavi tarzına fena hâlde hiddetlendi. Kan beynine fırladı. Yüzü kızardı. Yumruklarını sıkarak “Bir daha bana ‘Ahmet Bey’ dediğinizi duyarsam vallahi hepinizi döver, bu evden kovarım!” diye haykırdı.

Baygın annesinin uzandığı kırmızı kadife kanepenin baş ucunda, ayakta duran ihtiyar dadısı, böyle birdenbire değişen beyinin hâline feci feci baktı:

“Öyle ise artık size ne diyelim?”

“Asıl ismimi söyleyiniz.”

“Asıl isminiz ne?”

“…”

Bunu henüz Ahmet Bey de bilmiyordu.

“?”

“Yarın söylerim.” dedi. “Aceleden patlıyor musunuz? Daha dünyada kimse asıl ismimi öğrenmedi!”

“…”

***

İnce, beyaz Mısır hasırı döşeli sofadan yürüdü. Yatak odasına girdi. Esvapları, kitapları, kâğıtları, hasılı her şeyi bu geniş odadaydı.

Hava gazı lambasını yakmışlardı. Açık pencerenin yanındaki Şam kumaşı kaplanmış alçak koltuğa kendini attı. Bir an daldı. Kımıldamadı. Ansızın tek gözlüğü düştü. Onu yerden alırken karşısında Despina’yı gördü. Haberi olmadan içeri girmişti:

“Servit, mösyö, servit…”9

“Haydi, git, yemek filan istemem!” diye onu kovdu.

“…”

İşte bir anda halkın mabudu oluvermişti. Bunu hissediyordu. Evvela sırf boş bir tefahürden, emelsiz bir cakadan, dipsiz bir gösterişten ibaret olan “hürriyetperverlik” iddiasını “halk” denen yığın sahih sanmıştı. O şimdiye kadar bütün tanıdıklarını âdeta bir sanat edindiği “satışı” sayesinde aldatırdı. Mesela her ay annesinin verdiği on beş lira ile kalemden aldığı iki bin beş yüz kuruştan başka on para bir geliri olmadığı hâlde kendine bir zengin, bir milyoner süsü verir, tanıştıklarının hepsi de onu zengin sanırlardı. Zamanenin ne kadar büyük adamı varsa hepsini tanır, evlerine gider, sofralarında kalır… gibi görünürdü. Kalemde daima şöyle söze başlardı:

“… Başkâtip Paşa’nın konağında o gece sabaha kadar eğlendik. Bir saat uyuyamamışım, kalkınca…”

Yahut:

“… Tam yatacaktım. Kapı çalındı. Mabeyinden bir yaver gelmiş, Darüssaade ağası beni istemiş! ‘Gidemem, hastayım…’ diyecektim ama… Hınzır Arap’ın hatırını kırmaya gelmez ki… Bu soğukta kalktım, gittim. Yanıma şeyi… Evet, neyse… Onu yanıma aldım. Dışarı fırladım…”

Yahut da:

“… Fehim Paşa arabasını o gün bana vermişti. Margerit’e iki yüz elli liralık bir çek gönderdim. Hemen geldi. Arabaya, sahibinin metresiyle binerek öyle bir eğlendik ki… tarif edemem…”

İlah, ilah, ilah…

Hâlbuki bunların hiçbirisinin aslı yoktu. Yalnız büyük adamlara mensup görünmekle kalmaz; cesur, şair, edip, feylesof, âlim, derviş, pehlivan, tamburacı, damacı gibi… görünmek ister, hem de görünürdü. Kalemde küçüklerin yanında hep kendine “esraralud bir Jön Türk” süsü verir, bir satırını görmediği hâlde Namık Kemal’in bütün eserlerini okuduğunu söyler, aklında kalmayan bazı şiirlerini bile ezberden okurdu. Hatta şehit Mithat Paşa’nın kanlı gömleğinin evinde saklı olduğunu, rast geldiğine bir sır olmak üzere söyler, bu sırrı saklayacaklarına peşinen yeminler ettirirdi. Herkesi inandırmakta son derece mahirdi. Çünkü görünmek, caka satmak istediği şeyin aslına hiç ehemmiyet vermezdi. Onun ehemmiyet verdiği şey, yalnız öyle görünmekti… İşte bütün kuvvetini bu tarafa sarf ettiği için muvaffak olurdu. Görünmek istediği şeylerden birisi de zenginlikti. Zengin olmayı aklından bile geçirmezdi. Haddizatında zenginliğin de ona göre hiçbir ehemmiyeti yoktu. Yalnız zengin görünmenin ehemmiyeti vardı. Bir zengin gibi hareket eder, daima, aslı olmayan yüz bin liralardan, çeklerden, madenlerden, apartmanlardan bahsederdi. Gayet hasis olan annesinin ne kadar iradı olduğunu da bilmiyordu. Babası nesi var nesi yok, bu kadına bırakmıştı. Lisanı gibi tabiatını da değiştirmeyen bu köylü Çerkez, sineği sıkıp yağını çıkaracak derecede muktesitti. Daima sofrada kendisine, “Ah, paranın bereketi kalmadı. Boğaza yetiştiremiyorum.” diye sızlanırdı.

“Anne! Yemekte para, masraf lafı etme!” diyen Ahmet Bey yarın mirasa konunca satın alacağı gümüş takımları, vereceği ziyafetleri düşünerek dalar giderdi. İlmi, fazlı, kuvveti, kibarlığı, şıklığı, hasılı her şeyi biraz kabuk, biraz renk, biraz boyaydı. Neye kıymet verilirse o kıymete sahiden sahip olmaya çalışmaz, o kıymet kendisinde eskiden varmış gibi görünmeye uğraşır, muvaffak da olurdu.

Fakat bu son muvaffakiyeti…

… O kadar büyüktü ki… şimdi düşünürken kendisi bile şaşıyordu. Evet, büyük bir cesaret göstermiş, Babıali’de, daha herkes korkuyla şüpheden uyuşuk dururken, “Yaşasın hürriyet!” diye haykırmıştı. Sonrasını pek iyi hatırlıyordu. Çorap söküğü gibi gitmişti. O, “cemiyet”in “fert” gibi, belki fertten ziyade hayalperver bir isterik olduğunu bilmezdi. Fertlerin inanamayacağı ne kadar kaba yalanlar vardı ki cemiyet bunlara hemen kapılır, fakat… fakat çabuk ayılır; hayali, fertten daha çabuk inkisara uğrardı.

Şimdi koltuğunda derin bir hülyaya dalan Ahmet Bey, cemiyetin ruhundaki bu oynak temayülden haberi olmadığı için hâlâ dışarıdan gelen sesleri, nümayiş gürültülerini dinleyerek halkın kendine verdiği ehemmiyete kendi de ehemmiyet veriyor… hayalinde şanla, şerefle, altınla çerçevelenmiş pembe, nihayetsiz bir ufuk açılıyordu.

Yarın ne olacaktı?

İsmi duyulunca şöhreti bir anda, telgraflarla dünyanın her köşesine yayılmayacak mıydı?

Fakat ismi?

Evet, sabah olmadan ismini, asıl kendi ismini bulmalıydı. Düşünmeye başladı. Aklına “Edebiyat-ı Cedide” romanlarında okuduğu isimler geliyordu: “Bülent, Nevin, Nahit, Fahir, Sühran, Şadan, Kâmuran, Süha, Neriman, falan…” Hayır, bunları beğenmiyordu. Öyle bir isim olsun ki… hiç işitilmemiş, hiç kullanılmamış olmanın yanında kendi mevcudiyetine, büyüklüğüne, ehemmiyetine uysun! İki saatten ziyade aradı, bulamadı.

Ne kadar isim varsa hepsi kullanılmıştı. Kullananların hepsini kendinden aşağı, kendini onların hepsinden yukarı, yüksek görüyordu.

“Yeni bir kelime uydurmalıyım…” dedi. Ama bu nasıl olacaktı? Bestekâr Verdi’nin ismini hatırladı. Tokatlıyan’da anlatırlarken işitmişti. Bu bestekâr, kralından mükâfat olarak ismini istemiş, kral da ona kendi isminin her kelimesinden yalnız birer harf vermişti:

“Victor Emmanuel, Roi d’Italie”, “v, r, d, i” İşte “Verdi” ismi! “Verdi” ismi böyle doğmuştu. Hâlbuki o kimin isminden harf alabilirdi. Abdülhamit Han Hazretleri’nden mi? Hayır! Haşa… Onu yarın belki yerinden düşürecekti. Korkar gibi etrafına bakındı. Dolabın aynasında kendisini gördü. Fesi bile hâlâ başında duruyordu. Çıkardı. Karşıki kanepeye fırlattı. Parmaklarıyla alabros saçlarını düzeltti. Hâlâ sokakta nümayişçilerin, hürriyetçilerin sedaları dalgalanıyordu. Tek gözlüğünü eline aldı. Göğsündeki cebinden çektiği ipekli mendille silmeye başladı. Mutlaka bir hükümdar isminden mi harf alınabilirdi? Birkaç hükümdarın isminden de pekâlâ alınabilirdi. Mesela Avrupa hükümdarlarının isimlerinden… Ayağa kalktı. Lavabonun yanındaki küçük akaju yazıhaneye oturdu. Yazıhanenin sağında yüksek bir tournant10 vardı. Raflar eski “Frou Frou” nüshalarıyla dolu idi. Ahmet Bey Türkçe cinai roman tercümeleriyle bu açık Paris gazetelerinden daima alırdı. Romanları sabahleyin yatakta okur, Culotte Rouge’un, Sans-Géne’in yatmazdan evvel resimlerine bakardı. Son okuduğu cinai romanlardan bir tanesi tournantın ta üstündeydi. Uzandı. Onu aldı. Kabını açtı. Boş sayfaya, cebinden çıkardığı kırmızı mürekkepli bir kalemle aklına gelen Avrupa hükümdarlarının isimlerini yazdı: Nicola, Vilhelm, Edvard, Victor Emmanuel, Alfons, Yorgi, Jorj, Fransuva-Jozef, Albert, Hakon… Bu isimlerin başlarından birer harf topladı. Yazdı:

Nvevayjfah…

Yazdığına baktı. Telaffuz etti. Bağırdı. Hoşuna gitmedi. Bu harflerin birkaç defa yerlerini değiştirdi:

Hafjyararan,

Fanajavah,

Vanjnuhfa,

Jafnahvu…

Yavaş yavaş okudu. Ağır okudu. Hızlı okudu. Bağırdı. Hayır, hayır… Beğenemedi. Hoşuna gitmedi.

“Vay anasını!” dedi. “Beni ya Hintli ya Çerkez sanacaklar, hep Hintli, hep Çerkez ismi çıkıyor.”

Sonra hürriyetin üç meşhur şiarından birer harf almasını düşündü. Onu da tecrübe etti: Hürriyet, müsavat, uhuvvet! Yazdı:

“Humma…”

Hastalık ismi! Beğenmedi. Sait gibi elifi ortaya aldı:

“Ham…”

Yüzünü buruşturdu.

Bir kere daha değiştirdi:

“Amh…”

Bu hepsinden münasebetsizdi.

Gece yarısı geçti. O hâlâ romanın kenarlarına isimler yazıyor, başlarından birer harf topluyordu. Meşhur kahramanların, meşhur inkılapçıların isimlerinden çıkardığı kelimeler birbirinden münasebetsiz, birbirinden biçimsiz oluyordu. Nihayet bu usulü bıraktı. Yazıhanesinde, romanlarda rast geldiği bazı kelimelere bakmak için daima bir “Lügat-i Osmaniye” dururdu. Ona el attı. Önüne açtı. Karıştırmaya başladı. Gözü ansızın bir kelimeye takıldı, kaldı: Efruz…

Manasını okudu: “Ziyalandırıcı, ruşen edici olan.”

Tekrarladı:

“Efruz…”

“Efruz…”

“Efruz…”

......

Hoştu. Ahenkliydi. Hele manası tamamıyla kendine uyuyordu. İstibdat, zulüm karanlığını o aydınlatmamış mıydı? Bundan başka… evet, şimdiye kadar hiç kimse bu ismi taşımamıştı.

“Efruz, Efruz…”

Gece gündüz terkip düzmek için lügatlerde Arapça, Acemce kelime arayan şairler, edipler nasıl olup bunu bulamamışlar, kendilerine mahlas diye kullanamamışlardı. Buna şaşıyordu. Bu, tamamıyla büyüklük, ulviyet, yükseklik ve harikuladeliğin ismiydi.

“Efruz Bey, Efruz Beyefendi, Efruz Paşa, Efruz Han, Efruz Sultan, Efruz Şah…”

Ayağa kalktı. Bir aşağı, bir yukarı gezinmeye başladı. İsmini telaffuz ediyordu. Asıl kendi ismini telaffuz ediyordu: “Efruz Bey, Efruz Bey…”

… Artık sabah oluyor, yıldızları silinen göklerin menekşe rengindeki ziyaları camları parlatıyordu. Efruz Bey yirmi dört saattir ne yemiş ne içmiş ne de uyumuştu. Vücudunda hiç yorgunluk duymuyordu. Sinirlerinde, hayalinde öyle şiddetli bir faaliyet vardı ki oturamıyor, duramıyordu. Bu sefer asıl ismini öğrenen halk kim bilir onu nasıl alkışlayacaktı; “Yaşasın Efruz Bey!” diye bağıracaklardı. İsminin aksiyle İstanbul’un yedi tepesi, dünyanın bütün tepeleri, dağları, nehirleri, bataklıkları, gölleri, çölleri, ormanları, yanardağları, hatta be hatta cümudiyeleri çınlayacaktı. Zihni o derece hayal ile dolu idi ki… fikirlerini seçemiyor, bugün ne yapacağını tayin edemiyordu. Hakikaten yapacak çok şey vardı. Fakat bunlar neydi? Bunları henüz tasavvur bile edemiyordu. Durdu. Yorulmamış bir azmin bütün kuvvetiyle gerildi. Ellerini kalçalarına koydu. Avazı çıktığı kadar bağırdı:

“Yaşasın Efruz Bey!”

......

Bütün ev halkı, annesi, dadısı, hizmetçi kızlar, evlatlık, “Ne oluyoruz?” diye yataklarından fırlayarak onun odasına koştular. Efruz Bey’i bu kadar erken giyinmiş, dışarı çıkacak gibi hazırlanmış görünce şaşırdılar. Bilmiyorlardı ki o bu sabah giyinmemiş, yani dün gece hiç soyunmamıştı. Kenarı gümüşi yollu beyaz bir yemeni ile saçlarını sımsıkı bağlamış olan annesi “Ahmetçiğim, niye bağırdın? Sana bir şey mi oldu? Ödümüzü kopardın. Ne var?” diye boynuna sarılmak istedi. Efruz Bey hiddetli hiddetli haykırdı:

“Hâlâ bana… hâlâ bana ‘Ahmet’ diyorsunuz ha?”

“Ne diyelim?”

“Asıl ismimi söyleyiniz.”

“Asıl ismin ‘Ahmet’ değil mi? Sen deli mi oldun?”

“Sen deli olmuşsun anne! Benim ismim ‘Ahmet’ mi?”

“…”

Bu kadar büyük bir iman, bir katiyet karşısında şaşalayan, ağzı açılıp içinden dili birkaç santimetre dışarı çıkan zavallı kadın, gözlerini kırparak tekrar sordu: “Ya ne?”

“Efruz…”

“Ne?”

“Efruz…”

Pek uzun süren birkaç saniye içinde anne, kızlar, dadı, hepsi birbirlerine bakıştılar. Sofu kadın böyle isim değiştirmeyi en büyük cinayet sayıyordu. Sarayda “kapı yoldaşları”nın bazısının güzel isimleri olurdu. Yeni gelen halayıklara vermek için bu güzel isimlilerden birisinin ismi alınır, kendisine başka bir isim verilirse ismin eski sahibi olan kız yıllarca ağlar, bedbaht olurdu. Hatta bir arkadaşını hatırlıyordu. On bir senelik ismini alıp yeni gelen bir kıza verdikleri için inat etmiş, günlerce yemek yememiş, açlıkla kendini öldürmüştü.

Efruz… Hem bu nasıl isimdi?

“Oğlum, sen Müslüman’sın, böyle gâvur ismi takınmaya utanmaz mısın?”

5.Patrida (Rumca): Vatan
6.Zito (Rumca): “Yaşasın!”
7.“Ne var bre beyim?” (Rumca)
8.“Tamam, tamam…” (Rumca)
9.“Yemek hazır, efendim, yemek hazır.” (Fr.)
10.Döner dolap (Fr.).

Бесплатный фрагмент закончился.

62,93 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
11 июля 2023
ISBN:
978-625-6485-14-3
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают

Антидемон. Книга 15
Эксклюзив
Черновик
4,7
324