Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Teröristler», страница 4

Шрифт:

Aynı anda boşaldılar ve bugünlük bu kadardı.

Rhea gardırobu karıştırıp içinden lila rengi uzun, yün bir kazak çıkardı, en sevdiği kıyafeti buydu ve onu Tule Caddesi’ndeki evde bırakması, kimliğinden vazgeçmesi kadar zoruna gidiyordu. Daha kazağı giymeden yemekten bahsetmeye başlamıştı.

“Bir ya da üç ya da beş tane sıcak sandviçe ne dersin? Gerekli tüm malzemeleri aldım; jambon, ezme, hayatında tadacağın en nefis Jarlsberg peyniri.”

“Kesin öyledir,” dedi Martin Beck. Cam kenarında dikiliyor, polis arabalarının kurt gibi ulumasını dinliyordu, çok net duyulabiliyordu sesleri, hâlbuki Martin Beck kalabalıktan uzak bir noktada oturuyordu.

“Beş dakikada hazır olur,” dedi Rhea.

Her bir araya gelişlerinde hep aynısı oluyordu. Rhea hemen acıkıyordu. Bazen o kadar acıkıyordu ki çırılçıplak hâlde mutfağa koşup yemek yapmaya başlıyordu. Bir de sıcak yemeği tercih edişi işini pek de kolaylaştırmıyordu.

Martin Beck’in öyle sorunları yoktu. Karısından ayrılır ayrılmaz, mide sorunları sona ermişti. Mide sıkıntısının kökeni karısının yanlış yemek pişirmesi miydi, yoksa psikosomatik nedenler mi bilmiyordu. Ancak Martin Beck açlığını kolayca giderirdi, özellikle mesaideyken ya da Rhea’dan uzaktayken, iki peynirli sandviç ve bir iki bardak süt yeterdi.

Ancak Rhea’nın sıcak, açık sandviçlerine karşı koymak çok zordu. Martin Beck üç tane yedi ve iki şişe Hof içti. Rhea yedi tane gömdü, yarım şişe kırmızı şarap içti. On beş dakika sonra tekrar buzdolabını karıştıracak kadar açtı.

“Kalacak mısın?” diye sordu Martin Beck.

“Evet lütfen,” dedi Rhea. “Öyle bir güne benziyor.”

“Nasıl bir güne?”

“Bize uyan bir güne tabii.”

“Ah, öyle bir güne.”

“İsveç Bayrak Günü’nü kutlayacaktık mesela. Kral’ın isim gününü de. Uyandığımız zaman yapacak orijinal bir şey bulmalıyız.”

“Ah. Onu hallederiz.”

Rhea tekli koltuğa kıvrıldı. Çoğu insan bu garip pozisyonda ve garip uzun kazağın içinde onu komik bulurdu. Ancak Martin Beck öyle düşünmüyordu. Bir süre sonra uykuya dalmış gibiydi ama şöyle dedi; “Sen üstüme atlamadan önce ne diyecektim, şimdi hatırladım.”

“Neymiş?”

“Şu kız, Rebecka Lind, ona ne olacak?”

“Hiçbir şey. Serbest bırakıldı.”

“Bazen gerçekten salakça konuşuyorsun. Serbest bırakıldığını ben de biliyorum. Soru şu, şimdi kıza ne olacak? Kendine bakabilir mi?”

“Ah, bakar bence. En az akranları kadar duygusuz ve pasif biri. Duruşmaya gelince…”

“Evet, duruşma. Bundan ne öğrendi? Herhâlde hiçbir şey yapmamış olsan da gözaltına alınmanın ve hapsi boylamanın mümkün olduğunu görmüştür.” Rhea kaşlarını çattı. “O kız için endişeleniyorum. Hiç anlamadığın bir toplumun içinde yaşamını idame ettirmek çok zor, sistem sana yabancı.”

“Anladığım kadarıyla o Amerikalı çocuğun rahatı yerinde ve gerçekten kıza bakmak istiyor.”

“Belki de yapamıyor,” dedi Rhea başını iki yana sallayarak.

Martin Beck bir süre ona sessizce baktı ve, “Sana karşı çıkmak isterdim ama o kızı görünce ben de endişelendim. Ama gerçek şu ki maalesef elimizden ona yardımcı olmak için pek bir şey gelmez. Elbette özel olarak ona para yardımı yapabiliriz ama öyle bir yardımı kabul edeceğini sanmıyorum. Neyse, zaten benim verecek param da yok,” dedi.

Rhea bir süre ensesini kaşıdı. “Haklısın,” dedi. “Bence de hayır kabul edecek bir tipe benzemiyor. Hatta sosyal yardım ofisine bile kendi isteğiyle gitmemiştir. Belki işe girmeye çalışır ama asla bulamaz.” Esnedi. “Daha fazla düşünecek enerjim yok,” dedi. “Ama bir şey kesin görünüyor. Rebecka Lind hiçbir zaman bu ülkenin önemli bir vatandaşı olmayacak.”

Orada yanılıyordu. Çok geçmeden uyuyakaldı.

Martin Beck mutfağa gitti, bulaşıkları yıkayıp ortalığı topladı. Rhea uyandığında hâlâ mutfaktaydı, kadının televizyonu açtığını duydu. Rhea kendi evine televizyon almamaya karar vermişti, tahminen çocukların iyiliği için ama Martin Beck’in televizyonunu seyretmeyi seviyordu. Martin Beck ona seslendiğini duydu, yaptığı işi bırakıp diğer odaya gitti.

“Özel haber bülteni çıktı,” dedi.

Rhea asıl başını kaçırmıştı ama konu açıktı. Haber spikerinin sesi ağırbaşlı ve çok ciddiydi.

“…suikast saraya varılmadan önce gerçekleşti. Sokağın altına yerleştirilen çok kuvvetli bir patlayıcı tam kortej geçtiği sırada patlatıldı. Başkan ve kurşungeçirmez aracın içindeki diğer görevliler olay yerinde can verirken vücutları paramparça oldu. Araba yakındaki bir binaya fırladı. Patlamanın etkisiyle başka ölenler de oldu, çoğu güvenlik görevlileri ve o alandaki sivillerden oluşuyordu. Şehir polisinin şefi, ölü sayısının on altı olduğunu duyurdu ama son rakamlar daha yüksek olacağa benziyor. Aynı zamanda bu ziyaret için alınan güvenlik önlemlerinin, ülke tarihindeki en kapsamlı önlemler olduğunu belirtti. Suikasttan hemen sonra Fransa’dan yapılan bir yayında uluslararası terör örgütü ULAG’ın bu eylemin sorumluluğunu üstlendiği açıklandı.”

Haber spikeri telefon ahizesini kaldırıp birkaç saniye dinledi, sonra şöyle dedi; “Şimdi uydudan alınan görüntüleri ve bir Amerikan televizyon şirketinin, trajik şekilde sonlanan bu devlet ziyareti esnasında çektiği görüntüleri izleyeceğiz.”

Yayın kalitesi çok düşüktü ancak yine de mide bulandırıcıydı, hiç gösterilmemesi daha iyiydi.

Önce Başkan’ın uçağının havalimanına inişi ve ardından bu asil beyefendinin çıkışı, karşılama komitesine şaşkın şaşkın el sallayışı çekilmişti. Arkasından hevessizce merasim kıtasını süzüyordu ve ev sahiplerini yüzünde sahte bir gülüşle selamlıyordu. Ardından kortejden birkaç görüntü geliyordu. Güvenlik önlemleri son derece iç rahatlatıcı görünüyordu.

Derken yayının can alıcı noktası. Televizyon şirketi görünüşe göre son derece stratejik ve talihli bir noktaya bir kameraman yerleştirmişti. Adam yirmi metre daha yakında olsaydı, herhâlde şu anda hayatta olmazdı. Öte yandan, eğer yirmi metre uzakta olsaydı, gösterecek bir görüntü olmazdı. Her şey çok hızlı yaşanmıştı; önce dev bir duman bulutu yükseliyordu, içinde arabalar, hayvanlar ve insanlar parçalanarak havaya karışıyordu, ardından bir atom bombasından çıkan mantar bulutuymuş gibi yükselen bulutun içine çekilip kayboluyorlardı. Ardından kameraman çevreyi çekiyordu, çok güzeldi; akan bir çeşme, palmiye ağaçları dikilmiş geniş bir cadde vardı. Arkasından bir zamanlar bir araba olan bir metal yığını ve kısa süre önce sapasağlam bir insan olan ama şimdi tamamen bambaşka olmuş bir şeyin görüntüsü geliyordu.

Görüntüler boyunca muhabir, sadece Amerikalı muhabirlerin başarabildiği o hevesli, nefes nefese konuşmayla olayları hiç durmadan anlatarak yorumluyordu. Sanki, büyük bir zevkle, dünyanın sonuna şahit olmuştu.

“Of Tanrım,” dedi Rhea, yüzünü sandalyenin minderine gömerek. “Ne kadar berbat, iğrenç bir dünyada yaşıyoruz.”

Ancak Martin Beck için durum bir nebze daha zor olacaktı.

İsveç haber spikeri tekrar ekrana çıktı. “Az önce öğrendiğimiz kadarıyla İsveç polisinin, suikast yerinde özel bir gözlemcisi bulunuyordu: Stockholm’deki Şiddet Suçları Şubesi’nden Komiser Gunvald Larsson.”

Ekrana Gunvald Larsson’un zekâ engelli gibi göründüğü bir fotoğrafı geldi ve ismi her zamanki gibi yanlış telaffuz edilmişti.

“Maalesef şu anda Komiser Larsson’a ne olduğuna dair bir haber alınamadı. Buradaki haberimize son verirken ajans haberlerine geçiyoruz.”

“Kahretsin,” dedi Martin Beck. “Kahretsin.”

“Ne oldu?” diye sordu Rhea.

“Gunvald. Nerede bir bok olsa, o tam orada oluyor.”

“Onu hiç sevmediğini sanıyordum.”

“Ama seviyorum. Çok sık dile getirmesem de.”

“Düşündüklerini söylemelisin,” dedi Rhea. “Hadi gel, yatalım artık.”

Yirmi dakika sonra, Martin Beck yanağı Rhea’nın omzunda uyuyakalmıştı.

Rhea’nın omzu uyuştu, sonra da kolu. Kıpırdamadı, sadece karanlıkta öylece yatıp onu sevdiğini düşündü.

5

Stockholm Merkez İstasyonu’ndan kalkan gecenin son banliyö treni Rotebro’da durup bir yolcuyu indirdi.

Koyu mavi kot ceket, siyah spor ayakkabı giymiş adam platformda hızlı hızlı yürüdü, merdivenlerden indi ve istasyonun parlak ışıklarını arkasında bırakırken yavaşladı. Banliyönün eski villaların olduğu kısmında yavaş yavaş yürümeye devam etti. Çitleri, alçak duvarları, bahçelerin etrafındaki düzgün budanmış çalıları geçti. Hava soğuk ama durgundu ve mis gibi kokuyordu.

Gecenin en karanlık vaktiydi fakat yaz gün dönümüne iki hafta vardı ve bu haziran ayında gökyüzü, tepesinde koyu mavi bir kubbe varmış gibiydi.

Yolun iki tarafındaki evler karanlık ve sessizdi, duyulan tek ses adamın lastik ayakkabılarının kaldırıma sürtmesiydi. Adam tren yolculuğu boyunca gergin ve huzursuzdu ama şimdi sakin ve dingindi, düşünceleri kendince oradan oraya savruluyordu. Elmer Diktonius’ın bir şiiri aklından geçti, kafiyesi adımlarıyla uyumluydu.

 
Dikkatli yürü yolda
Sayma adımını asla
Korku öldürür yoksa
 

Zaman zaman kendi de şiir yazmaya çalışmış, pek becerememişti ama adam şiir okumayı severdi ve sevdiği şairlerin şiirlerini de ezbere bilirdi.

Yürürken eliyle kot ceketinin sağ kolunun içine soktuğu, otuz santim uzunluğundaki sağlam demir çubuğu sapasağlam sıkarak tuttu.

Adam Holmbodavägen’de karşıdan karşıya geçip sıra evlerden oluşan sokağa yaklaşırken hareketleri daha dikkatli ve tetikteydi. Şu ana değin kimse çıkmamıştı karşısına ve hedefine ulaşmasına çok az kala da kimseyle karşılaşmamayı umuyordu. Burada kendini daha bir dımdızlak ortada hissetti, bahçeler evlerin arka kısmındaydı ve evlerin önüyle kaldırımın arasındaki daracık alanda biten bitkiler çiçeklerden ibaretti, çalılar ve çitler onu gizleyemeyecek kadar alçaktı.

Yolun bir tarafındaki evler sarıya boyalıydı, karşı kaldırımdakilerse kırmızıya. Tek fark bu gibiydi; bunun haricinde hepsinin dış cephesi tıpatıp aynıydı, iki katlı, mansard çatılı ahşap evlerdi bunlar. Evlerin aralarında sanki evleri hem bağlamak hem de ayırmak için yapılmış garajlar ya da alet kulübeleri vardı.

Adam bu sıra evlerin en sonundaki eve doğru gidiyordu, bu evden sonra binalar biterken tarlalar, çayırlar başlıyordu. Köşedeki evlerden birinin garajının üstüne sessizce ve hızlıca çıktı, gözleriyle sıra evleri ve yolu taradı. Ortalıkta kimsecikler yoktu.

Garajın kapısı yoktu, içeride araba da yoktu, sadece girişin hemen içinde bir duvara dayanmış bir kadın bisikleti ve onun karşısında bir çöp kovası vardı. Saklanacağı yere önceden karar vermişti ve bunun kadar iyisini bulmak çok zor olurdu.

Paketleme kasalarıyla duvarın arasında kalan alan dardı ama adamın içine sığışabileceği kadar alan vardı. Adam kasaların arkasına kıvrıldı, bu kasalar da ham çamdan yapılmıştı ve yaklaşık tabut büyüklüğündeydiler. Tamamen gizlendiğini düşününce kolunun içindeki demir çubuğu çıkardı. Nemli, soğuk betona yüzüstü uzandı, yüzünü kolunun kıvrımına gömdü. Sağ elinde demir çubuk vücut ısısı nedeniyle hâlâ sıcaktı. Şimdi tek yapması gereken, dışarıdaki yaz gecesi aydınlanırken beklemekti.

* * *

Kuşların cıvıltısıyla uyandı. Dizüstü doğrulup kol saatine baktı. Saat neredeyse dört buçuktu. Güneş doğmaya başlamıştı; dört saat daha beklemeliydi.

Saat altıya yaklaşırken evden sesler gelmeye başladı. Zayıf ve belirsiz seslerdi ve kasaların arkasındaki adam kulağını duvara bastırıp bu sesleri dinlemek istedi ama yoldan geçen biri görür diye cesaret edemedi. İki sandığın arasındaki daracık yarıktan yolun ve karşıdaki evin bir kısmını görebiliyordu. Bir araba geçti, adam kısa süre sonra yakında bir motorun çalıştığını duydu, bir araba daha geçti.

Saat altı buçukta duvarın diğer tarafından yaklaşan adım seslerini duydu; tahta sabo giymiş birisi yürüyordu sanki. Gümleyen ayak sesleri defalarca azalıp yok oldu ve geri geldi, sonunda kalın bir kadın sesi gayet net bir şekilde şöyle dedi; “Hoşça kal öyleyse. Ben gidiyorum. Beni bu akşam arayacak mısın?”

Adam cevabı duyamadı ama ön kapının açılıp kapandığını duydu. Gözleri kasaların ortasındaki yarıkta, çıtını çıkarmadan durdu.

Sabo giymiş kadın garaja girdi. Adam onu göremiyordu ama bisikletinin kilidini açarken çıkan tıkırtıyı, sonra ana yola çıkan çakıl taşlı yoldaki çıtır çıtır gidiş sesini duydu. Kadın, bisikletiyle uzaklaşırken saklanan adamın tek gördüğü, kadının pantolonunun beyaz, saçlarının uzun ve siyah olduğuydu.

Adam yolun karşı tarafındaki evi gözleriyle taradı. Görüş mesafesinde olan tek evin perdeleri ve panjurları kapalıydı. Adam sol koluyla demir çubuğu ceketinin altına sokuşturdu ve kasaların arkasındaki korunaklı yerinden üç adım uzaklaştı, bir kulağını duvara dayayıp dinledi, gözleri dışarıdaki yoldaydı. Önce hiçbir şey duyamadı ama sonra ayak seslerinin üst kata doğru çıkıp kaybolduğunu duydu.

Yol boştu. Uzaklardan bir köpeğin havladığını ve bir dizel motorun çalıştığını duydu ancak yakın civarda her şey sessiz ve hareketsizdi. Adam ceketinin iç cebine burup koyduğu eldivenlerini taktı, garaj duvarından hızlıca öne sıvıştı, köşeyi döndü ve verandanın ön kapısının kolunu aşağı çekti.

Tam tahmin ettiği üzere kapı kilitli değildi.

Kapıyı aralık bıraktı, üst kattaki ayak seslerini duydu, yolun hâlâ boş olduğunu son bir bakışla teyit ettikten sonra gizlice içeri girdi.

Verandanın fayansı, holdeki parke zeminden bir adım daha alçaktı ve adam orada durup sağa, holün ortasından geniş oturma odasına baktı. Evdeki eşyaların düzenini biliyordu zaten. Sağ tarafta üç kapı vardı ve ortadaki açık olan kapının ardında mutfak vardı. Banyo, holün solundaki kapının arkasındaydı. Sonra üst kata çıkan merdivenler geliyordu. Onların devamında da evin arka tarafındaki bahçeye bakan ve adamın göremediği oturma odası vardı.

Sol tarafında bir sürü mont asılıydı ve altındaki fayans zeminde lastik botlar, sandaletler ve ayakkabılar duruyordu. Adamın tam dimdik karşısında, veranda kapısının tam karşısında bir kapı daha vardı. Adam kapıyı açtı, içeri girdi ve sessizce kapıyı kapattı.

Kendini kiler ve malzeme odası gibi bir yerde buldu. Merkezi ısıtma sisteminin kazanı buradaydı. Çamaşır makinesi ve kurutma makinesi, termosifon ünitesinin altında, bir duvara sıralanmıştı. Diğer duvarda ise kocaman iki dolap ve bir çalışma tezgâhı vardı. Adam dolapların içine baktı. Birinde bir kayak pantolonu ve ceketi, koyun postu bir palto ve az kullanılan ya da yaz mevsiminde kaldırılmış başka kıyafetler duruyordu. Diğer dolaptaysa birkaç rulo duvar kâğıdı ve kocaman bir kutu beyaz boya vardı.

Yukarıdan gelen sesler durdu. Adam demir çubuğu sağ elinde tutarak kapıyı aralayıp içeriyi dinlemeye koyuldu.

Birdenbire merdivenlerden gelen ayak seslerini duyunca adam aceleyle kapıyı kapattı fakat kulağını tahta kapı panele yaslayarak beklemeye devam etti. Burada ayak sesleri o kadar net duyulamıyordu, muhtemelen dışarıdaki kişi yalınayak ya da çoraplı gezdiği içindi.

Mutfaktan bir tıkırtı geldi, sanki bir sos tenceresi yere düşmüştü.

Sessizlik oldu.

Derken ayak sesleri yaklaşınca adam demir çubuğu daha sıkı kavradı. Fakat banyonun kapısının açılıp kapandığını ve tuvalette akan su sesini duyunca elini gevşetti. Kapıyı tekrar aralayıp dışarı baktı. Akan su sesinin yanında birinin dişlerini fırçalarken şarkı söylemeye çalışıp çıkardığı tuhaf sesleri duydu. Arkasından ağız çalkalama, boğaz gargarası ve tükürme sesleri geldi. Sonra şarkı tekrar başladı, artık daha net ve daha tizdi. En az yirmi beş yıldır duymamasına ve son derece detone söylenmesine rağmen adam bu şarkıyı tanıdı. Galiba şarkının adı ‘Marsey’deki Kız’dı.

“…ama karanlık bir gecede, ay ışığı altında Akdeniz’de, ölü yatıyordum bir sokak arasında, eski limanda…” Banyodaki kişi duşu açarken duyulan sözler bunlardı.

Adam bulunduğu odadan çıkıp yarı açık banyo kapısından içeri parmak ucunda girdi. Su sesi şarkıyı bastırmıyordu, şimdi homurtular, oflama ve ıslıklarla karışıktı.

Demir çubuklu adam banyonun içine baktı. Adamın kürek kemiklerinin arasında yastık gibi sarkan yağ tabakasına, kızaran sırta ve bel olması gereken yere baktı. Sarkık popoya, çukur çukur olmuş uyluklara ve dizlerle yamuk yumuk baldırların üstündeki şişkin damarlara baktı. Kalın enseye ve kafatasına baktı, incecik siyah saç tellerinin ortasında pembe pembeydi. Bakmaya devam ederken ve küvette dikilen adama doğru adım adım yaklaşırken içi nefret ve kinle doldu. Silahını kaldırıp tüm nefretiyle adamın kafatasını tek darbeyle yardı.

Şişman adamın ayakları kaygan küvette arkaya doğru savrulurken adam yüzüstü yere kapaklandı, vücudu lap diye yığılmadan önce başı küvetin kenarına çarptı.

Katil eğilip musluğu kapattı ve kanla beyin parçacıklarının suyun içinde birbirine karışıp ölü adamın baş ayak parmağının yarı kapattığı oluktan aşağı inişini izledi. Midesi bulanarak bir havlu alıp silahını sildi, havluyu cesedin kafasının üstüne fırlattı, demir çubuğu ceketinin ıslak kolunun içine soktu. Sonra banyo kapısını kapatıp oturma odasına geçti, bahçenin cam kapılarını açtı, buradaki çimenlik alan bu bölgeyi çevreleyen geniş arazinin hemen başında bitiyordu.

Adam karşı taraftaki ormana ulaşana kadar, açık arazide uzun bir mesafe yürüdü. Araziyi çaprazlama geçen, üstünden çok yürünmüş bir patika vardı, adam bu yolu takip etmeye başladı. Daha ileride, zemin ekiliydi ve yeni filizlenen tohumlar yeşeriyordu. Adam arkasını dönüp bakmadı ama sol gözünün ucuyla, eğik çatılı ve parlak pencereli evleri hissedebiliyordu. Her bir pencere ona soğuk soğuk bakan bir gözdü sanki.

Kalın çalılarla çevrili kayalık bir yamaca yaklaşırken patikadan saptı. Ağaçların arasında gözden kaybolmadan ve her yerine batan akdiken çalılarının arasından geçmeden önce demir çubuğu kolunun içinden kayınca demir çubuk, birbirine karışmış ayrık otlarının arasında kayboldu.

* * *

Martin Beck evde tek başına oturuyordu, Longtitude dergisini karıştırıyor ve Rhea’nın plaklarından birini dinliyordu. Rhea ile müzik zevkleri aynı değildi ama ikisi de Nannie Porres seviyordu ve plaklarını sık sık çalarlardı.

Akşam saat sekize çeyrek vardı. Martin Beck erkenden yatmayı düşünüyordu. Rhea okulda çocuğunun veli toplantısına katılmıştı ve zaten bu sabah güzelce İsveç Bayrak Günü’nü kutlamışlardı.

I Thought About You’nun ortasında telefon çaldı ama Martin Beck, arayanın Rhea olamayacağını bildiğinden cevaplamak için hiç acele etmedi. Arayan Märsta bölgesinin başkomiseri Pärsson’du, yani bazılarının deyimiyle Märs-ta-Pärsta. Martin Beck bu takma adı çocukça bulurdu ve o adamı hep Märsta’daki Pärsson olarak görürdü.

“Önce nöbetçi memuru aradım,” dedi Pärsson, “seni evden aramanın sorun olmayacağını düşündü. Rotebro’da bir vakamız var, cinayet olduğu çok belli. Başının arkasına sert bir cisimle aldığı ağır darbeyle adamın kafatası kırılmış.”

“Nerede ve ne zaman bulunmuş?”

“Tennisvägen’deki sıra evlerden birinde. Adamın metresi olduğunu düşündüğümüz ev sahibesi saat beşte döndüğünde onu küvette ölü bulmuş. Sabah altı buçukta evden çıktığında adam hayattaymış, kadın öyle dedi.”

“Sen ne zamandır oradasın?”

“Kadın bizi saat beş buçukta aradı,” dedi Pärsson. “Biz de hemen hemen iki saat önce buraya geldik.”

Bir saniye durup devam etti. “Kendi başımıza da halledebileceğimiz bir dosya diye düşünüyorum ama sana hemen haber vermek doğru olur diye düşündüm. Bu evrede soruşturmanın ne kadar karmaşık olacağına karar vermek zor. Kullanılan silah olay yerinde bulunamadı.”

“Yani bizim gelip el atmamızı mı istiyorsun?” dedi Martin Beck.

“Şu anda bir dosya üzerinde çalıştığını bilseydim, şu noktada seni hiç rahatsız etmezdim. Ancak tavsiyeni almak istedim ve genellikle sıcağı sıcağına inceleme yapmayı sevdiğini duydum.”

Pärsson biraz tereddütte gibiydi. Bütün üst rütbeli memurlara hayrandı ve Martin Beck de onlardan biriydi fakat en çok da onun profesyonel becerilerine saygı duyuyordu.

“Tabii ki,” dedi Martin Beck. “Haklısın. Beni böyle erkenden aramana sevindim.”

Doğruydu da. Kırsal alandaki polisler genellikle Cinayet Büro’yu aramadan önce çok uzun beklerlerdi; ya kendi kaynaklarını ve becerilerini fazla iyi bulduklarından, soruşturma kapsamını yanlış hesapladıklarından ya da Stockholm’deki uzmanları atlatıp cinayeti çözme şerefine kendileri nail olmak istediklerinden yaparlardı bunu. Nihayet kendi sınırlarını kabul etmek zorunda kaldıklarında ve Martin Beck ve adamları oraya gittiğinde, genellikle bütün delillerin yok edildiği, raporların okunamaz eciş bücüş biçimlerde yazıldığı, tanıkların hiçbir şey hatırlamadığı ve suçlunun çoktan Tahiti’ye yerleşmiş olduğu ya da yaşlanıp öldüğü durumlarla karşı karşıya kalırlardı.

“Ne zaman gelebilirsin?” dedi Pärsson, rahatlamış bir sesle.

“Hemen yola çıkarım. Şeyi ararım, Kol… Skacke’yi ararım, beni arabayla getirir.”

Martin Beck bu tür durumlarda alışkanlık gereği Kollberg’i aramayı düşünüyordu. Herhâlde bilinçaltı henüz birlikte çalışmadıklarını kabullenememişti. Kollberg istifa ettikten sonra geçen ilk aylarda, acil durumlarda sahiden de onu aradığı olmuştu.

Benny Skacke evdeydi ve her zamanki gibi son derece hevesli ve istekliydi. Karısı Monica ve bir yaşındaki kızlarıyla Stockholm’ün güney tarafında oturuyordu. Yedi dakika sonra Köpman Caddesi’nde olacağını söyledi. Martin Beck aşağı inip onu sokakta bekledi. Tam yedi dakika sonra, Skacke siyah Saab’ıyla oradaydı.

Rotebro yolunda, “Gunvald’ı duydun, değil mi? Başkan’ın kafası karnına gelmiş,” dedi.

Martin Beck duymuştu, “O kadarıyla yırttığı için şanslı,” diye cevap verdi.

Benny Skacke bir süre konuşmadan arabayı sürdü, sonra devam etti, “Gunvald’ın kıyafetlerini düşünüyordum. Her zaman çok özenir bezenir ve her seferinde mahvolur. Üstü kesinlikle kana bulanmıştır.”

“Herhâlde,” dedi Martin Beck. “Ama adam postu deldirmedi. Önemli olan bu.”

“Önemli olan bu!” diye kahkaha attı Skacke.

Benny Skacke otuz beş yaşındaydı ve son altı yıldır Martin Beck’le sık sık çalışmıştı. Cinayetle ilgili tüm temel bilgileri, Lennart Kollberg ve Martin Beck’in çalışmalarını gözlemleyerek ve inceleyerek öğrendiğini düşünüyordu. Ayrıca bu iki adam arasındaki özel bağın farkındaydı ve ikisinin birbirlerinin aklından geçenleri kolayca okuyabilmeleri onu hep şaşırtmıştı. Martin Beck ile bu uyumu asla yakalayamayacağının ve Martin Beck’in nezdinde bir Kollberg olamayacağının bilincindeydi. Bu düşünceleri nedeniyle Martin Beck’in yanındayken kendini huzursuz hissederdi.

Martin Beck, Skacke’nin nasıl hissettiğini çok iyi anlıyordu ve onu teşvik etmek, çalışmalarını takdir ettiğini belli etmek için elinden geleni yapıyordu. Skacke’yi tanıdığı yıllar boyunca nasıl piştiğini izlemişti. Skacke’nin çok çalıştığını, hem kariyerinde ilerlemek, hem de gerçekten iyi bir polis olmak için didindiğini biliyordu. Boş vakitlerini düzenli olarak fiziğini ve nişancılığını geliştirmeye ayırır, durmadan ders çalışırdı; hukuk, sosyoloji, psikoloji. Ayrıca teşkilatta teknik ve örgütsel gelişmeleri yakından takip ederdi.

Skacke ayrıca iyi bir şofördü ve Stockholm’ü, tüm banliyölerini bütün taksicilerden daha iyi bilirdi. Rotebro’daki adresi zorlanmadan buldu, Tennisvägen’in sonuna park etmiş arabaların sonunda durdu.

Basından birkaç kişi de olay yerine varmıştı ancak şu anda en azından arabalarının yanında dikilmiş, onlarla konuşan sivil giyimli iki polisle meşguldüler. Fotoğrafçılar Martin Beck’i anında tanıdı ve deklanşöre basa basa koştular. Eve ve garaja giden yol boştu fakat nöbetçi polis, Martin Beck ile Skacke’yi kibarca şapkasına dokunarak selamladı.

Evin içiyse bir o tarafa, bir bu tarafa koşanlarla doluydu. Kriminal laboratuvarından gelen adamlar karınca gibi çalışıyordu, holde çömelmiş bir adam telefonun yanındaki alçak bir sandıkta duran masa lambasının üstünü fırçayla siliyor, parmak izi arıyordu. Ani bir flaş patlamasıyla diğer odadaki fotoğrafçı dikkatlerini çekmişti.

Başkomiser Pärsson, Martin Beck ve Skacke’ye yaklaştı. “Çok hızlısınız,” dedi. “Önce banyoya bakmak ister misiniz?”

Küvetteki adam hiç hoş gözükmüyordu, Martin Beck de Skacke de gereğinden fazla içeride kalmadı.

“Doktor az önce çıktı,” dedi Pärsson. “Adamın en az sekiz en fazla ise on beş saattir ölü olduğunu söyledi. Aldığı darbeyle oracıkta ölmüş ve silahın, demir bir çubuk ya da levye benzeri bir şey olabileceğini düşünüyor.”

“Adam kim?” diye sordu Martin Beck, başıyla banyoyu işaret ederek.

Pärsson iç geçirdi. “Maalesef akşam gazetelerini süsleyecek birisi. Walter Petrus, yönetmen.”

“Of Tanrım,” dedi Martin Beck.

“Yani kimlikte geçen adıyla Valter Petrus Pettersson, film yönetmeni. Giysileri, cüzdanı ve evrak çantası yatak odasındaydı.”

Cesedi almaya gelen adamlar geçmek için sabırsızca beklediğinden Martin Beck, Pärsson ve Skacke ayak altından çekilip oturma odasına geçti.

“Burada yaşayan kadın nerede?” diye sordu Martin Beck. “Peki kadın kim? Sakın bir film yıldızı deme.”

“Hayır, çok şükür değil,” dedi Pärsson. “Üst katta. Şu anda adamlarımızdan biri onunla konuşuyor. Kırk iki yaşında ve Sveavägen’de bir güzellik salonunda çalışıyor.”

“Durumu nasıl?” diye sordu Skacke. “Şokta mı?”

“Eh,” dedi Pärsson, “kadın bayağı sarsılmış hâldeydi. Şimdi biraz daha sakin. Bu gece burada uyuyamaz, şehir merkezinde bir arkadaşı varmış, bizim işimiz bitene kadar orada kalacak.”

“Komşuları sorguya çekmeye vaktiniz oldu mu?” diye sordu Martin Beck.

“Her iki yandaki evde oturan komşularıyla ve karşı komşuyla konuştuk sadece. Kimse sıra dışı bir şey duymamış ve görmemiş. Ama yarın bu sokaktaki diğer evlere de uğramamız lazım. Belki de Rotebro’daki herkesle konuşmamız gerekecek. Burası insanların birbirini tanıdığı bir semt; çocuklar aynı okula gidiyor, herkes aynı marketten alışveriş yapıyor, arabası olmayanlar aynı otobüse ve trene biniyor.”

“Peki ama bu Walter Petrus, o da mı burada yaşıyor?” diye sordu Benny Skacke.

“Hayır,” dedi Pärsson. “Haftada birkaç gün buraya geliyor, geceyi Bayan Lundin ile geçiriyor. Normalde Djursholm’da karısı ve çocuklarıyla başka bir evde yaşıyor.”

“Ailesine haber verildi mi?” diye sordu Martin Beck.

“Evet,” dedi Pärsson. “Şansımıza evrak çantasından özel doktorunun faturası çıktı. Onu aradık, aile doktorlarıymış ve aileyi yakından tanıyormuş. Aileye haber verip onlarla ilgileneceğini söyledi.”

“Güzel,” dedi Martin Beck. “Yarın hepsini sorguya çekmek zorundayız. Şimdi geç oldu, buradaki işlerimizi toparlamaya bakalım.”

Pärsson kol saatine baktı. “Dokuz buçuk,” dedi. “O kadar da geç değil. Ama haklısın. Aileyi hemen rahatsız etmeyelim.”

Pärsson uzun boylu, zayıf bir adamdı, kar beyazı saçları ve çilleri vardı, yüzü sanki hep güneşte yanmış gibi görünürdü. Dar, kanca burnuyla, ince dudakları ve zarif hareketleriyle aristokratik bir havası vardı.

“Birkaç dakika Maud Lundin’le konuşmak istiyorum,” dedi Martin Beck. “Bir adamının üst katta onun yanında olduğunu söylemiştin. Çıkmamda bir sakınca var mı?”

“Hayır, tabii ki,” dedi Pärsson. “Sorun yok. Zaten patron sensin, sana kalmış.”

Dışarıdan gürültüler geliyordu, Pärsson mutfak camına yürüyüp dışarı baktı. “Baş belası gazeteciler,” dedi. “Akbaba gibiler. Gidip onlarla konuşayım bari.” Ağırbaşlı adımlarla ve ciddi bir yüz ifadesiyle ön kapıya yürüdü.

Martin Beck, “Sen de biraz etrafa göz at,” dedi Skacke’ye.

Skacke başıyla onayladı, kitaplığa gidip neler olduğunu incelemeye koyuldu.

Martin Beck merdivenlerden yukarı çıktı, duvardan duvara beyaz halıfleks döşeli kare şeklinde kocaman bir odaya geldi. Odada kocaman yuvarlak bir cam masanın etrafına dizilmiş, açık renk deri döşemeli, sekiz büyük sandalye vardı. Bir duvara çok ayrıntılı, çok pahalı olduğu belli bir stereo sistemi kurulmuştu ve köşedeki raflarda beyaza boyanmış kolonlar vardı. Tavan eğimliydi ve kocaman pencereden görülen evin arkasındaki manzara yeşillikti ve huzur veriyordu, geniş arsanın devamında koyu yeşil bir orman başlıyordu.

Odada sadece bir kapı vardı, o da kapalıydı. Martin Beck, arkasından gelen mırıltıları duyabiliyordu. Kapıyı tıklatıp içeri girdi.

İki kadın beyaz suni kürklü yatak örtüsü serilmiş yatakta oturuyordu. Martin Beck kapının eşiğinde dikilince susup ona baktılar.

Kadınlardan biri iriydi ve diğerinden çok daha uzun boyluydu. Sert yüz hatlarına sahipti, kara gözlüydü ve saçları ortadan ikiye ayrılmıştı, dümdüz, simsiyah ve parlak bir biçimde sırtından aşağı iniyordu. Diğer kadın inceydi, hafif kemikliydi, kahverengi gözleri hayat doluydu ve koyu renk saçları kısaydı.

“Martin,” dedi. “Selam! Burada olduğunu bilmiyordum.”

Martin Beck de şaşırmıştı, cevap vermeden önce duraksadı. “Merhaba Åsa,” dedi. “Ben de senin burada olduğunu bilmiyordum. Pärsson yukarıda bir adamı olduğunu söyledi.”

“Ah,” dedi Åsa Torell, “o herkese adamım der, kadınlara bile.”

Diğer kadına döndü. “Maud, bu Başkomiser Beck. Cinayet Büro Amiri.”

Kadın Martin Beck’e başıyla selam verdi, Martin Beck de ona selam verdi. Åsa ile bu beklenmedik karşılaşmasının sonucu hâlâ toparlanamamıştı. Çünkü beş yıl önce, neredeyse bu kıza âşık olmuştu.

Onunla sekiz yıl önce, nişanlısı yani ekibin en genç polisi Åke Stenström bir otobüsün içinde, sekiz kişiyle birlikte vurularak öldürüldüğü zaman tanışmıştı. Åsa uzun süre Åke’nin yasını tutmuş ve sonunda polis teşkilatına katılmaya karar vermişti. Şu aralar Märsta’da Pärsson’un yardımcısıydı.

Beş yıl önce, Malmö’de bir yaz gecesi, Martin Beck ve Åsa birlikte olmuşlardı. Güzel bir geceydi ve tekrarı olmamıştı. Martin Beck şimdi tekrarı olmadığı için memnundu. Åsa tatlı bir kızdı ve görev gereği ne zaman karşılaşsalar ilişkileri iyiydi, dostçaydı fakat Rhea’dan sonra, Martin Beck’in başka bir kadına karşı cinsel hisler beslemesi imkânsızdı. Åsa hâlâ evlenmemişti, görünüşe göre kendini işine adamış ve gerçekten iyi bir polis olmuştu.

“Sen Pärsson’e yardım eder misin?” dedi Martin Beck. “Aşağıda sana ihtiyacı var.”

Åsa keyifle başıyla onaylayıp gitti.

Martin Beck, Åsa’nın işinde ne kadar uzman olduğunu, sorguya çektiği kişiyle bağ kurmayı başardığını bildiği için Maud Lundin ile konuşmayı kısa tutacaktı.

“Olan bitenden sonra üzgün ve yorgun olduğunuzu tahmin ediyorum,” dedi Martin Beck. “Uzun tutmayacağım ama Bay Petrus ile ilişkiniz neydi, öğrenebilir miyim? Ne zamandır tanışıyordunuz?”

Maud Lundin saçlarını kulak arkasına atıp ona uzun uzun baktı. “Üç yıldır,” dedi. “Bir partide tanıştık, sonrasında bir iki kere beni yemeğe davet etti. İlkbahardı. Yazın yeni bir film çekimine başlayacaktı, bana makyaj bölümünde iş verdi. Görüşmeye devam ettik.”

“Ama artık onun için çalışmıyorsunuz, değil mi?” diye sordu Martin Beck. “Ne kadar süre onun için çalıştınız?”

“Sadece o filmde. Sonra uzun bir süre yeni prodüksiyona başlamadı, ben de bir güzellik salonunda iş buldum.”

“Ne tür bir filmde çalıştınız?”

“Sadece yurt dışı için çekilen bir filmde. İsveç’te gösterime girmedi.”

“Adı neydi?”

Gece Yarısı Güneşinde Aşk.

Бесплатный фрагмент закончился.

125,48 ₽
Возрастное ограничение:
12+
Дата выхода на Литрес:
30 июня 2023
ISBN:
978-625-99187-4-7
Переводчик:
Редактор:
Правообладатель:
Ayrıksı Kitap

С этой книгой читают