Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «İNTİBAH», страница 2

Шрифт:

Ayrılıkla çifte akan bir nehir oldu gözlerim,
O fidan gibi sevgiliyi hayli zaman oldu gözlerim

Heyhat! İnsanın bin türlü isteğinin her gün kaçı gerçekleşir? (Ali) Bey, Çamlıca’ya ulaştı. Ancak oralarda gözüne çarpan şey, arabadan aldığı işaretin hüzünlü hatırası oldu.

Öyle bir vakitte kalem kimin aklına gelir? Çeşmenin yanındaki ağacın altında bir sandalyeye oturdu. Vaktinin bir kısmını, sevdiğini başkalarının arasında görmüş zavallı bir âşık gibi şaşkınlık içinde geçirdi. Öyle bir haldeydi ki yüzündeki renksizliğe, vücudundaki hareketsizliğe bakılsa taş kesilmiş sanılırdı. Sonra yüzü birdenbire kızarmaya, vücudunun her bir azası başka şey istiyormuşçasına ayrı ayrı titremeye başladı. Yerinden fırladı. Sevgilisiyle buluşma sözünü unutmuş bir âşık gibi şiddetle, hızla etrafı dolaştı. Öyle bir haldeydi ki yüzündeki ateşe, hareketlerindeki aceleye bakılsa oraya insan görünümünde yıldırım düşmüş sanılırdı.

Aradığını hâlâ bulmak ve sonra İstanbul’a inmek isteğindeyken ufuktan Çamlıca’nın üstüne bir karanlık çökmeye başladı. Öyle bir karanlık ki, her insan için ömründen zaman geçtikçe ortaya çıkması muhtemel olan bir şüphe perdesi gibi ağır ağır geliyor; fakat dakikadan dakikaya yaklaşıyordu.

(Ali) Bey ise o karanlığı gördükçe yorgunluktan gözleri kararıyor zannetti. En sonunda, kumru göğsü gibi her renginden başka renkler meydana getirmek şanından olan günbatımı işaretleri görünmeye başladı.

Ali Bey, o yaşa gelinceye kadar hiçbir akşam bir yerde kalmamış, annesini de buna alıştırmamış; bir gün bile sebepsiz yere kaleme gitmemezlik etmemiş; kısacası, alışkanlıklarından ve kurallarından dışarı çıkmamış bir çocuk olduğundan yirmi yıllık ömründe hiç karşılaşmadığı bir zorlukla karşılaşınca o kadar telaşlandı ki halini görenler, ölmek üzere olan bir hastadan farkı olmadığını düşünürlerdi. İnsan, garip bir hayvandır ki her şeye alışır, alışmadığı her şeyden korkar, hatta bazı kereler o kadar korkar ki ölümü, dünyadaki sonsuz mutluluğa bile tercih eder. (Çok kuvvetli bir ihtimal ki, ölüm korkusunun çoğu insanı esir almasının nedeni, ölümün bir insana bir kez gelmesi nedeniyle ona alışılmasının mümkün olmamasındandır.)

Bey, o telaşla evine gün batımıyla beraber döndü ki yüzü, batmak üzere olan güneş gibi hem ateşler içinde kalmış hem de sararmıştı.

Kapıdan girer girmez herkesten önce annesine rastladı. Yavrusunu arayan ceylan gibi bir adım attı, dönüp etrafına baktı. Beyi görünce öfke yerine öyle bir gülümsedi ki oğlunun, henüz kucağındaykenki ilk gülümsemesini gördüğü zaman bile belki bu kadar sevinmemişti. Bu kadar sevincin yanında, sitem etmekten de kendini alamadı:

“Aliciğim! Beni bu hallere düşürmek insaf mıdır? Nerede kaldın?” Hüzün ve telaştan oluşan birtakım sözlerle boynuna sarılmaya, yüzünü gözünü öpmeye, koklamaya başladı.

Ali Bey’in cevabı ise: “Telaş etme anneciğim! Şimdi yukarı çıkalım da sebebini söylerim,” oldu; fakat ne söyleyeceğini de bilmediğinden merdiven, gözüne darağacı gibi görünüyor, gönlünü saran sıkıntıdan dolayı o zamana kadar çektiği üzüntünün hepsinden daha çok eziyet çekiyordu; çünkü bu zamana gelinceye kadar asla başvurmadığı yalana başvurmaktan başka hiçbir şeyin annesini ikna edemeyeceğini düşünüyordu. Ona göre hem yalan söylemek hem de önceki yalanıyla dünyada herkesten aziz bildiği annesini aldatmak ölümden beter bir azaptı; ama zavallı ne yapsın? Doğduğu günden beri alışkın olduğu utanmayı bırakarak namuslu bir kadına gerçeği nasıl söyleyebilirdi? Annesinin endişeleneceğini düşünerek düştüğü felaketi ondan saklayacaktı. Mecburen, “Faydalı bir yalan, fitne çıkaracak doğru sözden daha iyidir” meşhur sözünü, utanmayı bırakıp ve elbette (annesini) üzeceğini bildiği için titreyerek söylediği sözler, dudaklarını yakarcasına ağzından döküldü:

“Kalemde işimiz çok. Vapura yetişemedim. Belki yarın da yetişemem, merak etmeyin,” dedi.

Söylediğine hemen pişman oldu; çünkü babası, ona daima: “Halka söylemekten utanacağın bir işi yapmaktan nasıl utanmazsın? Sen herkesten alçak mısın ki, yaptığın bir işi ötekinin berikinin bilmesinden dolayı utanmak gereksin, yalnızca sen bildiğinde ise utanmak gerekmesin,” derdi. Bir kere de: “Sevdiğini üzmemek için doğruyu gizleme; çünkü bir zaman gelir ki sevdiğin o gizlediğin şeyi öğrenirse (senin) korktuğundan daha çok üzülür,” demişti.

Ne faydası var ki memleketimizde herkes ve özellikle kadınlar, büyüklüğün ancak devlet hizmetinde çalışmakla olduğunu zannettiklerinden annesi, (Ali) Bey’in ağzından “Kalemdeki iş,” sözünü işitince (bu durumu), ciğerpâresinin iş yerinde makamca yükselme başlangıcına yorarak sevincinden yerinde duramadı.

Çırpınarak: “Allah makamını artırsın, kal iki gözüm, gerekirse yine kal. Ben merak etmem. İnşallah seni çok önemli, çok büyük bir adam olarak görürüm. O büyüklüğüne yolun açılsın da ben gecelerce hasretine tahammül ederim,” demeye başladı.

Bu sözler de Ali Bey için yeni fikirlerdi; çünkü o, kalemine, hizmetine ve tahsiline çok düşkünse de işini kendince bir görev olarak biliyor ve o görevi zevk alarak yerine getiriyordu. Yoksa makam sahibi olmayı, yükselmeyi hiçbir zaman düşünmemişti. Bu zamana kadar görevini gayretle ve titizlikle yaparak insanlar arasında gerçekten insan gibi büyümüş bir delikanlı, bir-iki gün içinde kadınların peşinde gezmek, yalan söylemek, annesinde makam mevki hırsı görmek gibi üç garip şeyle karşılaşınca düşünceleri de birkaç şiddetli rüzgâra birden kapılan bir gemi gibi yalpalamaya başladı. (Şu anda) en büyük isteği annesine doğruyu söylemekti; fakat sonunda sevda hevesi, her durumda üstün geldi ve annesine doğruları anlatamadı.

Gece ile sabahın arasındaki geçimsizlikte bir savaş var,
Acayip askerleriyle bize hücum eder

Uyku saati gelip bey, odasında yalnız kalınca vücudundaki kan, elektrik akımı gibi harekete başladı. Sanki her damarı, bir telgraf teliydi de beynine ulaşınca yıldırımlar saçıyordu. Uyumak istiyor, uyuyamıyordu; düşünmek istiyor, düşünecek bir şey bulamıyordu. Yirmi yıllık ömrünün tecrübeleri, gözünde bir hayal gibi kaldı.

İki günde meydana gelen olaylar nedeniyle düşünemiyor, tam bir şaşkınlık haliyle dolaşıyordu. Sanki gözleri açıkken uyuyor, uyanıkken sanki rüya görüyordu.

Bilmem geceye hiç dikkat ettiniz mi? Yeryüzüne bir kere karanlık çökünce odanın kapısı, penceresi bir kere kapanınca yalnızlığın vahşeti düşünceleri, kalbi sarar, dünyada varlıkla yokluğun hiçbir farkı kalmaz. Ne tarafa bakılırsa bakılsın hiçbir şey görünmez; ses işitilmez, dostla düşman görünmez. İnsan uyuyabilirse Beliğ’in:7 “Can parasıyla bu âlemden ucuz kurtuldum,” sözünü tekrar ederek mezara girenler kadar mutlu olur, olsa olsa rüya görür. Rüya ise ne kadar eziyetli olursa olsun sonunda bir, iki saat sürer. İnsan, uyumayı başaramazsa doğal olarak – belki zorunlu olarak – nefsini ve benliğini ister istemez gönlünün içinde saklar; vücut, ruha mezar olur; adeta bir kabir azabı başlar.

Öyle bir durumda insanın aklından, hayallerinden neler geçmez! Öyle bir uykusuzlukta, düşündüğü her şeyi yapabilir mi? Mezara girdiği zaman sorgu meleklerine cevapları kendi isteğiyle verebilecek olan var mıdır? Acaba insanın içini dışına çevirseler, vicdanıyla baş başa kaldığı zamanlarda kurduğu hayallerden daha mı çirkin görünür?

Bu sıkıntı dolu dünyada, bir gece yalnız kalınca duyduğu endişelerden dolayı uykusu kaçmayan, içinde bulunduğu durumdan dolayı dünyayı, kendini, günahını ve sevabını düşünmeyen ve bu sırada milletimizin en büyük hâkimi olan bir kişiye seslenerek, “Heyhat! Sözün aynı sevap gibiymiş; doğruymuş. Dünyaya geldiğime ben de pişman oldum,” demeyen kimse var mıdır?

Dünyanın sıkıntılar evi olduğu herkesçe biliniyor. İnsanın ne kadar zayıf bir mahlûk olduğu da anlatılmaya gerek olmayacak kadar ortada. Ali Bey’in ahlakını, terbiyesini ve endişelerini yukarıda anlattık. Şimdi kendinizi bir kere onun yerine koyunuz. Bir de bir kereye mahsus olmak üzere bir endişeden dolayı uykusuz kalınız. (O, söylenmesi bile utanç verecek hayallerinizi bir yana bırakalım.) Simya bilmek, kimya yapmak, dünyayı istediğiniz şekle getirmek için olağanüstü bir güce sahip olmak, define bulmak, bir kıtada hüküm sürmek gibi ne kadar olmayacak şeyler ve hayaller varsa hepsine olumlu bir yön ararsınız. Sonunda yine acizliğinizi görür ve ölümden başka bir şey istememeye başlarsınız. İnsan, yatağına yorganına, çarşafına bakar da (onların) kefenden, topraktan bir farkının olmadığını düşünür. Kendini öldürmek ister, yapamaz. Sonra çaresizce beklemeye karar verir değil mi? Ali Bey’in durumu da bu anlattıklarım gibiydi.

Zihni, düşünce ve hayallerle doluydu. Her birini tek tek gözden geçirdi. Hepsi de gözüne uyku gibi tatlı; fakat gece gibi karanlık, huzur gibi imkânsız göründü. Uzun ve ıstıraplı bir gecenin sabahı pazar olduğundan Ali Bey, hayattaki amacını düşündü. Arabanın oralarda olabileceği kuvvetli bir ihtimal olduğundan – diri diri mezara gömülmüş bir adam gibi – gözünü kırpmaksızın içinde yuvarlandığı yataktan kalkar kalkmaz ilk işi yine o gezinti ve seyir yerine gitmek oldu. Çamlıca’ya gidince iki gün önce arkadaşlarıyla oturduğu köşeye yine oturdu. İki saat bile geçmemişti ki beklediği araba karşıdan göründü. Sanki tüm istekleri cisimleşmiş, araba şeklini alarak karşısına çıkmıştı. Anne ve babasını karşılayınca söz söylemeye utanan çocuk, arabayı görünce telaşlandı.

Arabaya doğru yürüdü, araba ise ondan kaçarcasına gidiyordu. Sanki kendisi istekli, araba ise o isteğin somutlaşmış haliydi. Bir süre sonra gide gide kalabalıktan ayrıldılar. Araba, Çamlıca’dan yaklaşık on dakikalık uzaklıkta, bir ağacın altında durdu. Ali Bey, on beş dakika kadar ne yapacağını bilemeyerek etrafta dolaşmaya başladı. İşte, insanın durumu budur! Bir amacın etrafında dolaşır; fakat ona kavuşacağı ümidinin ortaya çıkışıyla yaklaşmaktan çekinir.

Bey, bu halde şaşkınlıklar içindeyken arabanın şafak renkli canfes8 perdeleri açıldı. İçinden gene ne anlama geldiğini bilmediği bir işaret verildi. Bey için bu işaret, anlaşılması imkânsız diğer bir bilmeceydi. Birçok düşünce ve tasarıdan, şüpheden, tereddütten sonra insan, bilmediği şeyi kendi isteğine uygun şekilde anlamlandırır. Ali Bey de bu işareti davet olarak yorumladı (doğru yorumlamıştı).

Bu düşünceyle – yukarıda açıklandığı üzere utana sıkıla-arabaya yaklaşmak istedi. Öyle bir durumdaydı ki gözlerinin, kaşlarının; kısacası, her azasının hareketleri (yaklaşmak için) izin istiyordu sanki. Bir on beş adım kadar yaklaşınca arabanın iki kapısı birden açıldı. beyin karşısındaki taraftan, kumru göğsü feraceli bir hanım, diğer taraftan da iki cariye indi. Cariyeler, arabacıyla birlikte bir tarafa çekildiler. Hanım, Ali Bey’e doğru gelmeye başladı.

Herkesçe bilinir ki böyle gezip dolaşmayı seven hanımefendilerin yüzlerindeki yaşmak, adeta kabarmış bir düzgün9 gibidir. Bu yaşmak, yüzünü örtmek için değil, güzelliğini ortaya çıkarmak, ama hercai gönlünü, az zekâsını ve yalancı nezaketini saklamak için kullanılır. İşte, Ali Bey’in birkaç geceden beri zihnini ele geçiren sevgilisi hakkındaki hayalleri cisimleşmiş, o güzellikten yansıyan ışık, hafif perdenin aralanmasıyla bakışlarına değmişti.

Ali Bey, utangaçlığı ile o güzelliğin şiddetli çekimi arasında – ki mıknatıs arasına düşmüş bir maden parçası gibi-sessizliğin acısına ve acının sessizliğine çekilerek bir süre böyle tereddüt ederek bekledi. Nihayet, cesaretini toplayarak gözlerini biraz kaldırınca karşısında ne görsün! Ustanın elinden çıkmış bir put gibi güzel vücutlu, siyah saçlı, incecik düz kaşlı, noktalı yeşil gözlü, siyah uzun kirpikli, hafif sarı üzerine dalgalı koyu al yanaklı, irice çekme burunlu, ufak ağızlı (şiddetli bir tutkuyu gösterir şekilde) kalın kor dudaklı, karşısına her çıkanı kucaklayacak gibi eğilerek yürüyen, insanın kalbine girecek gibi hüzünlü ve dikkatli bakan bir afet karşısında duruyor.

Her türlü şiddetli isteğin duyulduğu bu yaşlarda terbiyeli bir delikanlı, hayallerinin sevgilisi olan kadınla ilk buluştuğunda şaşkınlıktan, ağlamaktan başka ne yapabilir?

İşte Ali Bey de bu derece zor, böyle bir etki altında kaldı. Gönlünde sakladıklarını söylemek isteyip tereddüt ederken, dudaklarını ısırmaktan başka bir şey yapamayarak, hasret bakışıyla gönlündekileri söyleme isteğine düşerken, gözlerinin dolmasına engel olamayıp acı içinde kıvranırken hanımefendi tarafından söze başlandı.

Ey huzur bozucu! Yaktın yanmış gönlümü,
Yeni heveslere saldın şu kendinden usanmış gönlümü

Kadının adı Mehpeyker’di; ahlak ve terbiyece Ali Bey’in aksine namussuz, gayet alçak bir ailede yetişmiş ve çocukluktan genç kızlığa geçer geçmez ne kadar namussuz varsa onlara usta olmuştu. Biraz okuyup yazma öğrendiği ve vaktinin çoğunu meşhur aşüftelerin toplantı yerinde geçirdiği için hilekâr zekâsı çok gelişmişti. Peri kadar güzel, Haccâc10 kadar dirayetli bir şeytan yaratılmış olsaydı, istediği adamı ele geçirmede bu kadın kadar becerikli ya olur ya olmazdı.

Bununla beraber, son derece şehvet düşkünü olduğu için hoşlandığı erkekleri kontrolü altında tutmak istiyor, hatta girişimlerinin hepsinde başarılı oluyordu.

Yakışıklı erkekleri seviyordu; fakat yılan bir çiçeği nasıl severse bu da öyle seviyordu; bir insanı nasıl sarıyorsa bu da öyle sarmak istiyordu; mezar, vücudu nasıl kucaklıyorsa bu da öyle kucaklamaya çalışıyordu; (mezar) kucakladığına nasıl dünya yüzü göstermiyorsa bu da öyleydi.

Ali Bey ise zevk sahibi kadınları en şiddetli sevdalara düşürecek kadar yakışıklı bir delikanlıydı. Mehpeyker de daha ilk işaretini aldığı gün, kendini kontrol edemeyecek derecede gönlünü kaptırmıştı. O derece ki diğerleriyle konuşmadan önce bir gereklilik olarak yaptığı gibi mal varlığını, soyunu sopunu araştırmaya bile kalkışmadan, hatta Ali Bey fakir ve kötü biri olsa bile onunla buluşup konuşmaya geldi.

Bu istek ve neşeyle Ali Bey’e yaklaşınca çocuğu, yukarıdan aşağıya birkaç kere süzdü. (Ali Bey’in), utanç ve telaştan konuşmadığını anlayınca artan tutkusunu tecrübeleriyle gizleyerek masum bir şekilde konuşmaya başladı.

“Beyefendi, iyi terbiye görmüş birine benziyorsunuz. Cuma günü buraya gelmiştiniz. Arabama, yerinde olmayan bir işaret verdiniz. Ben de size ‘kalabalıktan sakınınız!’ anlamına gelen bir işaret verdim. O güne kadar gezinti yerlerinde hiç görünmemişken bugün yine geldiniz. Yine eski yerinize oturdunuz. Karşıdan arabam görünür görünmez eskiden beri tanıdığınız bir dostunuz geliyormuş gibi bin türlü telaş göstermeye başladınız. İnsanlar, gözlerini bize diktiler. Ben de uygunsuz bir durum olur korkusuyla arkadan gelmeniz için işaret verdim. Siz ise hemen arabanın yanına yapıştınız. Kendinizi kaybettiniz. Buraya kadar öyle bir halde geldiniz ki tarif edilemez. Bana niçin bu kadar musallat oluyorsunuz? Görenler ne der? Beni boş yere lekeleyince elinize ne geçecek?”

Mehpeyker, bu sözleri söylerken Ali Bey’in yüzüne göz ucuyla baktı. Çocuğun yüzü utançtan kıpkırmızıydı. Ali Bey’in heyecandan konuşamadığını anlayınca cevap bekliyormuş gibi bir süre sustu, sonra konuşmaya devam etti.

“Benim yüzüme bir parça bakılırsa Allah’a emanet siz de ay parçası gibi bir delikanlısınız. Sizin bana şayet ufacık bir meyliniz varsa size karşılık verebilirim. Sonra halimiz ne olur?”

Ali Bey, kendini adeta kaybetmişti. Zavallı çocuk, olduğu yere yığılmamak için yanındaki ağaca dayandı. Heyecandan çarpan kalbinden dolayı yüzü sarardı, balmumu heykel gibi donakaldı.

Gönül, yaralı sinesini sevgiliye küstahça gösterdi,
Utancın sıcaklığı, bana ateşten bir gömlek oldu

Mehpeyker, insanın yüreğinin gizlediklerini hissetmekteki ustalığı dolayısıyla Bey’in hislerini de hemen anladı. Sonra kâh söylediği sözlerden pişman olduğunu ima ediyor kâh aşkını hissettirdiğinden dolayı gönlündeki gizli memnuniyeti saklamaya çalışıyor kâh âşıkça davranışlarına karşılık beklercesine her bakışında bir başka ima, her hareketinde başka bir nazlanma göstere göstere beyi, içinde bulunduğu şaşkınlıktan kurtarmaya çalışıyordu. Bu şekilde çocuğun yüzü yavaş yavaş eski rengine döndü; toz pembe yaşmaklar kadar hafif bir kırmızılık yayıldı. Yerinden kıpırdadı. Sözleri, kalbinden parça parça kopup da ağzından dökülüyormuş gibi kesik kesik: “Bilmem… size… nasıl… teşekkür etsem… Ben… neyim ki… aşkınıza… ulaşabileceğim. Amacınız, bir zavallıyı sevindirmek mi, yoksa eğlenmek mi? Kulunuz… Kulunuz, ona da razıyım,” deyince hislerin her çeşidini taklit etmede en usta oyunculara hocalık yapabilecek olan Mehpeyker, içindeki hüznü sahte bir sevinçle örtmeye çalışıyormuşçasına belli belirsiz, ama acı acı tebessüm ederek: “Beyim, kadınlar sahibini, hâkimini bilir. Biz, çoğu zaman efendilerimizle eğlenmeye cesaret edemeyiz. İşimiz sadece onlara eğlence olmaktır. Az önce, ‘Eğer, sizin de bana meyliniz varsa,’ dediğime baktınız da gerçekten sizi kendime tutkun zannedecek kadar saf olduğumu mu düşündünüz? Bilirim efendim, beyler buraya vakit geçirmeye gelirler. Her şeyle eğlendikleri gibi karşılarına çıkan kadınlarla da eğlenirler. Neden canım sıkılsın? Siz, görülmedik bir şey yapmadınız ya, adeti yerine getiriyorsunuz!” şeklinde karşılık verdi.

Kız, bu sözleri söyledikçe Ali Bey’in vücudundaki kan, öfke ve utançla tutuşuyor; yüzünün rengi, yeni tutuşmuş bir alev halini alıyordu.

Hissettiği her türlü coşkunluk dilinin çözülmesini de sağladı.

“Nasıl ilgi? Eğlence ne demek? Güzelliğiniz nerede kalır? İşaretinizi aldığımdan beri hayalinize esir oldum. Dün sabahtan akşama kadar divane gibi buralarda dolaştım. İki gecedir bir dakika uyumadım. Eğlence mi? Daha ilk kez gördüm, ama gözleri perdeli doğmuş bir insan, yirmi yaşına girdikten sonra o illetten kurtulur da dünyanın rengârenk süsünü görüp güneşi nasıl severse ben de sizi öyle sevdim.”

Mehpeyker’in yüzüne gizlice bakarak fakat yüzündeki ifadeden bir şey hissedemeyerek, “Ah, Affedin! Canınızı mı sıktım? Haysiyetinize mi dokundum? Allah biliyor ne söylediğimi ne de söyleyeceğimi biliyorum. Şimdiye kadar böyle bir belaya düşmedim ki tecrübem olsun, size uygun bir şekilde davranayım. Niçin kaşlarınızı öyle çatıyorsunuz? Yüzünüzün rengi uçtu. Ben sizinle ne zaman eğlendim ki öyle acı acı sözler söylüyorsunuz? Ah! Yorgunluk bir taraftan, uykusuzluk bir taraftan, kalbin çarpıntısı bir taraftan; üzerimde bir ağırlık var. Vücudumun azalarının birbirinden ayrılıvereceğini sanıyorum. Buraya geldim. Sanki küçük bir iltifatınızla teselli bulacaktım, ama önce, ‘peşime düşüyorsun’ sonra da ‘eğleniyorsun’ diye azarladınız,” şeklinde söylendi.

Cümlelerinin son kelimeleri ağzından çıktığı sırada gözlerinin her birinde yıldız gibi bir damla parlamaya ve (damla), allı sarılı yanaklarının üzerinde kayarken şafak bulutuna rastlamış bir yıldız gibi seyre doyulmaz bir güzellikte süzülmeye başladı.

Nasıl çıldırmadım, hayretteyim hâlâ sevincimden,
Ağzından, “seni sevdim” sözünü işittiğim anlarda

Şiddetli üzüntüler, yine şiddetli üzüntülerle giderilebilir. Mehpeyker ise bunu çok iyi biliyordu. Üstü kapalı sözler de en ciddi sözlerin etkisini artırır. Hanım, bu gerçeği de çok iyi biliyordu. Dolayısıyla Ali Bey’in, vicdanının etkisiyle erimiş bir maden gibi her kalıba dökülebileceğini anlayınca o parlak gözlerinin ifadesini mahzunlaştırarak, bakışlarını yere çevirerek güceniklik ve sabırsızlıktan oluşan bir tavırla:

“Öyle ya! Biz sanki buraya beyefendinin musallat olmasından kendimizi kurtarmak için geldik! Kendisiyle görüşmek istemesek arabamızın penceresini (sanki) kapayamazdık. Kendinden kaçmak istesek, gidecek başka bir gezinti yeri (sanki) bulamazdık? Yanına gittim, karşımda dargın gibi durdu. Bir kelime söylemedi. İlk önce konuşmaya mecbur oldum; ‘Peşimde niçin geziyorsunuz?’ diye söz başladım. ‘Ben de size tutuldum. Beyim! Senin, bana meylin varsa ben seni çıldırasıya seviyorum ne istiyorsan söyle!’ diyerek kalbimi önünüze açmamı mı istiyorsunuz, doğru olan bu muydu? Benimle ‘eğleniyorsunuz’ dedi. ‘Hayır, siz benimle eğleniyorsunuz’ dedim. Beyefendilere böyle şaklar yapılır mı? Meğer, kendisini azarlamışım. Baksana, kıyametler koptu,” gibi uzun uzadıya birtakım sitemlere başladı.

Ali Bey, (Mehpeyker’in) cümlesi bittikçe itiraza, cevaba ya da yalvarmaya hazırlandı; fakat Mehpeyker, gözlerini yerden kaldırmadığından ne cevap verebilmek için hareketleriyle istediği izni gösterebildi ne de sözünü kesmeye cesaret edebildi. Söz buralara varınca Mehpeyker, tereddüt ediyormuş gibi bir, iki dakika sessizce durduktan sonra Ali Bey’in yüzüne sevgi dolu bir bakışla baktı ve onu hemen kucaklamak istiyormuşçasına eğilerek: “İşte söyledim. Gönlünüz oldu mu? İşte yüreğimi açtım; içinde ne varsa önünüze döktüm. Bana kadınlığımı, terbiyeyi unutturdunuz. Yetmedi mi? Bir daha mı söyleyeyim? İşte seviyorum, ne yapayım? Gönlüme söz geçiremiyorum. Kaderimden, haysiyetimden, vücudumdan, canımdan, dünyamdan, ahretimden daha çok seviyorum,” diye gönül okşayarak karşısındaki insanın dayanma gücünü yok eden bir davranışa kalkıştı. “Seviyorum” kelimesi ağzından çıktıkça dudakları masumiyet kadar güzel, şehvet kadar lezzetli bir renk alıyordu.

7.Beliğ, Mehmed Emin: 18. yüzyıl divan şairi.
8.Canfes (Ar.): Parlak, ince, iki renkli gibi görünen ipekli kumaş.
9.Bir çeşit fondöten.
10.Haccâc bin Yûsuf es-Sekafî. Bilinen adıyla Zalim Haccâc: Emevi döneminde Irak Valisi.

Бесплатный фрагмент закончился.

162,56 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
28 февраля 2024
ISBN:
978-625-8035-63-6
Правообладатель:
Автор

С этой книгой читают