Читать книгу: «Arzulanmış », страница 2

Шрифт:

Ikinci Bölüm

Rahibe kilisenin içindeki uzun bir koridor boyunca ilerleyerek Caitlen’e yolu gösterirken, Caitlin gerçeküstü bir şeyler yaşadığını hissediyordu. Çok güzel bir yerdi burası ve etrafta beyaz kıyafetleri içinde gezinen rahibelerden anladığı kadarıyla aktif bir şekilde çalışan bir kiliseydi. Bir başka rahibe elindeki kabı yavaşça sallayarak etrafa tütsü kokusunu dağıtıyordu. Diğer köşede başkaları ise sakin ilahiler seslendiriyorlardı.

Birkaç dakikalık sessiz bir yürüyüşün ardından Caitlin rahibenin onu nereye götürdüğünü merak etti. Sonunda bir kapının önünde durdular. Rahibe kapıyı açtı ve küçük, sakin, Paris manzaralı bir oda ortaya çıktı. Burası Caitlin’e, Siena’da kaldığı yeri hatırlatmıştı.

“Yatağın üzerinde temiz kıyafetler bulabilirsin,” dedi rahibe. “Avluda banyo yapabileceğin bir yer var.” Ve eliyle işaret ederek, “Bu senin için,” dedi.

Caitlin nereyi işaret ettiğine baktı ve odanın köşesinde küçük bir masanın üzerinde beyaz bir sıvıyla dolu gümüş kadehi gördü. Rahibe gülümsüyordu.

“Güzel bir uyku için ihtiyacın olan her şey var. Bundan sonrası senin seçimine bağlı.”

“Seçimime mi?” diye sordu Caitlin.

“Bana bir anahtara sahip olduğun söylendi ve diğer üçünü de bulman gerekiyor. Ama görevi tamamlamayı kabul edip, yolculuğa devam etmeyi seçip seçmeyeceğin tamamen sana bağlı.”

“Bu senin için,” dedi ve etrafı taşlarla süslü, gümüş, silindir şeklindeki kılıfı Caitlin’e uzattı.

“Babandan bir mektup bu, yalnızca senin için. Yüzyıllardır bunu koruyoruz, hiç kimse açmadı.”

Caitlin, şaşkınlıkla ve ağırlığını avuçlarında hissederek kılıfı aldı.

“Görevine devam edeceğini umuyoruz,” dedi rahibe ve yavaşça ekledi: “Sana ihtiyacımız var.”

Yüzünü kapıya dönüp tam çıkacakken, “Dur!” dedi Caitlin. Rahibe olduğu yerde durdu.

“Paris’teyim, değil mi? 1789 yılında?” Rahibe gülümseyerek, “Evet,” dedi.

“Peki neden? Neden buradayım? Neden bu yıldayım?”

“Sanırım bunu senin bulman gerekiyor. Ben burada basit bir hizmetçiden daha fazlası değilim.”

“Ama neden bu kiliseye çekiliyormuş gibi hissettim?”

“Montmarte’deki Aziz Peter Manastırı’ndasın. Binlerce yıldır burada olan, oldukça kutsal bir yerdir.”

“Neden?” diye ısrar ediyordu Caitlin.

“İsa’ya inananların yeminlerini ettiği yer burası. Hristiyanlığın doğduğu yer.”

Caitlin hiçbir şey diyemeden öylece duruyordu. Rahibe, “Hoş geldin,” diyerek nazikçe eğilip selamını verdi ve odadan çıkıp kapıyı kapattı.

Caitlin etrafına bakıp odayı inceliyordu. Gördüğü misafirperverliğe, temiz kıyafetlere, banyoya ve odanın köşesinde duran rahat yatağa minnettardı. Bir adım daha atabileceğini düşünmüyordu. Çok yorgundu, sonsuza kadar uyuyabileceğini hissediyordu.

Elindeki kılıfla birlikte odanın köşesine yürüdü ve onu masanın üzerine bıraktı. Mektup bekleyebilirdi ama açlığı artık bekleyecek durumda değildi.

Masadaki kadehi eline alıp incelemeye başladı. İçinde ne olduğunu biliyordu: beyaz kan.

Kadehi dudaklarına götürüp içti. Kırmızı kandan daha tatlıydı ve vücuduna, damarlarına daha çabuk karışıyordu. Birkaç dakika içinde yeniden doğmuş gibi hissetmeye başlamıştı. Hiç olmadığı kadar güçlüydü. Sonsuza kadar bundan içebilirdi.

Bitirince kadehi masaya bırakıp, mektup kılıfını eline aldı ve yatağına gitti. Uzandığında bacaklarının ne kadar yorulduğunu fark etti. Orada öylece uzanmak çok iyi gelmişti.

Birkaç saniyeliğine küçük, basit yastığa başını yaslayıp gözlerini kapattı. Hemen sonra, kılıfı açıp babasının mektubunu okumaya karar verdi.

Ama gözlerini kapadığı o anda bütün yorgunluğu onu bir anda sarıverdi. Denese de gözlerini açamadı. Birkaç dakika içinde uykuya dalmıştı.

* * *

Caitlin, elinde bir kılıç üzerinde savaş kıyafetleriyle Kolezyum’un ortasında ayaktaydı. Karşısına kim gelirse gelsin savaşmaya hazırdı, hatta savaşmaya dair bir istek duyuyordu. Ama etrafına baktığında stadyumun tamamen bomboş olduğunu gördü. Bütün sıralara tekrar bakmasına rağmen her yerin boş olduğunu görüyordu.

Caitlin gözlerini kapatıp açtığında artık Kolezyum’da değildi. Bu kez Vatikan’da, elinde kılıçla duruyordu ama üstündekiler savaş kıyafetleri değil, rahibe kıyafetleriydi. Sistine Şapeli’ndeydi.

Bulunduğu odada gözlerini gezdirdiğinde, bütün odanın düzgünce sıralanmış, beyaz cüppeleri içinde duran, masmavi gözlü vampirlerle dolu olduğunu gördü. Bütün dikkatlerini ona vermiş bir şekilde, sakin ve sessizce bekliyorlardı.

Caitlin elindeki kılıcı düşürdü ve kılıç çınlamaya benzer bir sesle yere indi. Başrahibe doğru yavaşça yürüdü ve elinden beyaz kanla dolu büyük kadehi aldı. İçi dolup taşarcasına içiyordu.

Birdenbire, Caitlin kendini çölün ortasında buldu. Yalın ayaklarıyla kumların arasında yürüyordu. Güneş tam tepesindeydi ve elinde kocaman bir anahtarı taşıyordu. Ama anahtar o kadar anormal bir şekilde büyüktü ki Caitlin’i yerin dibine doğru çekiyordu.

Sıcağın içinde zorlukla nefes alarak, bir dağın eteklerine gelene kadar yürüdü. Dağın tepesinde durmuş, gülümseyerek ona bakan bir adam gördü.

O adamın, babası olduğunu biliyordu.

Caitlin birden koşmaya başladı. Bütün gücüyle koşuyor ve dağın tepesine, babasına yaklaşıyordu. O koşmaya devam ederken güneş orayı daha da ısıtmaya başlamıştı. Güneş tam da babasının arkasında duruyor gibiydi. Sanki güneş babasıydı ve Caitlin de direkt güneşe koşuyordu.

Caitlin zorlukla nefes alarak ilerlemeye çabalarken, babası da kollarını açmış sarılmak için onu bekliyordu.

Çıktığı yokuş birden daha da dikleşti ve Caitlin çok yorgun düştü. Daha fazla ilerleyemiyordu. Olduğu yere yığılıp kaldı.

Caitlin gözlerini kapatıp açtığında babası karşısındaydı. Ona doğru eğilmiş, yüzünde sıcacık bir gülümsemeyle duruyordu.

“Caitlin, kızım. Seninle gurur duyuyorum,” dedi. Caitlin uzanıp babasına dokunmak istedi ama kocaman, ağır anahtar bu sefer de başında duruyordu ve resmen onu yere çivilemişti.

Caitlin babasına bakarak konuşmaya çalıştı ama dudakları kurumuş, boğazı kavruluyordu.

“Caitlin?”

“Caitlin?”

Caitlin kafası karışmış bir şekilde gözlerini açtı. Etrafına baktığında, yatağının başında durmuş gülümseyerek ona bakan adamı gördü.

Adam yavaşça eğilerek Caitlin’in saçlarını gözünün önünden çekti.

Hâlâ rüyada mıydı? Alnındaki soğuk terleri ve adamın bileklerine dokunuşunu hissetti. Rüya olmaması için yalvarıyordu.

Çünkü tam önünde hayatının aşkı duruyordu.

Caleb.

Üçüncü Bölüm

Sam birden gözlerini açtı. Gökyüzüne bakıyor, kocaman bir meşe ağacının dalını görüyordu. Art arda gözlerini kırpıştırdı. Nerede olduğunu merak ediyordu.

Sırtında yumuşak bir şey vardı ve oldukça rahat hissettiriyordu. Çevresine baktığında ormanın ortasında, bir yosun yığının üstünde yattığını fark etti. Gözlerini tekrar yukarıya çevirdiğindeyse etrafında rüzgârla birlikte dans eden düzinelerce ağaç olduğunu gördü. Duyduğu çağıldama sesine doğru döndüğünde hemen yanı başında bir dere olduğunu fark etti.

Sam doğrulup oturdu ve etrafını iyice incelemeye başladı. Her yöne bakıyordu. Ormanın ortasında yalnız başına oturuyordu. Etrafındaki aydınlığın kaynağı ise ağaçların dalları arasından süzülen ışıktı. Kendini yokladı ve Kolezyum’da giydiği savaş kıyafetinin üzerinde olduğunu anladı. Burası oldukça sessizdi. Duyduğu şeyler yalnızca yanındaki derenin çağıldaması, kuşlar ve uzaktaki birkaç hayvanın sesiydi.

Sam, bir rahatlama hissederek zamanda seyahatin işe yaradığını fark etti. Başka bir yerde ve başka bir zaman diliminde olduğu belliydi ama nerede ve ne zamanda olduğunu bilmiyordu.

Yavaşça vücudunu kontrol etmeye başladı ve büyük bir yarasının olmamasına, bütün bir parça olarak kalabildiğine sevindi. Midesindeki ağrıyla birlikte çok aç olduğunu hissetti ama bununla yaşayabilirdi. Öncelikle nerede olduğunu anlaması gerekiyordu.

Yanında bir silah olup olmadığını kontrol etmek için ceplerini yokladı.

Ne yazık ki hiçbir şeyi yoktu. Yine tek başınaydı ve tek silahı çıplak elleriydi.

Hâlâ vampir güçlerine sahip olup olmadığını merak etti. Damarlarında gezinen normalüstü bir kuvvet olduğunu hissedebiliyordu; bu yüzden hâlâ güçlerine sahip olduğunu düşündü. Ama sonra vakti gelmeden emin olamayacağını fark etti.

Ve o vakit tahmininden daha çabuk geldi.

Sam duyduğu bir dal çıtırtısıyla arkasını döndü ve kocaman bir ayının yavaş ama saldırgan bir şekilde ona yaklaştığını gördü. Donup kaldı. Ayı öfkeli gözlerle Sam’e bakıyor, dişlerini gösterip hırlıyordu.

Bir saniye sonra Sam’in üzerine hızlıca atıldı.

Sam kaçacak vakti bulamamıştı ve zaten kaçabileceği bir yer de yoktu. Hiçbir seçeneğinin olmadığını fark etti, hayvana göğüs germek zorundaydı.

Ama enteresan bir şekilde, korkusunun üstesinden gelmek yerine öfkeyle dolup taştığını hissetti. Hayvana kızgındı. Doğrulma şansı bile bulamadan saldırıya uğramış olmasına kızmıştı. Böylece hiç düşünmesine gerek kalmadan, ayıyla savaşmaya hazır bir hâl aldı.

Sam ve ayı tam ortada karşılaştı. Birbirlerine doğru atıldılar. Damarlarında gücün aktığını hissediyordu ve bu güç, ona yenilmez olduğunu hissettiriyordu.

Sonunda birbirlerini yakaladıklarında Sam haklı olduğunu anladı. Ayıyı omuzlarında tutup havada çevirdikten sonra yere fırlattı. Ayı ormanın içine doğru fırlatılmıştı. Bir ağaca sertçe çarpıp durdu.

Sam orada durup, ayıya herhangi bir hayvandan çıkacak sesten daha güçlü bir şekilde kükredi. Kükrerken içindeki kas ve damarların da onunla birlikte kükrediğini hissediyordu.

Ayı yavaşça ve sersem bir halde ayağa kalkıp şok içinde bir ifadeyle Sam’e doğru baktı. Adım atarken homurdanıyordu. Korkak birkaç adımdan sonra başını eğdi ve arkasını dönüp kaçtı.

Ama Sam öylece gitmesine izin verecek değildi. Oldukça sinirliydi ve dünyadaki hiçbir şeyin bu öfkesini alıp götürebileceğine inanmıyordu. Üstüne üstlük bir de acıkmıştı. Ayı karşılığını almak zorundaydı.

Sam hızlıca koştu ve hayvandan daha hızlı olduğunu anlayınca memnun oldu. Birkaç saniye içinde büyük bir sıçrayışla ayıyı yakaladı ve dişlerini boynuna batırdı.

Ayı acı içinde inliyordu ama Sam aynen devam etti. Dişlerini daha derine sapladı ve birkaç saniye içinde ayı pes edip Sam’in dizlerinin önüne çöktü. Ve sonuç olarak hareket etmeyi bıraktı.

Sam gücün damarlarına dolduğunu hissederek hayvanın bütün kanını içti.

Nihayetinde Sam sırtını bir ağaca yasladı ve dudaklarından damlayan kanı yaladı. Hiçbir zaman şimdiki gibi yenilenmiş hissetmemişti. Tam da ihtiyacı olan yemekti bu.

Bir başka dal çıtırdamasını duyduğunda ayağa kalkmak üzereydi.

Sesin geldiği tarafa doğru baktığında beyaz, ince bir elbise giymiş en fazla 17 yaşındaki genç kızı gördü. Şok içinde, elinde bir sepetle öylece kalakalmıştı. Teni saydammış gibi bembeyazdı ve uzun kahverengi saçları, masmavi gözlerini çevreliyordu. Çok güzeldi.

Kendisi gibi donup kalan Sam’e dikmişti gözlerini. Sam, kızın ondan korktuğunu düşündü. Bir ayının tepesinde, ağzında kanla olan görüntüsünün korkutucu olduğunu fark etti. Ama onu korkutmak istemiyordu.

Ayıdan uzaklaşıp kıza doğru birkaç adım attı.

Kızın irkilip kaçmaması Sam’i şaşırtmıştı. Bunun yerine korkusuz gözlerle Sam’e bakmaya devam ediyordu.

“Korkma, sana zarar vermeyeceğim,” dedi Sam.

Kız gülümsedi. Sam oldukça şaşırmıştı. Güzel olmasının yanında bir de korkusuzdu. Bu nasıl olabilirdi?

“Tabi ki bana zarar vermeyeceksin. Sen de benim gibisin,” dedi kız.

Şimdi şok olma sırası Sam’deydi. Kız bunu söylediği an Sam doğru olduğunu anlamıştı. Daha kızı gördüğü ilk an bir şeyler olduğunu fark etmişti ve şimdi tam olarak anlıyordu. Kız da onun gibiydi. Bir vampir. Bu yüzden korkusuzdu.

Kız, ayıyı göstererek, “Güzel alt ettin. Ama biraz karışık oldu, değil mi? Neden bir geyik seçmedin?” dedi.

Sam güldü. Hoş olmasının yanında komikti de. “Bir dahaki sefere öyle yaparım,” dedi.

Kız gülümsedi.

“Hangi yılda olduğumuzu söyleyebilir misin? Ya da ne bileyim, en azından hangi yüzyıl olduğunu?” diye sordu.

Kız tekrar gülümseyip kafasını salladı.

“Sanırım cevabı bulman için bu soruyu sana bırakacağım. Eğer ben söylersem hiçbir eğlencesi kalmaz, değil mi?”

Sam, kızdan hoşlanmıştı. Cesur biriydi. Hem onu çok önceden beri tanıyormuş gibi rahat hissetmişti kendini.

Kız bir adım öne gelip, elini uzattı. Sam uzanıp kıza, saydam ve pürüzsüz tenine dokundu.

“Benim adım Sam,” deyip elini sıktı ama bu tutuş normalden uzun sürmüştü.

Kız kocaman bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Biliyorum,” dedi.

Sam şaşırmıştı. Adını nasıl bilebilirdi? Kızla daha önce tanışmış mıydı? Hatırlayamadı.

“Senin için gönderildim,” dedi kız.

Ve birdenbire arkasını dönüp, ormanın içine doğru ilerlemeye başladı.

Sam, takip etmesi gerektiğini düşünerek aceleyle peşinden ilerledi. Nereye gittiğini tam olarak incelemiyordu. Dalların üstünde kızın peşinden gitmeye çalıştıkça, onun kıkırdamasını duyuyordu.

“Ee? Sen bana adını söylemeyecek misin?” diye sordu. Kız kıkırdamaya devam etti.

“Hmm, bir ismim var elbette ama onu pek kullanmıyorum,” dedi. Sonra arkasını dönüp, Sam’in ona yetişmesini bekledi ve: “İlla ki bilmen gerekiyorsa, herkes bana Polly der,” dedi.

Dördüncü Bölüm

Caleb, Orta Çağ’a özgü devasa kapıyı açtı. O kapıyı tutarken, Caitlin sabahın ilk ışıkları altında manastırdan çıktı ve dışarı adım attı. Caleb yanında, gün doğuşunu izledi. Burada, Montmarte’nin zirvesinde, tüm Paris’i ayaklarının altında görebiliyordu. Paris, klasik mimarinin ve basit evlerin, taş ve toprak yolların, ağaçların ve kentleşmenin bir arada bulunduğu güzel, geniş bir şehirdi. Milyonlarca tatlı rengin karışımına bürünen gökyüzü, şehri canlı gibi gösteriyordu. Büyüleyici bir manzaraydı.

Bu manzaradan daha büyüleyici olansa, yavaşça kendi eline uzandığını hissettiği eldi. Başını çevirdiğinde Caleb’in de yanında durmuş manzarayı seyrettiğini fark etti. Tüm bunların gerçek olduğuna inanamıyordu. Caleb’in yanında olduğuna, gerçekten burada birlikte olduklarına inanamıyordu. Caleb’in onu tanıdığına, onu hatırladığına, onu bulduğuna inanamıyordu.

Hâlâ bir rüyada olup olmadığını merak etti.

Ancak orada durup, Caleb’in elini sıkıca tuttuğunda, bunun bir rüya olmadığını, uyanmış olduğunu biliyordu. Daha önce hiç bu kadar mutlu hissetmemişti. Bunca zamandır yalnızca onunla olmak için koşuyordu. Yalnızca ona kavuşmak için asırlarca öncesine bunca yolu kat edip gelmişti. Yalnızca onun hayatta olduğundan emin olmak için... Caleb, İtalya’da onu tanımadığında içinde bir şeyler paramparça olmuştu.

Ancak burada yanında olduğunu, yaşadığını ve kendisini hatırladığını düşündükçe —ayrıca Sera da etrafta yokken, Caleb tamamen ona kalmıştı— kalbi yepyeni umutlar ve hayallerle dolmuştu. Tüm bunların gerçek olabileceğini, planın gerçekten işe yarayacağını o ana kadar hayal bile edemezdi. O kadar kendinden geçmişti ki nereden başlayacağını ya da ne söyleyeceğini bile bilmiyordu.

Caitlin bir şey söylemeye fırsat bulamadan Caleb söze başladı.

“Paris,” dedi, yüzünde bir gülümsemeyle Caitlin’e dönerek, “Kesinlikle daha kötüsü de olabilirdi.” Caitlin de ona gülümsedi.

“Bütün hayatım boyunca burayı görmek istemiştim,” diye cevap verdi.

Sevdiğim birisiyle diye eklemek istedi ancak kendisine engel oldu. Caleb’le en son bir araya geldiğinden beri o kadar çok zaman geçmişti ki, kendini tekrar gergin hissetmeye başlamıştı. Bir taraftan sanki hep onunlaymış gibi hissediyordu, bir taraftan da onu ilk kez görüyormuş gibi.

Caleb, elini ona doğru uzattı.

“Paris’i benimle gezmek ister misin?” diye sordu. Caitlin elini Caleb’in avucuna yerleştirdi.

Dik yamaçtan aşağı Paris’e uzanan uzun mesafeye bakarak, “Yürümek için oldukça uzak,” dedi.

“Ben daha havalı bir şeyler düşünüyordum,” dedi Caleb. “Uçmak.”

Caitlin omuzlarını geriye doğru gererek kanatlarının ne durumda olduğunu anlamaya çalıştı. Beyaz kanı içtikten sonra kendisini oldukça gençleşmiş ve yenilenmiş hissediyordu ama uçabileceğinden emin değildi. Kanatlarının onu taşıyacağını umarak bir dağın tepesinden atlamaya hazır değildi.

“Henüz uçmaya hazır olduğumu düşünmüyorum,” dedi.

Caleb ona baktı ve durumu anladı. “Öyleyse benimle uç,” dedi ve bir gülümsemeyle ekledi, “Eskiden olduğu gibi.”

Caitlin de ona gülümsedi, arkasına geçti, omuzlarına ve sırtına tutundu. Kollarının arasında Caleb’in kaslı vücuduna sahip olmak ona iyi hissettirmişti.

Caleb birden hızla aşağıya atladığında, daha sıkı tutunacak zamanı zar zor bulabilmişti.

Daha ne olduğunun farkına varamadan uçmaya başlamışlardı. Caitlin kafasını Caleb’in omzuna dayamış, aşağıya bakıyordu. Günbatımında süzülerek aşağı, şehre yaklaşırlarken Caitlin içinde ona pek de yabancı olmayan o heyecanı hissetti. Nefes kesiciydi.

Ancak hiçbir şey onun tekrar Caleb’in kollarında olması, ona tutunması, onunla birlikte olması kadar nefes kesici değildi. Ona kavuşalı daha bir saat bile olmamıştı ama Caitlin şimdiden bir daha Caleb’den ayrılmamak için dua ediyordu.

Şu an üzerinden uçtukları Paris, 1789’daki Paris, birçok açıdan Caitlin’in 21. yüzyılda gördüğü Paris resimlerine benziyordu. Binaların çoğunu, kiliseleri, çan kulelerini, heykelleri hatırlayabiliyordu. Yüzyıllar öncesinde olmasına rağmen, Paris 21. yüzyıldaki şehrin aynısı gibi duruyordu. Floransa ve Venedik’teki gibi, geçen yüzyıllar boyunca çok az şey değişmişti.

Fakat başka açılardan şehir oldukça farklıydı. Yapılaşma 21. yüzyıldaki hâlini henüz almamıştı. Bazı yollar kaldırım taşı ile döşenmişse de birçoğu hâlâ topraktı. Ayrıca şehir daha az kalabalıktı ve evlerin arasından gittikçe içlere sokulan bir ormanın ortasındaymış hissini veren ağaç kümelerini görmek mümkündü. Arabaların yerini atlar, at arabaları, toprakta yürüyen ve yük arabaları iten insanlar doldurmuştu. Her şey daha yavaş ve sakindi.

Caleb dalışa geçmiş ve binaların bir adım üzerinde uçacakları seviyeye alçalmıştı. Binaların sonuncusunun üzerinden geçtiklerinde gökyüzü birdenbire açıldı ve şehrin tam ortasından geçen Seine Nehri önlerine uzandı. Sabahın ilk ışıklarıyla sarı bir pırıltıya dönen nehir Caitlin’in nefesini kesmişti.

Caleb daha da alçalarak nehrin üzerinde uçmaya başladı. Caitlin şehrin güzelliği ve romantikliğine hayran kalmıştı. Küçük bir ada olan Ile de la Cite’nin üzerinden uçarlarken Caitlin, devasa kulesi diğer her şeyin üzerinde dimdik yükselen Notre Dome’ı fark etti.

Caleb artık suların hemen üzerinde uçuyordu ve nemli nehir havası onları bu sıcak temmuz sabahında serinletiyordu. Onlar nehrin bir ucunu öbür ucuna bağlayan küçük kemerli sayısız köprünün üstünden ve altından uçarlarken Caitlin nehrin iki ucundaki Paris’i izleyebiliyordu. Sonra Caleb yükselmeye başladı ve nehir yatağının bir ucunda onları gelen geçenin görmesini engelleyecek, büyükçe bir ağacın arkasına yavaşça indi.

Caitlin etrafa baktı ve Caleb’in onları nehirle birlikte kilometrelerce uzanan resmî bir parka getirdiğini anladı.

“Tuileries Bahçeleri,” dedi Caleb. “21. yüzyıldaki bahçenin aynısı. Hiçbir şey değişmedi. Burası hâlâ Paris’teki en romantik yer.”

Gülümseyerek uzandı ve Caitlin’in elini tuttu. Bahçe boyunca uzanan bir yoldan aşağı yürümeye başladılar. Caitlin, hiç bu kadar mutlu hissetmemişti.

Caitlin’in sormak ve söylemek için yanıp tutuştuğu o kadar çok şey vardı ki nereden başlayacağını bilemiyordu. Ama bir yerlerden başlaması gerekiyordu. Bu yüzden son zamanlarda aklını en çok kurcalayan şeyle başlaması gerektiğine karar verdi.

“Teşekkürler,” diye başladı Caitlin, “Roma için. Kolezyum için. Ve de beni kurtardığın için. Eğer o anda gelmiş olmasaydın, neler olabileceğini düşünmek bile istemiyorum.”

Birden emin olamayarak Caleb’e döndü. Endişe ile, “Hatırlıyor musun?” diye sordu.

Caleb ona döndü ve başıyla onayladı. Caitlin doğru söylediğini biliyordu. Rahatlamıştı. Sonunda aynı sayfaya gelebilmişlerdi. Hafızaları geri dönmüştü. Sadece bu bile onun için dünyalara bedeldi.

“Ama seni ben kurtarmadım,” dedi Caleb. “Sen, bensiz de başının çaresine gayet iyi bakıyordun. Aksine sen beni kurtardın. Sadece seninle olmak bile… Sensiz ne yapardım bilmiyorum,” dedi.

Caleb’in elini sıkıca tuttuğunu hissettiğinde, bütün dünyası tekrardan bir araya gelmeye başlamıştı.

Bahçede sallana sallana dolaşırlarken, Caitlin merakla bin bir çeşit çiçeklere, fıskiyelere, heykellere göz gezdiriyordu. Burası hayatında gördüğü en romantik mekânlardan biriydi.

“Ve üzgünüm,” diye ekledi Caitlin.

Caleb bakışlarını ona çevirince, söylemekten korkmaya başlamıştı.

“Oğlun için.”

Caleb bakışlarını başka yöne çevirirken, Caitlin yüzündeki samimi kederi gördü.

‘Aptal,’ diye düşündü. ‘Neden hep anın büyüsünü bozmak zorundasın ki? Neden bunları konuşmak için başka bir zamanı bekleyemedin?’

Caleb yutkundu ve başı ile onayladı, kederden konuşacak gücü bile bulamamıştı.

“Ve Sera için de üzgünüm,” diye ekledi Caitlin. “Hiçbir zaman aranıza girmek istememiştim.”

“Üzülme,” dedi. “Seninle bir alakası yoktu. Bu, onun ve benim aramdaki bir meseleydi. Hiç birlikte olmamalıydık. Başından beri yanlış yapıyorduk.”

“Ve son olarak da New York’ta olanlar için üzgün olduğumu söylemek istemiştim,” diye ekledi Caitlin, tüm bunları içinden attığına rahatlayarak. “Sen olduğunu bilseydim, seni asla bıçaklamazdım. Yemin ediyorum, başka biri olduğunu sanmıştım, şekil değiştirdiğini sanmıştım. Gerçekten sen olacağını yüz yıl düşünsem tahmin edemezdim.”

Bunların düşüncesiyle bile içinde bir şeyler parçalandığını hissedebiliyordu.

Caleb durdu ve ona döndü, onu omuzlarından tutup çevirdi.

“Bunların hiçbiri önemli değil artık,” dedi içtenlikle. “Beni kurtarmak için geri döndün. Ve biliyorum ki bunun için büyük fedakârlıklar yapmak zorunda kaldın. İşe yaramayabilirdi de. Ama hayatını benim için riske attın. Ve çocuğumuzdan benim için vazgeçtin,” dedi yine kederle yere bakarak. “Seni, sana anlatabileceğimden çok daha fazla seviyorum,” diye ekledi gözlerini yerden kaldırmadan.

Caleb nemli gözlerle Caitlin’e baktı.

O an dudakları birbirine değdi. Caitlin öpüşürlerken vücudunun Caleb’in kollarında eridiğini, bütün dünyasının hafiflediğini hissediyordu. O an hiç bitmeyecek gibi gelmişti. O an Caleb’le geçirdiği en müthiş andı ve bir bakıma Caleb’i ilk kez anlamaya başladığını hissetmişti.

Sonunda yavaşça dudaklarını ayırdılar ve göz göze geldiler.

Ağır ağır gözlerini birbirlerinden ayırıp, nehrin kenarındaki bahçede el ele yürüyüşlerine devam ettiler. Caitlin etrafına baktı ve Paris’in ne kadar güzel ve romantik olduğunu düşündü. O an hayallerinin gerçek olduğunu fark etti. Hayattan istediği her şeye sahip olmuştu. Onu seven—onu gerçekten seven— birisi ile birlikte olmak. Böylesine güzel, böylesine romantik bir şehirde olmak. Önünde bir ömür varmış gibi hissetmek.

Caitlin cebinde mücevherlerle işlenmiş kılıfı hissetti ve bu duruma içerledi. Onu açmak istemiyordu. Babasını çok seviyordu fakat ondan gelen bir mektubu okumak istemiyordu. O an anlamıştı ki bu göreve devam etmeyi de artık istemiyordu. Zamanda geri dönmek ya da başka bir anahtar bulmak zorunda kalma riskini göze alamıyordu. Sadece burada olmayı, bu zamanda, bu yerde, Caleb’le olmayı istiyordu. Huzur içinde. Hiçbir şeyin değişmesini istemiyordu. Birlikte geçirdikleri değerli zamanı, birlikteliklerini korumak için ne yapması gerekirse yapmakta kararlıydı. Ve içinde bir ses bunun için görevden vazgeçmesi gerektiğini söylüyordu.

Caitlin döndü ve Caleb’le yüz yüze geldi. Ona söylemekte tereddüt ediyordu, ancak söylemesi gerektiğini hissetti.

“Caleb,” dedi, “Aramaya devam etmek istemiyorum. Biliyorum ki diğerlerine yardım etmek ve Kalkan’ı bulmak benim görevim. Ve bu bencilce görünebilir, eğer öyle görünüyorsa üzgünüm. Fakat ben yalnızca seninle olmak istiyorum. Bu, şu an benim için en önemli şey. Bu zamanda ve bu şehirde kalmak. Eğer aramaya devam edersek başka bir zamana, başka bir yere gitmek zorunda kalacağımızı hissediyorum. Ve bir dahaki sefere birlikte olmayabiliriz...”

Caitlin durakladı ve ağladığını fark etti.

Sessizlik içinde derin bir nefes aldı. Caleb’in ne düşündüğünü merak etti ve karşı çıkmayacağını ümit etti.

“Anlıyor musun?” diye sordu tereddütle.

Caleb endişeli bakışlarla ufka döndü ve sonunda tekrar Caitlin’e baktı. Catlin de endişeli bir hâl almaya başlamıştı.

“Babamın mektubunu okumak ya da başka ipucu bulmak istemiyorum. Yalnızca seninle olmak istiyorum. Her şeyin şu an olduğu şekliyle kalmasını istiyorum. Hiçbir şeyin değişmesini istemiyorum. Umarım bu yüzden benden nefret etmiyorsundur.”

“Senden asla nefret edemem,” dedi Caleb yumuşak bir sesle. “Ama onaylamıyorsun da?” dedi Caitlin kışkırtıcı bir sesle. “Göreve devam etmem gerektiğini mi düşünüyorsun?”

Caleb bakışlarını kaçırdı fakat cevap vermedi. “Neden?” diye sordu Caitlin. “Diğerleri için mi endişeleniyorsun?”

“Öyle olmam gerektiğini sanıyorum,” dedi Caleb. “Ve öyleyim. Ama ben de bazı bencil düşüncelere sahibim. Sanırım... Kafamın bir yerlerinde Kalkan’ı bulursak, oğlumu geri getirebileceğim ümidini taşıyordum. Jade.”

Caitlin görevi bırakmanın Caleb için oğlunu terk etmek anlamına geldiğini anlayınca korkunç bir suçluluk hissine kapıldı.

“Fakat bu doğru değil,” dedi Caitlin. “Kalkan’ı bulursak oğlunu geri döndürüp döndüremeyeceğimizi, hatta Kalkan’ın gerçek olup olmadığını bile bilmiyoruz. Ama aramayı bırakırsak, birlikte olabileceğimizi biliyoruz. Bu bizimle ilgili. Benim en çok önemsediğim şey bu.” Caitlin durakladı. “Bu senin için de en önemli şey mi?”

Caleb ufka baktı ve başıyla onayladı. Fakat Caitlin’e bakamadı.

“Yoksa beni yalnızca Kalkan’ı bulmana yardım edebileceğim için mi seviyorsun?” diye sordu Caitlin.

Bu soruyu dile getirebilecek cesareti olduğuna kendisi bile şaşırmıştı. Bu soru Caleb’i ilk gördüğünden beri hep aklının bir köşesinde onu rahatsız ediyordu. Caleb onu yalnızca götürebileceği yerler için mi sevmişti? Yoksa onu, onun için mi sevmişti? Sonunda bu soruyu sormuştu.

Cevabı beklerken kalbi küt küt atıyordu.

Sonunda Caleb ona döndü ve gözlerinin içine baktı.

Ona yaklaştı ve elinin dışı ile yanağını yavaşça okşadı.

“Seni sen olduğun için seviyorum,” dedi. “Ve bu hep böyleydi. Eğer seninle olmak Kalkan’ı bırakmak anlamına geliyorsa, ben de öyle yapacağım. Ben de seninle olmak istiyorum. Evet, aramak istiyorum. Fakat şu an sen benim için çok daha önemlisin.”

Caitlin içinde uzun zamandır hissetmediği bir hisle gülümsedi. Huzur ve denge hissi. Artık önlerinde hiçbir şey duramazdı.

Caleb gözünün önündeki saçı kenara itti ve gülmeye başladı.

“Tuhaf,” dedi, “Burada daha önce de yaşadım. Yüzyıllar önce. Paris’te değil, taşrada. Küçük bir kaleydi. Hâlâ var olduğuna emin değilim. Fakat araştırabiliriz.”

Caitlin gülümsedi ve Caleb onu sırtına alıp havaya atıldı. Dakikalar içinde Paris’in çok üstünde Caleb’in taşradaki evini aramak için uçuyorlardı.

Onların evi.

Caitlin hiç bu kadar mutlu olmamıştı.

399 ₽
Возрастное ограничение:
16+
Дата выхода на Литрес:
10 октября 2019
Объем:
234 стр. 8 иллюстраций
ISBN:
9781632912145
Правообладатель:
Lukeman Literary Management Ltd
Формат скачивания:
epub, fb2, fb3, ios.epub, mobi, pdf, txt, zip

С этой книгой читают