Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Binbir Gece Masalları», страница 4

Неизвестный автор
Шрифт:

ŞAH YUNNAN İLE BİLGE DUBAN

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde Yunnan adlı bir şah, Fars ve Rum diyarlarında saltanat sürermiş. Muhafızları, müttefikleri, orduları, her milletten adamları olan güçlü ve zengin bir hükümdarmış. Fakat cüzzam denen illete, insanı mahveden ve hekimlerin tedavi edemediği o hastalığa yakalanmış. İksirler içmiş, tozlar yutmuş, merhemler kullanmış fakat hiçbiri işe yaramamış. Hiçbir hekim bu derde çare olamamış. Nihayet şehre büyük bir bilge hekim gelmiş. Vakti zamanında kendisi de hastalık çekmiş bir hekim… Bu adam Yunanca, Farsça, Latince, Arapça kitaplar okur, ülke ülke gezermiş. Astronomide ve insanları iyileştirme konusunda yetenekliymiş. İyi bir teorisyen olduğu kadar iyi bir pratisyenmiş de. Vücudu iyileştiren ve ona zarar veren şeyleri bilirmiş. Bütün bitkilerin, otların faydalarını ve zararlarını biliyormuş. Felsefe ile ilgilenir, tababet ilminin çeşitli dallarının dışında diğer ilimlerle de meşgul olurmuş.

Bu hekim birkaç günlüğüne şahın şehrine gelmiş. Öncesinde şahın hastalığından ve cüzzamdan dolayı -Allah’ın bir cezası olarak- çektiği acıdan haberdarmış. Hiçbir hekimin kendisini iyileştiremediğini, ona yardım edemediğini duymuş. Bunun üzerine gece boyunca uzun uzun düşünmüş. Şafak söküp de gün doğduğunda, güneşin bütün dünya güzelliklerini selamladığı vakitte en güzel kıyafetlerini giymiş ve Şah Yunnan’ın yanına gitmiş. Huzuruna vardığında yeri öpmüş, iktidarının ve zenginliğinin bekasını diledikten sonra: ‘Sultanım, başınıza gelenlerin haberi bana ulaştı. Duyduğuma göre koca bir hekim ordusu hastalığınızı tedavi etmeyi başaramamış ama ben sizi iyileştirebilirim. Fakat benim yöntemim biraz sıra dışı, size herhangi bir ilaç içirmeyeceğim ya da bir şey sürmeyeceğim.’ demiş.

Bunu duyan Şah Yunnan çok şaşırmış: “Bunu nasıl yapacaksın? Eğer beni iyileştirirsen Allah’a yeminler olsun ki ben de senin oğullarının oğullarını bile ihya edeceğim. Sana muhteşem hediyeler vereceğim ve istediğin her şey senin olacak. Dahası benim kadim dostum olarak her daim yanımda yer alacaksın.”

Şah, onu bir siropa1 ile ödüllendirmiş ve minnet duygusuyla ona sormuş: “Gerçekten beni ilaç ya da merhem olmadan bu illetten kurtarabilir misin?”

Duban: “Evet, sizi ilaçların ızdırabı ve sıkıntısı olmadan iyileştireceğim.” diyerek cevap vermiş.

Şah hayretler içinde kalmış ve: “Ey hekim, bu konuştuğun şey ne zaman gerçekleşecek ve kaç gün sürecek? Acele et evladım.” demiş.

Hekim cevap vermiş: “Emriniz başım üstüne, tedavi yarın başlayacak.”

Bunu söyler söylemez şahın huzurundan ayrılmış ve kitaplarını, notlarını, ilaçlarını, hoş kokulu bitkilerini daha iyi muhafaza edebilmek için kendine şehirde bir ev kiralamış. Sonra çalışmaya başlamış. En uygun ilaçları ve otları seçmiş, içini oyduğu ve üzerine delikler açtığı bir değnek yapmış ve hazırladığı merhemi değneğin içine güzelce yerleştirmiş. Bütün bunları büyük bir maharetle yapmış. Sonra şahın yanına gitmiş ve elini öpmüş; değnekle topa vurabilmesi için oyun alanına gitmesini istemiş. Şah da emirlerinin, vezirlerinin, yüksek rütbeli askerlerinin eşliğinde oraya gitmiş ve oturmuş. Bilge Duban eline değneği verip:

“Bu değneği alın, benim tuttuğum gibi tutun. Sonra atınıza iyice yerleşip düz bir şekilde sıkıca topa vurun. Ta ki elleriniz nemlenip vücudunuz terleyinceye dek. Etkisini hissettikten sonra sarayınıza dönün, gusül abdesti alıp uyuyun ki iyileşebilesiniz. Allah yardımcınız olsun!” demiş.

Bunun üzerine Şah Yunnan değneği Bilge Duban’dan almış ve sıkıca kavramış. Sonra atına binmiş ve atı önündeki topa doğru sürmüş. Topa ulaşıncaya kadar atını dörtnala koşturmuş. Değneğin sapını sıkıca tutarak tüm gücüyle topa vurmaya başlamış. Elleri nemden ıslanıncaya ve vücudu terleyinceye dek topa vurmaya devam etmiş. İlaç şahın vücuduna nüfuz edince Bilge Duban ona saraya gitmesi ve yıkanması gerektiğini söylemiş. Böylece Şah Yunnan, derhâl saraya dönmüş ve banyoyu hazırlamalarını emretmiş. Hizmetkârlar banyoyu, köleler şahın giyeceği kıyafetleri hazırlamış. Şah banyoya girmiş, gusül abdestini aldıktan sonra kıyafetlerini giyip odasına dönmüş ve uykuya dalmış. Bilge Duban’a gelince, o da her zamanki gibi evine dönmüş ve uyumuş. Sabah olduğunda saraya, şahın kabul salonuna gitmiş. Şah, Duban’ın huzuruna getirilmesini emretmiş. Bilge, şahın ellerini öpmüş ve ona olan hayranlığını ağırbaşlı bir üslupla okuduğu şiiriyle dile getirmiş:

 
Mutluluk, hitabet “efendisi” olarak anılmanızdır,
Sizden başkasına bu sıfat nasıl yakışır?
Ah adil efendim!
Yaydığınız ışık kara bulutlarını dağıtır şüphenin.
Herkesçe bilinir tevazunuz.
Doğan güneşten de batan güneşten de daha aydınlık yüzünüz.
Öfkeyle yanan zamanın yüzü uzak olsun size
Yüceliğiniz öyle hediyeler verdi ki bize
Yağmur bulutları dökerken rahmeti
Cömertliğiniz arttırdı zenginliğinizi
Azametiniz şaşkına çevirdi görenleri.
 

Bilge şiiri okumayı bitirdiğinde şah derhâl ayağa kalkmış. Adamı yanına oturtmuş ve ona muhteşem bir siropa daha hediye etmiş; çünkü hamamdan çıktığında vücuduna bakmış ve cüzzamdan eser kalmadığını görmüş. Cildi saf gümüş kadar pürüzsüzmüş. Bundan büyük bir sevinç duymuş ve içi neşeyle dolmuş. Kendini çok mutlu hissediyormuş. Kabul salonuna girip tahtına oturduğunda yüksek rütbeli görevlileri ve asillerle birlikte Bilge Duban’ı da yanına oturtmuş. Şah içkisini onun şerefine kaldırmış. Sofra, en güzel yemeklerle donatılmış. Hekim, şahla birlikte yemek yemiş ve gün boyu ona eşlik etmiş. Dahası gece olduğunda şah, Bilge Duban’a iki bin altın, siropa ve bolca hediye vermiş. Sonra kendi atıyla onu evine yollamış.

Bilge Duban yola çıktıktan sonra Şah Yunnan, hekimin marifetine olan hayranlığını bir kez daha dile getirmiş:

“Bilge vücudumu merhemsiz tedavi etti, Allah biliyor ki bu, mükemmel bir beceri. Böyle bir adama hediyeler sunmak benim için şereftir ve bu adam hayatımın geri kalanı boyunca benim dostumdur.”

Şah Yunnan, bütün geceyi vücudunun iyileşmesi ve kötü bir hastalığı atlatmış olmanın getirdiği mutlulukla geçirmiş.

Ertesi gün şah hareminden çıkmış ve tahtına oturmuş. Generalleri, emirleri ve vezirleri de her zamanki gibi onun yanına oturmuşlar. Şah, Bilge Duban’ı çağırtmış, o da gelmiş. Şah kendisini selamlamak üzere ayağa kalktığında yeri öpmüş, ona uzun ömürler dilemiş ve birlikte yemek yemişler. Dahası, şah ona giysiler ve armağanlar verip akşam oluncaya kadar onunla sohbet etmeye devam etmiş. Ona beş siropa daha vermiş ve bin dinar tutarında maaş bağlamış. Hekim ise şaha büyük bir minnet duyarak evine gitmiş.

Sabah olduğunda şah kabul salonuna gitmiş. Generalleri, vezirleri ve emirleri etrafında toplamış. Tıpkı göz akının, göz bebeğini çevrelediği gibi…

Şahın bir veziri varmış: çirkin, tuhaf görünüşlü, cimri, kıskanç ve kötü niyetli bir adam… Şahın, Bilge Duban’a bu kadar yakın davrandığını ve ona hediyeler verdiğini görünce kıskançlığa kapılmış ve ona zarar vermeye karar vermiş. Tıpkı şu meşhur sözlerde olduğu gibi: “Kıskançlık her ruhta pusuda bekler.” ve “Zulüm herkesin kalbindedir; güç onu ortaya çıkarır, zayıflık gizler.” Vezir, şahın huzuruna gelmiş, ellerini öpmüş ve:

“Ey zamanın şahı! Ben ki senin ihsanların sayesinde adam oldum. Sana söyleyeceklerim var ki bunları söylemezsem kahpe dölüyüm demektir. Fakat bana susmamı emredersen buna da eyvallah derim.” demiş.

Şah vezirin sözlerinden rahatsız olmuş: “Ne söyleyeceksin bakalım?”

“Ey haşmetli hükümdarım! Eskilerin de dediği gibi: ‘Sonu olmayanın dostu da olmaz.’ Son zamanlarda sizi doğru olmaktan uzak şeyler yaparken görüyorum. Düşmanına büyük hediyeler verip savurganlık yapmak gibi ki bu adamın amacı şahlığınızı mahvetmek. Siz ise bu adama iyilik ediyor, onu onurlandırıyor ve yakınınızda tutuyorsunuz. Bu sebepten şahın hayatı için endişe ediyorum.”

Rahatsız olan ve benzi atan şah sormuş: “Kimden bahsediyorsun?”

Vezir cevaplamış: “Ah şahım! Uyanın artık. Bilge Duban’dan bahsediyorum.”

Şah: “Yazıklar olsun sana! O bana herkesten daha çok faydası dokunmuş gerçek bir dost çünkü beni büyük bir sıkıntıdan kurtardı. Bütün hekimleri aciz bırakan hastalığıma şifa oldu. Gerçek şu ki bugünlerde onun gibisini bulmak zor. Dünyanın herhangi bir yerinde, doğunun en doğusunda ya da batının en batısında onun gibisine rastlamak imkânsız. Sen ise onun hakkında böyle kötü şeyler söyleyebiliyorsun. Bugünden itibaren ona maaş bağladım. Ona her ay bin altın vereceğim ve onunla şahlığımın zenginliklerini paylaşacağım ki bunlar bile onun bana yaptığı iyiliğin karşısında bir hiç kalır. Sinbad’ın hikâyesinde olduğu gibi kıskançlıkla dolu sözler sarf ettiğin için belki de senden şüphe etmeliyim.” demiş.

Şah Yunnan, şöyle devam etmiş: “Ah vezir! Hekime olan kıskançlığından gözünü kan bürümüş. Bana onu öldürmemi ima ediyorsun. Fakat bu beni çok pişman eder. Tıpkı şahinini öldüren Şah Sinbad’ın pişman olması gibi…”

Vezir: “Bağışlayın beni yüce şahım, bahsettiğiniz olay nasıl olmuş?” diye sormuş.

Şah hikâyeyi anlatmaya başlamış…

Şehrazat sabah olduğunu görünce yine masalını burada kesmiş, hükümdar da bu heyecanlı masalın devamını dinlemek için karısına o gün de bir şey yapmamış. Ertesi akşam Şehrazat masalına devam etmiş…

ŞAH SİNBAD VE ŞAHİNİ

“Derler ki -ama doğrusunu tabii ki Allah bilir- bir zamanlar Fars diyarlarında çok güçlü bir hükümdar yaşarmış. Bu hükümdar, zevke, eğlenceye özellikle de avlanmaya çok düşkünmüş. Sürekli yumruğu üzerinde taşıdığı, avlanırken beraberinde götürdüğü bir şahini varmış. Şah, şahininin suyunu rahatça içmesi için boynuna asılacak bir tas yapılmasını emretmiş. Bir gün sarayında sessizce otururken aniden kuşun bakıcısı şaha seslenmiş:

‘Ey yüce şah! Bugün kuşla avlanmak için çok uygun bir gün.’

Şah da ava çıkılması için emirler vermiş. Kuşunu da yanına almış ve av yerinde tuzaklar kurdurmuş. Tuzağın içinden bir ceylan çıkmış. Bunun üzerine şah bağırmış:

‘Bu ceylanı elinden kaçıran ve kaybeden kim olursa olsun kesinlikle onu öldüreceğim!’

Askerler, ceylanı tuzaktan kurtarmışlar. Hayvan şahın yanına gidip ön ayaklarını göğsüne yaslayarak yere dayamış. Âdeta yeri öper gibi… Bunun üzerine şah eğilerek ellerini çırpmış. Sonra hayvan aniden kaçmaya başlamış. Şah, askerlerin kendisini işaret ettiğini görünce sormuş:

‘Ey vezir! Adamlarım ne diyor?’

Her kim ceylanı serbest bıraktıysa öldürülecek! diyorlar.’

Şah: ‘Hayatım üzerine yemin ederim ki o ceylanı bulup geri getirinceye dek takip edeceğim.’ diyerek hayvanın ayak izlerini takip etmek üzere dörtnala yola çıkmış. Takibi, şahinin bir mağaraya girdiği ana kadar sürmüş. Şah, şahinin yakaladığı ceylanı onun insafına bırakmış. Şahin, ceylanın üstüne çullanmış, pençelerini gözüne sokmuş ve hayvanı sersemletip kör etmiş. Şah da topuzunu çıkarıp ceylana şiddetli bir darbe vurmuş. Öyle ki bu darbe hayvanın sonunu getirmiş. Şah ceylanın boğazını kesip derisini yüzdükten sonra ayağa kalkmış ve hayvanı atın eyerine asmış.

Sonra arazinin sıcaktan kavrulduğu ve bir damla suyun bile bulunmadığı bu yerde öğle vakti gelmiş. Şah da atı da çok susamış. Âdeta eriyen tereyağı gibi dallarından su akan bir ağaca denk gelmişler. Bunun üzerine şah, şahinin boynundan tası almış, suyla doldurup kuşa vermiş. Birden kuş, kabı pençeleriyle itmiş ve suyu dökmüş. Sonra şah kabı ikinci kez doldurmuş ve kuşun susadığını düşünerek tekrar vermiş. Fakat kuş kabı pençeleyerek suyu yine reddetmiş. Şah sinirlenmiş ve kabı üçüncü kez doldurarak bu sefer ata vermiş. Fakat şahin kanat darbeleriyle bir kez daha suyu dökmüş. Kabı bir daha dolduran şah bu sefer de kendisi içmek istemiş. Kuş buna da engel olmuş.

Şah: ‘Allah seni kahretsin! Seni zavallı yaratık! Benim suyu içmemi engelledin, atın içmesini engelledin, kendin de içmedin!’ demiş.

Sonra kılıcıyla şahinin kanatlarını kesmiş. Fakat kuş kafasını sallayarak işaretlerle şöyle demek istemiş: ‘Ağaca asılı olan şeye bak!’

Şah gözlerini kaldırdığında bir sürü zehirli yılan görmüş. Meğer su zannettiği şey, onların zehriymiş. Şah şahinin kanatlarını kestiğine üzülerek atına atlamış ve ölü ceylanla birlikte yola çıkmış.

Avı aşçıya vermiş: ‘Bunu pişir.’ demiş ve ardından odasına çekilmiş. Şahin hâlâ yumruğunun üzerinde duruyormuş fakat aniden düşüp ölmüş. Bunun üzerine Sinbad, hayatını kurtaran şahini öldürdüğü için pişmanlık duyarak kederle ağlamaya başlamış.”

“Şah Sinbad’ın başına gelen şey işte bu! Eğer ben senin dediğini yaparsam tıpkı papağanını öldüren adam gibi pişmanlık duyacağım.”

Vezir şaşırarak: “Nasıl yani?” diye sormuş.

Şah da anlatmaya başlamış…

PAPAĞAN VE ADAMIN HİKÂYESİ

“Çizme işiyle uğraşan bir tüccar, çok güzel bir kadınla evliymiş. Bu kadının mükemmel bir güzelliği ve çekiciliği varmış. Adam karısını deli gibi kıskanırmış ki bu da onu seyahat etmekten alıkoyarmış. Bir gün adamı bulunduğu şehirden ayrılmaya mecbur edecek bir işi çıkmış. Bunun üzerine, kuş pazarına gidip yüz altın karşılığında bir dişi papağan satın almış ki evde durup karısına refakat etsin; dönüşünde de kendisine o yokken neler olduğunu anlatsın. Papağan kurnaz ve zeki bir hayvanmış ve duyduğu şeyleri hiçbir zaman unutmazmış.

Adamın karısı genç bir Türk’e âşık olmuş ve Türk, kadını ziyaret etmeyi alışkanlık hâline getirmiş. Adam yolculuktan dönüp eve gelir gelmez kuşun kendisine getirilmesini emretmiş. Yokluğunda eşinin yaptıklarıyla ilgili papağana soru sormaya başlamış.

Papağan: ‘Karının bir âşığı var ve senin yokluğunda her gece onunla birlikte.’ demiş.

Bunun üzerine adam büyük bir öfkeyle karısının yanına gitmiş ve hırsı geçinceye kadar onu dövmüş. Kadın, kölelerden birinin kendisini efendiye gammazladığını düşünüp hepsini sorgulamış. Herkes sırrını sakladığına yemin etmiş. Fakat papağanın konuştuğunu söyleyip: ‘Kendi kulaklarımızla duyduk.’ demişler.

Ertesi sabah kocası, arkadaşlarının birinin yanından eve döndüğünde papağanı karşısına almış ve yokluğunda neler olduğunu sormuş.

‘Beni affedin efendim.’ demiş kuş. ‘Karanlık olduğundan ve bütün gece şimşek çakıp yağmur yağdığından hiçbir şey görmedim ve duymadım.’

Yaz vakti olduğu için adam şaşırarak bağırmış: ‘Ama temmuzun ortasındayız! Yağmurların ve fırtınaların vaktinde değiliz ki!’

‘Size dediğim gibi bir şey görmedim.’ diye cevaplamış kuş.

Bunun üzerine adam, papağanın daha önce yalan söylediğini, karısının iftiraya uğradığını düşünerek sinirlenmiş; papağanı kafesten çıkarmış ve öyle bir hızla yere fırlatmış ki hayvan o an can vermiş. Fakat bir süre geçtikten sonra köle kızlar dayanamayıp ona gerçeği söylemiş ama adam, genç Türk’ü, karısının âşığını, yatak odasından çıkarken görene kadar onlara inanmamış. Sonra bıçağını bileyip tek darbeyle adamı boynundan bıçaklamış. Tıpkı karısına yaptığı gibi… Böylece ikisi de büyük bir günahla yüklü olarak cehennemin sonsuz ateşine doğru yola çıkmış. Tüccar, papağanın kendisine doğruları anlattığını anladığından hayvanın arkasından yas tutmuş. Acı peşini bırakmamış.”

Şah Yunnan’ın sözlerini duyan vezir cevap vermiş:

“Ah şahım, yüce şahım… Ben ona ne kötülük ettim ya da ondan ne zarar gördüm ki onu öldürmek üzere kumpas kurayım? Sizi düşünmesem bunları söylemezdim. Eğer tavsiyemi dinlerseniz kurtulacaksınız yoksa prensine ihanet eden vezir gibi siz de ziyan olacaksınız.”

Şah sormuş: “Nasıl yani?”

Vezir anlatmaya başlamış…

PRENS VE VEZİRİN HİKÂYESİ

“Bir şahın avlanmaya ve eğlenceye çok düşkün bir oğlu varmış. Şah, vezirlerinden birini gittiği her yerde oğluna eşlik etmesi için görevlendirmiş. Bir gün, genç prens, babasının veziriyle birlikte yola koyulmuş, birlikte yürürlerken vahşi bir canavar görmüşler.

Vezir, şahın oğluna bağırmış: ‘İşte orada büyük bir av var!’

Prens, metruk arazide kayboluncaya dek onu izlemiş. Issız yerde kafası karışan prens, hangi yöne döneceğini bilememiş; bir de ne görsün! Gözyaşları içinde genç bir kız… Şahın oğlu:

‘Sen de kimsin?’ diye sormuş.

Kız: ‘Hint şahının kızıyım. Geceleyin çölde kervanla seyahat ederken uykum geldi ve farkında olmadan atımdan düştüm. Karanlık olduğundan benim düştüğümü fark etmediler, dolayısıyla bana eşlik eden insanlardan uzaklaştım ve yolumu kaybettim.’ demiş.

Bunu duyan prens, kızın hâline acımış ve onu kendi atına bindirmiş. Virane olmuş bir yere varıncaya dek yol gitmişler. Bir süre sonra genç kız, ona:

‘Ah efendim, hacet görmem gerekiyor!’ demiş.

Bunun üzerine prens, kızı, bir viranede indirmiş. Fakat kız, orada çok fazla zaman geçirince şahın oğlu şüphelenmiş. Bunun üzerine kızın haberi olmadan onu izlemiş ve onun aslında insan yiyen kötü bir dev olduğunu anlamış çünkü çocuklarına şunları söylediğine şahit olmuş:

‘Çocuklarım, bugün size taze et getireceğim…’

Çocuklar: ‘Çabuk getir ki karnımızı doyuralım anneciğim.’ diye cevap vermiş.

Bunu duyan prens, öleceğinden korkarak titremeye ve hayatı için endişelenmeye başlamış. Arkasını dönüp yola çıkmaya hazırlanmış ki dev birden ortaya çıkmış. Zangır zangır titreyen prensin korkusunu fark eden dev sormuş:

‘Neden korkuyorsun?’

Prens cevap vermiş: ‘Bana zarar vermek isteyen bir düşmanıma rastladım.’

‘Sen, ona şahın oğlu olduğunu söylemedin mi?’ ‘Evet ama…’

‘Neden düşmanına onu memnun edecek kadar altın vermiyorsun?’

‘O benim altınlarımı değil, canımı istiyor. Ondan çok korkuyorum!’

‘Söylediğin kadar sıkıntıdaysan, Allah’tan sana yardım etmesini dile. O seni bu düşmanın fenalığından kurtaracaktır.’

Prens, gözlerini havaya dikmiş ve yalvarmış: ‘Ey seslenildiğinde cevap veren ve sıkıntıları gideren yüce Rabb’im! Beni düşmanıma karşı muzaffer eyle ve onu benden uzak tut. Ey yüce Rabb’im!’

Bu duayı işiten Dev, ondan uzaklaşmış. Prens de babasının yanına dönmüş ve vezirin yaptığı fenalığı anlatmış. Bunun üzerine şah, veziri huzuruna çağırtmış ve onu oracıkta öldürmüş.”

“Siz de ey şahım, bu haine iyilik etmeye devam ederseniz çok kötü bir şekilde öleceksiniz! Gerçekten de bu adam size çok yardım etti. Fakat siz, ona çok yakın davranıyorsunuz. Sizi yok etmeye uğraşıyor. Vücudunuzu elinize verdiği bir şeyle nasıl iyileştirdiğini görmediniz mi? Aynı şekilde size zarar vermeyeceğinden nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?”

“Doğru söylüyorsun vezir! Haklı olabilirsin benim değerli danışmanım. Bilge, pekâlâ beni öldürmek üzere gelmiş bir casus olabilir. Nasıl beni elimle tuttuğum bir şey sayesinde iyileştirdiyse benzer bir şekilde bana koklatacağı bir şeyle ölümüme sebep olabilir.”

Bunun üzerine Şah Yunnan sormuş: “Ey vezir! Ona ne yapmamız icap eder?”

Vezir cevap vermiş: “Önce onu huzurunuza çağırtın. Hemen şu dakika! Gelir gelmez boynunu vurun. Böylece ondan ve fenalığından kurtulursunuz. Sizi bir daha kandıramaz.”

“Doğru söylüyorsun ey vezir!” demiş şah ve bilgeye haber yollamış.

Adam, kendisi için ne hazırlandığını bilmeden neşeyle gelmiş. Şairin şiirinde de dediği gibi:

 
Kaderden kork, mala mülke güvenme
Âlemleri yaratana sığın ve bekle
O “ol” dediğinde olur
O zaman korunursunuz zalimden de zulmünden de
 

Sonra Bilge Duban, şaha hitap ederek şu şiiri okumuş:

 
Size yeterince teşekkür etmedim mi?
Sizin için şiirler yazıp şarkılar bestelemedim mi?
Siz, bana istemediğim hâlde cömert hediyeler verdiniz
Siz bana ihsanlarda bulundunuz
Sizi övmeyi bırakmalı mı?
Yüceliğiniz hem aşikâr hem saklı
Hayır, teşekkür edeceğim ben sizin iyiliklerinize
Rahat dilim de zihnim de
Her ne kadar sırtımdaki yük ağır olsa bile
 

Sonra devam etmiş:

 
Üzülme, kederlenme
Emanet et sıkıntılarını kadere
Şimdiki zamandan zevk almaya bak
Geçmişi yerinde bırak
Kötülükler çevrilir iyiliğe
Allah dilerse
Onun dediği olur
Ona karşı gelmekten uzak dur.
 

Devamında şunları söylemiş:

 
Bırak bütün sıkıntılarını yüce Allah’a
Fâni şeyler için etme tasa
İyi bil ki istemen yetmez
Sana bir şey getirmez,
Her şey o dilediğinde olur yalnız.
 

Son olarak da şunlar çıkmış ağzından:

 
Neşelen, unut bütün tasaları
Yüce kalplerin harcıdır acı
Düşünce aptallığıdır zayıf kölenin
Korun ki sonsuza kadar kurtulasın
 

Şah, adama dönerek: “Seni buraya neden çağırttığımı biliyor musun?” diye sormuş.

Bilge: “Gizli olanı da açık olanı da yalnızca yüce Allah bilir.” diyerek cevap vermiş.

Bunun üzerine şah da “Seni öldürmek ve böylece senden büsbütün kurtulmak için buraya gelmeni istedim.” demiş.

Bilge Duban bu tuhaf cümleye hayret etmiş ve sormuş: “Şahım, beni neden öldürmek istiyorsunuz? Ben size ne kötülük ettim?”

Şah “Duyduğuma göre sen, beni öldürmek üzere buraya gönderilmiş bir casusmuşsun. Fakat kaderin cilvesine bak ki şimdi ben seni öldüreceğim!” demiş, ardından celladını çağırmış ve ona şunları söylemiş:

“Bu hainin başını vur ki fenalıkları bizden uzak olsun!”

Bilge: “Beni bağışla ki Allah da seni bağışlasın, beni öldürme ki Allah da seni kötülüklerden uzak tutsun.” demiş.

Şah Yunnan: “Seni öldürmeden güvende olmayacağım çünkü beni, elimde tuttuğum bir şey sayesinde iyileştirdin ve öyle görünüyor ki bana bir şey koklatarak ya da benzer bir şekilde ölümüme de sebep olabilirsin.” diye cevap vermiş.

“Demek ki siz, iyiliğe kötülükle karşılık veriyorsunuz.”

“Bu konuşmanın sana hiçbir faydası yok! Öleceksin!”

Hekim, şahın kendisini öldüreceğinden emin olduğu için ağlamaya başlamış. Şaha iyilik yaptığı için pişman olmuş. Bir şiirde de dendiği gibi:

 
Maymunun aklı ve bilgisi kıttır
Bilgelik akıldan üstündür
Hiç yürünebilir mi çamurda, tozda, kilde
Aklına hâkim ol, yoksa takılıp düşersin yere.
 

Cellat, Bilge Duban’ın gözlerini bağlamış, bıçağını bilemiş ve şaha:

“Emredin öldüreyim.” demiş.

“Bu arada hekim ağlamaya devam ediyor ve diyormuş ki:

“Beni bağışla ki Allah da seni bağışlasın, beni öldürme ki Allah da seni kötülüklerden uzak tutsun.” Ve şu şiiri okumuş:

 
İyiydim ve kaçmadım, onlar zalimdi, kaçtı
İyi olmakla sadece gördüm yıkımımı
Asla iyi olmayacağım eğer yaşar isem
Zaten yok olmuşum demektir ölürsem
İyi olanlar lanetlenir tıpkı benim gibi…
 

“Hak ettiğim karşılık bu mu? Öyle görünüyor ki senin iyiliğin, timsahın yapacağı iyilik kadar.” demiş Duban.

“Timsahın hikâyesi nasıldır?”

“Mevcut durumda bunu anlatmam imkânsız. Beni öldürürsen umarım Allah da seni öldürür.”

Hekim bunu dedikten sonra hıçkırarak ağlamaya devam etmiş. Şahın sevdiği adamlarından biri ayağa kalkarak:

“Şahım! Bu hekimin canını benim hatırıma bağışlayın. Bu adamın size karşı bir kötülük yaptığına hiç şahit olmadım. Sizi diğer bütün hekimlerin mücadele etmekte yetersiz kaldığı bir hastalıktan kurtarmaktan başka bir şey yapmadı.” demiş.

Şah: “Bu adamı öldürmek istememin nedenini bilmiyorsun. Eğer onu bağışlarsam kendimi ölüme mahkûm etmiş olurum. Elime bir şey tutuşturarak beni hastalıktan kurtardığı gibi pekâlâ başka şekillerde öldürebilir de… Beni bir çıkar karşılığında öldürmesinden korkuyorum; ne de olsa buraya gelmesinin tek amacı beni mahvetmek. Faydası yok, onu öldürmeliyim ki kendi hayatımı güvence altına alabileyim.” diye cevap vermiş.

Duban ağlayarak yine: “Beni bağışla ki Allah da seni bağışlasın, beni öldürme ki Allah da seni kötülüklerden uzak tutsun.” demiş.

Fakat bu haykırışı boşunaymış. Şahın kendisini öldüreceğine iyiden iyiye emin olan hekim: “Şahım, eğer ölmekten başka çarem yoksa bana biraz zaman verin. Evime gideyim, sorumluluklarımı son kez yerine getireyim. Aileme beni gömecekleri yeri söyleyip kitaplarımı dağıtayım. Bu kitapların arasında çok nadir bir tanesi var ki onu size hediye etmek isterim. Kütüphanenizi zenginleştirir.” demiş.

“Bu kitabın özelliği nedir peki?” diye sormuş şah.

“Bu eserde tabiatın binbir sırrı yazılıdır… Eğer kafamı kestikten sonra kitaptan üç sayfa açar, sayfaların sol tarafından üç cümle okursanız kesik başım dile gelecek ve sorularınızı cevaplamaya başlayacak.”

Aşırı bir merak duyan şah, gizemin verdiği zevkle titremiş ve şöyle demiş:

“Hekim Efendi! Kafanı kestiğimde gerçekten benimle konuşacak mısın?”

Hekim “Evet.” diye cevap vermiş.

“Bu hakikaten de ilginç bir şey!”

Şah derhâl muhafızları eşliğinde adamı evine yollamış. Duban, bütün görevlerini yerine getirmiş, yarım kalan işlerini tamamlamış.

Ertesi gün, şahın vezirleri, emirleri, generalleri ve asilzadeleri toplanmış ve kabul salonunu âdeta bir çiçek bahçesine çevirmişler. Sonra hekim oturmuş ve: “Bana bir tepsi getirin!” demiş.

Getirilen tepsinin üzerine bir çeşit toz dökmüş ve eliyle tozu yaymış. Şöyle devam etmiş:

“Ey şahım! Bu kitabı alın fakat boynum vuruluncaya dek açmayın. Sonra kafamı tepsiye yerleştirin ve toza bulayın. Toz, kanı derhâl durduracaktır. İşte o zaman kitabı açabilirsiniz.”

Bunun üzerine şah kitabı almış ve celladına emir vermiş. O da hekimin kafasını vurup tepsinin ortasına yerleştirerek toza bulamış. Kan durmuş ve Bilge Duban gözlerini açıp şöyle demiş: “Şimdi kitabı açın şahım!”

Şah büyük bir şaşkınlık içinde kitabı açmış ve yaprakların birbirine yapışık olduğunu görmüş. Bunun üzerine parmağını ağzına götürüp ıslatarak ilk yaprağı kolaylıkla çevirmiş. İkinciyi ve üçüncüyü de… Her sayfayı açmak bir öncekinden daha zormuş. Altı sayfa çevirmiş ve yapraklarda hiçbir şeyin yazılı olmadığını görmüş. Bunun üzerine şöyle demiş:

“Ama Hekim Efendi, burada hiçbir şey yok!”

Duban, “Çevirmeye devam edin.” demiş.

Şah aynı şekilde üç sayfayı daha çevirmiş. Aslında kitabın sayfaları zehirliymiş. Zehir vücuduna yayılıp ona öldürmeden hemen önce şah zorlukla bağırmış: “Beni zehirledin, ölüyorum!”

Bunun üzerine Duban’ın kafası şu şiiri okumaya başlamış:

 
Uzun yıllar hüküm süren
Ne şahlar geldi, geçti…
Eser kalmadı birinden
Tek tek hepsi göçtü, gitti.
 
 
Boğdular halkın sesini
Feryatları göğe erdi.
Felek vurdu sillesini.
Onlara da dertler verdi.
 
 
Göçüp giderken dediler.
Feleğin hiç yoktur suçu.
Zulmedenler mihnet çeker
Etme bulma dünyası bu!
 

Hekimin kafası konuşmayı bitirdiği anda şah ölmüş.

Balıkçı cine anlattığı bu hikâyeyi böylece bitirmiş, sonra:

“Bilmeni isterim ki cin efendi, eğer Şah Yunnan, Bilge Duban’ın hayatını bağışlasaydı Allah da onun canını bağışlayacaktı ama o bunu reddedip bilgeyi ölüme mahkûm etti. Bunun üzerine Allah da onu öldürdü. Eğer sen beni öldürseydin Allah da seni öldürecekti.” demiş.

Artık sabah olmak üzereymiş, Şehrazat burada masalı kesmiş, bunun üzerine kız kardeşi:

“Ablacığım ne heyecanlı masalların varmış!” demiş. Şehrazat da:

“Yarına sağ kalırsam bakın size daha neler anlatacağım.” deyince Şah Şehriyar o gün de karısının canını bağışlamış.

Ertesi akşam Şehrazat masalına devam etmiş…

Balıkçı, konuşmasına devam etmiş: “Eğer beni bağışlasaydın ben de seni bağışlardım. Fakat seni, beni öldürmekten başka hiçbir şey tatmin etmeyecek. Seni bu küpe hapsettim ve şimdi de denize atarak cezalandıracağım.”

Cin gürleyerek: “Allah aşkına bunu yapma balıkçı! Ben zalimlik ettim, sen merhamet et. Kötülük yapan zaten kötülük bulur! Bana Ümame’nin, Atika’ya davrandığı gibi davranma.” demiş.

“Onların hikâyesi nasıldır?” diye sormuş balıkçı.

“Bunu sana böyle hapsedilmişken anlatamam. Tabii beni özgür bırakırsan başka…” demiş cin.

Balıkçı: “Bırak palavrayı! Seni denize atmaktan başka çarem yok. Senin de oradan çıkmanın bir yolu yok. Ben senden merhamet dileyip ağlayarak yalvardığımda sen beni öldürmek konusunda oldukça kararlıydın. Ben ki bunları hak edecek hiçbir kötülük yapmadım sana. Sana zarar vermeye de çalışmadım. Yaptığım tek şey, seni o küpten çıkarmaktı. Sen ise bana kötülük yaptın. Şunu bil ki seni denize geri attığımda burada balık avlayan herkesi benim başıma gelenlerden dolayı uyaracağım. Eğer olur da seni denizden çıkarırlarsa tekrar suya atmalarını söyleyeceğim. Böylece zamanın sonu gelip de senin de sonunu getirinceye dek orada kalacaksın.” demiş.

Cin ise yüksek sesle şunları söylemiş: “Beni serbest bırakmak asil ve cömert bir davranış olur. Sana söz veriyorum ki seni incitmeyeceğim ve istediğini yerine getireceğim.”

Balıkçı, cinin teklifini bir şartla kabul etmiş. Ona yaptığı iyiliğe karşılık olarak kendisine zarar vermemek üzere Allah’ın adına yemin etmesi şartıyla… Daha sonra adam küpün ağzını açmış. Büyük bir buhar kütlesi havaya yükselmiş, ta ki tamamı dışarı çıkıncaya kadar. Sonra buhar kalınlaşmış ve cinin iğrenç silüeti ortaya çıkmış. Cin oradan kurtulur kurtulmaz şiddetli bir tekme darbesiyle küpü denize fırlatmış. Bunu gören balıkçı öleceğini düşünmüş. Kıyafetlerine sarınmış ve kendi kendine şöyle demiş: Sözünü tutmayacak!

Fakat sonra yüreğini ferah tutmaya çalışmış ve cine dönerek:

“Allah adına verdiğin sözü yerine getir. Yoksa bunun hesabını verirsin. Bana bir söz verdin ve Allah adına yemin ettin. Olur da bana yanlış yaparsan bu durum Allah’ın hoşuna gitmez. O ki günahkâr kuluna merhamet eder fakat kimse onun elinden kurtulamaz. Ben de sana Bilge Duban’ın, Şah Yunnan’a söylediğini söyleyeceğim: ‘Beni bağışla ki Allah da seni bağışlasın.’ ” demiş.

Cin gülme krizine tutulmuş ve yürümeye başlamış; balıkçıya: “Beni takip et!” demiş.

Adam güvenli bir mesafeden onun arkasından yürümeye başlamış. Şehrin etrafındaki yerleşim yerlerini geçinceye dek yürümüşler. Kimsenin şimdiye kadar hiç uğramadığı toprakların üzerinden yürüyüp kırları geçmişler ve bir dağa varmışlar. Beraberce dağa tırmanıp arkasındaki bir ovaya ulaşınca cin balıkçıya tekrar: “Beni takip et!” demiş ve onu bir gölün yanına götürmüş.

Sonra adama, balıkları yakalamak üzere ağını denize atmasını söylemiş. Balıkçı suya bakmış ve farklı renklerdeki -beyaz, kırmızı, mavi, sarı- balıkları görüp hayrete düşmüş. Ağını suya atmış ve bir süre sonra çekmeye başlamış. Ağda dört tane balık görmüş. Her renkten bir tane…

Balıkçının çok sevindiğini gören cin şöyle demiş: “Bunları sultana huzuruna götür. O da sana, seni zengin bir adam yapacak her şeyi versin. Kusura bakma, Allah biliyor ya sana bundan başka nasıl yardım edebilirim bilmiyorum. Bin sekiz yüz yıldır denizde olduğumdan dünyanın nasıl bir yer olduğunu unuttum. Şu geçen bir saatin dışında da dünyaya dair hiçbir şey görmedim.”

Daha sonra cin, Allah’ın adını anarak: “Umarım Allah bize yeniden karşılaşmayı lütfeder.” demiş.

Sonra bir ayağıyla yere vurmuş. Toprak ikiye yarılmış ve cini yutmuş. Gördüklerine şaşıran balıkçı, balıklarıyla birlikte şehre doğru yola çıkmış. Evine ulaşır ulaşmaz toprak bir testiyi suyla doldurup çırpınan balıkları içine atmış, cinin kendisine söylediği gibi sultanın sarayına doğru yola koyulmuş. Saraya ulaştığında balıkları sultana sunmuş. Hayatı boyunca o şekil ve renkte balık görmemiş olan sultan, hayretler içinde kalarak şöyle demiş:

“Bunları yeni gelen köle kıza verin, pişirsin.”

Üç gün önce Rum şahının kendisine hediye ettiği köle kızdan bahsediyormuş. Böylece onun yemek pişirme konusundaki becerilerini ölçebilecekmiş.

Bunun üzerine vezir, balıkları genç kıza götürmüş ve kızartmasını emretmiş:

“Bunları sultan size gönderdi ve: ‘Yeteneklerinizi değerlendirme fırsatı bulamadım. Beni zamanın azlığından doğan sıkıntıdan kurtarın ve marifetli ellerinizle bu yemeği pişirin.’ dedi. Çok nadir bulunan bu balıklar sultana hediye olarak geldi.”

1.Siropa: Farsça kökenli bir sözcüktür ve sihler tarafından bir tür onur göstergesi olarak giyilen elbise ya da atkı benzeri giysidir. Toplumsal bir figür ya da kurum tarafından, kişiye, dindarlığının ve ahlaki özelliklerinin bir nişanesi olarak verilir (e.n.).
408,04 ₽
Жанры и теги
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
09 августа 2023
Объем:
18 стр. 30 иллюстраций
ISBN:
978-625-6865-10-5
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают