Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Gizemli Kütüphane», страница 3

Шрифт:

En Eski Fıkra Kitabı

Neredeyse bölümün sonuna geldiğimize göre bir fıkraya ne dersiniz? Kamp yapmaya giden aptal, berber ve kel adamın hikâyesini duymuş muydunuz? Uyurken eşyalarının çalınmaması için gece boyunca sırayla dört saatlik nöbetler tutmaya karar verirler. İlk nöbeti tutan berber eğlenmek için jiletini çıkarır ve aptalın saçlarını keser. Berberin nöbeti dolduğunda yerine geçmesi için aptalı uyandırır. Aptal, kel kalan kafasına dokunarak: “Berberin salaklığına bak! Benim yerime keli uyandırmış,” der.

Bu alıntı günümüze ulaşan en eski fıkra kitabı Philogelos’tandır. Bu, tarihteki ilk fıkra derlemesi olmayabilir ancak günümüze ulaşanların en eskisidir ve oldukça kapsamlıdır. Fıkraların bazıları hâlâ komiktir, tabii bu biraz da espri anlayışınıza göre değişir. Bir köle sahibi ile müşterisinin arasında geçen konuşmayı anlatan bir fıkraya, Monty Phyton’un “Ölü Papağan” skecine klasik dönemden gelen cevap bile denmiştir. Memnuniyetsiz bir müşteri, köle sahibine giderek kendisine sattığı kölenin öldüğünden şikâyet eder. Köle sahibi çok şaşırır ve “Benim kölemken hiç öyle bir şey yapmamıştı,” der. Yüzeysel de olsa benzerlik kesinlikle mevcuttur. Ancak önemli olan şakaların yapılarındaki büyük benzerliktir: Bir veya iki satırlık anlatım, birçok modern komedyenin yaptığı gibi kısa ve öz bir biçimde kurguyu ve can alıcı cümleyi barındırır.

Philogelos, kabaca “kahkaha sever” veya “şakacı” anlamına gelmektedir. Hieorokles ve Philagrios adlı iki Yunan tarafından, üçüncü veya dördüncü yüzyıl civarlarında Yunanistan Roma İmpratorluğu’na katıldığında derlenmiştir. Yaklaşık 260 kısa fıkranın bulunduğu eserde fıkraların her biri farklı türden kişilerin etrafında döner. Fıkraların birçoğu aptallar veya şapşallar hakkındadır. Ancak çeşitli etnik gruplar, yani Yunan doğacak kadar şanslı olmayan herkes hakkında veya herkesin aleyhinde fıkralar da mevcuttur. Bu etnik gruplar arasında aptallıklarıyla tanınan Kyme halkı, oldukça aptal oldukları düşünülen Saydalılar ve aptal olmakla birlikte fıtıktan çok fazla mustarip olma ününe sahip Abderalılar vardır.

Philogelos’un en güzel bölümleri, bizim mizah anlayışımızla birçok ortak noktaya sahiptir. En çok bilinen fıkralardan biri berber ve müşterisi arasındaki alışverişi anlatır. Berber, müşterisine saçınızı nasıl keseyim diye sorar; müşterisi de “Sessizlikle,” cevabını verir. Başka bir fıkrada paraya sıkışık bir adam vasiyetinde kendini mirasçı olarak gösterir; bir başkasındaysa tek yumurta ikizlerinden biri ölür ve hayatta kalan ikizi gören bir aptal “Ölen sen miydin yoksa kardeşin miydi?” diye sorar. Kadınlarla alakalı şakalar da vardır: Bir tanesinde bir adam arkadaşına gidip “Dün gece karınla yattım,” diye böbürlenir. Arkadaşıysa “Hadi kocası olarak ben mecburum da sen neden yatıyorsun?” der. 1970’li yıllardaki komedyenlerin pek de özgün olmayan şakalar yaptığını söyleyenler kesinlikle haklıdır.

Philogelos, antik dönemdeki insanların mizah anlayışının bizimkinden hiç de farklı olmadığının kanıtıdır. Şakaların ne kadar komik olduğu tartışmaya açık. Söylenenlere göre Stoacı Yunan filozof Solili Hrissippos, boğazına kaçan inciri çıkarmak için şarap içen eşekle ilgili kendi yaptığı şakaya o kadar çok gülmüştür ki gülmekten ölmüştür. Kulağa pek inanılır gelmiyor. Isaac Newton’ın ise hayatı boyunca yalnızca bir kez, Öklid’i okumanın ona ne kattığı sorulduğunda güldüğü söylenir. Bu da “komedinin elementleri” söyleyişine yeni bir anlam kazandırıyor.

ORTAÇAĞ


Ortaçağ İngiltere’sindeki en büyük kütüphanenin kime ait olduğu bilinmiyor ama en güçlü aday Richard de Bury. 14. yüzyılda Durham piskoposluğunu yapmış olan de Bury, dev bir kütüphaneye sahip bir bibliyofildir. Odalarında o kadar çok kitap vardı ki misafirleri oturmaya zor yer bulurdu. Biyografisini yazan Samuel Lane Boardman’ın kendisini “kitapseverler arasındaki koruyucu aziz” olarak tanımlaması hiç de şaşırtıcı değildir. Eğer kitapları, kitap satın almayı, kitaplar hakkında bilgi sahibi olmayı, kitap okumayı veya kitap kokusunu çok seviyorsanız Richard de Bury’yle muhtemelen iyi anlaşırdınız.

De Bury, ilk kütüphane yönetimi kitabı olan Philobiblon’u (Kitap Aşkı) yazmıştır. De Bury, kitapları neden sevdiğini ve kitaplara iyi bakmanın önemini anlattığı eserini ölümünden kısa bir süre önce, 1345 yılında tamamlamıştır.

Bu bölümde göreceğimiz gibi, bazı kitaplar doğru kişi tarafından keşfedilerek veya unutulmaktan kurtarılarak günümüze ulaştı. Beşinci yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla başlayıp yaklaşık bin yıl sonra Rönesans’la sona eren ortaçağda yaşam tehlikeliydi. Hayat ucuzdu, hastalıklar çok yaygındı ve savaş yaşamın bir parçasıydı. Piskopos de Bury’nin ahiretteki kütüphaneye katılmasından üç yıl sonra İngiltere vebayla tanıştı ve nüfusun üçte biri öldü. İnsanların bir yıldan ötekine zar zor hayatta kaldığı bir çağda kitapların korunamaması pek de şaşırtıcı değil. Bu koşullara rağmen korunabilen kitaplar da oldu elbette. Bu bölümde ortaçağın yazılı hazinelerini inceleyeceğiz.

Anglosaksonların Düşünceleri

Günümüzde Anglosakson (aslında İngiliz) edebiyatının önemli eserlerinden sayılan muhteşem epik şiir Beowulf aslında neredeyse bin yıl boyunca unutulmuştu ve bilinmiyordu.

Beowulf’un hikâye örgüsü oldukça sadedir. Çoğu kişi şiirin konusunun baş karakterin Grendel adlı canavarı öldürmeye çalışması olduğunu bilir. Ancak pek az kimse Beowulf’un bir değil, üç canavar öldürmesi gerektiğini bilir: Beowulf, Grendel’i öldürdükten sonra Grendel’in annesi gelir. Kahramanımız için öldürmesi daha zor bir canavar da olsa, sonunda Beowulf zafere ulaşarak günü kurtarır. Şiir, son yıllarını yaşayan Beowulf’un üçüncü canavarını (bu sefer bir ejderha) öldürmesiyle sonlanır. Ancak bu karşılaşma, savaşta ölümcül yaralar alan Beowulf’un felaketi olmuştur. Şiir, Beowulf’un ölümü ve cenazesinin denize bırakılmasıyla sona erer. Beowulf’un ne zaman yazıldığı bilinmemekle birlikte, 1000 yılı civarında yazıldığı düşünülmektedir.

İngiliz edebiyatının ilk büyük eseri olarak görülse de Beowulf, İngiltere’yle pek az yönden alakalıdır. Angılların ve Saksonların istilasından sonra (beşinci yüzyılda Britanya’ya yerleşmeye başlamıştılar) İngiltere’de yazılmasına rağmen Danimarka’da geçen, Almanlar (Kuzeybatı Almanya’daki Angıllar) tarafından anlatılan ve İskandinavlar hakkında bir hikâyedir. İngiltere’de yazılmış olmasına rağmen, yazıldığı tarihlerde “İngilizlik” kavramı daha yeni şekillenmekteydi. Angıllar ve Saksonların Britanya’ya gelmeden önceki sözlü geleneğine ait Germen kahramanlık şiirlerinden büyük izler taşımaktadır. Beowulf’un hikâyesinin, yazılı versiyonundan öncesine dayanıp dayanmadığı ise bilinmemektedir. Fakat “İngiliz” kelimesinin kökeni, Beowulf’u Britanya’ya getiren Germenlere (Angıllara) dayandığından, Beowulf’u edebiyattaki en “İngiliz” eser olarak tanımlamak daha doğru olabilir.

1066 yılında İngiltere’nin Normanlar tarafından fethedilmesinden sonra Beowulf gözden kaybolmuştur. 1815’te yeniden yayımlanması üzerine unutulmaktan kurtulmuştur. Şiirin günümüze ulaşabilmesi pek çok yönden bir mucize sayılabilir. Modern çağda ilk çevirisinden veya Seamus Heaney’nin çevirisi gibi başka kaynaklardan okuyabilmemizi iki adama borçluyuz: İzlandalı-Danimarkalı akademisyen G. J. Thorkelin ile pek tanınmayan İngiliz milletvekili ve antikacı Sör Robert Cotton.

Beowulf, on dokuzuncu yüzyılda çoğaltılana kadar tek bir elyazması halinde korunmuştur. Çoğaltılmadan önce dünya üzerindeki tek kopyası, şans eseri Cotton’ın eline geçmiştir. Aslında şu an elimizdeki tüm Anglosakson şiirlerini günümüze ulaşmış dört elyazması sayesinde biliyoruz: Cotton elyazması (Beowulf’un da dahil olduğu), Exeter Kitabı, Vercelli Kitabı ve Oxford’daki Bodleian Kütüphanesi yazmaları.

Cotton’ın Beowulf yazmasını koruyup ortaya çıkarması dünyanın pek de ilgisini çekmedi. Cotton’ın ölümünden sonra elyazması, şiirdeki Beowulf gibi oradan oraya, bir felaketten ötekine her defasında yok olmaktan kıl payı kurtularak savruldu. 1640’lı yıllardaki İç Savaş’tan kendisini koruyup kollayan bir antikacının çabaları sayesinde zarar görmeden kurtuldu. Ancak 1731’de çıkan bir yangında Cotton’ın koleksiyonunun geri kalanıyla birlikte büyük ölçüde zarar gördü.

Beowulf on dokuzuncu yüzyılın başlarında Thorkelin’e kadar yıpranmış, ancak eksiksiz bir biçimde ulaştı. Thorkelin, Cotton’ın elyazmasından bir kopya çıkarması için Britanya Müzesi’nden birini görevlendirdi. Sonrasında, ileride birçok kişinin yapmaya çalışacağı gibi modern bir çeviri yapmaya hazırlandı. Ancak çabaları 1807 yılında çıkan Kopenhag Savaşı yüzünden boşa gitti. Savaş esnasında akademisyenin evi ve yaklaşık yirmi yıllık çalışmanın eseri olan 3182 dizelik şiir yanıp kül oldu.

Ancak Thorkelin evinin yıkıntıları arasında şiirin orijinal yazmasını kurtarmayı başardı ve çeviri üzerinde tekrardan çalışmaya başladı. Sonunda, 1815 yılında şiiri yayımladı. Şiir tam zamanında yayımlandı. Sonraki yıllarda Cotton’ın yazması, bazı yerleri okunamayacak kadar bozuldu; yani Beowulf’u eksiksiz biçimde okuyabilmemizi Thorkelin’e ve çevirisine borçluyuz.

Thorkelin’in çevirisinin yayımlanmasından sonra ilk kez 1825 yılında Virginia Üniversitesi’nde Eski İngilizce dersi verilmeye başlandı. Oxford ve Cambridge’deki İngiliz Edebiyatı dersleri bundan neredeyse yüz yıl sonra verilmeye başlamıştır. Bu derslere başlandığında Beowulf üniversite müfredatının en başında yer aldı. J. R. R. Tolkien, Beowulf üzerine yıllarca ders verdi. Şu an İngiliz Edebiyatı’nı Beowulf olmadan hayal etmek zor, ancak şiir hak ettiği ilgiyi meraklı bir milletvekili ve yılmak bilmeyen bir akademisyen sayesinde sadece son bir iki yüzyılda görmüştür.

Merlin’in Edebiyat Sahnesinde Yerini Alması

Kral Arthur’un hikâyeleri Beowulf ile yakın bir dönemde geçmektedir. Bazı dilbilimciler Arthur ve Beowulf isimlerinin etimolojik olarak ayılarla bağlantısı olduğunu düşünmektedir; bunu da yıkılmaz bir cesarete sahip, korku salan karakterlerini betimleme isteğiyle ilişkilendirirler (ancak bu teoriye katılmayanlar da vardır). İkisinin arasındaki en büyük fark, Arthur’un savaştığı Angıllar ve Saksonların Beowulf’u Britanya’ya getiren kişiler olmasıdır. Arthur, Saksonlardan önce ortaya çıkmış, Britanyalıların veya yerlilerin kralı olarak vatanını göçebe Germen topluluklarından koruyan bir karakterdir.

Arthur’un hikâyesi, tahminen dokuzuncu yüzyıldan beri birçok yazar tarafından sayısız kez anlatıldı. Bunun sonucunda da efsaneyle ilgili garip ve tutarsız fikirler türedi. Çoğu kişi “taşa saplı kılıç” hikâyesini bilir. 1938 yılında T. H. White tarafından Taşa Saplanan Kılıç adıyla tekrardan aktarılan, daha sonra Disney tarafından filmi çekilen hikâyede rivayete göre sadece gerçek kralın yapabileceği gibi Arthur’un taşa saplı kılıç Excalibur’u çekip alması anlatılır. (Bu mitin kökeni, metal kılıçların taştan kalıplara dökülerek metal donduktan sonra taştan çıkarılmasına dayanıyor olabilir.) Ancak hikâyenin birçok yorumunda Arthur’un taştan çekip çıkardığı kılıç Excalibur değildir: Excalibur, Arhtur’a kral olduktan sonra Gölün Hanımı tarafından verilir. Hikâyenin bazı versiyonlarında kılıcı taştan çekip almak zorunda olan kişi Galahad’dır. Başka versiyonlardaysa Gölün Hanımı kılıcı Arthur yerine Bedivere’e verir. En eski serüvenlerde Arthur’un yeğeni Gawain’in Excalibur isminde bir kılıcı vardır. Bu tutarsızlıkların nedeni Arthur’un hikâyesine çok sayıda yazarın katkıda bulunmasıdır, bu yüzden efsanenin doğru olan tek bir versiyonu yoktur. Arthur’un bugün bildiğimiz hikâyesi çok sayıda mitin, hikâyenin ve yorumun birleşimi ve karışımıdır.

Ancak Arthur’a uluslararası anlamda okur kazandıran kişi, yirminci yüzyılda Galler’de yaşamış olan Monmouth’lu Geoffrey olmuştur. Historia Regum Britanniae yani Britanya Krallarının Tarihi adlı eseri, Arthur mitini konu alan yazarlar üzerinde etkili olmuştur. Geoffrey’nin eseri, ortaçağda basılı kitap döneminden önce çok satmıştır. Bahsettiğimiz gibi Beowulf tek bir yanmış elyazmasıyla günümüze ulaşmışken Geoffrey’nin eserinin ortaçağdan günümüze ulaşmış 200’den fazla kopyası vardır. Geoffrey’nin yazdığı dönemde tarihle kurgu arasına çizgi çekmek hiç de kolay değildi; bu nedenle eserin ne kadarının gerçek, ne kadarının Geoffrey’nin veya başkalarının kurgusu olduğunu bilemiyoruz.

On dokuzuncu yüzyıl Fransız akademisyeni Gaston Paris, Geoffrey’nin Galcedeki Myrddin’i, Latincede “dışkı” anlamına gelen merdaya benzememesi için Merlin şeklinde değiştirdiğini öne sürmüştür.

Geoffrey’nin efsanevi kral hakkındaki anlatısında Büyücü Merlin dahil, Arthur mitiyle ilgili birçok ikonik karakterden ilk kez bahsedilmiştir. (Ayrıca eserde Merlin’in büyü yaparak İrlanda’dan devasa taşlar getirip Stonehenge’i yapması gibi garip ifadeler de yer almaktadır. Bu iddiadan sonra insanların Stonehenge’le ilgili kafası karıştı. On yedinci yüzyıl mimarı Inigo Jones bunun bir Roma anıtı olduğunu düşünmüştür.) Tüm bunlar kültürel mirası yeterince etkilememiş gibi Geoffrey’nin eseri Shakespeare’in Kral Lear ve Cymbeline oyunlarına (dolaylı da olsa) kaynaklık etmiştir.

Monmouth’lu Geoffrey Arthur mitini dünyaya duyururken kendi çıkarını da gözetiyordu; ancak çıkarının ne olduğu eleşirmenler arasında fikir ayrılığı yaratıyor. Normandiyalıların Hastings Muharebesi’ne katılmasının, Saksonlarla Arthur gibi yerli Britanyalılar arasındaki çatışmayı sonlandırdığını öne sürmüş olabilir. Ancak durum böyleyse Geoffrey’nin Normandiya Kralı Stephen ile kuzeni İmparatoriçe Matilda arasındaki kanlı savaşın perde arkasını yazması oldukça ironik. Sonraki yazarların da kendi dönemlerini yansıtmak için Arthur’un hikâyesini kullandığıysa kesindir. Assisi’li Francis, ortaçağın diğer göz önündeki isimleri Şarlman ve Roland gibi Arthur’un da İsa’ya olan inancını savunmak için savaş alanında ölmeye hazır olduğunu öne sürmüştür. Arthur efsanesi ortaçağ boyunca tekrar tekrar anlatıldı. Normandiyalı yazar Wace (“wassi” şeklinde okunur) efsaneye Yuvarlak Masa hikâyesini; Fransız yazar Chrétien de Troyes ise on ikinci yüzyılın sonlarında yazdığı şiirlerde Lancelot karakterini ve Arthur’un eşi Guinevere ile yaşadığı yasak ilişkiyi eklemiştir. 1400’lü yıllarda ortaçağ İngilizcesiyle Alliterative Morte Arthure yazılmıştır. Bu eserler arasında en uzun süre yaşayanı ise Sör Thomas Malory’nin on beşinci yüzyılda yazdığı Le Morte d’Arthur’dur.

Marco Polo’dan Önce

Seyahatname adlı eserinin önsözünde Venedikli kâşif Marco Polo başka hiç kimsenin kendisinden çok seyahat etmediğini iddia etmiştir; bunun muhtemelen doğru olması harika. Ancak yaygın inanışın aksine kendisi, Uzakdoğu’ya seyahat edip bunu kaleme alan ilk Avrupalı değildir. Bu onur Polo doğmadan iki yıl önce ölen Giovanni da Pian del Carpine, yani Plano Carpini’li John adlı başka bir İtalyan’a aittir.

Fransisken rahibi ve Assisi’li Aziz Francis’in öğrencisi Carpini, Cengiz Han’ın torunu Güyük Han’ın huzuruna kabul edildiği Uzakdoğu seyahatine çıktığında iddiaya göre yaşlı ve şişman bir adamdı. Uzakdoğu’da yaptıkları hakkında birçok söylenti vardır ancak eserinde Moğolların askeri stratejilerinin tuttuğu yer düşünülünce muhtemelen orada ajanlık yapmaktaydı. Diğer taraftan eserinde Moğolların evlilikleri, yemekleri, kıyafetleri, kanunları ve gelenekleriyle birlikte daha birçok konuda bize değerli bilgiler de sunuyor. Seyahatlerine dair raporunu 1240’lı yılların sonlarında yazmıştır ve Moğol dünyasını Avrupalı Hıristiyanlara ilk kez açan adam olarak ömrünün son yıllarında ünlü olmuştur.

Marco Polo kendi seyahatlerini bundan elli yıl sonra yazmaya başlamıştır. Dahası Polo, Moğolistan’ı ziyaret ettiğinde imparatorluk güç kaybetmekteydi; Carpini ise Moğolistan’ı çok güçlü olduğu zamanlarda ziyaret etmiştir. Ayrıca Carpini’nin anlatımı gerçekçiyken, Polo’nun Seyahatname’si için aynı şeyi söylemek pek mümkün değildir. (Polo’nun gergedanları tek boynuzlu at sanması, kendini tanık olması imkânsız muharebelerin ve önemli olayların ortasında resmetmesi de kendisi için iyi olmamıştır.) 1995 yılında Frances Wood Did Marco Polo Go to China? (Marco Polo Sahiden Çin’e Gitti Mi?) adlı bir kitap bile yazmıştır. Wood, bu soruya “hayır” cevabını vermiştir. Wood, Polo’nun Karadeniz’den öteye geçtiğinden bile şüphe etmektedir. Diğer akademisyenlerse Polo’nun bazı iddialarının kesinlikle abartılı olduğunu kabul etmekle birlikte, “Hitay” (Çin’in eski adı) gezisini kendi deneyimlerine dayanarak yazdığını düşünürler.

Bunlardan bahsetmemizin amacı Polo’nun sahip olduğu devasa ünü veya Seyahatname’sinin yarattığı etkiyi inkâr etmek değil. 1300’lü yıllarda Polo tarafından hapishane arkadaşına dikte edilerek yazılan eseri, Polo’nun Ortadoğu ve Uzakdoğu’da, Ermenistan ile Endonezya arasında her yere yaptığı seyahatlerin raporudur. Kudretli ancak çok da iyi insanlar olmayan liderlerle (Cengiz Han’ın torunu Kubilay Han en ünlüsüdür) karşılaşmasını ve İran çölünde bulduğu siyahımsı “yeşil” suyu içtikten sonra ishal olmasını bile bizimle paylaşmıştır. (Deneyimlerine dayanarak söylediğine göre bu sudan tek bir damla içmek bağırsakları art arda on kez boşaltmaya yetermiş.) Ayrıca Seyahatname Batı dünyasına vazgeçilmez iki yeni icat kazandırmıştır: Avrupa, kâğıt para ve gözlükle Polo’nun eseri sayesinde tanışmıştır. Kolomb 1492 yılında yaptığı ünlü seferde yanına Polo’nun Seyahatname’sini de almıştır.

Ancak Carpini’nin Polo’dan önce davrandığını ve “Uzakdoğu’yla ilgili kitap yazan ilk Batılı” onurunun Carpini’ye ait olması gerektiğini de unutmamak gerek.

Gösterişli Şeytanlar

İkisini bir arada hayal etmek zor olsa da Şair Dante Alighieri, Marco Polo’nun çağdaşıydı. Dante’nin seyahatleri Polo’nunkilere kıyasla coğrafi açıdan daha mütevazı, ancak teolojik açıdan çok daha kapsamlıydı. Dante en çok cennet, cehennem, lanetlenme, araf ve kurtuluş hakkındaki epik şiiri İlahi Komedya ile tanınır. Ancak bu isim Dante’nin yaşamından sonra ortaya çıkmıştır. İlahi Komedya, Dante’nin kendi eserine verdiği isim değildi. Dante eserinden kısaca Komedya olarak bahsederdi. Başka bir İtalyan şairi Boccaccio eserden İlahi adıyla bahsetmiştir, ancak eser yazılmasından iki yüz elli yıl sonra 1555’te İlahi Komedya adını almıştır.

Esere “komedya” denmesinin sebebi komik olması değildir. Kahkahalar atmayı bekleyen okurlar hayal kırıklığına uğrayacaktır. Eser, yüksek sınıfın dili kabul edilen Latinceyle de yazılmamıştır ve trajedi değildir. İlahi Komedya cehennemden cennete gitmeyi konu alır (normal trajedilerden çok daha heyecanlı) ve o zamanın İtalyancasıyla yazılmıştır. Dante seyahatine 1300 yılında Kutsal Cuma gününde, İncil’e adadığı muazzam ömrünün yarısında, yani otuz beş yaşındayken başlamıştır. (Marco Polo’nun hapishanede seyahatlerini dikte ettiği dönemlerde.) İlahi Komedya’da, şairinin cehennemden arafa, oradan da cennete yani “Paradiso”ya seyahatinin anlatıldığını düşündüğümüzde eser ilk fantastik üçleme olarak görülebilir. Latince yerine İtalyanca yazılan ilk büyük İtalyan edebi eseri olduğuysa kesindir.

Dante’yi çok seven T. S. Eliot, Dante’nin eseri için okuruyla iletişimde bulunduğu yorumunu yapmıştır. Gene de şüphesiz ki Dante günümüzdeki büyük ününe rağmen fazla kişi tarafından okunmuyor. 1764’te Voltaire, Dante’yle ilgili şunları söylemiştir: “Şöhreti giderek artacak, çünkü pek az kişi tarafından okunuyor.” Okumaya kalkışanların, üç mısradan oluşan tekrarlı sıradışı kıtalardan (terze rima) veya şu an az tanıdığımız ya da hiç tanımadığımız ortaçağdaki önemli İtalyanlara yapılan göndermelerden dolayı hevesi kaçabilir. (Önemli bir istisna Montague ve Capulet aileleridir: Görünüşe bakılırsa Shakespeare’in Romeo ve Juliet’indeki düşman ailelerin kökeni tarihsel bir gerçekliğe dayanıyor.)

Teoloji konulu şiirlerin günümüz insanını heyecanlandırmaması da durumu zorlaştırıyor. Ancak Dante’nin şiirini, soyut dini öğretiler ile günah ve kefaret üzerine havada kalan konuşmalar olarak görmek yanlıştır. Şiir, hem vücutla hem de ruhla ilgilenir, görsellik açısından da içerik açısından da çok zengindir. Valerie Allen On Farting – Language and Laughter in the Middle Ages (Osuruk Üzerine: Ortaçağda Dil ve Kahkaha) adlı kitabında Dante’nin dini epiğinin abartılı yanlarından bahseder. Dante’nin ve güvenilir rehberi Romalı şair Virgil’in cehennemin çeşitli katlarında anlaşma yapmasına yardım eden şeytanlardan biri olan Malacoda, diğer şeytan arkadaşlarına doğru gaz çıkarır. Başka bir bölümde Dante, günahkârların yemek, pislik ve osurukla dolu devasa bir kanalizasyonda pişirilmesini betimler. Inferno’da (Cehennem) şair, işkence edilmiş bir grup günahkârı küçük odalardan akan ishal dışkıyla kaplı görür. Sanki cehennem, devasa umumi bir tuvalete dönüşmüştür.

Tuvaletle ilgili bu tür betimlemeler, mesela Satyricon’da yapıldığı gibi komik olması amacıyla yapılmamıştır. Dante’nin İlahi Komedya’yı yazma amacı kısmen politikti. O dönemde Floransa şehrinin yönetimi, “Siyahlar” olarak bilinen bir grup tarafından ele geçirilmişti ki Dante bu gruba düşmandı. Dante, karşıt “Beyazlar” grubuna mensuptu. Beyazlar Floransa sınırlarında daha özgür olmayı isteyerek Papa’nın kontrolüne karşı direnmekteydi. Siyahlarsa Papa’ya şehir sınırları içinde daha çok güç vermeyi istiyordu. Beyazlar arasında söz sahibi olan Dante, Siyahlar tarafından Floransa’dan kovuldu ve bir daha şehre dönerse kazığa bağlanıp yakılacağı söylendi.

Rivayete göre Dante yemek yerken ya da kitap okurken kedisi ona patileriyle mum tutardı; Dante bunu yapabilmesi için kediyi eğitmişti.

Şiirin en ünlü bölümleri muhtemelen cehennemin çeşitli katlarının tasvirleri ve sadece iki kez görmesine rağmen bağlılık duyduğu genç kız Beatrice. Modern düşünce yapısına göre Dante’nin Beatrice’e duyduğu hayranlık garip gelebilir. Ancak Beatrice’i ilk kez daha çocukken gören Dante, onun saflık ve erdem timsali olduğunu, hatta neredeyse dünya üzerine gönderilmiş bir tanrıça olduğunu düşünür. Beatrice 1290 yılında 20’li yaşlarındayken öldüğünde Dante, Beatrice’in anısına şiir ve düzyazı karışımı ilk büyük eseri olan La Vita Nuova’yı (Yeni Hayat) yazmıştır. Komedya’nın son bölümünde Dante’ye cenneti sunan Beatrice’tir. Cehennemin katlarına gelecek olursak, toplamda dokuz adet katın birçoğu yedi ölümcül günahtan birine odaklanmıştır. Cehennemin ihanetle ilgili dokuzuncu katında Şeytan beline kadar buzun içinde, cehennemin merkezinde oturur (Dante’nin cehennem görüşünde her yer ateş ve kükürtten ibaret değildir) ve bu Şeytan’ın üç yüzü vardır: siyah, kan kırmızısı ve soluk sarı. Görünüşe bakılırsa konu Şeytan’a gelince ikiyüzlü olmak yeteri kadar büyük bir ihanetten sayılmıyor.

İtalyan yazar arkadaşı Boccaccio, Dante’nin annesinin kendisine hamileyken rüyasında Dante’nin tavuskuşuna dönüştüğünü gördüğünü söylemiştir. Dante sonunda, İtalya’nın ilk büyük şairine dönüşmüştür. Bir metamorfoz sayılmasa da hatırı sayılır bir dönüşümdür.

164,61 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
03 июля 2023
Объем:
6 стр. 11 иллюстраций
ISBN:
978-605-7605-75-7
Правообладатель:
Maya Kitap

С этой книгой читают