Читать книгу: «Türk Tarihi», страница 10
Menander her ne kadar sefirin Türkistan’a ulaşmasında Yüce Han’ın vefat etmiş olduğunu bildiriyor ise de diğer bir rivayete göre Zemark’a göre yer değiştirerek Soğd bölgesinden geçip Yüce Han’ın karargâhı olan Altay dağlarında bulunan Ak Dağ’a ulaşıp Hakan’ın huzuruna çıkarak hürmete nail oldu. Ve Yüce Han, Farslar aleyhine birlik sağlamak için Romalıları sınırsız taltif eyledi. Ve Zemark’a büyük hediyeler, özellikle güzellikte eşsiz bir Kırgız cariye bahş eyledi ve kendisi de yayladan dönüp kışlığı olan Yaksart-Sirderya Nehri kuzeyindeki Taraz şehrine gitti. O sırada Fars padişahının da özel elçileri gelmiş idi. Yüce Han Talas’ta büyük bir ziyafet tertip ederek gelen sefirleri davetle Romalılarla merasim ve anlaşma yaptı. Sefirini zehirlediklerinden dolayı Farsları da tahkir etti ve suçladı.
Bu düşmanlığın hakiki sebebi Eftalit yani Tele Türkleri olduğundan ilk önce onlar üzerine ordu gönderdi.
Yüce Han’ın kumandanı Soğd bölgesine girmiş idi. O aralık Heyatala hanı kışlamak üzere Buhara’ya gelmiş olduğundan iki asker Nahşeb yakınında birbirine tutuşarak Ağnalitler mağlup ve hanları meydan savaşında maktul oldu. Bu esnada Büyük Han da Semerkant’ta idi ve Horasan’a girmek niyet ve hazırlığında idi. Lakin teklif olunan barış şartlarının Nuşirevan tarafından kabul edilmediğine dair haberler gelmesi üzerine taarruzdan vazgeçti. Ve kendisi de Kaşgar’a çekildi. O tarihte küçük Buhara, yani Kaşgar ve havalisi Büyük Han’ın idaresi altında idi.
Lakin asli vazifesinden sıkılmış olan korkak Rumların bir şey elde etmesine muvaffak olamadı: Anda kisra inişi Kağan bolmış erinç. Oğlı atı kağan bolmış erinç. Anda kisra inişi eçisin teg kılunmadık erinç. Oğlı akankın teg kılınmaduk erinç. Biligsiz kağan olurmış erinç. Yablak Kağan olurmış erinç. (Orhun Yazıtları.)
Bundan sonra Rumlar Valantinus adında bir asker gönderir Türkler bunu önemsemezler. Bahsedilen şahsın bu ikinci sefareti idi. İmparator Justin ile yapılan anlaşma ve bir de Roma Hükûmeti’yle Asya’nın yüksek kesimleri arasındaki münasebet daim idi. Hakanın tebası olup gerek haricî milletlere mensup Soğdaklar gerek Çinliler ve gerek dâhilî milletlere mensup kimseler servet çoğaltmak için Konstantiniyye’ye geliyorlardı. Fırsattan istifade ederek memleketlerini görmeyi arzu eden bu Türklerden yüz altısı Valantinus ile beraber döndüler. Büyük Çizabul’un vefatından dolayı memleketlerini pek değişmiş göreceklerdi. Cesur Bumin Han’ın vefatıyla “genç biraderleri” olan ve çocukları babalarına benzemediğinden cahil ve tembel hanlar iktidar makamına geldiler. Menander, Valantinus’un sefaret vazifesi ifa ettiği milâdî 575 senesinde Türk Hükûmeti’nin atlattığı ciddî bir tehlike ve buhranı zikredilen sefirin görmemiş olduğunu zannediyor. Bununla beraber Menander’in hikâyesi Cizabul’un yaşadığı dönemde olduğu gibi Türk Hükûmeti dört idareye ayrılıp şimdi sekiz kısma ayrılmasından başka önem arzeden bir değişikliğin varlığından haber vermiyor.
Zamanımızda Kırım Azak Denizi ve Güney Rusya’ya rast gelen memleketleri ve sonra gayet çetin bir memleketi geçerek Valantinius sekiz Türk beyinden birisi olan Ordu’ya ulaştı. Türk ve Moğol dilinde müşterek olan Ordu kelimesi hem bey hem askere mahsus (umumî karargâh) manasınadır.
Roma sefiri Zemark Kanglı veya Kıpçak’ta tutuklu olan kız-kardeşine katılmak üzere Büyük Han’ın yanından ayrılarak arkadaşlarına kavuştu. İstanbul’a sefir göndermek hususunda Büyük Han, Kıpçak reislerine müsaade vermiş olduğundan bunlar da yanlarına biraz adam kattılar. Bunlar Hazar Denizi sahiline ulaştılar. Burada Cürci isminde birisi en kısa yol ile İstanbul’a varmak için on nefer Türk ile topluluktan ayrıldı.
Zemark, Hazar Denizi kenarınca Yayık ve İdil nehirlerini geçerek Uygur beldelerine girdi. (Bu Uygurlar önceleri Turfan bölgesinde yerleşik olup sonra İdil yani Volga Nehri’nin doğu tarafına göç etmiş idiler ki bugün Nogay kabilelerinden sayılırlar.)
Büyük Han’ın İstanbul’a gönderdiği sefirin adı Tağma olup kendisine Tarhan denirdi. Yine bu rütbe ve unvan ile Manyah’ın oğlu da beraberlerince bulunurdu. Bunlar Volga Nehri’nin sahiline ulaştıkça Büyük Han’ın idaresi altında bulunan Uygur reisi gelerek, orman içinde pusuda dört bin Farslı olduğunu ihbar, hafif zahire ve tulumlarla su vererek yol gösterdi. Onlar da bataklık tarafına yol değiştirip Alanların memleketine ulaştılar. Oradan Famoş’a gelerek gemilere binerek Trabzon’a buradan da kara yoluyla İstanbul’a ulaştılar.
Büyük Han batıya mahsus bir meselenin açıklaması ile uğraşırken bir büyük fırtına zuhur edip on gün devam etti. Bunu semavi bir ceza sayarak nice senelerden beri hapis olan Chou sefirlerini salıverdi. Ve ittifakı tazelemek için İmparator Vuti nezdine kızını gönderdi. Bundan dolayı yirmi sene rahatsızlıktan sonra milâdî elli yılında hayata veda etti. Yerine erkek kardeşi Tubu Han geçti.
Sefaretname ordu beyinin ismi Turkantos olduğunu beyan ediyor. Bu isim eski Türklerde insan ve kavim ismi olan Türgiş173 kelimesinin Rumcası olan Turkos isminin tamlanan hali olması muhtemeldir. Bahsi geçen sefaretnamede sekiz beyden en eskisi Arsilas adıyla kayıtlıdır ki Türkler arasında gayet yaygın olan Arslan kelimesinden bozulmuştur.
Sefaretnamede en az bozulan ve istinsahın hatalarından kurtulan bir özel isim var ise o da Altun Dağı üzerinde yerleşik dâhilî milleti kumanda eden beyin ismidir. Rum müellifi bu beyi Tardu adlandırır ki ismin Türkçesi Tarduş’tur.
Büyük Bumin Han’ın vefatından sonra Türk Hükûmeti sekiz kısma ayrılıp doğuda bulunan hassalardan biri Bumin’in küçük biraderine verilmiş idi. Bunu Çin, Türk ve Moğollar Tupu Han veya Tubu Han olarak adlandırmışlardır.
Birleşen kavimlerin hakiki amiri olan Dubu Han, Buda mezhebini kabul etti. Çinliler ittifakını ısrarla arzu ettiklerinden kendisine külliyetli bir meblağ verdiler.174
Tsi Hükûmeti tebasından Hui Len adlı Buda mezhebinden bir kimse, cebren kaldırılmış ve Tu Kiular arasında vakit geçirmekte idi. Bu zat Tsi Hükûmeti’nin şevket ve azametinin Buda ayinine riayet edilmesinden kaynaklandığını Tubu Han’a beyan etti. Bu durumda hükümdar sebepler, eserler ve fiiller ile onların karşılıkları hakkında söyleşilerde bulundu. Tubu Han bunları işitip o kimsenin sözüne itimat etti. Ve bir mabet bina ettirerek perhize vesair mezhep uygulamalarına riayet ediyor idi. Orta memlekette yani Çin’de doğmadığına üzüldü.175 Buda mezhebine tabi ve ayrıca yarı Çinli olan hakiki Türk hakanı iktidarı döneminde batı tarafından beyleri memleketler ve dâhilî millet ittifak etmişler idi. Batılılar doğudan sürüldüklerini hissederek Roma İmparatorluğu hesabına her türlü tehlikeyi göze almakta bulunuyorlardı. Valantinus’u elleri boş geldiğini gördükleri anda paylamaya başladılar. En çok zarar gören Türgiş cesaretle mukabele ve pervasızca karşılık verdi: “Siz Romalıların on lisanı, bir türlü hilesi vardır!.. Türkler yalan söylemezler!.. Sizin kral dediğiniz adam bizim esirimiz olan Abar, Avar, Hunlar ile ittifak etmiştir.” Yalnız kamçısını gördükleri hâlde yerin dibine girecek ve tedbirsizcesine karşılık vermeye davrandıkları hâlde kendilerine karşı kılıç çekmeyip cesur ve namuslu Türklerin beygirlerinin ayakları altında kurt gibi ezdirtecek olan bu sefil ve asi kavimlerle Roma hükümdarının bir devlet gibi ittifak eylediğinden dolayı hiddet etti. Birdenbire işte söz ileterek en iyi tanıdığı Dinyeper ve Tuna yolu yani Kıpçak’tan geçen Türk yolu sefirlerine takip ettirilecek yerde Fars askerî sınırından ve Kafkastan geçirildiğinden dolayı Romalıları itham etti. Ve bunu ispat etmek için Kırım’daki Bosforus’u (Yeni Kale Boğazı) kuşatacağını Valantinus’a beyan etti. Gerçekten Valantinus Vizantion’a döndüğünde Buhanus Bu (Buka Han’dır) adında bir Türk kumandanının Kırım’ı istila ettiğini ve Bosforus’u zapteylediğini öğrendi.176
Milâdî 575 yılında bulunuyoruz. Türk hakanı şu anda büyük setten Don Nehri’ne kadar Asya’nın bütün kuzeyine hâkim olup batıya uzanan ticaret yolu Pe-Lu ve bozkırlardır. Nan-Lu, Fergana, Fars askerî sınırı ve Kafkas’dan geçen yolu yasaklıyor.
Öne doğru (doğu tarafı) ordusu ta Şantung ovasına kadar, sağa doğru (güney) Tibetlilere yetişmeyerek Tokuz’a (Arzan) kadar, geriye doğru (batı) Yençü (Yaksart) üzerinden Demir Kapı’ya kadar Maveraünnehir’de Semerkant’ın güneyinde ve Derbent’in yakınında sola doğru (kuzey) Berenk-Yarku’nun memleketine kadar götürdüm. 177 Milâdın VI. ve VII. asırlarında Türk imparatorluğu bu hâlde idi. Türgiş batıda bulunan Hun kalıntısını Volga Nehri’ne kadar olan memleketlerinden kazıdı. Yahut Türklere karıştırdı. Türgiş ve Volga’nın ötesinde Kırım’da Kafkas’ta bulunuyor, işte Hunlar şimdi Türklerden başka bir şey değildir.
Sefaretname de yalnız bir nokta karanlık kalmıştır. Türgiş (Türkeş) Romalılara babasının matemini tutturduktan sonra (matem ayininin Çinlilerin hikâye ettiklerine tamamıyla uygun olduğunu Menander beyan ediyor.) Tarduş’un yanına dâhilî milletlere gönderdi. Bundan maksadı acaba Romalılarla olan münasebetini ortaya koyarak amcazade ve rakipleri arasında şeref ve itibar sahibi olmak mıdır? Her ne olursa olsun, bugünden itibaren Türklerle Romalılar arasındaki münasebet kesildi. Zira Romalılar Türklerden çıkan Kazak kabilelerinden korkuyorlardı. Özellikle bunlarla uyuşarak açıktan açığa Sasanilere hücum etmeye, uç noktadaki doğu kavimleriyle Büyük Fars Devleti’ni parçalamaya cesaret edemiyorlardı. Çünkü Türklerden korkuyorlardı.
İlk defa olmak ve son olmamak üzere bencillik ve cehalet mezhebine yani Asya’nın Avrupa âlemine girmesine mâni oldu.
İKİNCİ KİTAP
TÜRKLER VE İSLÂMÎYET
Hicret-i Nebevî’nin ilk asrı Asya’da mekân tutan kavimlerin hayatları hususunda çok buhranlı bir dönem olmuştur. İ’la-yı kelimetullah için Sasani Devleti’ni perişan ve İran beldelerini feth ve istila eden Arap mücahitleri şimdiye kadar Oxus (Sirderya, Seyhun) ve Hazar’ın kuzeyindeki eski Sit yolundan akıp gelen Türk göç akınının bir kısmını İran, Küçük Asya ve Suriye üzerine yönlendirdi. Zikredilen üşüşmeler Din-i Mübin-i İslâmîyyeti Nan-Lu ve Pe-Lu tarafında bulunan çitlere kadar genişleterek Hristiyan Avrupa ile doğunun uç noktaları arasındaki medenî ve siyasî münasebetleri tamamen değiştirmiştir.
Çin ile Avrupa arasında doğal aracı olan Türkler Avrupalıların din düşmanı saydıkları İslâmîyet’in silahlı bir cengâveri kesilip kalmışlardı. Orta Çağ’da Avrupa kavimlerinin haksız olarak Müslümanlara karşı gerçekleşen kindar taarruzları ve inançlarının müthiş savaşlarında Türklerin fevkalade fedakârlıkları görülmüştür. Kalpleri her türlü tamamiyle arınmış, muhtaç ve biçarelere yardım etmekten asla vazgeçmeyen asil Türk kavimleri can ve bedenlerini İslâmîyet uğrunda feda ettiler.
Türkler daha sonra İslâmîyet’in eşsiz pehlivanı olmuş bu hâliyle dinin temiz şeriati uğrunda can feda etmeyi kendilerine Allah indinde emanet edilmiş iftihar olunacak bir hizmet olmak üzere kabul eylemiş mukaddes bir kavim ise de İslâmîyet’i kolaylıkla kabul edinceye kadar Araplarla az çok çatışma ve savaşları da olmuştur. Yeri geldiğinde bahsedilen savaşlar genelde göz ardı edilip geçiştirildiği hâlde Türk kavimleri tarihinde bir eksik bırakılmış olduğu düşüncesiyle bahsedilen olayların açıklanmasına gerek görülmüştür.
Arap fatihlerinin arslan gibi hücumları o zamana kadar dünyanın kara olan dörtte bir kısmında epeyce bir askerî şöhret kazanmış olan Fars ordularını mahv ve perişan eylemiş idi. Arap mücahitleri son Sasanilerin Türkleri sürüp çıkarmaya muvaffak olamadıkları Horasan, Soğd ve Fergana askerî hududunu az bir müddet içinde ele geçirmişlerdi. Bu vaka hicrî I. asrın ilk yarısında meydana gelmişti. Türklerin aslı bahsinde ismi geçen İllig Han’ın etrafında kuvvetli düşmanları vardı. Arap fatihlerinin taarruzlarına maruz kalan tabi ve müttefiklerinin İran askerî hududu sakinlerine, Soğd, Fergana Türklerine ve Türkistanlılara yardım etmek hatırlarına bile gelmiyordu. Doğuda bulunan Hıtay kabilesi, Tu kiu, Uygur ve Karluklar’dan ayrılıp müstakil bir devlet kurmuş idi. Çin ve Liyau memleketinin doğu askerî sınırına sahip olan bu Hıtaylar, Doğu Türkleri arasında devamlı rekabete sebep teşkil eden kuzey askerî hududu ve Pe-Lu girişi meselesinden dolayı Tu kiu ve Karluklar ile mücadele ediyorlardı. Büyük seddin Sarı Irmak dirseği ile deniz arasında bulunan gediğinden Hıtaylar aralıksız Çin’e akın edip Beyaz Nehir’e (Volga, Pi hu) kadar iniyorlardı. Liyau kralının Hıtayları, Çinlileri bunalttığı nisbette Çinliler de İllig Han’ın atlılarına çok maaş veriyordu. Memlekette kalıp Çin hakanı ile alışveriş etmek, kendilerinin borç ödemeye muktedir olamadığı zamanda arazisini gasp ve yağma eylemek ve sanatı ihlal eden amcazadeleri Hıtaylar ile çarpışmayı her hâlde batı tarafında ve Pe-Lu’nun öte tarafındaki memleketlerde yerleşmiş olup güzel sözleriyle kendilerini vazgeçilmez eden amca torunlarını savunmak durumuna tercih ediyorlardı.
Diğer yandan Çinliler hükümdarlık hanedanı için bir nizam koymuş, bu suretle onun iktidarını kısıtlamışlardı. Doğru hareket etmek şartıyla hakana çok tahsisat vermek istiyorlardı. İllig Han’ın Türkleri, iddialarında pek ileriye vardıkları hâlde Çinliler Liyau Türkleriyle pazarlığa girip berikileri bırakıverecekler idi. Bu durumda Tu kiular yalvarırcasına bir tavır ile imparatorun iltimasını talep ediyorlardı. Çinliler sağdan geri dönüp Hıtayları terk ederler ve üzerlerine batıda bulunan amcazadelerini yani Tu kiuları gönderirlerdi. Çin sülale hükümdarlarının on ikincisi olup Sui denilen yeni bir sülale, ilk iş olarak devletin birliğini bozdu. Irken Tunguz (onların atası bir Siyenpi idi) ve kalben Çinli olan Sui hanedanının başkenti Lu Yang olmak üzere ahalisinin cesareti ile şöhret bulmuş olan Hu Han memleketini hareket merkezi kabul etti.
Askerî hudut üzerinde bulunan Şansililer ayaklandılar. Kuzey Çin’in Güney Çin üzerine olan askerî üstünlüğünü ispat ederek milâdî altı yüz yirmi altı yılında on üçüncü Tang sülalesini kurdular. Kan itibarıyla Çinli, birlik, karakter ve bünye itibarıyla Türk olan bu sülale Çin’de hâkim olan hükümdar sülalelerinin en sert ve en cengâveridir. Tanglar, Türklerin üzerine el uzattılar. Milâdî yedinci asrın son yarısında yukarı Asya’nın doğu havzasında bulunan Pe-Lu ile Hingan dağları arasında bulunan Türkler kati surette Çinlilere tabi oldular. Türk Beyleri kendi Türk unvan ve isimlerini terk edip Çin unvan ve isimlerini kabul ettiler. Elli sene kadar ünlü hükümdara bağlılık arz edip, fikren ve bedenen kendisine hizmet ettiler. Türklerin dâhilî kavimleri Tangların hesabına olarak Çin himayesi altında yaşadılar. Bu hâl Tang sülalesinin çöküşüne kadar devam etti. Milâdî VIII. asır başlarında muhtariyet elde etmek üzere son hakanlar tarafından alışılmış teşebbüslere girişildiyse de kendi istekleriyle bağlı kalmaları ile sonuçlandı.
İlkin Tanglar başkenti, askerî sınır ile Hu Han eyaleti arasına yani Çin’in göğsüyle kalpgâhı arasında olan Şansi bölgesinde bulunan Singian’da kurdular. Burası kuzeyde Huang Hu dirseği, sonra büyük set ve nihayet Volga’nın teşkil ettiği dirseğin güneyinde bulunan tabileri vasıtasıyla oluşan beş kat hendekle çevrilmiş mükemmel bir harp mevkisi idi. Bu şehir doğuya Hu Han geçidiyle savunulup on üçüncü asra kadar bu şekilde mağlup olmayan Moğollar burada üç defa mağlup oldular. Çinlilerin Yangtze Kiang Nehri’nin güneyinde başlamış olan gürültülü isyanlarına karşı Tanglar, Mavi Nehri Huang Hu’nun kuzey tabilerinin oluşturduğu engel vasıtasıyla savunuyorlardı. Tanglar iki nehir arasında bulunan güneybatı ve batıya Tibet, Hindistan ve Nan-Lu’ya doğru bütün girişlere hâkimdiler. Bu açıdan defaten Buda ve Hristiyan inançlarını kabul ve imparatorluğun ortamına dâhil olan yeni mezheplerin ulaşacağı yerlere hükmediyorlardı. Ve Çin ile batı arasında olan geçiş kapılarını emniyet ve cesaretli bir kalple arzu ettiklerine açıp arzu etmediklerine kapatıyorlardı. Bahsedilen kapıları tercihen Hristiyanlığa açtılar.
Mesih’in dini, milâdî IV. asırda Horasan ve Maveraünnehir askerî hududu vasıtasıyla Türk memleketine dâhil olmuştu. Milâdî 334 senesinde Barsaba, Horasan’da Merv şehri piskoposu idi. Milâdî 420 senesinde Merv piskoposluğu metropolit mertebesine yükseldi. 503 senesinde Herat ve Semerkant’ta piskoposluk kuruldu. Patrik Timothy, Karakurum’a kadar özel memurlar gönderip 1000 senesine doğru Gobi’de meskûn Karaim Türkleri, Merv metropoliti Ebed Jesu vasıtasıyla Hristiyan inancına yöneldiler.178 Çinlilerin Olopen çini eserlerinde yalnız kâhin unvanını muhafaza ettikleri Suriyeli bir Papaz 630 senesinde Çin’de İncil vaaz ediyordu. 637 yılında İmparator Tai Çung yeni mezhebi himaye yollu bir emirname yayınladı ve payitahtında bir kilise yapılmasını onayladı. İki dilde, Çince ve Süryanice yazılmış olan meşhur Singian fou, geçmişin anısına tarihinde Çinistan’da papa ve piskopos olan adam ile beraber, Nasturî patriği olan Mahanan, Yesua adlı kimseyi Çince adlandırıldığı Neng Şu şeklinde zikrediyor.
Altıncı asrın son yarısında Buda mezhebi Çin misyonerleri vasıtasıyla memlekete girmiş hatta Mukan Han’ın halef ve biraderi olan Tubu Han, Budizm’i kabul etmişti.
Milâdî XIII. asırda Moğol birliğine dâhil olan kabilelerin bir kısmı Budist diğer kısmı Hristiyan idi.
Evvelce adı geçen Süryani Rahibi Olopen, Çin hakanının misafirperverliğine nail olduğu zaman Sa’d bin Ebi Vakkas kumandasıyla hareket eden mücahitler Arap İran süvarisini Kadisiye Savaşı’nda perişan ediyorlardı. Hilal bin Alkame (r.a.), İran seraskeri Rüstem’i kılıç darbesiyle helak eyledi. Önceleri Roma ordularının önünden geri dönmeye mecbur bulundukları “Dırefş-i Kevyani”, Sasanilerin o mukaddes saydıkları bayrağı, artık İslâmî gazalar üzerinde bir tesir gösteremeyerek Arap mücahitlerinin ellerine geçmiş idi. Otuz sene sonra, beş yıl içinde İslâm’ın askerleri İran’ı tamamen işgal etti. İran artık Cenab-ı Hakk’a ibadet, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) selam ve dua arz ediyor idi. Arap akıncıları, Ceyhun (Oxus) Nehri’ni aşarak kuzey askerî hududu (çitler) içinde Soğd ve Türkistan’da dolaşıyorlardı. İskender zamanında Keyaniyan sülalesinin son hükümdarının kaçışı gibi Sasanilerin de son hükümdarı irsî düşmanları olan Türkler yanında bir sığınak aramaya başladı. İran hükümdarı Yezd-i Cürd Çin, Belh ve Türk hükümdarlarından yardım talep etti. Başarılı olamadı. Nihayet mağlup ve firari olan Yezd-i Cürd, Türklerin namus ve şecaatinden, kendine misafirperverliklerinden şüphe etmiyordu. Hicretin yirmi ikinci yılı Ceyhun’u aşarak Türklere iltica eden Yezd-i Cürd bütün amirleri ve tebasından mahrum kalmış ve Türklerin Fergana’da misafiri olmuştur. Kendileriyle büyük hükümdarlara mahsus bütün kin ve gazabıyla savaşarak çok defa mağlup eylediği Turanîler son İran padişahını mertçe korumuşlardır.
Hicretin otuzuncu yılında ve Osman (r.a.) ahdinde İbn-i Kirayiz kumandasıyla Horasan’da tertip edilen İslâmî gaza bölükleri Soğd ve Fergana’daki Türk askerî hududunu istila etmek üzere Merv ve Belh şehirlerinden geçen ve Ceyhun (Oxus) Nehri’nin güneyinde bulunan eski askerî güzergâhı takip ediyorlardı. Bu bölükler Belh’den kuzeye yönelip Nehr-i Kebir’i gerek şimdiki Çar-Cuy (Dört Irmak) mevkisinden ve gerek Tirmiz’den geçtiler. Ceyhun’un öte yakasında Araplara karşı zannolunacağından daha sert bir savunma başlıyordu.
Memlekette görünen son derece intizamsızlık, İslâm’ın galibiyetini doğuran başlıca sebeptir. Eğer Araplar mızraklarına güvenmiş olsalardı hiçbir zaman Soğd’da muzaffer olmaları ihtimali yoktu. Burada da diğer memleketlerde olduğu gibi harikulade zekâlarına müracaatları ve düşmanlarının manevî intizamsızlığı galibiyetlerine hizmet etmiştir. İran memleketlerinin hangi tarafında olursa olsun cebren yerleşmiş olan Türkleri yerli halk hiçbir şekilde sevmemişti. Türkler dört halifeden iki asır sonraki zamanda o karışıklık hengâmesinde sözlerinde durdular. Muaviye (r.a.) zamanında tuğyan ettiler. Nihayet yine yardım İslâm tarafında kaldığı gibi Yezid bin Muaviye zamanında da Müslim bin Ziyad marifetiyle Harezm ve Buhara zaptedildi. Fakat herhâlde Türkistan tamamıyla itaat altına alınamıyor, Emevilere orada emniyet edilemiyordu. İşte bu münasebetle meşhur Haccac, Irak’ın valisi tayin edilmiş ve Türkistan onun vilayetine terk olunmuş idi. Hicrî seksen yılında Haccac Abdurrahman bin Muhammed bin el Eş’as ile kırk bin kişilik bir orduyu Türkistan üzerine göndermişti. Sebebi ise bir sene önce Türklerin otuz bin Müslümanı şehit etmeleri idi. İbn-i Eş’as bu intikamı fazlasıyla aldı ise de aralarındaki nefret sebebiyle Haccac’ı memnun edemedi. Çünkü Haccac İbn-i Eş’as’ın kanına susamış idi. Haccac’ın Ey gaddar ve mürted İbnü’l Hatek sana tembihim üzre düşman vilayetine hücum ve yağma eyle, yoksa sana dayanabileceğinden fazla ceza veririm.179 diye İbnü’l Eş’as’a yazdığı kâğıt eline vardığı zaman çatışmaya memur olduğu Türklerle karşılıklı anlaşma yaptı. Haccac ile İbnü’l Eş’as arasında Tuster’de yapılan savaşta Haccac yenildi. İbnü’l Eş’as galibiyetten galibiyete koşarak ta Basra’ya kadar geldi. Oradan Deyru’l Cemacim’e indi. Burada yenik düştü. Türkistan’a, Türk hakanına sığındı. Orada izzet ve ikrama nail oldu. Sonra Haccac’ın Bir milyon askerle gelecek! diye hakana gönderdiği tehditname ve maddeleri sebebiyle kendisine iade edildi. Bu hakanın ismini Arap tarihçileri anlaşılmayacak şekilde tahrifle Retbil yazıyorlar. Aslına çeviremedik. İşlerini yoluna koydukları zaman Çinlilere has olan mağruriyetleri ve önemini yitirmiş bir hâle düştükleri zaman bile çeriliğe bağlı son derece hodbinlikleri Türkleri çekilmez bir hâle getirmişti. Semerkant ve Buhara’da memleketten sürülmüşlerdi. Sahralarda ikamet ediyorlardı. Maveraünnehir ve Fergana’da İranlılar, milliyetlerinin imhası yolunda yapılan bir savaşa karşı kayıtsız davrandılar. Bunlar ancak mezhep değiştirmek hususunda biraz çaba gösterdiler. Hicrî 85 senesi Haccac tarafından Horasan naipliğine Kuteybe bin Müslim tayin edildi. 94 yılında Emîr Kuteybe tarafından Buhara’da ilk cami-i şerif açıldı. İbadetin Farsça yapılmasına cevaz verilmişti. İman ehli çoğu zaman silahsız olarak camiye gidemememişlerdi. Savaşta Arapların mızraklarından kaçan İranlılar cami civarında, sokak aralarında Müslümanları taşa tutarak şehit ediyorlardı. Hak dini kabul eden herkese cuma namazına geldiği zaman beytü’l maldan iki dirhem bağışladı.180 Nihayet muhalifine cebr ve takip uygulamak gereği duydu. Kuteybe, Buhara ve Semerkant ahalisinin silahlarını toplatıp ordusunun en kahraman erleri olan Suriye Nasırîlerini adı geçen ahalinin hanelerinde yatılı misafir ettirdi. İşte bunlar Maveraünnehir ahalisini İslâm dini ile şereflendirdiler.
Artık Türklerle açıkta, sahrada çarpışmak gerekiyordu. Türklerin kılıçlarına karşı Lübnanlıların yatağanlarına o kadar güvenilmiyordu. Çünkü bunlar hücumda galibiyetin ardından yağmaya koyuluyor ve genellikle bozuluyordu. Hatta bu sebeple Şenaad hükümdarı diğer Türk beylerine: Bu Araplar hırsız gibidir, eğer biraz bir şey verilse dönüp giderler181 demiştir. Türkler Zerdüşt mezhebine pek az inandılar. Bunlardan bir kısmı şehirlerde rahatça yaşamak için adı geçen mezhebi kabul etmiş, dörtte üçü Budist ve putperest olup Merv veya Semerkant piskoposluğu ahalisiyle işleri olan birkaçı da Nasturî inancına yönelmişlerdi. İranlıların mazilerine Türkler esef ediyorlardı. Artık devlet İranlıların devleti değildi. Arapları da hiç beğenmiyorlardı. Zira bunlar kendilerini ücretli ordularına almadıkları gibi zengin Zerefşan memleketinde bulunan Soğd sütlü ineklerini de kendi hesaplarına olarak ele geçirip yağmalıyorlardı. Ve bundan böyle onlarla hiçbir türlü iş yapmaya güvenemiyorlardı. Çünkü Türklerin en çok bağlı bulundukları hiyerarşi Araplarda neredeyse yok gibiydi. İran’ın sefil halkı Mecusîlerin büyük reislerinden (mevbedlerden) zulüm gördükçe ve “âzâd” ve “dihkan” olarak adlandırılan şövalye ve zâdegân sınıfı tarafından malları yağma olundukça akın akın gelip kendi istekleriyle İslâmîyet’i kabul ediyorlar, saf Türkler ise olan biten işlerden bir şey anlamıyorlardı.
Türkler bir Acem şahını (şah-ı azam) tanıyorlardı. Onunla savaşıyor yahut onun hesabına başkalarıyla savaşmak için kendisinden ücret alıyorlardı. Çin’de olduğu gibi muntazam ayini ile beraber resmi bir mezhep de biliyorlardı. O mezhebin şekil ve itikadı kendilerince pek de önem arzetmez. Çünkü Türkler, Zerdüşt, Buda, Hristiyan olsun her şeyin üstünde bir “Tanrı” olup bunun alt kademesinde beş unsur bulunduğuna inanmış idiler. Türkler yüce ve nurlu Muhammediye’nin kıymetli hükümlerini henüz anlayacak mertebede bulunmadıkları gibi pusulayı da şaşırmışlardı. Gayet muzdariptiler, bir hüküm ve nüfuz arıyorlardı. Tabii ki bu dünyada tabiyyet ifade eden Yüce Hakana ve onun da üstünde bulunup zekânın yeryüzünde tecessümünden ibaret olan Buğ(d)u Han’a (Çin’in mukaddes imparatoruna, fağfura) müracaat etmek gerekiyordu.
Türkleri endişede görmekten üzüntü duymayan ve onlara dair bilgi almak, zaman kazanmak isteyen Çin İmparatoru kendilerini o hâlde bıraktı. İllig Han’ı bir daha mat etmek için fırsattan istifade etti. h. 91’de Nehr-i Asfer’in (Sarı Irmak)182 öte tarafında Çu-Kinag Ching denilen uç siperlerin inşasına başlandı.
Çinliler askerî hududun öte tarafında Türk memleketinin ortasına toplanıyorlardı. Neticesi çok gecikmedi; Hay Yuen devrinin üçüncü senesi milâdî yedi yüz on beşte Karluklar İllig Han’dan ayrılıp Çin fağfuruna183 bağlılık bildirdiler. Çinlilerin namını Mo ki lie diye kaydettikleri hakan ile erkek kardeşi Kül Tigin, milâdî 720 yılında “Türklerin Zuhuru” bahsinde görüldüğü gibi açıktan açığa Çin himayesine girdiler. Bunların ikisi de Kutluğ Han’ın oğulları idi. Tanglar bunların adına kendi zamanları üzerine Kara-kurum ve Kara Balsagun harabeleri yakınında Koşo Çaydam adlı bölgede Çin ve Türk dilleri ile yazılmış olan bir abide dikmiştir. İşte bu abide sayesinde bugün en eski Türk yazısının anahtarı bulunmuştur.184 (Dikkate şayan olan bu yazıtların tahlili bundan önce beyan edilmişti.)
Kül Tigin adına sabitlenen dikili taş bize, Maveraünnehir’i Araplar istila edip kendilerini kuzeydoğu ahalisi karşısında bulundukları zamanda Çin himayesine giren Türklerin Dîn-i Mübîn-i Ahmedî’yi kabul eden İran memleketi üzerine saldırganca el uzatabileceklerini göstermektedir.
Yedinci asrın sonu ve sekizinci asrın başlangıcında yani Arap krizinin en velveleli zamanında Kül Tigin süvarilerini Seyhun Nehri’nin185 öte tarafına, Maveraünnehir’de Demir Kapı’ya ve eski Bahter Beyane’ye186 kadar sevk etti. Güneydoğu ve doğu taraflarında Koko Nur Tangutları ve Tibetlileri mağlup etti. Nehr-i Asfer ve Doğu Gobi bölgesinde bulunan ormanlık büyük dağa kadar akın sevk etti. Kuzey ve kuzeydoğu taraflarında İrtiş Nehri’ni aşıp Yir Bayırkuların187 memleketine vardı. Kardeş ve amcazadeleri olan Pe-Lu bölgesinde bulunan Beş Balık Uygurlarını mağlup edip Kırgızları, kuvvet ve nüfuz sahibi Karlukları, vaktiyle Azerbaycan ve Kürdistan taraflarını silahlarıyla titreten Oğuzlar bölünmekten kurtardı. Önceleri Çin’in sahibi olan Mançurya Hıtayları ile dahi güreşti. Bundan dolayı bu sebeple iftihar ettiği Orhun Abidesi’nde görülüyor: Tengrinin inayeti ile ve çünkü talih benimle beraber bulunduğundan kendim kağan oldum. Kağan olduktan sonra milleti hiçlikten ve zaruretten kurtardım. Fakir kavmi zengin ettim. Az ahaliyi çoğalttım… ilh.188
Hakanın milletine Araplar gayet dehşetli iki kuvvetle karşılık veriyorlardı ki bu kuvvetler adı geçen millete pek meçhuldü. Bu kuvvetlerden birisi din, diğeri ırkçılık düşüncesidir. İbn-i Haldun’un meşhur tarihinin mukaddimesinde diyor ki: Devletler fütuhatla temel atar. Beldelerin fethi için milliyetçilik fikri ile ruh bulmuş ve yalnız bu maksada hizmet etmeye azmetmiş bir cemaat birlikteliğine dayanmak gerekir.
Milliyetçilik fikri beşerin varlığı için huy ve karakter gibidir. Tabiat dört unsurun karışımıdır. Ümidi birbirinin hükmünü yürürlükten kaldıran unsurların karışımı bir mizaç meydana getirmez. Bir mizaç oluşması için bahsedilen unsurlardan birisinin diğerine hâkim olması mutlak surette gereklidir. 189
Maveraünnehir fatihi “Emîr Kuteybe”, İbn-i Haldun’un idrak ettiği sebeple milliyetçilik fikrinin müşahhas örneğini gösterir. Yarattığı milliyetçilik fikrinin tabii yönlendirmesi Türkler ve İranlılar arasındaki eski düşmanlık ve entrikaların keşif ve temyizine sebep oldu. O ana kadar eski kin ve düşmanlığın birbirinden ayırdığı bu putperestlerle Zerdüştler arasına nifak düşürerek istenildiği gibi kullanmaya başlandı.
En eski Arap tarihlerinin Muğ yahut Maz olarak adlandırdıkları ve Kül Tigin şerefine dikilen taşta Soğdak yahut Soğdî denilen Maveraünnehir İranlıları, Tele yahut Ak Hunlar ve diğer Türk muhacirleriyle karışarak onların hükmü altında yaşıyorlar idiyse de hakikatte kağana tabi idiler. Bunlar kuzey kavimlerine olan tiksintilerini ve daimi surette mağlup ve perişan olmaya alışmış adamlarda kanı donduragelen cinayetlerini göz önüne almayarak yalnız dindarane hissiyata tabi olarak, birkaç kez silaha sarılıp İslâm askeri üzerine yürüdüler. Hicretin elli birinci yılı Halife Muaviye adına Horasan valisi olan Ubeydullah bin Ziyad el-Harisi ilk defa olarak Oxus’u geçip milâdî 674’te de Buhara önünde gözüktü. Kuteybe adı geçen şehre ancak milâdî 706’da tamamıyla sahip oldu. Semerkant’ın Araplara malum olması medeniyet âlemi için büyük bir nimet olarak algılanmalıdır. Çünkü bu şehirde Araplar pamuktan kâğıt imalini öğrenmiş ve bunu bütün batıya, İspanya ve Avrupa’ya tanıtmışlardır.
Vakıa bu sanatta Çinliler, Türkler tarafından biliniyorsa da bunlar kâğıdı kendi memleketlerinde pek bol olan ipekten yaparlardı. Türklerse kendi memleketlerinin mahsulü olan pamukla imal etmeyi başarmışlardır.
Biz yine hikâyemize devam edelim. Ne zaman ki kale içinde bulunan Müslüman muhafızlar, gayrimüslim Türkler üzerine cihad etmek üzere kaleden çıkarsa hemen İran mevbedleri (ateşperestleri) uyandırırlar idi. Buhara ahalisi Araplara karşı kendilerini İslâmî ayinleri icra ediyor gibi gösterip bunların hareketlerinden sonra eski dinlerine dönerlerdi. 412 yılında kati ve resmî şekilde mezhep değiştirdikten sonra mezhebe karşılık diğer şekil kabul gördü. Kendilerini basiret ve ilahi ilhama erişmiş zanneden İranlıların zorlanan dimağlarında hırs, tasavvur ve garazın ortaya çıkarabileceği bütün sapkınlık ve bid’atleri şiddetle yasaklamak için gereğini yaptı.
Din ve ayak takımının kargaşası bertaraf edildiği ve Arapların Maveraünnehir’de görünmeleri hatıra durumuna geldiği anda Sâmânoğulları millî sülaleden itibaren eski Zerdüşt şehri yani Buhara İslâm âlemine dâhil oldu. Ve ulema ve mutasavvıflara karargâh olan yeni Buhara doğdu. Fakat inançsızlık açısından verimli olan bu arazide yere bırakılan eski inançlar saplanmış cersûmesinin tamamıyla kökten kazınması için iki asırlık zaman sarf edildi.
Necib Âsım burada Türkçeye çevirisi (Sarı Irmak) olan Nehr-i Asfer’i Yeşil Nehir olarak zikretmiş ancak Nehr-i Ahdar yani (Yeşil Nehir) adlandırması da geçer yukarıdaki metinlerde. Burada bir hata mı var diye sorgulamak durumundayız. (ç.n.)
Бесплатный фрагмент закончился.