Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Uzun Yol», страница 2

Шрифт:

III

Dedemin evinden doğrudan Kızıl Kıya’ya geldik. Elebes amcam burada yol işçisiydi. Elebes amcam, yol boyunca neden Çon Taş’a değil de, Kızıl Kıya’ya gitmekte olduğumuzu şu şekilde anlattı: “Sen dedenlere gittikten sonra sizin çadırı Kızıl Kıya’ya taşıdık. Şuan hepimiz aynı yerdeyiz. Hayata bu şekilde tutunmazsak olmaz.”

Kızıl Kıya dedikleri yer, herkesin bildiği Karkıra pazarından elli kilometre kadar uzaklıkta olan büyük bir geçitti. Karakol, Carkent, Kulca, Narınkol; hepsinin birleştiği yer ise Karkıra’ydı.

Kızıl Kıya’da yaz kış demeden, yedi sekiz çadır kadar fakir aile yaşıyordu. Onlara “yol işçisi” deniyordu. Çarlık hükümeti bunları değişik köylerden görevli olarak getirmişti. Yol işçiliğinin süresi en az dört yıldı. Ancak onların arasında en az on yıldır görev yapanlar da vardı. Burası yayla gibi bir yerdi. İşçiler kışları karın kalınlığından dolayı yollara yerleştirilmiş ağaç gövdelerine oturur, sigara içerlerdi. O şartlarda bir at yoldan çıkacak olsa, işi bitti demektir; uçuruma düşer kaybolurdu.

Burada iki çadır daha vardı. Onlar Ruslarındı. Ancak onlar yol işçisi değillerdi. Biri, Başarin isimli çok büyük bir zengin. Bu adam Kızıl Kıya’ya yerleşeli çok olsa gerek. Kırgızlar o adamla ilgili “ilk geldiğinde sadece atı ve at arabası olan, sonradan kireç satarak zenginleşen insan” diye konuşurlardı. Her yıl yaklaşık yetmiş seksen ineği yavruluyordu. Elebes amcamın gelini Canımcan ise onları sağardı.

Bunun dışında Kızıl Kıya’nın vadilerine kovanlarını yerleştirip arıcılık yapan, hayvancılıkla uğraşan Ruslar da vardı. Ancak aralarında Başarin’den zengini yoktu. Sadece Karkıra’dan otuz kilometre kadar uzakta yer alan Kuturgan çeşmede “Postacı Metirey” adlı bir zengin vardı. Metirey’in buradakinden başka da Karakol’da ve Tüp’te birer evi vardı. Yol işçileri onun atlarını daha uzaktayken tanırlar, “şu Mankaşka, şu da Çabdar” derlerdi. Metirey’in Kuturgan çeşmeye yerleşip postacı olarak çalışmasının üzerinden uzun yıllar geçmişti.

Yol işçilerinin işi yoldaki taşları temizlemek, su akıntılarının bozduğu yolları, köprüleri onarmaktı. Kızıl Kıya’dan gelen postadaki malzemeleri sırayla aşağıdan yukarıya çıkarırlardı. Kışlar ise büyük eziyet demekti. Kış günlerinde yolcular doğru dürüst uyuyamazlardı. Fırtınalı, karlı gecelerde kızakla gelen posta yüklerini yukarı çıkarmak için uyumayı bırakır, yataklarından kalkar, uykulu gözlerle atlarına binip yola koyulurlardı. Postacı geldiği zaman yol işçileri hazır değilse ya da geçitten geçerken atları çekemezse, kızakta oturan efendiler yol işçilerini kara batırırcasına döverlerdi. Bundan dolayı eskiden beri o garibanlar, fırtınalı ve karanlık gecelerde bile diken üstünde yatar, ta uzaktan çalan zilin sesini duyar duymaz yataklarından fırlar, telaşla dışarıya çıkarlardı.

Ben Kızıl Kıya’ya geldiğimde babam yatağa düşmüştü. Hastalığı ciddiydi. Her şeyi o zaman anlamıştım. Benim dedemlerden getirilmemin nedeni de buymuş. Babam beni tanımamış olmalı. Yuvasına girmiş fersiz gözleriyle bana derin derin baktıktan sonra, ancak “Ha sen miydin?” dedi, boş bir sesle.

Anladım ki, dedesinden gelen benim gibi bir çocuk için, burası da iç ısıtacak bir yer değildi. Eşpay, babamın bir ayağının mezarda olduğundan habersiz “karnım aç” diye gözyaşı döküyor, yemek istiyordu. Bir kenarda ise başkasının bıraktığı bir kâsenin dibini yalayarak, Aşımkan kardeşim oturuyordu. Kısacası, bu ev sanki kıtlığa teslim olan bir yere taşınmış gibi yoksuldu. Keşke, evimizde bir işe yarayacak insan olsaydı. Babam hariç, köpek yavrusu gibi küçücük altı yetim çocuktuk. Beyşembi’nin kaç çocuğu var, acaba? Beyşembi, Elebes amcamın tek oğluydu. Otuz yaşını geçmiş, seyrek sakallı, iri burunlu, uzun boylu, esmer biriydi. Üç çocuğu vardı.

Böylece iki aile birleşince sadece çocukların sayısı ona yaklaşmıştı. Büyüklerle birlikte evde toplam on beş kişi olduk. Aradan çok zaman geçmeden babam vefat etti. Sessiz, sakin, ılık bir geceydi. Daha yeni yatmıştık. Uykuya yeni dalmışım galiba. Bir anda Burmake ananın “ah, talihsizler kalkın” diyen acı haykırışıyla uyandım. Hepimiz telaşla yerimizden kalktık. Ev bağırış-çağırışlarla doldu. Tam o zaman, henüz biz uyku sersemliğini atlatamamışken, nerden geldiği belli olmayan bir bayan yaklaşıp Bekkul’la bana bir sopa tutturdu ve dışarıya çıkardı:

– İşte bu sopayı alın, dayanarak, gözlerinizden kan çıkana kadar ağlayın bahtsızlar, diyerek, evin önünde ellerini böbreğine dayayarak ağlamakta olan Beyşembi’nin yanına bizi bıraktı.

Bekkul elindeki sopadan uzun değildi. O, bu duruma alışsa da sesi çıkmıyordu. Ben önce etrafımdakilerin ne dediğini anlamaya çalıştım. Baktım ki, Beyşembi “Esil kayran bir boorum.” (ah, zavallı kardeşim) diyordu. Ben bunu duyunca “Esil kayran atakem.” (ah, zavallı babacığım) demeye başladım. Bu arada Bekkul da benim dediklerimi tekrar ettiğini fark ettim. Bu durum benim biraz canımı sıktı. Bir ara sesler yavaşlayınca, Bekkul’a dönüp onun yalın ayaklarına bakarak:

– Sen benim taklidimi yapma. Söyleyeceklerini kendin bul, dedim. Sabah olmuştu. Tam o sırada aşağıdan bir sürü insan bağrışarak bizden tarafa gelmeye başladı. Yerimizden kalkıp biz de onlara katıldık. Ben bu arada Bekkul’u dinledim. Bekkul yine “Ah, zavallı babacığım.” diyordu. Ben ağlamayı bırakıp Bekkul’a döndüm ve “Kendin söz bul, dememiş miydim?” diyerek ona kızdım. Benim kızgınlığım üzerine Bekkul duraksadı. O durunca, ben devam ettim. Ama Bekkul yine aynı şekilde söylenerek ağlıyordu.

Ben bu konuda hatalı olduğumu sonradan anladım…

IV

Bizim çadırımız Serke’nin Avlusundaydı. Serke’nin Avlusu dememizin nedeni de, etrafı taşlarla örülmüş taş avlu olmasındandı. Bu avlu çok eski olsa gerek, iyice harap olmuş, dökülüyordu. Alanı bir hektar kadar vardı. Bu avlunun ne zaman ve kimin tarafından kurulmuş olduğunu hâlâ bilmiyorum. Ancak eskiden “Çok eskiden burada Kalmuklar yaşarmış. Onların binlerce keçisi varmış. Bu avluyu onlar kurmuş. Etrafındaki çukurlar ise savaş zamanlarında kazılmış olmalı.” derlerdi. “Serke’nin Avlusu” ismi de o zamandan kalmaymış. Burası, Tüp deresinin kenarında dümdüz ovada, yola yakın bir yerdi. İki tarafa giden yolcular, burada yaşayan yol işçilerinin evlerine uğrar, semaverde çay kaynatır, içer, sonra devam ederlerdi. Yol işçilerinin köyü buradan gözükürdü, bir tay koşturma mesafedeydi.

Bir akşam Canımcan dışarıda odun keserken:

– Annee! Urmambet geliyor, diye bağırdı.

– Ne diyorsun, diye, evden Burmake ana seslendi.

– İşte geldi bile, dedi, Canımcan. Artık Urmambet’in kim olduğunu öğreneceksiniz.

Benim dedem Alımbek’in beş oğlu vardı. Onları yaşına göre sayacak olursak şu şekildedir: Barktabas, Baalabas, Elebes, Estebes, Elebay. Barktabas ile Estebes henüz ben doğmadan ölmüşlerdi. Barktabas’tan çocuk yoktu. Estebes’ten ise Urmanbet ve Turdumambet isimli iki çocuk kalır geride. Babaları öldükten sonra Urmambet’i benim babam Elebay, Turdumambet’i ise Elebes amcam evlatlık almışlar. Turdumambet’e bu isim yeni doğduğunda verilmiş, ancak yürüme zamanı geldiği halde yürüyemeyip iki yıl geç yürüdüğü için ona herkes “Beçel” (Hasta) derdi. Zamanla onun asıl ismi unutulmuş, Beçel adı kalmıştı.

Urmambet, buralardan gideli, bu sene tam üç yıl olmuştu. Annem ile babamın öldüğünden haberi bile olmamıştı. Onun uzun zamandan beri nerede olduğundan haberimiz yoktu. Bazen Karakol’daymış, bazen de tüccarların hayvanlarını sürmesine yardım etmek için Andijan’a gitmiş, diye çeşitli söylentiler duyardık. Bir ara bir süre Karkıra’da bir Sart’ın5 ayak işlerini yapmış, Sart hakkını vermeyince, onun bir atını alıp kaçmış, ancak çok uzaklaşamadan yakalanmış, diye duymuştuk. Fakat bunların doğru olup olmadığını bilmiyorduk.

Onun yetimliğinden dolayı çekmediği eziyet, gitmediği yer, geçmediği geçit kalmamıştı. Önceden bir komşunun evinde et pişirmeye yardım ederken, yanındaki birine “Yetimliğin acısını benim kadar çekmemişindir.” dediğini de duymuştum. Ama bir o kadar da uyanık ve hareketli biriydi. Yerinde duramazdı. Biraz sakin durursa hemen canı sıkılırdı. Komşu köyleri baştan sona kadar dolaşmadan da rahat etmezdi. Bir keresinde yaptığını unutmuyorum. Bahardı. Oyunları biten çocuklar evlerine dağılıyordu. O sırada Urmambet otlamakta olan ineğe ziplayarak biniverdi. Neye uğradığına şaşıran inek, oraya buraya koşturup zıplıyordu. Sonunda Urmambet yüzüstü düşmüştü. Herkes gülüyordu. Evet, sonradan biraz büyüyünce kimseye haber vermeden köyünden çekip gitmişti. Onu arar, kaldığı yeri bulur, getirirlerdi. Ancak fazla kalmaz, tekrar kaybolurdu. Köylüler, bizimkilere “Memleketinden, halkından kaçmak iyiye işaret değildir, bunu ona anlatsanıza.” derlerdi. Fakat Urmambet, “Dediğim dedik, çaldığım düdük.” diyenlerdendi. Çok inatçıydı. Akrabaların toplanıp defalarca ona nasihat ettiklerini, akıl verdiklerini biliyorum. Böyle durumlarda “evet, dediğiniz doğrudur,” der gibi sessiz oturur, ancak yine bildiklerini okurdu. Omuzu geniş, yuvarlak yüzlü, kalın dudaklıydı, kıpkırmızı gözlerinin derinliklerinde cesaret gözükürdü.

O geldiğinde vakit epey ilerlemişti. Başında yırtılmış boz kalpak, üzerinde uzun siyah kaftan, ayağında ise alçak tabanlı Kaşgarlılara özgü çizmesi vardı. Bu ayakkabı onun Kaşgar’da kaldığının kanıtıydı.

Sanki kapı ağzı onun için ayrılmış gibi ezelden beri eve girer girmez hemen kapı ağzına otururdu. Şimdi de öyle yaptı. Kapı ağzında eyere yaslanmış, bir ayağını uzatmış, ellerini göğsünün üzerine almış, kalpağını gözünün üstüne kadar düşürmüş, sanki birinin sırrını öğrenmeye çalışan biri gibi, ses çıkarmadan, etrafına yavaşça göz gezdirmekteydi. Neyi düşünüyordu acaba?

Beyşembi yine ona akıl veriyordu. Bir ara, “Yıllardır gezdin tozdun, ne buldun. Bir daha gitme. Beraber yetimlere bakalım.” dedi.

Burmake ana da bir taraftan Beyşembi’yi onaylayarak “Kurban olayım! Dinle artık. Az çok akıllandın. Beyşembi’nin dediklerini geri çevirme.” dedi.

Urmamabet sanki dinliyor gibi, hiç ağzını açmadan, ocağın yanındaki ibriğin kırık ucuna gözlerini dikmiş, düşünüyordu. Ne tür nasihatler edilmedi, dersiniz. Özellikle Beyşembi çok konuştu. Ben de kendimce artık ikna oldu, gitmeyecek galiba, diye düşünüyordum. O bu şekilde uzun süre oturdu ve aniden “Hayır, gideceğim.” diye kesip attı. Başka da hiçbir şey demedi. Deminden beri söylenen onca söze verdiği cevap buydu. Beyşembi umudunu yitirmedi, hâlâ konuşmasına devam ediyor, onu ikna etmek için çabalıyordu. Biraz önce Urmambet dışarı çıktığında Beyşembi de peşinden çıkmış konuşmuştu.

Bu akşam bizim evimize birkaç yük taşıyıcı Tatar gelmişti. Hepsi aynı yaştaydı. Yemekten sonra sigara içiyor, akordeon eşliğinde şarkı söylüyorlardı. Bizim kötü çadırımızı neşelendirmişlerdi. Urmambet onlarla sohbet ediyordu. Amacı onların yük arabasıyla Karakol’a kadar gitmekti. Başköşede sigarasını tavana doğru üfleyerek içen sarışın, kısa boylu adam, Urmambet’e bir göz gezdirdikten sonra:

– Ne kadar vereceksin, dedi isteksizce.

– Elli kuruş verebilirim, dedi üzgün gözlerle bakarak, Urmambet.

– Hayır, olmaz, dedi. Pazarlık uzun sürdü. Bir ara Urmambet:

– Kurban olayım, topu topu bir som6 kadar param var, dedi. O bunu gerçekten söylüyordu. Hiç olmazsa seksen kuruş vereyim, sonra da bindiğim arabayı Karakol’a kadar süreyim, dedi.

Adam birkaç dakikalığına sessiz kaldı, sonra bir şey hatırlamış gibi “Ver parayı.” dedi.

Urmambet gömleğinin sağ tarafına elini sokarak bir mendil çıkardı, ucundaki düğümü çözerek zayıf elleri titrercesine kuruşları saydı. Onun bu haline ben çok acıdım. “Ah, zalim dünya! Şu zavallıdan para almasa bir şey mi olurdu? Millet, bunun gibi biçarelere neden benim gibi acımıyor?” diye düşündüm. Bu hayatta yoksulluktan başka kötü bir şey olmasa gerek!

Urmambet dışarı çıktıktan sonra bir daha girmedi. Biz yatarken dışarıdan sesler geliyordu. Yük taşıyıcılarla gitmişti. Beş yıldan beri ilk kez gelmesine rağmen, bir gece bile kalmadan geri gitmesine içim cız etti. Urmambet’in hayatını düşünerek saatlerce uyumadan yattım.

Aradan fazla zaman geçmeden bu bahar Urmambet’i yeniden gördük. Bu sefer Karakol’dan Karkıra’ya gidiyormuş. Andican’da bir zenginin işlerini yapıyormuş. Bu sefer önceki gibi değildi, morali iyiydi. Altında atı da vardı. Atını övüyor, neşe içinde Karakol’dan gelirken birkaç kez askerlerden kaçıp kurtulduğundan bahsediyordu.

V

Sonraki yılın yaz mevsiminde Elebes amcam beni Vasiliy isimli bir Rus zenginine köle olarak verdi. Sığırlarına çobanlık yapacaktım. Vasiliy’in evi, Tüp’ün öbür tarafında, Çon Bulak’ın yanındaki yalnız evdi. Bembeyaz badana yapılmış olan ev, ta uzaktan gözükürdü. Biz ata binip yola çıkmak üzereyken, Burmake ana:

– Kendine iyi bak. Hep beraber el birliğiyle çalışmazsak olmaz, evin durumunu görüyorsun, dedi bana bakarak.

– Çalışırım. Böyle yapmamız iyi oldu, dedim. Burmake ana ayağımdan kaldırıp ata bindirirken:

– Ne verecek, diye sordu Elebes amcama bakıp.

– Maaşı iki som, dedi, Elebes amcam.

– Olsun. Bu devirde kimse iki somu bedava vermez, dedi, ata binmiş, beklemekte olan bize bakarak.

Biz giderken gökyüzü bulutlanmış, tepelerdeki kara bulutlar oradan oraya geziniyordu. Rüzgâr esiyordu, hava serindi.

Fakat çoktan beri yağmur yağmıyordu. Bozkırın düzlüğünde gidiyorduk. Bizim gittiğimiz yolda Başarin’in sürü sürü sığırları otlanıyordu. Sığır çobanı havaların kapalı olmasına rağmen akşam olduğunu anlamış ki, uzun kırbacını eline alıp arada bir ıslık çalarak sığırları sürmeye başladı.

Elebes amcam eskiden beri aceleci ve olur olmaz şeylere üzülen bir adam. Bindiğimiz doru kısrağın karnına ara sıra ayağının arkasıyla vuruyordu. Bu arada bir şeye üzülmüş gibi kendince bir şeyler mırıldanıyor. Biz bu şekilde sessiz ilerlerken yüzünü buruşturarak, doğuya doğru bakarak: “Allah’ın yağmuru da yağmaz oldu.” dedi. Ben sesimi çıkarmıyorum. İki tarafıma bakınıyorum. Elebes amcam kısrağın karnına bir tekme daha atıyor.

– Allah’ım bizi neden bu kadar çileli yarattın, diyor.

Elebes amcamın eskiden beri dillendirdiği buna benzer serzeniş ve şikâyet dolu acı sözlerine alışmıştık. Herkes alışık olduğu için onun konuşmalarını kimse umursamazdı. Yüzü acı bir ilaç içmiş gibi buruşmuş şekildeydi. Sakalları ağarmıştı, yaşlı biriydi. Fakat ben, bu adam neden böyle diye, söyledikleri acı sözlerin nedenini arar, anlam vermeye çalışırdım. Olur, olmaz şeylere üzülmeye başlayınca, Burmake ana: “Yine mi söylenmeye başladı? Bir gün şöyle bir rahat yüzü göreceğimiz gün olur mu acaba?” derdi.

Vasiliy’in evine gün batmak üzereyken geldik. Vasiliy orta boylu, kocaman göbekli bir adamdı. Üzerinde gömlek vardı. Biz geldiğimizde dışarıdaydı. Bizi görür görmez:

– Geldi, dedi, bıyık altından beli belirsiz gülümseyerek.

Attan inip eve girdik. Kapıdan girer girmez gözüme öbür odadaki dinî resimler çarptı. Ancak bunun gibi resimler benim hiç ilgimi çekmiyordu. Çünkü o tür resimleri Başarin’in evinden çok görmüştüm. En ilginci buradaki ranzanın üzerinde asılmış büyük, gri resimdi. Resimde sayısız asker var. Savaşın adı “Tarumar.” İşte burada biri düşmanla yüz yüze gelmiş, kılıcıyla saldırmakta. Düşmana saldırılacaksa, işte böyle saldırmalı! En az bin kadar asker vardır. Kaçmakta olan düşmanı kovalıyorlar, kaçanların bir ucu şiddetli akan nehre kadar ulaşmış.

– Vasiliy’in, uzun boylu, mavi gözlü, büyük burunlu hanımı eve giren civcivleri “kış kış” diyerek dışarı çıkardı. Sonra da ocaktan siyah bir tencereyi getirip bize çorba koydu, yanına da üç dört tane yumurta ile iki dilim ekmek bıraktı. Yemek yerken, Elebes amcam arada bir onlarla bir şey konuşmaya çalışıyordu. Vasiliy Kırgızca iyi bilmiyordu. Vasiliy’in büyüme çağında çok güzel bir kızı vardı. Bu evde Kırgızca bir tek o iyi biliyordu.

– Yemekten sonra, Elebes amcam fazla oyalanmadan geri yola çıktı. Gariban ben ise tutsak olmuş gibi, yabancıların elinde kalakaldım. Yatma vakti gelince hanımı bir paspası koltuğuna kısarak geldi de, sanki gözleri görmeyen birinin elinden tutmuş gibi elimden tutarak ve uzağımda yürüyerek girişteki odaya getirdi. Buraya yat, diye bir köşeyi gösterdi ve elindeki paspası bana uzattı. O çıkar çıkmaz gösterdiği yere paspası seriverdim ve üzerime kabanımı örterek yattım. Gecenin sessizliği. Benim tam karşımda içinde bir tavuk olan kafes vardı. Ocağın dibinde de çökmüş ve boynunu uzatmış bir kaz duruyordu. Karanlıkta gözükmüyor ancak bir de mırmır sesi çıkaran kedi vardı. Biraz sonra ay tepeye ulaştı. Pencereden gelen ay ışığı odayı aydınlatmaya başladı. Dışarısı sessizdi. Evin yanında bulunan üstü açık ahırdaki sığırlar çoktan geviş getirmeye başlamışlardı. Bir kenarda arka ayaklarını uzatmış, büyük kahverengi bir sığır yatıyordu. Tam bu sırada, hayat birkaç saniyeliğine durmuş, Vasiliy’in evi dalgasız denizde yüzen gemi gibi tek başına sessizliğe gömülmüştü.

– Vasiliy, beni elimden çekerek uyandırdı. Daha gözümü açamadan elimden tutup dışarı çıkardı, evin arkasında akan çayın yanına getirip eliyle işaret ederek geri gitti. Onun ne demek istediğini anladım. Bu, işaret “yüzünü yıka” anlamına geliyordu. O giderken peşinden “neyimden tiksindi acaba?” diye düşündüm. Sabahın serinliğinde soğuk suyla yüzümü yıkadım ve kirli gömleğimin ucuyla silerek, avluyu dolanarak eve geldim. Vasiliy’in hanımı inekleri sağıp bitirmiş, eve doğru geliyordu. Beni görünce “Sen yemek ye.” dedi. Dünkü gibi yer sofrasına oturtarak yemek verdi. Yemekten sonra ben dışarı çıkarken Vasiliy elimden tutarak durdurdu ve sığırları nerede otlatacağımı uzun uzun anlattı. Birkaç dakika dinledikten sonra biliyorum, diye başımı salladım.

– Gökyüzü masmavi. Hava bugün nasıl da güneşli. Otuz civarında sığırı önüme katarak, Tüp deresinin kenarından aşağı doğru gidiyorum. Tek başınayım. İnsanı sıkacak kadar bir yalnızlık hissediliyor. Etrafıma göz gezdiriyorum. Diğer çobanlar epey uzaktalar. Ta uzakta, sığırları yönlendiren iki çoban gördüm. Koyunlar etrafa dağılmışlar. Onların aşağısında, dere kenarında çok sayıda sığırın önünü kapatmış iki adam oturuyor. Onlardan biri dere kenarından çıkagelen sığırlara taş atarak geri çevirdi. Ne kadar da şanslılar diye düşündüm. Ancak onların yanına varmak mümkün değildi; onlar nehrin öbür tarafındalar. Nehrin tam coşkun aktığı günlerdi.

Deminden beri sığırlar rahatsız olmaya başladılar. Hava ısındıkça daha beter oluyorlar. Kuyruklarını sallıyor, oraya buraya koşmaya başlıyorlar. Ben sığırları toplayıp çalıların olduğu bir yere getirdim. Kendim ise sığırların geçemeyeceği şekilde çıkışı kapatarak oturdum. Tüm çabama rağmen, kahrolası kırmızı inek sıcağa dayanamayıp, sağa sola koşuyor, kuyruğunu sallıyor, burnuyla arka ayaklarını kaşıyordu. Bir anda aşağı doğru kaçmaya başladı. Bunu gören öbür sığırlar da kırmızı ineğin peşine düştüler. Dört bir yana dağılan sığırların hangi birinin peşine düşeceğime şaşırdım. Geride kalakaldım.

– Sabah evden ayrılırken Vasiliy: Sığırları kovanların olduğu tarafa gönderme ha! Gönderecek olursan… diyerek, parmağını gösterip tehdit etmişti. Tam bu arada onun dedikleri aklıma geldi. Onun dediği gibi kötü niyetli kırmızı inek doğrudan kovanlardan yana koşuyordu. Ben öbürlerini bırakıp kırmızı ineğin peşinden koşmaya başladım. O, kuyruğunu kaldırmış, hızlı bir şekilde gidiyordu, ben de peşini bırakmayıp koşuyordum. Kovanların olduğu yer, aşağı yukarı kırk hektar gelen otlu bir alandı. Bu yerin bir tarafı dağa, bir tarafı da Vasiliy’in evine çıkıyordu. Otların boyu at üstündeki adamı bile geçerdi. Kırmızı inek otu az olan yerleri geçerek buraya yaklaştı ve insan beline kadar gelen otların arasına girdi. Ben kızgınlıkla koşarken kovanların yanına nasıl geldiğimi anlamadım. Çok sıcaktı, arılar kovana girip çıkıyordu. Bu arada sol gözüm “cız” dedi. Ben gözümün üzerindeki ağrıyla uğraşırken bir sürü arı bana hücum etti. Arının soktuğu sol gözüm hemen şişti. Bu arada kırmızı ineğe yetişebilmiştim. En önemlisi ise kovanlara bir şey olmamıştı. Ağzım kurumuş, kalbim hızla çarpıyordu. Nefes nefese kalmıştım. Kırmızı ineği önüme almış dönüyordum. Peşimizden öbür sığırların neredeyse yarısı gelmişlerdi. Onları da katarak, hepsini beraber sürerek geldim. Sığırların yarısı ise her tarafa dağılmıştı. Zar zor hepsini bir araya getirmeyi başardım.

Vasiliy’in evinde yaklaşık iki ay kaldım. Ancak son zamanlarda halim perişandı. Hiç huzurum yoktu. Gün boyunca çektiğim yorgunluğun ardından, akşam eve geldiğimde de evin hanımı rahat bırakmıyor, her işi yaptırıyordu. Üstüm başım perişandı. Epeydir su görmediğinden sertleşmiş pantolonumun her yeri yırtılmıştı. Kirden sertleştiğinden bacaklarımı acıtıyordu. Gri gömleğimin parçalanmış uçlarını uygun bir şekilde birbirlerine bağlamıştım. Bu halimi gördükleri halde değişen bir şey olmuyordu. Bir kere Vasiliy’in oğluna, söylediklerimi babasına ulaştırır amacıyla “Üstüm başım perişan, yırtık, giymediğin giysilerin varsa ver. Yoksa gideceğim.” demiştim. Bunun cevabını bir akşam yemek yerken aldım. Yemek yiyorduk. Vasiliy çorba içtiği kaşığı bıraktı ve bıyıklarını bir okşadı. Sonra da onlardan biraz uzakta yemek yemekte olan bana bakarak “Maaşınla sana giysi alıyım mı?” dedi. Ben biraz düşündüm ve “Öyle olmaz.” dedim. “Niye?” dedi, ağzındaki lokmayı çiğnemeye ara vererek. Karısı da cevap beklercesine bana baktı. O zaman bana daha da kötü olur, dedim, kaşığımı sofraya bırakarak. Bu arada onlar beni bırakıp aralarında konuşmaya başladılar. İçimden, benimle ilgili konuşuyor olmalılar diye geçirdim. Bir süre sonra Vasiliy, bana dönerek, “O zaman Elebes sana niye giysi vermiyor. Biz giysi konuşmamıştık. Olur dersen, maaşınla sana giysi alabilirim.” dedi.

– Elebes’te de yok ya, dedim biraz düşündükten sonra. Eski püskü giysi veririm dememiş miydiniz, dedim. Fakat benimle ilgili konuşma burada sona erdi, herkes kendi işine baktı. Tam bu arada hanımı neyin eti olduğunu anlamadığım, kıpkırmızı bir et parçasını getirip önüme bıraktı. Önceden birilerinden Rusların kestikleri hayvanların etlerinin haram olduğunu duymuştum. Et önüme konurken, bu söz aklıma gelmesine rağmen eti hemen elime alıp yiyiverdim.

– Günlerden bir gün çok ilginç bir olay oldu. Vasiliy ailesi ile evde kahvaltı yapıyordu. Ben ahırdan sığırları çıkarıyordum. Nasıl geldiği anlaşılamadan gökyüzünden bir akbaba indi ve benim bağırıp çağırmalarıma bakmadan bir kazı alıp götürdü. Kazın boynunu ısırarak gökyüzüne yükselmekte olan akbabaya ağzım açık bakakalmışım. Pencereden benim bu halimi görmüş olmalılar ki, Vasiliy’in hanımı kızgın bir şekilde yanıma koşarak geldi. Neden tutmadın, diye yüzümü tırnaklayacakmış gibi yaklaştı.

– Yetişemedim, dedim, koştuğum alanın mesafesini elimle işaret edip göstererek. Vasiliy’in hanımı çok sinirli biriydi. “Seni var ya..” diyerek kulaklarımdan çekti. Elinden kurtulmaya çalıştım. Bir ara kurtulmuştum, tekrar yakaladı ve bu sefer ensemden de tutarak sıktı. Onun on yaşındaki oğlu Petka beni severdi. O, “Anne dövme,” diye bağırıyor, bana acıyordu. Bizi bu halde görünce küçük kızı da saçları dağılmış şekilde koşarak yanımıza geldi. Çocuklarından bir de pencereden bakıyordu. Beni dövmekten başka alacağı bir şey de yoktu. Kadın beni bırakınca, sığırları sürüp her günkünden daha uzak yere gittim. Beklediğim tek şey vardı, akşamın olmasıydı. Fakat bugün gün sanki iyice uzamıştı. Sabahtan beri hava kapalıydı, gökyüzünü kara bulutlar kaplamıştı. Üşümüştüm. Hava soğuyunca, geçenlerde yağmurdan korunmak için kullandığım kocaman kara taşın dibine büzüşerek oturdum. Açılmış olan ayaklarımı pantolonumu çekiştirerek kapatmaya çalıştım. Fazla uzamadı, şimşekler çakarak, o kapkara bulutlar bir anda yağmur olarak dökülmeye başladı. Bir anda çimenlerin üzeri parlayan su damlalarıyla kaplandı. Ben ise o koca kara taşın dibinden kalkmadan, uzaktan sığırları gözetliyordum.

Akşam olunca sığırları topladım, eve doğru sürdüm ve kendim geri döndüm. Amacım, kaçmaktı. Bunu çoktan beri düşünüyor olsam da, bugün kesin kararımı vermiştim. Bizim çadır çok uzak değildi, buradan görünüyordu. Beni korkutan sadece büyük nehirdi. Orayı bir geçersem, sonra iş kolay, gece de olsa korkmam, giderim. Nehrin suyu eskisi gibi değildi, azalmıştı. Derin de değildi. Pantolonumu bacaklarıma kadar dürdüm ve besmele çekerek suya girdim. İlk adımlarda suyun soğukluğundan biraz zorlansam da kaygan taşlardan kaya kaya karşı kıyıya çıktım. Ayaklarım donmuştu. Sudan çıkar çıkmaz pantolonumu indirmeden ıslak çimlerin üzerinde koşmaya başladım. Çadırlar yazın kurulduğu yerdeydi. Tezek dumanları arasında, insanlar yatmak üzereyken, bizim çadıra geldim. Ocağın etrafına dizilmiş şekilde oturanlar bana bakakaldılar. Ben içeri girip henüz oturmadan, Elebes amcam “Niye geldin?” dedi kaşlarını çatarak. Bir anda yüzündeki kalın kırışıklar toplandı.

– Çocuk işte, biraz sabredip maaşını aldıktan sonra gelseydin, dedi Burmake ana. Elebes amcam ise her zamanki gibi azarlamasına başladı. Bu seferki azarının sebebi doğrudan bendim. Ben suçluydum. Kulaklarımı kapattım, lâl olmuş gibi oturdum. Aradan biraz zaman geçince Burmake ana “Yeter artık, garibin yedikleri boğazından geçsin.” dedi. Bir de peşinden “Yaşlı ayı.” dedi. Bu sözler bana biraz cesaret verdi. Bu arada öbürlerine verilen kâse çorba bana da verildi. Üzgün ve perişan halimle gelip payıma düşen bir kâse çorbayı aldım.

5.Kırgızlar Özbekler için Sart derler. Büyük ihtimalle ticaretle uğraşan anlamında olmalı.
6.Kırgız para birimi.

Бесплатный фрагмент закончился.

46,21 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
01 августа 2023
ISBN:
978-625-6494-37-4
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают