promo_banner

Реклама

Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Lale Devri», страница 2

Шрифт:

3

Sadâbâd’daki lale bahçeleri, genç âşıkların şen kahkahalarıyla çınlıyordu.

Şimdi susmuşlardı, düşünüyorlardı. Yazıcı İbrahim, bir yandan saltanat müjdelerken bir yandan da vehmini tahrik ettiği, iradesine sarsıntı verdiği veliahdın hem o müjdeyi hem de bu telkinleri unutmayarak bütün bir istikbalde kendine bağlı kalacağını kuruntuladığı veliahdı yan gözle süzüyordu. Yarın padişah olacak adama bir padişahın nasıl kündeden ve tahttan atılacağını öğretmek, ona daimî bir endişe aşılamak demekti. Endişe ise mutlaka tesliyet bekler. Şu hâlde yarının padişahı, ruhuna yerleşen endişeyi o endişeye mahrem olan adamın sözleriyle müteselli etmek, avutmak isteyecekti. İşte İbrahim, bu noktayı düşünüyor ve veliahdın tahta çıktıktan sonra kendisini aramak zorunda kalacağını tahmin edip seviniyordu.

Veliaht da iki ordu arasında asılı durur gibi görünen tahtın kardeşine mi, kendine mi mukadder olduğunu hesaplamaya çalışıyordu. Eğer ordular harekete geçmemiş ve kendisinden mütalaa sorulmuş olsa bahtını tecrübeye kalkışmaktan o, şüphe yok ki çekinecekti. Çünkü yaradılışında atılganlık, kavgacılık yoktu. Tahtı bir isyan ordusunun neticesi müphem ve meşkûk hamlesinden değil, ölümün elinden almak ona daha tehlikesiz görünüyordu. Çünkü veliahttı, kendisinden yaşça büyük olan kardeşinin ölümüyle tahta -dağdağasızca- çıkacaktı. Böyle bir vaziyette bahtını silahların kuvvetine bağlamak hiç hoşuna gitmiyordu. Lakin oklar yaydan çıkmış, ordular yola düzülmüş ve taht, muzaffer olacak tarafın iradesine bağlı kalmış olduğundan yapılacak iş, kardeşinin mağlup olmasını temenni etmekten ibaret kalıyordu.

Veliaht işte bu temenniyi bir dua şeklinde açığa vurdu, elini göğe doğru kaldırarak inledi:

“Rabb’im dine ve devlete hayırlı olan ne ise onu mukadder etsin!”

Sonra yüzünü Yazıcı İbrahim’e çevirdi:

“Sözlerinden, Rami’nin oynadığı oyunları anladım. Yalnız öğrenmek istediğim bir şey daha var. İstanbul ordusunu kimler kumanda ediyor?” dedi.

“Sipahi Karakaş Mustafa, Yeniçeri Toracanlı Ahmed, Cebeci Küçük Ali. Çalık Ahmed de hepsinin başı.”

“Ya hocalardan önayak olanlar kim?”

“Başmakçı oğlundan şevketli kardeşinizin haline fetva alındığını duyduk.”

Veliaht biraz daha düşündü; bıyıklarını sık sık burdu, çenesini bol bol kaşıdı, sonra ayağa kalktı.

“Yazıcı, senden çok hoşnutum. Fakat maslahat naziktir belki hayatım tehlikededir. Onun için canını icap ederse tehlikeye koyup beni her hâlden ve her olup bitenden hızla haberdar etmeni isterim. Padişahlar rica etmez ama ben işte rica ediyorum. Beni yalnız koyma, habersiz bırakma.” dedi.

Muşkaralı köylü yer öptü, birçok dualarda bulundu, öğütler verdi:

“Zinhar merak etmen, telaşa düşmen!.. Çok geçmez Âl-i Osman tahtı, cenabınıza nasip olur. Ben kulun ne duyarsam vakit fevt etmeden efendime arz ederim.” dedi.

Sözünde de durdu, hemen her gün veliahdı ziyaret ederek iki ordunun birbirlerini hedef tutarak yavaş yavaş ilerleyişleri hakkında malumat verdi, vaziyetin gittikçe veliaht lehine inkişaf ettiği hakkında müjdeler getirdi ve dördüncü yahut beşinci ziyaretinde ise -heyecandan boğulan bir sesle- şu beşareti haykırdı:

“Çalık Ahmed, İstanbul’dan çıkmadan cenabınızın mübarek adını halife ve padişah diye hutbelerde okutmuş!”

Veliaht, tepeden tırnağa kadar titredi, ölü gibi sarararak kekeledi:

“İdamım hükmünü demek ki imzaladı. Şevketli kardeşim bu küstahlıktan beni mesul eder, mutlak canıma kıyar.”

İbrahim Efendi, istihza eder gibi gülümsedi ve şehzadenin burnu dibine kadar sokuldu.

“Latife mi buyurursuz sultanım? Cenabınızın hayatına suikast etmek için kimde cesaret kalmıştır? Hutbe kaziyesi duyulunca herkes elini göğe kaldırıp yüreğini Hüda’ya açıp manen cenabınıza biat eylemiştir. Edirne’den götürülen ordu da aynı hâldedir. İstanbul’da mübarek isminizin hutbelere geçtiğini işitip cenabınızı padişah tanımıştır.”

“Ne garip söylersin İbrahim, ben burada mahpusum, şevketli kardeşim ordu başında durur. Sen hâlâ türrehat sıralarsın. Ben padişah isem şu kafeste niçin otururum?”

“Bir küçük maslahat var, o da tasfiye olununca meramımız tamamıyla hasıl olacaktır.”

“Nedir bu maslahat?”

“İki ordunun birleşmesi, şevketli kardeşinizin hakikati anlayıp tahttan feragat etmesi!”

“Ya bu iş ters olursa?”

“İmkânı yok!”

Ve birden hatırına bir şey gelmiş gibi davrandı:

“Sultanım, Çalık Ahmed gidisi şeytana külahı ters giydirecek kadar akıllı imiş. İstanbul’da meşveret kurulurken ilkin amcazadeniz sağır Şehzade İbrahim Sultan’ın tahta çıkarılması fikrini ileri sürer.” dedi.

Veliaht, kendinden geçer gibi olarak feryadı kopardı:

“Ne yabana söyler o melun türedi? Ben bütün şehzadelerin ek-beri, aslahı ve erşedi değil miyim? Kanun, kardeşimden sonra tahtı bana mukadder kılmamış mıdır? Bir Çalık Ahmed, Âl-i Osman kanununu dahi payimal mi etmek ister?”

Muşkaralı yazıcı sükûn ile cevap verdi:

“Merhamet buyurun sultanım, sözümü bitireyim. Çalık Ahmed’in Şehzade İbrahim Sultan’ı İstanbul meşveretinde dile alması, gerçekten onu padişah tanımak için değildir. Askerî tayfanın, ulemanın, esnafın ağzını aramak; aynı zamanda şevketli kardeşinizin gazabını cenabınızdan uzaklaştırıp o masum üzerine çevirmek içindir.”

“Anlamadım yazıcı, bir daha söyle!”

“Çalık Ahmed bu fikri ortaya atmakla herkesin cenabınıza sadık olduğunu meydana çıkarmak istemiştir. Çünkü o meşveret meclisinde bulunanlar ve bütün askerî tayfa: ‘Biz veliaht Ahmed Sultan’ı isteriz, padişahlık hem onun hakkıdır hem onun endamı için biçilmiş kaftandır!’ diye bağırmışlardır. Şevketli kardeşiniz de bu kaziyeden sizin isyan işinde parmağınız olmadığını anlamışlardır. Çalık Ahmed’in de maksadı bu idi. Yani sizin için çalışmaz görünüp cenabınızı padişahımız efendimizin hışmından, gazabından korumaktır.”

Veliaht, sık sık yaptığı gibi yine düşünmeye daldı, birkaç kere kaşını çatıp açtı, birkaç defa da içini çekti ve birden ayağa kalkarak Yazıcı İbrahim’in omuzuna elini koydu.

“Sözün, doğru da olsa Çalık Ahmed’in amcam oğlunu dile alması bir suçtur. O meşveret meclisinde üç-beş kendini bilmez bulunup da ona peyrev olsalardı, amcam oğlu İbrahim’in tahta çıkmasını münasip görselerdi hâlim nice olurdu?” dedi.

Ve ağzı köpüre köpüre haykırdı:

“Asla, asla affetmeyeceğim. Çalık Ahmed’in bu küstahlığını unutmayacağım. Dediklerin sahih ise ulu Tanrı da takdir etmişse bugün yarın ecdadımın tahtına onun yardımıyla çıkmış olacağım. Öyle iken kendisinden nefret ediyorum. Çünkü Âl-i Osman kanununa saygısızlık göstermiştir. Bu haltı bir defa eden adam, başı sıkılınca ve benden sıdkı sıyrılınca yine küstahlaşır, İbrahim Sultan’ı gerçekten tahta çıkarmaya çalışır. Onun için Çalık Ahmed ölmelidir.”

İstikbalin servet, şöhret, tantana ve sonsuz bir ikbal ile dolu ufuklarını seyretmekte ve o ufuklarda rakipsiz gezmek için planlar çizmekte olan Muşkaralı İbrahim ciddi, çok ciddi bir çehre takındı, kelimelerin üzerinde dura dura cevap verdi.

“Mübarek dudağınızdan çıkan her söz bir hükümdür, mutlak yerini bulur. İlahi iradeler gibi müessir olur. Çalık Ahmed de ölecektir sultanım. Ancak fitne deryası henüz dalgalanıyor. Bu deryanın sükûna ermesi, mülkün sütliman hâline gelmesi asan değildir. Onun için cenabınız hikmet-i hükûmet icabı teenni buyurmaktasınız. Duyduklarınızı, bildiklerinizi unutmuş görünmelisiniz, ta ki fitne dalgaları yatışsın. Bugün taht u taca namzetler göstermek küstahlığını gösterenler, gaflet uykusuna yatar o vakit dilediğinizi icra buyurursunuz.”

Veliaht, çok iyi düşünen ve çok güzel konuşan basit yazıcıyı şöyle bir süzdü. Onun pırıl pırıl parlayan gözlerinde, kendi iradesini de bol bol aydınlatacak, cilalandıracak bir ışık buldu, için için:

“Akıllı adam, akıllı adam!” diye söylendikten sonra sakin sakin sordu:

“Bu Çalık Ahmed nereden çıktı?”

“Eski bir yeniçeridir sultanım. Nemse harplerinde pala salladı, birçok gürültülere karıştı, ün aldı. Kul kâhyalığına kadar yükseldi. Yolunca terakki gördüğü, ocakça sevildiği, iyi başarır bir adam olduğu için hakkı ağalıktı. Fakat Şeyhülislam Feyzullah Efendi, ocaklının başında kendine sadık kimseler bulunmasını istediğinden bir sırasını düşürdü, hiç yoktan bahanelerle Çalık’ı kâhyalıktan çıkardı, açıkta koydu.”

“Demek ki şimdi hınç çıkarmak, öç almak ister.”

“Öyledir sultanım.”

Ve bir nebze düşündükten sonra ilave etti:

“Cenabınıza ayandır ki son devirlerde ahlak son derece bozulmuştur. Allah Allah diye bağıranların Allah’a inandıkları yoktur. Hep cer için, para devşirip günlerini hoş geçirmek için Allah’tan dem vururlar. Memleket battı, devlet harap oldu diyenlerin de yüzde doksan dokuzu memleket sevgisi, devlet sevgisi taşımazlar, nefislerini düşünerek bir baltaya sap olmayı hedef edinerek hamiyet davası güderler. Yarın bu mülkün sahibi, bu halkın padişahı sıfatıyla çok şeyler göreceksiniz, çok şeyler işiteceksiniz. Ulu Tanrı’dan gece gündüz niyazım, sadık kölelere malik olmanızdır. Dışı içine uymayan karinler yüzünden ne felaketler vücuda geldiğini işte görüyoruz. Sultanımı adam seçmekte hak daima muvaffak buyursun!”

Şimdi veliahdın kafasında bir düşünce dolaşıyordu ve bu düşünce birden büyüyerek şüpheye munkalip oluyordu. Evet, Muşkaralı yazıcının pervasız bir dil kullandığına şüphe yoktu, müspet hakikatleri ileri sürdüğü anlaşılıyordu. Fakat acaba o da içi dışına uymayan ikiyüzlülerden, menfaat ardında koşan gayrisadıklardan biri miydi?

İşte veliaht birden bu düşünceye düştü, tecrübesiz bir adam olduğu için de kendini tutamayarak İbrahim’i hemen o dakikada mihenge vurmak istedi.

“Hakkın var, adam seçmekte çok titiz davranmak gerek. Padişahların bütün sıkıntıları, su-i karin yüzündendi. Öğüdünü kulağıma küpe yapacağım, para canlısı kimseleri yanıma yaklaştırmayacağım, ikiyüzlülere yüz vermeyeceğim. Lakin bana sen de yâr olmalısın, yakınımda bulunmalısın. Onun için tahta çıkar çıkmaz seni vezir yapmak isterim!” dedi.

Yazıcı İbrahim hemen yere kapandı, veliahdın ayağını öptü.

“Sultanım, teşekkür ederim ama bir niyazım var. İzin verirsen arz edeyim.” dedi.

“Söyle.”

“Ben kulunu bir zerre sayıyorsan bu zerreyi mesut görmek istiyorsan bu fikirden vazgeç!”

“Hangi fikirden?”

“Beni vezir yapmak fikrinden.”

“Niçin?”

“Ben haddimi bilirim, aczimi bilirim, noksanımı bilirim. Onun için vezir olmayı hatırımdan geçirmem. Cenabına da ayaklarını öpe öpe yalvarıyorum. Beni vezir edip de rezil etme. O şerefi ehline ver. Ben kulunu sade bir fakir gibi kapında tut.”

Zekâ, saffeti yenmiş ve veliaht çocukça yaptığı sınamada mağlup oluvermişti. Kafeste büyümüş, dünyanın gidişine karşı kör yaşamış olan şehzade, vezirliğin büyük bir nimet olduğuna ve bütün Osmanlıların o nimete ermek için hayatlarını fedayı göze aldıklarına inanan bir gafildi. İbrahim’in böyle müstesna bir saadeti yalvara yalvara reddettiğini görünce şaşırmış, aynı zamanda mahzuz olmuştu. Çünkü bu istiğnayı onun hadşinas olduğuna, hırstan uzak bir ruh taşıdığına delil sayıyordu.

İşte bu gafil zehap ile elini uzattı, zeki yazıcıyı yerden kaldırdı.

“Peki, peki bugün için niyazını kabul ediyorum. Lakin seni mutlaka yanımda alıkoyacağım, mühim işlerde düşüncelerinden istifade edeceğim. Sırası gelince de yalvarmana falan kulak asmayıp dediğimi yapacağım.” dedi.

Ve İbrahim’in yeniden ricaya başlamaması için mevzuyu değiştirdi.

“Başka ne haber var?”

“Şeyhülislam ile oğulları Varna yoluyla Trabzon’a, oradan Erzurum’a aşırılacaktı. İstanbul’un Edirne üzerine harekete geçtiği duyulunca isyancıların gözü boyanmış olmak için herifler geri getirildi. Ağakapısı’nda hapsedildi.”

“Ne olacak sonra?”

“Ettiklerini bulacaklar, ektiklerini biçecekler.”

“Yani?”

“Öldürüleceklerdir sultanım, kurtuluş yok!”

“Hiç şeyhüislam katlolunur mu?”

“Cennetmekân pederiniz devrinde Hoca Mesut Efendi, Sultan IV.

Murat Han devrinde de Ahi Hüseyin Efendi öldürülmüşlerdi.”

“Peki ama Feyzullah Hoca’nın katline kim ferman verecek?”

“Asiler!”

Veliahdın yüzü sarardı. Fakat bu renk bozukluğu çok sürmedi. Bir şeyhülislamın ve birkaç kazaskerin ölümü üzerinde fazla durmayı lüzumsuz buluyordu, bahsi yine saltanat meselesine çevirmeyi tercih ediyordu. Bu sebeple kayıtsız görünerek sordu:

“Maslahat ne zaman tamam olur dersin?”

“Şevketli kardeşiniz, Sadrazam Rami Paşa’nın sözüne uyarak Babaeski’de siper kazdırır durur. Öbür ordu da belki oraya ulaşmıştır. O hâlde sabaha akşama son haber gelir.”

“Aman göz kulak ol, beni unutma!”

Ayrıldılar ve o geceyi uykusuz geçirdiler. Veliaht, sabaha kadar gözlerini açık tutarak saltanat zevkini kuruntuladı. Yazıcı İbrahim, uzun ve çok karışık hülyalar içinde planlar çizdi, kendisine tehlikesiz fakat çok muhteşem bir istikbal hazırlamak için kafa yordu.

Güneş, bu iki dostun yataklarına ayrı ayrı ışık dökerken zeki yazıcının dediği gibi siyasi âlemin bir gecesi biterek yeni bir gün doğuyordu. Çünkü Babaeski’de karşılaşan iki ordu çarçabuk anlaşmışlar; kucaklaşmışlar ve bir ordu hâlinde Edirne’ye doğru yürümeye başlamışlardı. Bu neticeyi hazırlayan Rami Paşa, her ihtimale karşı nefsini korumak için kaçmış, bilinmez bir köşeye saklanmıştı. II. Mustafa, sersem bir durumda ölümden kurtulmak kaygısına kapıldığından atının başını Edirne’ye çevirmiş bulunuyordu. Kendi sukutunu -herkesten evvel- halka müjdelemek ister gibi bir ulak hızıyla şehre doğru geliyordu.

Yazıcı İbrahim bu hadiseleri de -dört yana dağıttığı adamları vasıtasıyla- çok erken haber aldı, hemen saraya koştu, veliahdın mahbesine gitti, uykusuz şehzadeyi buldu, ayağına kapandı.

“Mübarek olsun padişahım, taht u taç size intikal etti. İlk biat eden kulunuzum. Bu şerefi bana nasip eden Allah’a hamdolsun.” dedi.

Veliaht, bu haberin sahih olup olmadığını sormak isterken dışarıda vaveyla koptu, içeriye hücum başladı. Padişahın kaçıp geldiğini, dairesine kapandığını gören saraylılar, eski efendilerini yüzüstü bırakarak yeni efendilerinin yanına koşuyorlardı, el ve ayak öperek tebriklerini sunuyorlardı.

Babaeski vakası Edirne’de duyulmuştu, halk sokaklara dökülerek nümayişler yapıyordu, taht üzerindeki değişikliği alkışlıyorlardı. O sırada Çalık Ahmed tarafından yola çıkarılan heyet dahi şehre ulaşmış ve hemen saraya gelerek veliahdın “icma-i ümmet”le padişahlığa çıkarıldığını resmî surette tebliğ eylemiş olduğundan her türlü endişe ve tereddüt ortadan kalkmış oluyordu.

Artık Sultan III. Ahmed adını almış olan veliaht bu durumda kendini topladı, sarayın adalet köşkü denilen yerinde taht kurulması emrini verdikten sonra sabık padişahla dairelerini becayiş etti, onu mahbesine naklettirerek kendisi harem dairesine geçti ve umumi biat resmini icraya hazırlandı.

Bu hayhuy arasında Yazıcı İbrahim’in yeri çok gerilerde kalıyordu. Kızlar ağası, silahtar, çuhadar, rikâbdar gibi saray erkânı ve hele Babaeski’den gelen isyan reisleri yanında basit bir yazıcının ne adı anılabilirdi ne sanı. Fakat Sultan Ahmed, büyük bir heyecan içinde bulunmasına ve bir sürü teşrifat zincirleriyle sımsıkı sarılmasına rağmen onu unutmadı. Bir aralık fırsat bulup Yazıcı Halifesi İbrahim Efendi’yi huzuruna getirtti.

4

Şeyhülislam Feyzullah Efendi, uyuz bir beygire ters bindirilmiş olduğu hâlde Edirne sokaklarında gezdiriliyor.

“Üzülüyorum yazıcı, çok üzülüyorum. Yeni doğmuş çocuk gibi şaşırdım kaldım. Dört yanım yabancılarla dolu ancak seni yâr ve sadık bilip işte arattım. Ne etmek, nice davranmak gerek beni irşat et.”

Muşkaralı köylü, birçok dualar ve senalar yaparak yer öptü, ayak öptü.

“Şimdilik Çalık Ahmed’e iltifat buyur, asilerle kaynaşıp anlaştığı için Kavanoz Ahmed Paşa’yı vezir edin. İstanbul’da şeyhülislam yapılan hocayı yerinde bırak. Feyzullah ile oğullarını zinhar tesahup etme. Burada kalmayı da isteme, İstanbul’a git.”

“Başka?”

“Başka ne dilersen yap fakat bu arz ettiğim şeyleri ihmal buyurma. Fitne yatıştıktan sonra ferman senindir.”

“Sana nice mükâfat edeyim?”

“Beni kapında tut, yeter.”

Sultan Ahmed bu öğütleri dinledi, ilkin asilerin yeniçeri ağalığına getirdikleri Çalık Ahmed’e vezir rütbesi verdi, herifi ağalıktan paşalığa çıkardı. Sonra evkaf yazıcı halifesi İbrahim Efendi’yi, kendi kalemiyle yazdığı bir emirname ile kızlar ağasına kâtip tayin etti. Bu suretle zekâsına hayran, tok gözlülüğüne ve sadakatine emin olduğu akıl kâhyasına, her gün sarayda bulunmak imkânını vermiş oluyordu.

Yeni ve tecrübesiz padişahın böyle davranması yine kendisi için hayırlı ve isabetli olmuştu. Çünkü sarayın içinde ve dışında tanıdığı yoktu. Kardeşinden miras kalan saray erkânını yerlerinde bırakmaktan başka bir çare de bulamamıştı. Fakat başta Kızlar Ağası Abdurrahman olmak üzere bu erkânın hiçbirine itimat edemiyordu. Bilhassa Abdurrahman Ağa’yı tarassut altında tutmak istiyordu. Zira yüzlerce harem ağası onun emri altında idi, bütün kadınlar ve kızlar yine onun idaresine bağlıydı, içine ne kuş ne horoz girmesine imkân olmayan haremin anahtarları da Abdurrahman’ın elinde bulunduğu için padişah bu adama karşı son derece uyanık bulunmak zorunda idi.

Koca bir isyan ordusunun evler basıp çarşılar yağma ettiği, şunu bunu öldürdüğü ve taht devirdiği sırada sarayın ve harem dairesinin emniyetini korumak için ancak bu tedbiri düşünebilmiş, İbrahim Efendi’yi kızlar ağasının yanına yerleştirmişti. Bu zeki adamın her şeyi göreceğine, sezeceğine kanaati vardı. Aynı zamanda onu yanı başına, haremin eşiğine getirmiş oluyordu.4

Artık “Yazıcı Efendi” diye anılmaya hak kazanan İbrahim, bu yakınlıktan istifade etmeyi ihmal eylemedi. Sık sık huzura çıkarak taşra ahvalinden efendisine haberler götürmeye koyuldu. Akıllı yazıcı, ordu durumu hakkında en mevsuk bilgileri taşımakla iktifa etmiyordu, isyan sergerdelerinin kurdukları tahakküm şebekesini kırmak için yollar, çareler de gösteriyordu. Fakat kendisi son derece ihtiyatlı olduğundan efendisini de ihtiyatlı davranmaya alıştırıyor ve bütün hamlelerin İstanbul’a dönüşten sonra yapılması fikrini ileri sürüyordu.

Henüz kendine çekidüzen veremeyen hapsettiği kardeşinin lehine şurada veya burada bir hareket vuku bulmasından da korkan Sultan Ahmed, yolculuk sırasında nahoş bir duruma düşüp de tahtını kaybetmemek için İstanbul’a gitmeyi geciktirmek azminde idi. Yolda baskına uğramaktan endişe ediyordu. İşte bu sırada sabık şeyhülislamın öldürülmesine teşebbüs olundu ve Edirne şehri bütün tarihinde görmediği bir manzara karşısında kaldı.

Devlet haini, millet haini olarak ilan ve ölüme mahkûm edilmiş olan Şeyhülislam Feyzullah Efendi -yukarıda da işaret olunduğu üzere- Ağakapısı’nda mahpustu. Daha evvelki devirlerde iki şeyhülislamın öldürülmüş olmasına rağmen kendini pek de tehlikede görmüyordu. Çünkü ulemanın peygamberlere vâris olduğuna herkesin inandığını biliyordu ve bu inancın her tehlikeye siper olacağını umuyordu.

Fakat Çalık Ahmedler, Sipahi Karakaşlar, Yeniçeri Toracanlılar, Cebeci Küçük Aliler, en büyük bir hocayı öldürmekle hocalar güruhuna gözdağı vermek ve güruhun herhangi bir sebeple kendi aleyhlerine ağız açmalarını önlemek istiyorlardı. Yine onlar, sarıklarına bile el değdirilmesi büyük bir günah sayılan hocaların en büyüğünü öldürmek suretiyle, padişahı da korkutmak emelini güdüyorlardı. İsyan başlangıcında Feyzullah Efendi’yi hain olarak ilan ettiklerine göre bu işi yapmak kendilerince bir siyaset borcuydu da…

Yalnız usule riayet lazımdı. Padişahtan müsaade almak ve şeyhülislamın ilmî rütbesi üzerinden alındıktan sonra canına kıymak icap ediyordu. İsyan elebaşıları bu pek basit zahmeti ihtiyar etmekten çekindiler, kendi hükümlerini yine kendileri bizzat infaz etmeye kalkıştılar ve koca şehri velveleye verdiler.

Sultan Ahmed, Ağakapısı’na hücum edildiğini ve şeyhülislamın isyancılar tarafından alındığını duyunca Yazıcı Efendi’yi getirtmiş ve asiler arasına girerek ne haltlar edildiğini gözüyle görüp kendisine söylemesini emretmişti.

Harpten, darptan son derece nefret eden bu adam, Avcı Sultan Mehmed’in ve o da Deli İbrahim’in oğlu idi. Deli İbrahim ise -meşhur olduğu üzere- adam öldürtmekten ve öldürülen kimselerin can çekişini seyretmekten -çıldırasıya- zevk alırdı. Sultan Ahmed, dedesinin bu zevkine -fakat başka şekilde- tevarüs etmiş gibiydi, ölümü ve ölüyü görmekten değil, hikâyelerini dinlemekten hoşlanıyordu. Saltanatı zamanında şunu bunu öldürtmesi bundan ve dedesi gibi kızıl bir zalim olamaması ise kendi ihtiraslarını hoşnut eden daha kuvvetli zevkleri tatmin etmek imkânını bulmasındandır.

Yazıcı Efendi, omuzuna yüklenen bu vazifeyi de yaptı ve Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin son demlerini takip etti ve bu müşahededen kendi ülküsüne göre istifade etmeyi unutmayarak padişaha şu ağız raporunu okudu:

“Yaman, çok yaman bir iş oldu sultanım. Dünya kurulalı beri böyle bir cinayet, böyle bir fazahat işlenmemiştir. Bütün Edirne halkı melal içinde lal olup kalmıştır. Ben kulun dahi henüz sersemlikten kurtulmuş değilim. İçimde hem bulantı hem titreme var. Ondan kaziyeyi huzurunuzda zikretmekten çekinirim. Fakat taht u taç sahibisiniz, nik ü bed her vakadan haberdar olmanız gerektir. Ondan ötürü macerayı takrire mecburum. Sipahi Karakaş Mustafa, Yeniçeri Toracanlı Ahmed, Cebeci Küçük Ali, aralarında beş-altı yüz kişi olduğu hâlde Ağakapısı’nı basmışlardı. Bu vaka, şevketli efendime malumdur. Fitne elebaşıları Şeyhülislam Feyzullah Efendi dertmendini oradan alıp kendi çadırlarına götürdüler, işkenceye koydular. Ayan ve nihan bütün hazinelerini söylettiler, ondan sonra burnunu kestiler, kulağını kestiler, dudaklarını kestiler, al kanlara revan olduğu hâlde bir yırtık gömlekle lagar ve uyuz bir beygire ters bindirdiler; Edirne şehrini sokak sokak, çarşı çarşı, meydan meydan gezdirdiler. Zalimler en önde nara atıp sayha koparıp yürüyorlardı: ‘Ey ümmet-i Muhammet, dine ihanet eden devlete ihanet eden rüşvetçi hainlerin cezası budur. Görün; agâh olun, ibret alın!’ diye bağırıyorlardı. Yüzlerce çocuk, o uyuz beygirin ardına takılmışlardı; heyhey çağırırlardı, yuha deyip gülüşürlerdi. Gelip geçenden mecruh ve natuvan şeyhülislama taş atan, küfür savuran oluyordu. Ama halkın ekseri bu nareva zulümden haşyet duyup geri geri kaçıyordu, gözün yumup fesahate şahit olmaktan tevakki eyliyordu. Feci olan şu idi ki sarıklılar ayet okuyup hadis okuyup zalimlerin ayağını kementlemek, bu zulmün önünü almak gereken kendini bilmez bir karış boylu çocuklarla birleşiyorlardı. Alkış çala çala ve cübbelerine zil çaldıra çaldıra alay ardında koşuyorlardı. İşte bu hayhuy içinde şeyhülislam alayı bütün şehri dolaştı, Bitpazarı’na geldi, orada yine mevizalar söylendi, halkın mecruh ve sefil hocaya birer balgam savurması emrolundu. Bu emre herkesten önce hocalar inkıyat gösterdi; dün elen, eteken öptükleri şeyhülislamın yüzüne tükürmeye başladılar.

Feyzullah Efendi fazla kan zayi etmekten; taştan, tükürükten bitkindi, beygir üzerinde duramaz bir hâlde olup iki yana melul melul sallanıyordu. Sipahi Karakaş Mustafa onun can vermek üzere bulunduğunu görünce ileri atıldı; yumruklayarak ve küfürler ederek bedbahtı beygirden indirdi, ilkin hançerle bir yanını deldi, kalabalıktan da kendini taklit etmelerini istedi. Şimdi iğneden yatağana kadar delici, kesici bir alet yakalayan saldırıyordu, elindeki silahı şeyhülislamın bir yanına sokuyordu.

Feyzullah Efendi çoktan can verip gitmişti lakin iğneler, çuvaldızlar, bıçaklar, hançerler, palalar, yatağanlar hâlâ işliyordu. Yeniçeri Toracanlı Ahmed, bu gidişle ölünün lime lime olacağını anladığından hemen araya girdi:

‘Yeter, yoldaşlar artık elinizi çekin. Çünkü herifi parçalarsanız cenaze alayı tatsız olur.’ dedi. Demek herifin nâşinide bir düşüncesi vardı. Herkes bu düşünceyi merak ettiğinden ölünün etrafında bir sessizlik peyda olmuştu. Toracanlı Ahmed, kendi omuzdaşlarıyla kısa bir fiskos yaptıktan sonra üç-beş kişi çağırdı, onların kulağına bir şeyler söyleyip yola vurdu, yüzünü de halka çevirerek emir buyurdu.

‘Zinhar dağılmayın, bekleyin. Şeyhülislam efendi cenaplarına şanlı bir alay düzeceğiz.’

Ben kulun kılığımı değiştirmiştim, bir yana çekilip seyre dalmıştım. Bir saat mi, bir buçuk saat mi orada durduk. Ölü parçalanmış gibi bir durumda çamurlar içinde upuzun yatıyordu.

İşte bu bekleyiş sırasında pazarın bir yanından bir gürültü koptu, sıra sıra papazlar göründü. Bu ruhban güruhu hep katrani libaslar giymişler, kara kara külahlar takmışlar, uzun uzun zünnarlarını kuşanmışlardı ellerine birer çelipa almışlardı, kendi dillerince ve usullerince teganni ederek geliyorlardı.

Papazlara, Toracanlı Ahmed’in yolladığı adamlar kılavuzluk ediyordu, artlarında da dört-beş yüz zimmi yavaş yavaş yürüyorlardı. Bu katrani alay, şeyhülislamın naaşı başına kadar gelince durdu, papazlardan sırmalı haç taşıyan biri ilerleyip fitne başılar önünde boyun kırdı, kötü bir Türkçe ile sordu:

‘Fermanınız nedir?’

Toracanlı Ahmed, yerde yatan ölüyü gösterdi.

‘Bu leşi, alacaksınız kendi dininizdeki ölülere yaptığınız gibi dualar ırlaya ırlaya şehri dolaşacaksınız, sonra Tunca’ya atacaksınız. Sesinizin kesildiğini, bir sokağın eksik bırakılıp dolaşılmadığını duyarsam sesinizi yeryüzünden keserim!’ dedi.

Başpapaz yine boyun kırdı, ‘Başüstüne sultanım!’ dedi. Lakin bir tabut getirtmek istedi. Toracanlı Ahmed, hemen celallendi, papazın sakalını üç-beş kere çekip sarstı, yüzüne de birkaç muşta savurdu.

‘Bre melun, bu leşe tabut gerekseydi biz getirtmez miydik? Sen, boş kafanla bize yol mu gösteriyorsun? Haddini bil yoksa kelleni kucağına düşürürüm. Tez bir ip al, leşin ayağına tak, ipi kendin tut, arkadaşlarına da tuttur, yola düzül!’ dedi.

İşte şevketli padişahım, Feyzullah Efendi böyle öldürüldü, cenazesi böyle kaldırıldı ve cesedi tam üç saat taşlar, çamurlar, mezbeleler arasında sürüklendirildikten sonra Tunca’ya atıldı. Onun velinimetini felakete sürüklediği muhakkaktır. Âl-i Osman mülkünü kendi malikânesi yerine koyup halkı soyduğu hazineyi soyduğu, hatta padişahı soyduğu muhakkaktır. İlmiye mansıplarını haraç mezat satmakla iktifa etmeyip o mansıpların en büyüklerini kendi oğullarına, yeğenlerine, damatlarına, akrabasına ve dostlarına hibe ettiği dahi muhakkaktır. O bir kere değil, on kere belki yüz kere ölüme istihkak kesbetmiştir. Lakin kendisini böyle öldürmek, böyle gömmek, cinayettir, fesahattir. Fitne başı sergerdeler bu görülmemiş gadri işlediler, bir şeyhülislam naaşını papazlara sürüttüler.”

Zeki yazıcı, gizli bir maksatla bu mevzuyu canlandırmak istiyordu. Padişahın heyecandan titrediğini, sonra titremeye başladığını görünce o maksada geçti, sesine çok elemli bir eda çizdi.

“Şevketli sultanım, her fitneden böyle fazahatler doğar. Tacidar ve şehriyâr olanlar için fitneye istidat uyandırmamak gerektir. Padişahlar hizmetinde bulunanlara da gözlerini dört açıp gece gündüz uyanık durup fitne havası esecek delikleri tıkamak farzdır. Eğer kardeşiniz hazretleri şeyhülislama yüz vermemiş yahut onun mülke tasallut ettiğini vaktinde sezmiş olsalardı bu fitneler kopmazdı. Sadrazamların da şeyhülislamdan korkup dillerini kısmamış, velinimetlerine vaktinde hakikati bildirmiş bulunsalardı yine bu akıbetler vuku bulmazdı.” dedi.

Ve padişahı endişe içinde bırakmamak için hemen ilave etti.

“Efendimin selameti, afiyeti uğrunda bin şeyhülislam feda olsun. Bu iş, ulu Tanrı’ya şükür, sizin fermanınızla olmadı, Halik’in de halkın da yanında cenabınızın mesuliyeti yoktur. Bundan sonra da böyle işlerin olmayacağı, olamayacağı aşikârdır.”

Sultan Ahmed, çok güçlükle kendini heyecandan kurtardı, alnındaki terleri yorgun yorgun sildi.

“Şimdi, ne olacak? Bu adamlar böyle saltanata şerik olup kalacak mı?” dedi.

“Hayır padişahım, siz cennetmekân babanızdan, dedenizden ve ecdadınızdan size kalan taht üzerinde müstakil olarak saltanat süreceksiniz. Lakin biraz sabır, biraz tahammül!..”

“Ne vakte kadar?”

“İstanbul’a dönünceye kadar…”

“Oraya mutlak gidilmek mi lazım?”

“Lazım padişahım. Eğer cenabınız hemen yola çıkmazsanız ordu yine mırıldanır, huysuzlanır. Çünkü asker tayfasının payitahtta kurulmuş çeşit çeşit tezgâhları ve her neferin bin tarakta bin bezi var. Edirne’de kalmaları imkânsızdır. Onun için ferman buyurun; tuğlar dikilsin, hazırlıklar başlasın.”

Sultan Ahmed, iradesiz ve belki şuursuz inkıyat etti; mırıldandı:

“Öyle ise kızlar ağasına söyle; vezire haber salsın, tuğları da çıkartsın!”

***

Yazıcı Efendi’nin bu suretle başlayan yardımları hemen her gün tazeleniyordu. Padişahın da ona sevgisi, itimadı gittikçe çoğalıyordu. Zeki köylünün hakikatleri ne yaman bir şekilde sezdiği bu İstanbul’a dönüş işinde dahi görülmüştü. Çünkü Sultan Ahmed’in kızlar ağasına gönderdiği emir henüz sadrazama ve onun vasıtasıyla Çalık Ahmed Paşa, Karakaş Mustafa, Cebeci Ali, Toracanlı Ahmed murabbasına tebliğ olunmadan saraya bir ültimatom gelmişti, padişahın hemen İstanbul’a dönmesi -küstah bir ifade ile-ihtar edilmişti. Bu ültimatoma, saray önüne çarçabuk dikiliveren tuğlar gösterilmek suretiyle hem müstehzi hem vakur bir cevap verildiğinden fitne elebaşları mahcup oldular, özür dileyip savuştular. Yazıcı Efendi de fırsatı kaçırmadı, huzura koşup kendi lehine ustaca bir hamle yaptı.

“Düşüncelerinizin, mahz-i keramet idiği işte zahir oldu. Siz, İstanbul’a hareket için irade buyurmamış olsaydınız hâl, hayli düşvar olurdu. Halk, Çalık’la omuzdaşlarının emriyle yola çıkıldığını sanıp dedikodu yapardı. Şimdi herkes, kendi mübarek arzunuzla İstanbul’a döndüğünüzü öğrendi. Fitneciler de mahcup düştü.” dedi.

İsabetli bir hareketin şerefini padişaha tahsis eder gibi görünerek o şerefi kurnazca benimsiyordu. Fakat padişah kelime oyunları altında saklanan hakikatleri kavrayacak bir durumda değildi. Zorbalar tarafından sürüklene sürüklene saraydan çıkarılıp İstanbul yoluna atılmaktan kurtulduğu ve bu yola şerefiyle çıkmak imkânını bulduğu için bahtiyarlık duyuyordu. Bu sebeple Yazıcı Efendi’nin imalarına, telmihlerine değil, kendi neşesine kıymet veriyordu.

Şen şen gerindi: “Hakkın var. İyi düşündüm, iyi davrandım, herifleri mat ettim.” dedi.

4.Lale Devri’nin müessisi olan Nevşehirli İbrahim Paşa’nın hali tercümesini yazarken enderun tarihi muharriri Ata Bey söyle diyor: “Karaman eyaletinden Niğde sancağında vaki Ürgüp kazasına tabi Nevşehir tabir olunan Muşkara karyesi sükkânından İzdin Voyvodası denmekle maruf Ali Ağa’nın oğludur. H. 1100 tarihinde hemşehrilerini ziyaret kastıyla İstanbul’a geldi, akrabasından eski sarayda bulunan Mustafa Efendi delaletiyle ilkin mezkûr saray helvacıları, sonra baltacıları ocağına girdi ve istidat sahibi olduğu için yine o saray evkaf kâtipliğine tayin olundu. Biraz sonra yazıcı halifesi olmak üzere Edirne’ye çağrıldı. Orada saltanat nöbeti bekleyen Sultan III. Ahmed’in mahremi esrarı ve mutemedi kârgüzarı olmuştu. 1115’te vuku bulan cülus sırasında hatt-ı hümâyûn ile darüssaade ağası Abdurrahman’ın kâtipliğine tayin buyruldu. Birkaç kere vezaret rütbesi teklif olunduğu hâlde kabul etmediğinden padişah nezdinde kadri ve itibarı çoğaldı. (C. 1, s. 153)

Бесплатный фрагмент закончился.

191,42 ₽