Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Sahan Külbastısı», страница 2

Шрифт:

İNSAFSIZ

Yorgun, Yoğurtçu Kahvesi’nde oturuyorduk. Arkadaşlar birer vesile ile dağıldılar ve beni Besim Bey’le yalnız bıraktılar.

Bu zat ile çok tanışırız, selamlaşırız ancak hiç böyle baş başa kalıp da görüşememiştik. Doğrusu, görüşmeyi de arzu ederdim çünkü her vakit, her yerde tesadüf olunur insanlardan değildi. Kocaman bir kafa, küçücük, cılız bir vücut; incecik bacaklar, buruşuk, esmer ve daima pudralı bir yüz tasavvur ediniz. Nasıl olur? Sonra şıklığını, zarafet iptilasını da ilave ediniz. İnsan değil, karikatür!

Kuşdili, Yoğurtçu, bu zatın gece gündüz dolaştığı yerlerdi. Ancak kimseye yan baktığı yahut takip ettiği veya söz attığı da işitilmemiştir.

Ben onu açmak ve söyletmek isterken bilmem nasıl oldu da o bana, Ali Bey’in kızlarını tanıyıp tanımadığımı sordu. “Tanımıyorum.” diye cevap verince âdeta hayret ediyormuş gibi göründü.

“Monşer.”18 dedi. “Burada oturup da onları tanımamak olur mu?”

Evet, tanısam elbette daha iyi olur. Ancak ne çare ki tanımıyordum.

“Siz!” dedi. “Tesadüf ederseniz dikkat ediniz. Hele ortancalarına iyi bakınız. Sonra ben size maceramızı anlatırım.”

Merak ettim.

“Nasıl, ne gibi macera?” dedim.

“İki genç arasında macera nasıl olur?” dedi. “Aşk macerası.”

“Hımmm.”

Besim Bey, dudaklarında zayıf bir tebessümle, Fener’e doğru dalgın baktı; sonra aşk macerasını anlatmaya başladı.

“Monşer.” dedi. “Herkes gibi ben de tanırdım. Hiçbir hususiyetim, hiçbir aşinalığım yoktu. Vâkıâ, güzel şeyler şüphesiz. Ancak, doğrusu kalben de öyle bir alaka, bir muhabbet hissetmiyordum. Sonra bir gün baktım, ortanca bana bakıp gülüyor. Derhâl anladım, benimle tanışmak istiyor. Lakin anlamazlığa vurdum, hiç renk vermedim. O, ısrar etti. Nerede görse bana bakıyor. Ben de nerede görsem hiç görmemiş gibi sert sert yürüyüp geçiyorum. Mutlaka arkamdan ‘Amma çelik kalpli genç!’ demiştir.”

Besim Bey, benden tasdik bekler gibi durdu, ben ne söyleyeceğimi şaşırmıştım. Onun sıska vücuduna, eğri bacaklarına bakıyordum.

O, iri kafasını bir tarafa çarpıtmış, maymun gözü gibi birbirine yakın ufacık kara gözleriyle yüzüme bakıyor ve iri dudaklarını kıpırdatıyordu. Ben sustum, o sözünde devam etti:

“Bir gün baktım, Fener kalabalık. Geziyorum. Bunlar! Arabada geçtiler. Birini arar gibi etrafa bakındılar, ben anladım. Biraz beni görse selam verecek. Selamını alsan bir bela gelecek, kan dökülecek, hiç umurumda değildir. Elim de gayet ağırdır. Birine bir tane vuracak olsam, mutlaka bir yerini kırarım. Bunları da düşündüm, hesap ettim. Hayır. Hissiz bir taş parçası gibi, sanki hiç bilmiyor, hiç tanımıyormuşum gibi durmak lazım!

Anladım, o gün bana fena hâlde içerledi. Ancak haksız. Orada delikanlı yalnız ben değilim ya! Sevmiyorum! İstemiyorum! Sen de başkasına bak! Hayır, ille ben, ille ben!

Bir-iki hafta sonra baktım: Kız zayıflıyor, bozuluyor! Yüreğim sızladı. Lakin bir taraftan da düşündüm. Yook. Metanet! Biraz zaaf göstersem ayak bağı olacak.

Evlerinin önünden geçerim. Ne zaman geçsem hissederim, pancurun arkasındadır. Hiç o tarafa bile bakmam. Metîn, yürür, giderim!

Monşer, bu kadınlar tuhaftır. Kız, bana inat olacak diye, bir genç ile gezmeye başladı. Genci bana gösterip de beni kıskandıracak güya! Alık değilim ya elbette anlarım. Ama hiç aldırmam. Azizim, iş nihayet o derece inada bindi ki kız tuttu, bana rağmen o delikanlıya vardı!

Elbette bunun itirafı bana acıdır çünkü bir kız benim için kendini feda ediyor. Kolay değil! Ancak bir taraftan da düşündüm, bu aşk oyunudur; metîn olaydı da galip geleydi. Şimdi ise ben galip geldim, ona acımakta da mana yok!

Ben doğrusu o cihetten kendi tabiatımı çok beğenirim. Kim olursa olsun, bir defa inat ettim mi… Geçmiş ola. Kendini öldürse para etmez! İşte bir tanesi de Hıfzı Bey’in gelini. Her akşam çıkar, balkonda oturur. Kimse işin farkında değil. Kadın açıktan açığa bana balta oluyor. Öyle de bir kadın ki dünyadan korkusu yok. Bir gün sokakta yakama yapışacak diye korkuyorum. Ne yaparsın, metanetten başka çaresi yok!”

Besim Bey, endişenâk19 tavırla bir lahza sustu, uzaklara baktı. Sonra devam ederek:

“Ve azizim.” dedi. “Doğrusu ben anlamam; bir kadın yüz veriyor diye bir erkek hemen metanetini kaybetti mi bence hiç. Ama macera olacakmış, varsın olsun!

Bu Hıfzı Bey’in gelini dediğim, bir gün çayırdan geçiyorum, bir delikanlıya diyor ki ‘Fikir Tepesi’ne gidelim.’ Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla! Sözün kime olduğunu derhâl anladım. İnadıma o gün Moda’ya gittik. O zavallı delikanlıya da o gün hem acıdım hem güldüm. Kim bilir zavallı delikanlı Fikir Tepesi’ne giderek ne kadar beklemiştir!

Monşer, bu kadın o kadar çalıştı, o kadar gözümün içine baktı fakat yine benimle bir çift söz etmeye muvaffak olamadı. Nasıl bendeki metanet? Ve yalnız bu kadar da değil. Bir defa, bir tanesi benim bu inadım yüzünden intihara bile teşebbüs etti. Herkes bilir bu vakayı ama. Ancak iş güya tıbbiye talebesinden birini sevmiş de babası razı olmamış, o da onun için intihar etmek istemiş oldu. Herkes böyle bilir. Hâlbuki, işte şimdi size itiraf ediyorum, o benim yüzümdendir, hem burada maruf bir zatın da kızı var!

Doğrusu evvela ben bunun arkasına düştüm. Kız aldırmıyordu. Sonra tam o başladı, ben kaçtım. O zaman, monşer, görmeliydin kızın hâlini! Mücessem bir ateş kesildi. Beni gördükçe ifrit olurdu. Çünkü nerede görsem, hiç yüzüne bakmazdım. Nihayet bir gün kaldırdı kendisini denize attı. O zaman ben de pişman oldum. Pek çok vicdan azabı çektim. Ne ise kızı kurtardılar, bir tıbbiyeli bulup nikâh ettiler. İş örtbas oldu. Ben de tövbe ettim. Şimdi Çayır’da uzaktan görsem kaçıp gizleniyorum.”

***

Besim Bey’i bir buçuk saat kadar dinledim. Meğer onun binlerce maceraları varmış meğer bu Kadıköy’ün, Kalamış’ın, Fener’in, Kuşdili’nin güzel hanımları hep bu Besim Bey için Çayır’a veya balkona çıkıyorlar, buna inat için birtakım gençlere iltifat ediyorlar, bunun yüzünden intihar ve buna rağmen kocaya varıyorlar imiş!

Saştım.

AVRUPA

Bir gün yine birkaç genç, bir evde toplanmışlar, kadından, musikiden, şundan bundan bahsediyorlar ve bir sene evvel Avrupa’da tahsilden dönen Kazasker Nimetullah Efendi hafidi20 Münir Bey’in sabrını tüketiyorlardı. Korkuyordu ki yine söze karışıp Avrupa’dan bahsedecek olsa hepsi birden bağıracaklar ve diyeceklerdi ki, “Yok Münir! Avrupa kâfi! Bir senedir bıktık, usandık; kardeş, bırak da biraz rahat konuşalım!” Ve böyle de diyorlardı. Ancak insafları da yok; öyle şeylerden bahsediyorlardı ki susup oturmaya imkân yoktu. Fatih’te, Taş Tekneler’de, sabık21 Divanıhümayun Teşrifatçısı Mansur Bey’in konağında, kadından, musikiden, tiyatrodan bahsolunur mu? Karşıdaki mezarlığın koca kavuklu taşları bile adama gülerler. Dayanamadı, dedi ki:

“Monşer, ben Avrupa deyince hepiniz birden kızıp haykırıyorsunuz ve benimle alay ediyorsunuz; fakat sonra yine oturup öyle şeylerden bahsediyorsunuz ki Avrupa’da birkaç sene oturmuş değil a, bir kıyıcığından gelip geçmiş bir adamın bile sabır ve tahammül etmesine imkân yoktur. Hani ben de Avrupa’dan çok bahsediyorum, onun farkındayım lakin siz de öyle şeylerden dem vuruyorsunuz ki benim Avrupa onların yanında sıfır kalıyor. Eğer benim Avrupa’dan bahsedişimi istemez iseniz, siz de bunlardan bahsetmeyiniz, iftarlık Kayseri pastırmasından bahsediniz, benim de hiç, ne aklıma Avrupa gelir ne de bahsederim. Siz, oturup da musiki, tiyatro, sanatkâr dedikçe benim gözümde de hep gördüklerim, yaşadıklarım canlanıyor. O tiyatroları tekrar görüyorum. O musikiyi tekrar işitiyorum, o hayatı baştan başa tekrar yaşıyorum; hicran, yumruk gibi gelip boğazıma tıkanıyor. Babamın bana Adapazarı’ndan bir Çerkez kızı almaya uğraştığını düşünüyorum da taşıp dökülmemek, mümkün değil. Hem düşün, Monşer! Ben Paris gibi, Berlin gibi, Londra gibi büyükşehirlerde yaşadım. Fransa’nın ikinci derecede hatta belki de üçüncü derecede şehirlerinde bulundum. Bak anlatayım: Akşam olur, temiz bir tıraş, mum gibi yanan yakalığı, gömleği giyer, smokini arkanıza takar, yeni ütülü pantolonu, parlak ayakkabıları ayağınıza geçirir, şapkanızı, paltonuzu alır, çıkarsınız. Vakit varsa, hava güzelse yayan, olmazsa bir arabaya atlar, tiyatroya damlarsınız. Tiyatroda paltoyu, şapkayı alan hizmetçi yok mu, vallahi İstanbul halkının yüzde doksanından daha temiz giyinmiştir! Bir salona dâhil olursunuz, her köşede, her münasip yerde boy aynaları konulmuştur; insan meğer pek çirkin, pek iğrenç bir şey olmalıdır ki kendini bu aynada görüp de beğenmesin. Kendinize bir bakarsınız: Saçlarınız parlak, dümdüz, iki tarafa yatmış, sakal, bıyık yok. Çehrede bir taravet. Sonra, zarf ve mazrufun bir ahengi var ki insanı, kendi kendine sevdirir. Gider, yerinize oturursunuz. Etrafta bir hayat, bir güzellik, bir koku… Hele civarınıza bir güzel hanım tesadüf etmişse!.. Lakin ne kadar çirkin olsa kendini oraya yakıştırmaya çalışmış olduğunu görürsünüz. Muzıka başlar, perde kalkar. Hıncahınç dolu koca bir tiyatroda çıt yok. Faraza, bir opera oynanıyor, enfes bir hanım okuyor. Sanatkârda o dikkati, oyuna o riayeti görmeli. Nasıl çalışıyor! Hayret! Muhtelif musiki aletleriyle sanatkârlar arasında, musiki taksim edilmiş, intizam ve mükemmeliyeti canlı bir nokta. Fakat bu kadar güzelliğe, bu kadar gayret ve himmete rağmen halk beğenmemiş; tenkit ediyorlar, bir ufak nokta hoşa gitmemiş. Perde iner, herkes yerinden kalkar gibi olur, siz de localardan birinde tanıdığınız bir aileye tesadüf edersiniz. Hemen gider, selamlar, hulus çakarsınız.Terbiyeli, haddini bilir bir adamı nasıl zarafetle kabul eder nasıl yanlarında alıkoyar sonra izin vermeyi nasıl bilirler. Hem bunlar öyle kibar ve zengin ailelerden değil, orta hâlliler arasında bile, adi bir şey olmuştur. Kadınlar, meşrebinizi, yaşayışınızı derhâl sezerler ve size iltifat için öyle bir söz söylerler ki bunu ancak sizi taltif için söylediklerini bilseniz bile, memnun kalmamak kabil değildir. Herhangi bir şeyde mutedilane22 hareket edebildiniz mi, görürsünüz ki ona derhâl dikkat etmişler ve size ondan dolayı bir rütbe vermişlerdir. Faraza, biz orada talebeydik. Bir talebe çok tiyatroya gidemez. Bunun bir itidal tarafını buldunuz mu, anlarsınız ki tiyatroya gitmek zamanını bulmaktaki kemaliniz takdir olunmuş!

Olur a, arada oynayan hanımlardan birine de gönlünüzden bir teveccühünüz olur. Bir de bakarsın, bir arkadaşı zuhur eder ve zaman olur ki insanın sırrı münkeşif23 olur. Arkadaşınız da kulis tarafına süzülmenin yollarını öğrenmişlerdendir. Bizi götürür, takdim ederler! Görürsünüz ki bir oyuncu hanım arkasında, kemaline ve güzelliğine göre üç-beş ahbabı vardır; terbiyeli, zarif adamlar hele o sanatkâr hanımlar insanı öyle tanır ki… Sizi de ahbapları zümresine ithal için hemen bir ufak iltifat savurur. Ve ekseriya pek yerinde de bir söz söyler. Bizde biri böyle bir söze hedef olsa yapacak şeyi evvela ‘Karının bana gönlü var.’ hükmünü verip ve kafayı tutup ertesi akşam balta olmaktır. Bazen oralarda da böyle sergüzeştler olmaz değil ancak pek nadir şeyler. Herkes o hayat içinde yaşayacak, o hayatı idame ettirebilecek nezaketi iktisap etmiştir. Nizamsızlık, müsademe pek nadir hâlâtta24 olur! Bizde değil kadın hususunda azizim, Tünel’den bilet alırken bile kimse nöbete razı olmaz.

Tiyatrodan çıkarken sizi bir akşam kahvaltısına davet ederler. Yahut siz davet edersiniz. Hele biraz teklifsiz bir aile ile ahbap olmuş iseniz bu ‘supe’ler25 pek latif olur; ya bir temiz lokantaya gidersiniz yahut sokaktan ufak tefek soğuk şeyler alıp eve! Temiz bir sofra kurulur. Yemekler, içmekler sıralanır; dostane latifeler, sohbetler, bir samimiyet. İnsan yaşadığını hisseder. Sonra evli evine köylü köyüne.

Ertesi gün de pazardır, öğleye kadar tembellik edersiniz. Görürsünüz ki öğleden sonra, mektep arkadaşlarınızdan biri uğramış; kalkar, bir bahçeye, bir mesireye gidersiniz, tatlı tatlı konuşursunuz; daha ertesi gün de mektebe!

Mektep de mektep. O talebeyi de bir görmeli! Bizim, Tavukpazarı hanlarını, Gedikpaşa’da Rum evlerindeki pansiyonları, Aptullah Çavuş’un Kıraathanesi’ni, sonra ders namına okutulan şeyleri düşündükçe insan kahrından ölür, azizim! Avrupa’da her hoca, evvela okutacağı şey hakkında bir noktainazara sahip olmuştur! Okuturken görürsünüz ki her ne söylerse onları bir görüş üzerinde topluyor.

Ders, mevzubahis ilmin, bir noktainazara göre tavzifini göstermekten ibaret. Bizce henüz düşünülmemiş şeyler, orada ise tasnif olunmuş, yerli yerine konulmuş! Sonra, o muallimleri görmeli, o talebeyi görmeli, o derse hürmeti ve o vakarı görmeli! Bana, ilk gittiğim zaman bazı sualler soruyorlardı. Ben işin farkında değilim, atıyordum; sonra anladım ki sözlerini ilmin muayyen mikyaslarına vuruyorlar, yalan söylediğim, bizim memleket hakkında hiçbir şey bilmediğim zahir oluyormuş.”

Sabri Bey isminde bir genç sözü keserek dedi ki:

“Benim adım Sabri ancak ziyade sabredemeyeceğim. Azizim Münir Bey, söylediklerin hep doğru, güzel. Fakat ne yapalım, biz böyleyiz! Ben sizin fikirlerinizi anlamıyorum ki. Avrupalılar iyi, biz fena! Âla ancak ne yapmalı? Buna bir çare var mı? Bir çare var mı ki biz de iyi olalım. Hem bakalım, bu ilk fenalık sizin gördüğünüz gibi mi? Biz şarklıyız, onlar Garplı. Ortada koskoca iki âlem var. Onların iyilikleri bize uyar mı?”

Münir Bey, cevap vermekte acele ederek:

“Müsaade buyur.” dedi. “Ben de sizin bu şark ve garbınızı anlamıyorum ya! Ne sanki? Ortada Sedd-i Çin mi var? Hangi şark ve garptan bahsediyorsunuz? Ortada, yalnız terakki etmiş ve edememiş insanlar var.

Mesele yalnız bunu idrak edemeyip Avrupa’da doğan medeniyetten büsbütün ayrı bir medeniyet doğurabileceğinizi boş yere ümit edip durmaktadır. Terakki ettikçe hangi yoldan gidecekler, bugünkü kisvenizden hatta fikirlerinizin ekseriyetinden anlamak kabildir. Hele peder ve büyük valide merhumların fikirleriyle sizin efkârınızın bir mukayesesini yaparsanız nereye gitiğinizi pek güzel görürsünüz. Mesele bunu görüp kabul etmektedir. Bu sizin hareketlerinize lazım olan sürati verir. Eğer siz, ‘Belki bir Şark medeniyeti de doğabilir!’ diye mütereddit kalırsanız; sizi istila edecek medeniyetten biraz azap çekersiniz, nasıl ki bugüne kadar çektiniz! Mesele bence budur azizim.”

Bir diğer arkadaş söze karıştı:

“Yani.” dedi. “Münir Bey, nihayet sözü oraya getiriyorsun ki, ben başıma şapkayı giyeyim, karıyı da koltuğuma takıp tiyatroya götüreyim. Orada dostlar gelir, bizim hanıma iltifat ederlerse ona tahammül edeyim. Ben o haltı edemem, azizim; Avrupalı değil a, bilmem ne olsa para etmez. Biz alışmamışız. Medeniyetsiz isek de kusura bakma. Avrupalılar yapıyorlar, onların havsalaları geniş; biz ise böyle görmüşüz böyle gideceğiz. Asri olamayız.”

Münir, tekrar cevap verdi:

“Lakin Hilmi Bey.” dedi. “Mesele oradaki vekâyi sizi tekzip ediyor; oraya süratle gidiyorsunuz: Hani on beş sene evvelki uçkurlu çarşaflar? Bizim ev, kazasker evi olduğu hâlde kız kardeşim, hatta değil kız kardeşim, kazasker kızı olan validemin kıyafetine bir bak da yirmi sene evveli bir düşün!”

Hilmi Bey kani olmadı.

“Sen bakma. O, on beş ailedir!” dedi. “Bizim halkımız onlardan ibaret değil! Hem oluyorsa iyi bir şey yapılmış olmuyor ya!..”

Bir diğeri söze karıştı:

“Hakikat.” dedi. “Kadınlarımız pek rezil oldular. Nedir o kıyafetler, herkesin bir millî adabı var. Biz, bilmem ki… Günden güne beter oluyoruz. Avrupa yalnız dışarımıza geliyor. Azıcık da içimize gelse ve bize ilim ve fenni sirayet etse ne olur?”

Münir Bey, muttasıl:

“Dedim ya azizim.” dedi. “Hoşça sohbet için yemeklerden bahsedelim. Bu kafa ile bizde tiyatro, musiki olmaz!”

Sözde bir durgunluk oldu. Sanki bir dargınlık varmış gibi.

Ev sahibi dedi ki:

“Hele ben birer kahve daha söyleyeyim de…”

“Ya. Pek isabet olur!” dediler ve bahsi kahveye intikal ettirdiler.

ÇÖLDE

Güneş hayli yükseldi, sabahın serinliğine mukabil ovada boğucu bir sıcak dalgalanmaya başladı. Atlar sinekten tepiniyor, rahat yürüyemiyor, yaylı gittikçe yavaşlamaya, gittikçe ağırlaşmaya başlıyordu. Arabacı da artık uyukluyordu. Yolumuza çıkan Zincirli Han’a uğradık. Hemen arabadan atlayıp karanlık han odasına girdim.

Burada, vâkıâ küf kokusuna benzer ekşi bir koku var; insana bir başka hayat zevki veren hafif fakat nüfuz edici bir koku! Sanki ben üç yüz sene evvelki hayatı yaşıyormuş gibi oluyorum ve bundan nihayetsiz bir zevk duyuyorum. Fazla olarak bu karanlık izbede ovaların o cehennem sıcaklarına mukabil loş bir serinlik vardı.

Hancının kahvesi, çayı yokmuş.

“Pekâlâ! Ne var?” dedim.

“Hiçbir şey yok!” dedi.

Böyle de hancılık olur mu ya? Ne ise sıcaktan kurtulduğum, biraz serinlediğim de kârdır. Benim yanımda biraz şeker var fakat burada kullanmak istemiyorum. Peykede sırtımı duvara dayadım, gözlerimi kapadım. Bir müddet sakin oturdum fakat böyle hiçbir şey yapmayarak oturmaktan ise kızgın ovaların ateşi içinde yürümek daha hayırlı. Arabacı’ya söyledim:

“Burada çok kalmasak?..” dedim.

“Atlar yemini kestirsin, gideriz!” dedi.

Tekrar duvara dayanıp gözlerimi kapadım. Arabacı ile Hancı ahbap; kim bilir kaç defa birbirlerine tesadüf etmişler, konuşuyorlardı fakat söylediklerinin birçoklarını anlayamıyordum. Birisi Kayserili, diğeri Konyalı olsa gerekir. Kelimeleri çabuk çabuk söylüyorlar. Ne kadar dikkat etsem, üç-beş kelime içinde bir kelime olsun kaçıyor, bir alacak verecek meselesinden bahsediyorlar, arada bozulmuş bir pazarlık lakırtıları var, ikisi birbirine muhtelif havadisler veriyorlar. Bor’dan, Kayseri’den, Niğde’den, Ereğli’den, Aksaray’dan bahsediyorlar. Bu lakırtıları bitirdikten sonra benden bahse başladılar fakat seslerini alçaltmaya lüzum görmüyorlardı. Arabacı, benim kim olduğumu, nereden gelip nereye gittiğimi bildiği kadar anlattı ve tuhaftır bir hayli malumat verdi; hâlbuki ben ona hiç kendimden bahsetmemiş idim. Ve kendisini bana karşı pek lakayıt gibi görüyordum. Merak ettim, acaba benim kim olduğumu nasıl öğrenmiş dedim. İnsanın kendisini anlatması ne kadar güç ve huyunu saklaması da ne kadar müşküldür. Arabacı’nın beni bildiğine hem taaccüp ettim hem de biraz sıkıldım. Bu adamlar nazarında âdeta küçülüyordum. Bana hiç ehemmiyet vermiyorlar, benden korkmuyorlar. Hele, bu Hancı eşkıya gibi bir herif eğer iki-üç yüz sene evvel gelseydi, mutlaka buralarda istiklal ilan ederdi. Feleğe boyun eğmez, cihana ehemmiyet vermez bir herif. Kendi âleminde çok vakalar görüp geçirmiş; çok belalar, felaketler atlatmış bir adama benziyor. Vâkıâ bizim Arabacı’nın da ondan kalır yeri yok. Genç bir oğlan ama gözleri kan çanağı gibi, insana taş kovuğundan yırtıcı bir kuş bakar gibi bakıyor. Bunlar ikisi bir olup da burada beni öldürseler, sonra bu düz, bu cehennem gibi yanan ovaların bir köşesine gömseler, ne olur? Hiç! Bu han, ağustosun kızgın güneşi ile otları yanmış, düz bir ovanın ortasında dünyanın sanki bir bucağı! Fakat acaba niçin öldürmüyorlar? Ve nasıl oluyor da biz, emniyet edip bu ıssız çöllerin ortasından böyle insana benzer heriflerle geçip gidebiliyoruz?

Düşündükçe evham zihnimi kaplıyordu; âdeta korkmaya başladım, sanki gözlerimi açsam o korkunç Hancı’nın bıçağını göğsümde bulacağımı zannediyordum. Arabacı ile Hancı, ocağın önünde konuşmakta devam ediyorlardı. Biri diğerine, bir arabacının çalınan atlarını, Tarsus’ta tutulduğunu hikâye ediyordu.

Bu nihayetsiz çöllerin ortasında, bu Hancı, nasıl dayanıp yaşıyor? Biz dört-beş saatlik yol geldik, ne bir insana ne uzaktan bir köye olsun tesadüf ettik. Şimdi biz çekilip gidince kim bilir ne kadar zaman için bu han yolcusuz, bu Hancı yalnız kalacak. Kışın buz deryalarına dönen bu ıssız ovaların ortasında, yazın cehennemden eser gibi sıcak rüzgârlarla kavrulan bu beyabanda26 insan yalnız kudurur, hayvanlaşır. Düşündükçe zihnime fenalıklar geliyor. Arabacı’dan sordum:

“Daha atlar yemlerini kestirmediler mi?” dedim.

“Hinçik, hinçik!” dedi ve dışarı çıktı. Ben de çıktım, Hancı da arkadan bizi takip etti. Bu han, duvarları yıkılmış, damları çökmüş bir harabe idi. Ortasındaki avlu eskiden taş döşemeliymiş; fakat bozulmuş, yürünemez bir hâle gelmiş. Kapının önünde bir kuyu vardı. Bir uzun ağacı mancınık gibi yapmışlar, bu kuyudan su çekiyorlar. Arabacı, beygirlerini getirdi, suladı. Sonra söverek, vurarak arabayı koştu.

Bunlar beygir değil, âdeta iki iskelet! Biz nasıl oluyor da merhamet etmiyoruz, bunlara kendimizi taşıtıyoruz? Bunlar hatta belki hastadır. Böğürleri çökmüş, kemikleri fırlamış, ayakları eğrilmiş, kulakları düşmüş, dudakları sarkmış, gazetelerde yaptıkları at karikatürlerine benziyor. Yayan yürümek kendini bu biçarelere sürükletmekten elbette ehvendir. Arabacı’ya söyledim:

“Bunlar.” dedim. “Bir gün yolda yıkılıp kalacaklar!”

O, arabasını koşmakta devam ederek:

“İyisi bize yaramaz.” diye cevap verdi ve biraz durduktan sonra ilave etti: “Yiğit atı görünce bizim elimizde korlar mı?” Hancı da bizi dinliyordu. O, benim sualim ile hiç alakadar olmayarak atın birinin çeki kayışlarını geçirmeye yardım etti ve hayvanın kurumuş sağrısına bir tokat vurarak:

“Bu İrecep’ten aldığın at değil mi?” diye sordu ve ilave ederek “Buna ne olmuş? Arıklamış!” dedi. Arabacı yanında getirdiği kovayı kuyudan doldurdu. Tekerleklere su döktü ve Hancı’ya cevap vererek:

“Aslında yufkadır!” dedi.

Araba koşulmuştu, handan çıktık, tekrar kızgın güneş altında yürümeye başladık. Havada ara sıra girdaplar oluyor ve direk gibi bir toz sütunu kırların yüzünden koşarak yükseliyor ve yerden bir kuş kalksa ufacık bir toz bulutu beraber kalkıyordu.

Ben, zihnen hep Hancıy’la meşguldüm; Arabacı’dan sordum:

“Buralarda hiç köy yok mudur?”

“Vardır.” dedi. “Dehaa! Orada Kurt, onun böğründe Alkalı.” Gösterdiği taraflara baktım, düz ova. Bomboş. Hatta belki bir tümsek bile görünmüyor.

“Köy görünmüyor!” dedim. O da baktı ve hiçbir cevap vermedi.

“Buralarda hiç yol kesip adam soydukları olmaz mı?” diye sordum.

“Geçen yıl asker kaçakları vardı ya birini Mut’ta vurdular.” dedi.

“Ya öteki?” dedim.

“O, kim bilir…” dedi. “Ne yana gitti…”

“Mut’takini kim vurdu?”

“Kim vurduğu belli olmadı.” dedi. “Geçen yıl bu Hancı’nın avradını dağa kaldırdılardı. Hancı onları Yüzbaşı’ya haber vermiş, onlar da herifin avradını dağa kaldırdılar.”

“Ee, sonra ne oldu?”

“Hiç. Karıyı parçalamışlar.”

Biraz evvel kendisinden nefret ettiğim Hancı’ya acıdım.

Bu kırlarda yaşamak ne müthiş bir şey. Karısını dağa kaldırıp parçalamışlar! Hancı hâlâ orada yaşıyor. Bir gün gelip kendisini de parçalasalar…

Şimdi bu ateş gibi yanan düz ova benim gözüme karanlık, ormanlı dereler gibi korkunç görünüyordu. Birdenbire uzakta Hasan Dağı’nın dibinde tatlı bir serap gördüm. Durgun bir su gibi görünüyordu.

Suyun boyunca uzanmış ağacın arasında, sanki büyükçe bir köy yahut şehir vardı. Acaba dünyada hiçbir göl bu kadar güzel midir? Hiçbir şehir bu kadar güzel olur mu? Ağaçlar ve şehrin gölgesi suya ne güzel aksediyordu. Şüphesiz tabiat, insanları bu ıssız çöllerden çıkarmak için ufuklarında böyle tatlı seraplar icat ediyor diye düşündüm.

Acaba Arabacı serabı biliyor mu diye merak ettim.

“Bu görünen göl neresidir?” diye sordum.

“Göl yoktur! Öyle görünür!” diye cevap verdi.

“Gölü görmüyor musun?” dedim. “ ‘Göl yoktur.’ olur mu?”

“Göl yoktur!” diye tekrar etti. “Öyle görünür.”

Anladım, daha ziyadesini o da bilmiyor, merak da etmiyordu. Sustum. Serabı seyretmeye başladım. Bu defa Arabacı söze başladı ve asker kaçaklarının bir defa kendisini nasıl yoldan çevirdiklerini, dövdüklerini, “Parayı çıkar!” diye bıçak batırdıklarını, sonra nasıl çırılçıplak soyduklarını ve sonra da ekmeğini alıp kendini bıraktıklarını anlattı.

“Ee, atlarını almadılar mı?” dedim.

“Atları n’edecekler?” dedi.

“Üstüne biner giderler!”

“Benim atlar yaramazdı!” dedi. “Arıktı. Başlarına bela mı alacaklar?”

“Ee, sen şimdi korkmaz mısın?” dedim. “Bak, bıçak batırmışlar, dövmüşler!”

“Ne korkayım!” dedi. “Dövdüler, koyup gittiler. Kaymeleri bulamadılar ya.”

“Vay, sende kayme de mi var? Onları nereye saklamıştın?”

“Sakladım.” dedi. Fakat yerini söylemedi.

“Ee… Seni kesseydiler, ne yapardın?”

“Kessin, yine de demezdim.” diye güldü ve atlarını kamçılayarak “Ben adama para mı veririm?” dedi. “Gebertse de vermem!”

Ben ise böyle bir vakaya tesadüf etsem canıma dokunmasınlar, bana eziyet etmesinler diye evvela paraları çıkarır ortaya dökerim. Bu fikrimi Arabacı’ya da söyledim.

“Ahh…” dedi. “Öldüreceği varsa parayı alır, yine de öldürür.”

“Ee, bir daha önüne çıkarlarsa diye korkmaz mısın?

“Korkup ne göreyim!” dedi.

Düşündüm, haklı. Sustum.

Aramızda bir daha lakırtı olmadı. Arabacı uyuklamaya hazırlanıyordu. Benim de gözlerim kapanıyor, yaylının içinde uzandım. Yattığım yerden serabı seyreder, düşünürken uyumuşum. Rüya mı görüyorum yoksa kabus mu basmıştı bilmem, bana haydutlar bizi basmışlar gibi geldi. Arabanın içinde bağırarak uyandım. Arabacı’yı da korkutmuştum. Dehşetle, bir müddet birbirimizin yüzüne baktık. Bor bahçelerinin içinden geçiyorduk. İki tarafta kerpiç duvarlar arasında ağaçlar uzanıyordu ve latif bir akşam serinliği ortalığı kaplamıştı. O cehennem ateşleri saçan ovayı geçtiğimize memnun oldum.

18.Monşer: Azizim, dostum anlamında kullanılan bir seslenme sözü.
19.Endişenâk: Endişeli.
20.Hafit: Erkek torun.
21.Sabık: Geçen, önceki.
22.Mutedilane: Orta hâllice, ne çok hızlı ne de çok yavaş olmadan.
23.Münkeşif: Açığa çıkmış.
24.Hâlât: Hâller.
25.Supe: Akşam yemeği.
26.Beyaban: Çöl.

Бесплатный фрагмент закончился.

178,09 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
11 июля 2023
ISBN:
978-625-6862-68-5
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают