Читать книгу: «Arena Bir », страница 16

Шрифт:

O T U Z

Doğrudan gözlerimin içine giren güneş ışığına uyanıyorum. Dünya sanki tekrar canlanmış gibi görünüyor. Daha önce hiç görmediğim bir parlaklıkta olan güneş ışınları her yandan yansıyarak, odanın içini aydınlatıyorlar. Rüzgar esmeyi kesmiş ve fırtına da durmuş. Cam kenarında eriyen buzlar ve aşağılara damlayan sular, yankı yapıyorlar. Bir buz saçağı kırılarak, gürültüyle zemine düşüyor.

Halen dün gece yattığım yerdeyim ve üzerimde Logan'ın montu var. Kafam biraz dağınık olsa da, kendimi baştan aşağı yenilenmiş hissediyorum.

Şafakta uyanmış olmamız gerektiği aklıma gelince dehşete düşüyorum. Sabahın aydınlık ışıkları içimin ürpermesine neden oluyor. Dönüp, Logan'a baktığım zaman onun da halen uyuyor olduğunu görünce, umutsuzluğa kapılıyorum. Geç kaldık.

Uzun zamandır ilk defa enerjik hissetmenin verdiği kuvvetle, ayaklarımın üzerine doğrulurak, Logan'ın omzundan sallıyorum.

"LOGAN!" diyorum.

Gözlerini açar açmaz, ayaklarının üzerine sıçrıyor. Ne olduğunu anlamaya çalışıyor.

"Sabah olmuş!" diyorum panik içindeki bir sesle. "Tekneyi kaçıracağız!"

Durumun farkına varınca gözleri kocaman açılıyor.

Hemen harekete geçerek, kapıya doğru koşuyoruz. Bacağım halen ağrıyor olsa da, tekrar koşabilmek beni sevindiriyor. Logan'ın peşinden metal merdivenlerden iniyorum. Metal tırabzana tutunarak, fazla paslanmış basamaklara basmamaya özen gösteriyorum.

Zemin kata vardığımızda, doğrudan binadan çıkarak, karın içine dalıyoruz. Etraf beyaza bürünmüş bir harikalar diyarı gibi adeta. Kalçalarıma kadar ulaşan karın içinde güçlükle ilerliyorum. Fakat önümden karı yararak ilerleyen Logan, işimi biraz daha kolaylaştırıyor.

Deniz sadece bir blok daha ötemizde. Mavnanın halen iskelede olduğunu görünce rahatlıyorum. Bindirilen son kızların ardından, rampayı kaldırdıklarını görebiliyorum. Tekne kalkmak üzere.

Elimden geldiğince hızlı şekilde koşmaya çalışıyorum. Biz iskeleye vardığımızda, rampa artık ortada gözükmüyor. Motorları çalıştırmalarıyla beraber, simsiyah renkteki egzoz dumanları etrafı kaplıyor.

İskelenin sonuna vardığımızda, aklıma aniden Ben ve burada buluşmak üzere birbirimize verdiğimiz söz geliyor. Koşarken bir yandan etrafımı kolaçan ederek, onu arıyorum. Fakat hiçbir iz yok. Bu, kardeşini kurtarmaya çalışırken hayatını kaybettiği anlamına geliyor. Bunu düşünmek bile bana acı veriyor.

Mavnayla aramızda otuz metre kadar kaldığında, alet harekete etmeye başlıyor. Kalbim heyecandan küt küt atıyor. Bu kadar yaklaşmışken… Böyle bitmesin. Böyle bitmesin!

Artık sadece yirmi metremiz kaldı. Fakat mavna iskeleden birkaç metre uzaklaştı bile.

Hızımı iyice artırıp, Logan'a yetişiyorum ve beraber karları yarıyoruz. Mavna artık en az beş metre ileride. Bu da atlamamızı olanaksız kılıyor.

Ancak yine de iskelenin ucuna kadar depar atmayı kesmiyorum. Tam o anda mavnanın ucundan sarkan kalınca birkaç halat görüyorum. Onun kuyruğuymuş gibi peşinden gidiyor.

Bağırarak, "HALATLAR!" diyorum.

Anlaşılan Logan'ın da aklından aynı şey geçiyor. Yavaşlamak bir yana, iyice hızlanarak, bir an bile düşünmeden, halata doğru atlıyorum.

Halata doğru havada ilerlerken içimden dualar ediyorum, çünkü eğer ona tutunmayı başaramazsam, buz gibi soğuk sulara doğru, hiçbir kurtuluşun olmadığı on metrelik bir düşüş beni bekliyor. Su o kadar soğuk ve akıntılar o kadar güçlü ki, suya çarptıktan sonra birkaç saniye içinde öleceğimden eminim.

Belki de şu an dünya üzerindeki son anlarımı yaşıyorumdur.

O T U Z B İ R

Kalın ve düğümlü halatı yakalamak üzereyken heyecandan kalbim duracak gibi oluyor. Onu tuttuğum an, hayatım pahasına sarılıyorum. Mavnanın paslanmış dev gövdesinde tıpkı bir sarkaç gibi sallandıktan sonra, çarpışma için hazırlanıyorum.

Son hızla geminin gövdesine çarptığımda, kafamın yan tarafı, kaburgalarım ve omuzuma dayanılmaz bir acı saplanıyor. Çarpışmanın kuvveti neredeyse halatı bırakmama neden olacak kadar fazla. Birkaç metre aşağı kayıyorum ama gene de ellerim ondan ayrılmıyor.

Suyun içine doğru kaymamak için ayaklarımı da halata doluyorum. Mavna hızlanmaya başlıyor. Halatlardan birini yakalamayı başarmış olan Logan da birkaç metre ötemde sallanıyor.

Altımdaki dalgalı sular, mavna nehri yardıkça beyaz beyaz çalkalanıyorlar. Bir nehir için epey büyük olan akıntılar, bu koca mavnayı kaldırıp, indirecek kadar güçlüler.

Sağımda kalan Özgürlük Heykeli bizi yukardan izliyor. Enteresan bir şekilde sağlam kalabilmeyi başarmış. Onu bu şekilde görmek, bana ilham veriyor. Belki ben de onun gibi bu işten alnımın akıyla çıkarım.

Neyse ki Vali Adası en fazla bir dakika uzaklıkta. Bree ile birlikte sıcak yaz günlerinde oraya vapurla gider ve bu kadar yakın oluşuna inanamazdık. Fakat şu an bu durumdan gayet memnunum, çünkü bu şekilde daha uzun bir mesafeyi gidebileceğimi sanmıyorum. Donmak üzere olan ellerime batan ıslak halat, her anı bir mücadeleye çeviriyor. Buradan nasıl kurtulacağımı halen bilmiyorum. Mavnanın bu yanında tek bir merdiven bile yok ve adaya ulaştığımızda buradan çıkabilmenin tek yolu, kendimi suyun içine bırakmak olacak. Bunun da donarak ölümümle sonuçlanacağı kesin.

Logan'ın yavaşça yukarı doğru tırmandığını fark ediyorum. Dizlerini yukarı çekerek, kalın halatı ayaklarının iç tarafıyla sıkıca tuttuktan sonra, bacaklarıyla kendini yukarıya doğru çektiği dahice bir tırmanma yöntemi geliştirmiş.

Aynısını ben de deniyorum. Dizlerimi kaldırdıktan sonra, ayaklarımın içini düğümlerden birine kenetlediğimde, botlarımın tam oturduğunu sevinçle görüyorum. Ardından bacaklarımı düz bir hale getirerek, kendimi bir karış yukarıya çekiyorum. Sahiden işe yarıyor. Art arda aynı hareketi yaparak, bir dakika içinde halatın en tepesine ulaşmayı başarıyorum. Elini aşağı uzatmış, beni bekleyen Logan'ın elini tutuyorum ve beni hızlıca yukarıya çekiyor.

Metal bir konteynerin arkasına sığınıp, gizlice etrafı gözlüyoruz. Tam önümüzde, sırtları bize dönük olan, makinalı tüfekli iki nöbetçi var. Bir düzine genç kızı, mavnaya indirilmiş uzun bir rampadan aşağı doğru ilerletiyorlar. İçimi öfkeyle dolduran bu görüntü karşısında onlara hemen saldırmak istiyorum. Fakat kendime hakim olup, doğru anı beklemeliyim. Onları şu an öldürmek anlık bir tatmin sağlasa bile, bunu yaparsam Bree'yi bir daha asla göremem.

Grup hareket etmeye başlayınca her yeri saran zincir şakırtılarının gürültüsü, her biri rampadan inip de, adaya ayak basana kadar devam ediyor. Tekne tamamen boşaldığı zaman Logan'la birbirimize onayı verdikten sonra, mavnanın kenarlarından, rampaya doğru ilerliyoruz. Rampadan aşağı doğru inmeye başladığımızda, diğerlerinin epey bir gerisindeyiz. Şansımıza, tek bir kişi bile dönüp de arkasına bakmıyor.

Birkaç saniye içinde karaya ulaşıyoruz. Karın içinde hızla ilerleyerek, küçük bir binanın arkasına saklanarak, kızların nereye götürüldüğünü görmeye çalışıyoruz. Köle avcıları, bir açıkhava tiyatrosuyla, hapishanenin birleşmesinden oluşmuş gibi duran, tuğladan yapılma geniş ve yuvarlak bir binaya doğru ilerliyorlar. Yapının etrafı tamamen demir parmaklıklarla örtülü.

Her yirmi metrede, görünmemek için bir ağacın arkasına

saklanarak ve bu şekilde bir ağaçtan, diğer bir ağaca koşarak, köle avcılarını takip ediyoruz. Belki ihtiyacım olabilir diye elimi silahımın üzerine koyuyorum. Logan da aynısını yapıyor. Bizi her an tespit edebilme ihtimallerine karşı hazırlıklı olmalıyız. İlk ateş eden biz olursak, tüm dikkatler üstümüze çevrilir. Fakat bunu yapmam gerekirse, önceden hazır olmak en iyisi.

Kızları binanın kapısından içeri soktuktan sonra, kendileri de karanlıkta kayboluyorlar.

Logan'la aynı anda yerimizden fırlayıp, peşlerinden içeriye koşuyoruz.

Gözlerimin karanlığa alışması biraz vakit alıyor. Sağımda kalan bir grup köle avcısı, kızları koridordan aşağı götürürken, solumdaki koridorda bir köle avcısı tek başına yürüyor. Logan'la birbirimizin gözünden geçenleri okuduktan sonra, tek bir kelime dahi etmeden, koridorda kendi başına gezinen köle avcısının peşine takılıyoruz.

Hemen birkaç metre arkasında, sessizce ilerlerken, bir yandan da fırsat kolluyoruz. Geniş, demir bir kapının önünde durarak, cebinden çıkardığı anahtarları kapının kilidine sokuyor. Anahtarlardan çıkan tıngırtılar, koridor boyunca yankılanıyor. Ben harekete geçemeden, elinde bıçağıyla yerinden fırlayan Logan, köle avcısının kafasını geriye doğru çekip, tek bir harekette adamın boğazını kesiyor. Yere devrilen köle avcısının boynundan her tarafa kanlar fışkırıyor. Toprağın altına yollanacak başka bir et yığını daha.

Halen kapının üzerindeki anahtarları çevirerek, ağır kapıyı geriye çekiyorum ve önce Logan, ardından ben içeri giriyoruz.

İçi küçük hücrelerle dolu, yarım daire şeklinde, dar ve uzun bir koğuştayız. Koğuş boyunca ilerleyerek, her tarafa bakarak, dehşet içindeki küçük kızların, boş suratlarını teker teker inceliyorum. Umutsuz gözlerle bana bakıyorlar. Sanki yıllardan beri buradaymış gibiler.

Kalbim güm güm atıyor. Çaresizce kız kardeşimi arıyorum. Sanki buralarda bir yerlerdeymiş gibi bir his var içimde. Ben hücrelerinin yanından geçerken, kızlar koşarak demir parmaklıkların arasından ellerini uzatıyorlar. Bizim köle avcıı olmadığımızın farkına varmış olmalılar.

"LÜTFEN!" diye ağlıyor biri. "Bana yardım edin!" "YALVARIRIM BENİ BURADAN ÇIKARIN!"

Kısa sürede bağırış ve yakarışlardan bir koro oluşuyor. Fazla dikkat çekici olan bu sesler, beni endişelendiriyor. Bu kızların her birine yardım etmek istesem bile, bunu yapmam imkansız. Şimdi değil. Önce Bree'yi bulmam gerek.

"BREE!" diye bağırıyorum umutsuzca.

Sabırsızlığımdan dolayı hücreleri daha hızlı kontrol etmeye başlıyorum.

"BREE? BENİ DUYABİLİYOR MUSUN? BENİM, BROOKE!

BREE? BURADA MISIN?"

Hücrelerin birinin yanından geçerken, kızlardan biri koluma yapışıyor.

"Onun nerede olduğunu biliyorum!" diyor.

Durup, ona bakıyorum. Onunda suratında da diğerlerininki gibi delirmiş bir ifade var.

"Beni buradan çıkarırsan, sana söylerim!" diyor.

Eğer onu hücreden çıkarırsam, dikkatleri üzerimize çekebilir. Fakat öte yandan da, Bree'yi bulmak için en iyi şansım bu kız.

Hücre numarasına baktıktan sonra, elimdeki anahtarların arasından uygun olanı arıyorum. Hücreyi açar açmaz, kız dışarı fırlıyor.

"BENİ DE KURTAR!" diye bağırıyor başka bir kız. "BENİ DE!"

Tüm kızlar bağırmaya başlıyor. Çıkardığım kızı omuzundan tutuyorum. "Bree nerede?" diye sertçe soruyorum. "Malikanede. Onu bu sabah götürdüler." "Ne malikanesi?"

"Oraya yeni kızları götürürler. Bozulmaları için." "Bozulmak m?" diye soruyorum dehşetle.

"Seks için." diyor. "İlk seferleri."

Bu kelimeleri duyar duymaz, kalbim sıkışıyor.

"Nerede? NEREDE BU MALİKANE?" diye öğrenmek istiyorum.

"Beni izleyin." dedikten sonra, koşmaya başlıyor.

Tam onu takip etmeye başlayacakken, birden duruyorum. "Bekle!" diyorum, bileğinden tutarak.

Bunu yapmamam gerektiğinin farkındayım. Doğrudan buradan çıkıp, Bree'yi kurtarma işine odaklanmam gerektiğini de biliyorum. Bunun için ne zamanımız olduğunu, ne de başkalarına yardım etmenin dikkatleri üzerimize çekerek, tüm planlarımızı alt üst etmekten başka bir işe yaramayacağının gayet farkındayım.

Fakat içimde bu duruma karşı bir öfke kabarıyor. Bu kızları burada böylece bırakmak düşüncesine katlanamıyorum.

O yüzden yapacağım şeyin yanlış olduğunu bildiğim halde, hücreden hücreye koşarak, bütün kilitleri açıyorum. Birer birer, hepsini serbest bırakıyorum. Hepsi kulakları sağır eden çılgıncasına bağırışlar atarak, etrafta koşturuyorlar.

Kurtardığım ilk kızın yanına dönüyorum. Şansıma, halen Logan'ın yanında duruyor.

Onu koridorlar boyunca takip ediyoruz. Birkaç dakika içinde insanın gözlerini kamaştıran gün ışığına tekrar çıkıyoruz.

Hep beraber çığlıklar atarak, özgürlüklerine koşan kızların

seslerini ardımızda duyabiliyorum. Askerler yakında peşimize takılacaktır. O yüzden biraz daha hızlanıyorum.

Takip ettiğimiz küçük kız durarak, bir avlunun diğer tarafını işaret ediyor.

"Orası!" diyor. "Şu bina! Hani kocaman olan. Suyun üzerindeki. Vali'nin Malikanesi. İşte o! Size iyi şanslar!" diye haykırdıktan sonra, geldiğimiz yöne doğru koşmaya başlıyor.

Yanımda Logan ile beraber binaya doğru son sürat koşuyorum.

Kalçalarıma kadar uzanan karlarla kaplı devasa bir bahçeden geçerken, gözüm bir yanda da köle avcılarını arıyor. Neyse ki, şu ana kadar peşimize takılan kimse yok.

Soğuk hava ciğerlerimi yakıyor. Bree'yi, onun seks için bir yere götürülüyor olduğunu ve benim zamanımda yetişemediğimi düşünüyorum. Fakat şu an ona o kadar yakınım ki, zarar görmesine izin veremem. Buna imkan yok. Hele ki tüm bu yaşananlardan sonra ve ona ulaşmama sadece birkaç metre kalmışken.

Soluklanmak için bile duracak zamanım yok. Ön kapıya tamamen tedbirsiz bir şekilde yaklaşıyorum. Durup, şöyle bir etrafıma bile bakmadan kapıyı tekmeliyorum.

Açılan kapıdan içeri hızla koşarak giriyorum. Nereye gittiğimi dair hiçbir fikrim yok, ama içimden bir his, göz ucuyla gördüğüm merdivenlerden yukarı çıkmamı söylüyor. Hiç düşünmeden merdivenleri çıkmaya başlıyorum. Logan ise tam arkamda.

Merdivenlerin sonuna geldiğimde, odaların birinden tam önüme, maskesiz bir köle avcısı fırlıyor. Şaşkın şaşkın bana bakarken, bir yandan da silahına uzanıyor.

Çoktan çekmiş olduğum silahımı, bir an bile düşünmeden kafasına dayayarak, tetiği çekiyorum. Bu kapalı alanda patlayan silahın sesi kulağı sağır ediyor.

Koridordan aşağı ilerleyerek, kendime rastgele bir oda seçiyorum. Attığım tekmeyle kırılan kapıdan içeri girdiğim zaman, yatağa zincirlenmiş bir kızın üzerindeki adamın görüntüsü karşısında dehşete düşürüyorum. Bu kız belki Bree olmayabilir, ancak gene de bu manzara midemi bulandırıyor. İki kaşının arasından vurduğum herifin kanı küçük kızın üzerine sıçrayınca, kız çığlıklar atmaya başlıyor. En azından artık adam ölü.

Koridora geri çıkarak, her birinde yatağa zincirlenmiş küçük bir kızla seks yapan bir adamın olduğu kapıları teker teker kırarak, açıyorum. Çılgına dönmüş bir halde tüm odalarda Bree'yi arıyorum.

Koridorun sonuna vardığımda, geriye sadece tek bir oda kalmış bulunuyor. Kapıyı kırdıktan sonra Logan'la beraber içeri girdiğimizde, donup kalıyorum.

Kocaman bir yatak neredeyse tüm odayı kaplıyor. Üzerindeki iri, şişman ve çıplak adam, yatağa bağlanmış küçük bir kızla seks yapıyor. Bilinci yerinde değilmiş gibi gözüken küçük kızı belki uyuşturmuş olabilirler. Bu adam önemli biri olmalı, çünkü hemen yanı başında bir köle avcısı nöbet bekliyor.

Şişman adama nişan alıyorum ve dönüp bana baktığı an, onu karnından vuruyorum. Domuz gibi sesler çıkararak, yere çakılıyor. Bu sefer kafasına nişan alıp, tekrar ateş ediyorum.

Ancak dikkatsiz davranıyorum. Göz ucuyla gördüğüm nöbetçi, silahını bana doğrultarak, ateş etmeye hazırlanıyor. İlk önce onu vurmayarak, çok büyük bir aptallık ettim.

Bir silah sesi duyunca, irkiliyorum.

Hala hayattayım, nöbetçi ise yerde yatıyor ve Logan, tabancasıyla adamın başında duruyor.

Odanın diğer ucunda, sandalyelerine bağlı iki tane kız var. Tamamen giyinik bir halde, korkudan titriyorlar. Büyük ihtimalle yatağa götürülecek bir sonraki kızlar onlardı. Kalbim yerinden fırlayacakmış gibi oluyor, çünkü içlerinden biri kız kardeşim, Bree.

Kocaman açılmış gözleriyle, dehşet içinde oturuyor. Ona henüz kimse elini süremeden yetişmeyi başardım. Birkaç dakika daha gecikseydim, tamamen o şişman adamın merhametine kalmış olacaktı

"Brooke!" diye bağırdıktan sonra, gözyaşlarına boğuluyor.

Hemen yanına koşup, ona sarılıyorum. Zincirlerinin olanak verdiği kadarıyla, o da bana sarılmaya çalışıp, omuzumda ağlıyor.

Ölen köle avcısının üzerinden anahtarları alan Logan, iki kızın da zincirlerini açıyor. Zincirlerinden kurtulan Bree, titreyen bedeniyle kollarımın arasına atlıyor. Sanki beni bir daha asla bırakmayacakmış gibi sarılıyor.

Benim de gözyaşlarım akmaya başlıyor. Onu bulabildiğime halen inanamıyorum.

"Senin için geri döneceğimi söylemiştim." diyorum.

Ona bu şekilde sonsuza dek sarılmak istesem de, bunun için zamanımız yok. Adadaki tüm köle avcıları birazdan burada olacaklardır.

Kucaklaşmayı bir yana bırakıp, elinden tutuyorum. "Gidelim." diyorum, kaçmaya hazırlanarak.

"Dur!" diye bağırıyor Bree. Dönüp, ona bakıyorum.

"Rose'u da yanımıza almalıyız!" diyor.

Bree'nin arkasındaki umutsuz ve kimsesiz görünen kız, bize doğru bakıyor. Garip bir şekilde Bree'yi andıran bir havası var; uzun siyah saçları ve büyük kahverengi gözleriyle, Bree'nin ikizi olduğunu sanabilirsiniz.

"Bree, üzgünüm ama bunu yapamayız. Bunun için zamanımız yok ve-"

"Rose benim arkadaşım!" diye bağırıyor. "Onu öylece bırakamayız. Bırakamayız işte!"

Rose'a baktığım zaman, içim acıyor. Logan bu durumu onaylamasa bile, kararın bana ait olduğunu belirten bir bakış atıyor.

Rose'u da yanımıza almak bizi yavaşlatacaktır. Ayrıca doyurulması gereken ağız sayısını da arttıracak. Ancak Bree'nin ilk defa bir şey için böyle ısrar ettiğini görüyorum. Hem Rose çok tatlı bir kızmış gibide görünüyor ve bana Bree'yi hatırlatıyor. Ayrıca ikisinin şimdiden ne kadar iyi arkadaş olduklarını görebiliyorum. O yüzden onu da yanımıza almamız lazım.

Hata yapıyor olduğumu bilsem de, yine de gelmesine izin veriyorum.

Halen yatağa bağlı olan baygın durumdaki kızın yanına giderek, iplerini kesiyorum. Serbest kalan kol ve bacakları, yatağın üzerine düşüyorlar. Halen ilacın etkisinde olup olmadığını bilmiyorum. Baygın ya da ölmüş olabilir. Fakat en azından artık özgür.

Odadan çıktığımız zaman, bize doğru gelen iki nöbetçiyle karşılaşıyoruz. Silahlarını davranıyorlar, ancak onlardan daha hızlı olan ben, bir tanesini başından vuruyorum. Diğeriyle ise Logan ilgileniyor. Silahların patlamasıyla, küçük kızlar çığlıklar atıyorlar.

Kızların ellerinden tutarak, hızla merdivenlerden aşağıya iniyoruz. Birkaç saniye içinde, tekrar karların arasındayız. Bahçenin diğer tarafından bize yaklaşan nöbetçiler, üzerimize ateş açmaya başlıyor. Umarım her tarafımız sarılmadan önce bu adadan kaçmanın bir yolunu bulabiliriz.

O T U Z İ K İ

Telaş içinde bizi buradan kurtaracak bir yol arıyorum. Binebileceğimiz tek bir araç bile yok. Fakat birden gözüme deniz kenarında duran bir şey takılıyor. Vali'nin malikanesinin yanında, kendisi için ayrılan küçük bir iskeleye yanaşmış halde duran lüks bir sürat teknesi. Bu adayı pis işleri için kullanan ayrıcalıklı birkaç kişi tarafından kullanıldığına şüphem yok.

"Şu tarafa!" diyorum, işaret ederek.

Logan da tekneyi fark edince, hep beraber deniz kenarına koşmaya başlıyoruz.

En az altı kişiyi alabilecek kadar geniş olan bu güzel tekneye varıyoruz. Suyun içinde sertçe inip kalkan bu harika alet, aşırı güçlü bir motora sahipmiş gibi görünüyor. İçimden

bir ses bunun, o şişko ve çıplak adama ait olduğunu söylüyor. Umarım öyledir.

Tekne o kadar çok sallanıyor ki, Bree ve Rose'un kendi başlarına binmeye çalışmasını istemiyorum. Ben Bree'yi, Logan da Rose'u kaldırarak, tekneye yerleştiriyoruz.

"Halatı kes!" diyor Logan.

Tekneyi tahta bir direğe bağlayan halatın yanına giderek, bıçağımla bağlantıyı kesiyorum. Logan'da teknenin uzaklaşmaması için iskeleye tutunuyor. Bana uzattığı elini tutarak, tekneye biniyorum. En az bir düzine köle avcısı bize yaklaşmak üzereler. Aramızdaki yirmi metreyi hızla kapatıyorlar.

"Onlarla ben ilgilenirim, sen dümeni kontrol et." diyor Logan.

Hızla sürücü koltuğuna geçiyorum. Daha önce onlarca kere tekne sürmüşümdür. Logan bizi iskeleden ittikten sonra, teknenin arkasına geçerek, yaklaşan köle avcılarının üzerine ateş açıyor. Siper almak zorunda kalan adamlar, bize ayrılmamız için zaman kazandırıyor.

Kontak anahtarının olmadığını görünce içimi bir umutsuzluk kaplıyor. Önce ön paneli, ardından koltukların üzerini telaşla arıyorum. Eğer burada değillerse, o zaman ne yapacağız?

Köle avcıları neredeyse bize ulaşmak üzereler.

"SÜR!" diye bağırıyor Logan, silah seslerini bastıran sesiyle.

İçimde bir umutla aradığım torpido gözünde nihayet anahtarları bulabiliyorum. Hızla kontağa takarak, motoru çalıştırıyorum. Siyah egzoz dumanı her yanı sarıyor ve gaz göstergesi deponun tam dolu olduğunu gösteriyor.

Gaza basmamla beraber arkaya savrulmam bir oluyor. Arkamdan gelen seslere dönüp baktığımda, Bree, Logan ve Rose'un yerde yattıklarını görüyorum. Sanırım gaza basma konusunu biraz fazla abarttım, neyse ki tekneden düşen kimse yok.

Köle avcılarından kurtulabildiğimiz için de şanslı sayılırız. Tekneye ulaşmalarına ramak kala motoru çalıştırabildim. Bize ateş ediyor olsalar da, gaza bastığım zaman herkesi yere yıktığım için kurşunları üzerimizden geçip gidiyorlar. Bunlardan biri tahta ön panele saplanırken, diğeri de yan aynasını götürüyor.

Logan kızlara, "SAKIN AYAĞA KALKMAYIN!" diye bağırıyor.

Sırtını teknenin kenarına dayayan Logan, yerinden fırlayarak iskeleye doğru ateş açıyor. Dikiz aynasından, vurulan birkaç köle avcısını görebiliyorum.

Gazı sonuna kadar kökleyerek, motorun sınırlarını zorluyorum ve birkaç saniye bile geçmeden adadan epey uzaklaşıp, silahlarının menzilinden çıkıyoruz. İskele üzerinde çaresizce bizim uzaklaşmamızı izleyen köle avcıları, artık sadece ufuktaki birer noktadan ibaretler.

* * *

Nehrin iyice içerlerine doğru ilerlerken, iki yakadan da uzakta kalıp, kanalın tam ortasından giderek, şehirden iyice uzaklaşmam gerektiğinin farkındayım. Ancak içimden bir ses durmam gerektiğini söylüyor. Ben'i arkamda bu kadar kolayca bırakamam. Ya biraz geç de olsa, limana ulaşmayı başardıysa?

Onu öylece bırakamam. Orada olması düşük bir ihtimal bile olsa, bunu bilmem, kendi gözlerimle görmem gerek.

O yüzden nehir yukarı çıkmak yerine, tekneyi karşı kıyıya, yani limana doğru çeviriyorum. Birkaç dakika geçmeden Manhattan'ın kıyısına yaklaşmaya başlıyoruz. Bizi bekliyor olabilecek olası tehditleri düşününce, kalbim hızla atmaya başlıyor. Kim bilir, belki iyi silahlanmış birkaç köle avcısı ateş açmak için bizim görünmemizi bekliyordur.

Yanlış yöne gittiğimi fark eden Logan, sinirlenerek yanıma geliyor.

"Nereye gidiyorsun sen?" diye bağırıyor. "Şehre geri dönüyorsun!"

"Ayrılmadan önce." diyorum, "Görmem gereken bir şey var."

"Neyi göreceksin?"

"Ben." diye cevaplıyorum. "Orada olabilir" Somurtuyor.

"Bu çılgınlık!" diyor. "Bizi arı kovanına geri götürerek, hepimizi tehlikeye atıyorsun. Zamanında orada olsaydı!"

"Emin olmam gerek." diye bağırıyorum. Kimsenin beni kararımdan vazgeçirmesine imkan yok. Bazı huylarımın anneme çok benzediğinin farkındayım.

Bana öfkelenen Logan, asık bir suratla yanımdan ayrılıyor. Doğrusu onu suçlayamam. Ancak bunu yapmam lazım. Biliyorum ki eğer bu tekneyi kullanan kişi Ben olsaydı, o da benim için aynısını yapardı.

Birkaç saniye içinde liman görüş alanımıza giriyor. Limanla aramızda yüz metre kaldığında, orada tek başına duran birini gördüğümden emin oluyorum. Kafasını suya çevirmiş olan bu kişiye dikkatli bakınca, nefesim kesiliyor.

Ben.

Buna inanamıyorum. Sahiden de orada ve hayatta. Dizlerini bile geçen karın içinde titreyerek bekliyor. Tek başına olduğunu anladığım zaman içimi bir hüzün kaplıyor. Bu kardeşini kurtaramadığı anlamına geliyor.

Ben'in suratındaki kederli ifade görebileceğim kadar limana yaklaşıyoruz. Limanın ilerisindeki bir karavandan çıkan köle avcılarının, iskeleye doğru harekete geçtiklerini görüyorum. Fazla vaktimiz yok.

Tekneyi yavaşlatıp, iskeleye yaklaştırıyorum; bizi bekleyen Ben, iskelenin ucunda doğru koşmaya başlıyor. Dalgaların güçlü şekilde salladığı tekneye Ben'in nasıl binmeyi başaracağını merak ediyorum. En az üç metrelik bir atlayış yapması gerekecek. Tekneye bakan Ben'in korku dolu gözlerinden, onun da aynı şeyi düşünüyor olduğu anlaşılıyor.

"Atlama!" diye bağırıyor Logan. "Tekne tepetaklak olabilir!"

Yerine çakılan Ben, dehşetle Logan'a bakıyor.

Logan ona ne yapması gerektiğini anlatıyor, "El ve dizlerinin üzerine çöküp arkanı dön, sonrada kendini aşağı sarkıt. İskelenin kenarını sıkıca tut ve sonrada kendini bırak. Ben seni tutarım."

Logan'ın talimatlarına uyan Ben, kendini yavaşça iskelenin kenarından sarkıtmaya başlıyor. Logan'ın hakkını vermek lazım, çünkü yapacağını söylediği gibi kollarını uzatıyor ve Ben'i tutarak, tekneye indiriyor. Aramızdaki mesafeyi elli metreye indiren köle avcılarından kıl payı kurtuluyoruz.

Logan, "SÜR ŞUNU!" diye bağırıyor."

Gazı sonuna kadar köklüyorum ve nehrin üst kısımlarına doğru uçar gibi yol alıyoruz. Köle avcılarının silahlarından çıkarak tekneyi sıyıran kurşunlar, etrafa sular sıçratarak suyun dibini boyluyorlar. Tek dizinin üzerine çöken Logan da ateş etmeye başlıyor.

Neyse ki, hızımız sayesinde onlardan kurtularak, birkaç saniye içinde kıyıdan oldukça uzaklaşıp, atış menzillerinden çıkıyoruz. Rotayı kuzeye, evimize doğru çeviriyorum.

En sonunda bizi durdurabilecek hiçbir şey yok. Artık, özgürüz.

* * *

Hızla Doğu Nehri'nden geçerken yakından görme şansını yakaladığımız köprü enkazlarının oluşturduğu manzara karşısında insanın nutku tutuluyor. Brooklyn Köprüsü'nün sudan fırlayan paslanmış kalıntıları, sanki tarih öncesi bir yapıya aitmişler gibi görünüyor. Sanki sudan fırlayan bir gökdelen gibi yukarılara doğru uzanıyorlar. Altından geçerken kendimi bir cüce gibi hissediyorum ve merak ediyorum, acaba bunların herhangi biri gün tekrar inşa edilecek mi?

Biraz ilerimizde ise kuyruğu sudan çıkmış olan bombardıman uçağı yer alıyor. Onunla aramızdaki mesafeyi korumaya çalışıyorum. Bu dondurucu suların içinde bizi bekleyen bir bombanın olmadığını kim söyleyebilir ki? Şansımı zorlamak istemem.

Kısa bir süre sonra ise Manhattan ve Williamsburg köprülerinin yanından geçiyoruz. Bu korkunç manzaralardan bir an önce uzaklaşmak için gaza basıyorum.

Roosevelt Adası'nın yanından geçerken, onun da diğer her yer gibi çorak bir toprak parçasından ibaret olduğunu görüyorum. Buradan sola döndüğüm zaman 59. Cadde Köprüsü'nün de adayı Manhattan'a bağlayan tramvay yoluyla beraber çökmüş olduğunu görüyorum. Paslanmış tramvay, koca bir şamandıra gibi suyun içinde inip çıkıyor. Kanal bu noktada biraz daraldığı için, daha dikkatli olmalıyım.

Nehir boyunca karşılaştığımız tek şey olan yıkımın izlerini, Harlem Nehri'ne varana kadar hızla geçiyoruz. Burası geçtiğimiz diğer yerlere göre çok daha dar. İki tarafımızda da kara

bizden en fazla elli metre kadar uzakta. Bu kısmı geçerken epey bir geriliyorum. Bir yandan da kıyılardan ayırmadığım gözlerim, bizi bekliyor olabilecek bir tuzağın izlerini arıyor.

Fakat ortalık sakin gibi. Belki de fazla paranoyak davranıyorumdur. Eğer köle avcıları peşimize araçlarla takılacaklarsa, ki bundan şüphem yok, önce aramızdaki bir saat mesafeyi kapatmaları gerekecek. Bir de etraftaki karları göz önüne alırsak, bu süre uzayabilir de. Onlar bize yetişemeden Hudson Nehri'ni aşmış olacağımızı umut ediyorum.

Manhattan ve Bronx arasında bir yılan gibi uzanan Harlem Nehri, bizi en sonunda Hudson Nehri'nin engin sularına ulaştırıyor. Eğer bir karşılaştırma yapmak gerekirse, Hudson'ın genişliği neredeyse on futbol sahasına eşit. Bu yüzden kendimi bir nehirde değil de, okyanustaymış gibi hissediyorum. En sonunda biraz rahatlayabiliyorum. En sonunda bildiğim bir nehirdeyiz ve eve dönüyoruz.

Dümeni sağa kırıp, evimiz olan Catskills'e doğru döndürüyorum. İki saat geçmeden orada oluruz.

Tabii aslında eve dönmek gibi bir planım yok. Köle avcıları nerede yaşadığımızı bildiği için bu aptalca olurdu. Fakat eve uğrayıp, Sasha'ya gömmeyi ve ona veda etmeyi istiyorum. Bundan daha uzun süre kalma niyetinde değilim. Rotamızın, gidebildiğimiz kadar kuzeyde bir yer olmasına istiyorum.

Dağın tepesinde bulduğum o taş kulübe aklıma geldiğinde, orada yaşamayı ne kadar çok istemiş olduğumu hüzünle hatırlıyorum. Belki ilerde bir gün orası evimiz olabilir. Fakat

şimdi değil. Eski evimize çok yakın olması, orayı tehlikeli kılıyor. İşlerin biraz yatışmasını beklemeliyiz. Hem ayrıca artık beş kişiyiz. Doyuracak beş ağız. Hepimizin barınabileceği bir yer bulmamız lazım.

Kuzeye doğru çıktıkça, üzerimdeki stres kayboluyor. Boyun ve omuzlarımdaki gerginliğin yavaşça kalktığını hissedebiliyorum. Uzun zamandan sonra ilk defa rahat bir nefes alıyorum. Başımıza gelen onca şeyin üstesinden gelebildik. Bunu nasıl başarabildiğimizi aklım almıyor. Halen vücudumda ağrıyan ve sızlayan yerler olsa da, şu an bunların hiçbir önemi yok. Bree'nin güvende olduğunu bilmek her şeye bedel ve tabii tekrar bir arada olmamız da.

Biraz da teknedeki diğerlerinin durumunu görmek istiyorum. Bizi şehirden uzaklaştırmaya o kadar yoğunlaşmıştım ki, onların ne durumda olduğuna bakmayı unutmuşum. Önce yanımda oturan Logan'a bakıyorum. Kendinden gayet mennun bir şekilde, yolcu koltuğunda etrafı izliyor. Diğerlerine bakmak için arkamı dönüyorum. Her biri düşüncelere dalmış, etraflarını izliyor.

Logan'ın omuzuna hafifçe vuruyorum. Bana dönüyor. "Bir süre dümeni alabilir misin?" diye soruyorum.

Bana yardım edecek olmaktan memnun bir şekilde hızla yerinden kalkıyor ve koltuk değiştiriyoruz.

Teknenin arka tarafına geçiyorum. Hem Bree hem de Ben ile kardeşinin başına neler geldiğini öğrenmek için konuşmaya can atıyorum. Suratında hiçbir ifade olmayan Ben, boş gözlerle suya bakıyor. Suratına kazınmış keder ifadesi, onu sanki bir gecede on yıl yaşlanmış gibi gösteriyor. Başına gelen felaketi ve kardeşinin kurtaramamaktan duyduğu vicdan azabını ancak tahmin edebilirim. Onun yerinde olsam başıma gelen bu felakete dayanamazdım sanırım. O yüzden onu takdir etmekten başka yapabileceğim bir şey yok.

Onunla konuşacağım, fakat önce Bree ile ilgilenmem lazım. Arka koltuğa geçip, yanına oturuyorum. Beni görünce gözleri aydınlanıyor. Kollarını belime doluyor ve uzun bir süre böyle kalıyoruz. Beni bırakmak istemediğini, belime sıkıca dolanan kollarından anlayabiliyorum.

Ayrıldığımız zaman, gözlerinden aşağı yaşlar süzülüyor. "O kadar çok korkmuştum ki." diyor.

"Biliyorum hayatım." diyorum. "Çok üzgünüm."

"Artık evimize dönüyoruz, değil mi?" diye soruyor umut dolu gözleriyle.

Ev. Ne komik bir kelime. Artık bana bir şey ifade edip etmediğinden emin değilim. Bir zamanlar anlamının Manhattan, daha sonra ise dağlar olduğunu düşünmüştüm. Bu iki yerinde artık benim için bir manası olmadığını biliyorum. Artık evim, başka bir yer olacak. Daha önce bulunmadığımız bir yer.

"Kendimize yeni bir ev bulacağız, Bree." diyorum. "Eskisinden bile daha iyi bir yer olacak."

"Rose da bizimle gelebilir mi?" diye soruyor.

Bree'nin hemen arkasında oturan Rose'un umut dolu gözlerle bana baktığını görüyorum. Çoktan bir elmanın ayrılmaz iki yarısı olmuşlar bile.

"Tabii ki" diyorum. "Artık o da ailenin bir parçası sayılır."

Возрастное ограничение:
16+
Дата выхода на Литрес:
09 сентября 2019
Объем:
293 стр. 6 иллюстраций
ISBN:
9781632912138
Правообладатель:
Lukeman Literary Management Ltd
Формат скачивания:
epub, fb2, fb3, ios.epub, pdf, txt, zip

С этой книгой читают