Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Cinci Hoca», страница 2

Шрифт:

Avrat Pazarı

İstanbul’un Tavuk Pazarı, Irgat Pazarı, At Pazarı gibi bir de Avrat Pazarı vardır. Cerrahpaşa civarındadır. Eski tarihte bu pazara forum d’Arcadius derlerdi, sonradan garip bir tebadül6 ile arkad, avrat oldu ve hiç yoktan ortaya bir avrat pazarı çıktı.

Hâlbuki beride, İstanbul’un en güzel bir yerinde kurulu olan Topkapı Sarayı, on yedinci asrın ortalarına doğru gerçekten avrat pazarı hâlini almıştı, zengin bir kadın sergisi biçimine girmişti. Orada yalnız kadın düşünülüyor, yalnız kadın konuşuluyor ve yalnız kadın alışverişi yapılıyordu. Bu itibarla hiç yoktan Avrat Pazarı adını taşıyan yere münasip bir isim vermek ve Topkapı Sarayı’nı Avrat Pazarı diye anmak lazımdı. Nedense bu lüzum ihmal edildi. Tarihin tebessümle kabul edeceği bir ad, o esrar mahzeni sarayın kapısına nakşolunmadı.

Fakat bu ihmal, tarihin binbir vesika ile kaydettiği bariz bir hakikati örtmüş değildir ve Deli İbrahim’in Osmanoğulları sarayında kurduğu avrat pazarını bütün dünya tanıyıp öğrenmiştir. Bunun aksi nasıl mümkün olabilirdi ki; yeryüzünde hiçbir saray, bu avrat pazarı kadar acip hadiselere, garip vakalara, ibretli sahnelere kaynak olmamıştır.

Pazarı kurduran Deli İbrahim’in cinnet derecesini aşmış, iğrenç bir dalalet seviyesine ulaşmış olan kadıncıllığıydı.7 Kadın, onun için ziya gibi, hava gibi, su gibi hayat umdelerinden bir nesneydi. Güneşin sıcaklığını duydukça göze görünmez bir kadın kucağında ısındığını sanıp gerinmeye başlar, serin bir rüzgâr esince bir peri kızının dudağından çıkan nefesle karşılaştığını kuruntulayıp pis hülyalara dalar, berrak sularda küme küme kadınların cilveleştiklerini tevehhüm ederek uyanık gözle garip rüyalar sıralardı.

Saza bayılırdı: Kıvrak nağmeleri kadın sesine benzettiği için. Güzel kokulardan hoşlanırdı: Çiçeklerde kadın ıtrı bulduğu için. Raksa can verirdi: Kadın teninin oyunda açılıp saçılışına imrendiği için…

O, şüphe yok ki, zırdelilerdendi, fakat dimağını kadın mevzusu üzerine çevirince orijinal düşünceleriyle kendini dinleyenlere parmak ısırtırdı. Mesela beyaz kadınların tebessümden kahkahaya geçmeleri için nasıl davranılmak lazım geldiğini riyazi8 bir katiyetle bilirdi. Sarışınları somurtmak, esmerleri ağlatmak yollarını inceden inceye ölçmüştü, biçmişti.

Kızıl bir cahil olmasına rağmen kadın mevzusunu her bakımdan kavramış gibiydi. Yalnız ayağını gördüğü bir kadının küçük ağızlı mı, büyük ağızlı mı olduğunu keşfeder, bu şekilde isabetli buluşlarını en hurde9 noktalara kadar teşmil etmekte güçlük çekmezdi.

Bu derin alaka onu tam manasıyla kadıncıl yapmıştı. Ekmek yerken kadın tadı bulurdu, şeftalileri dilber bir yanak öper gibi heyecanla dişlerdi. O, kumaşları bile kadınları düşünerek gözden geçirirdi. Bir kadifeye el değdirince belli belirsiz tüylerle örtülü bir kadın eli okşar gibi uzun uzun gülümserdi, samur kürkünün içinde daima bir yığın saça sarılmış olmak zevkini bulurdu.

İşte bu sebeple, tahta çıktığı saatin ilk dakikasında, sarayını avrat pazarına çevirmek kararını almış, anası başta olmak üzere bu işte çalışabilecek olanların hepsini hummalı bir faaliyete sokmuştu. Kızlar Ağası Sümbül, kurulacak pazarın kâhyalığını omzuna almak için şimdiden ehliyetini ispata uğraşıyor, sabahtan akşama ve gece yarılarına kadar evlerden, konaklardan, pazarlardan kadın toplamakla meşgul oluyordu.

Kösem Sultan da pazarın kurulmasına aynı hararetle yardım ediyordu. Fakat o, mantıki düşüncelerle bu işe girişmiş ve oğlununkinden de Sümbül’ünkinden de tamamıyla ayrı bir hedef gözeterek halayık toplama faaliyetine iştirak etmiş bulunuyordu. Rum’dan dönme valide sultan, kadıncıl oğlunun durumundan hiç de hoşnut değildi. Sultan Murat gibi bir bakışıyla en kuvvetli ödleri koparan eli kanlı, kılıcı kanlı kahhar bir padişahın aman bilmez, merhamet tanımaz yumruğu altında bile şahlanmaya fırsat arayan ocaklının, böyle kadından başka düşünceye benliğinde yer vermeyen zirzop bir hükümdara uzun yıllar tahammül edemeyeceğini çoktan anlamıştı. Fakat tahta geçirilecek başka bir şehzade bulunmadığı için oğlunu şimdilik okşamayı ve bir damızlık aygır gibi kullanıp kendisinden çocuklar üretmeyi gerekli buluyordu. Bu emeline erince ve sarayda birkaç beşik sallandığını görünce deliye sırtını çevirmek, ocaklının gemini kendi eline almak çarelerini araştırmak azmindeydi.

Papaz kızı Kösem, yirmi üç yıl süren dulluk hayatındaki mahrumiyetlerin acısını çıkarmak için de oğlunun deliliklerinden istifade etmek istiyordu.

Kadıncıl hükümdar, yalnız kadın düşünerek kucaktan kucağa geçerken devlet işleriyle kendisi meşgul olacak, har vurup harman savuracak, hazineler düzecek ve gül yüzü solmadan, damarlarındaki coşkun kan durulmadan nabekâr felekten kâm alacaktı.10 Lakin bu emellerin ve bu hülyaların gerçekleşmesi Sultan İbrahim’i birkaç kere baba yapmakla, birkaç şehzade dünyaya getirmekle mümkün olabilirdi. Kösem, bu noktayı göz önünde tutup oğluna bir avrat pazarı hazırlıyordu ve o, kör bir ihtiras, çılgın bir incizapla kadından kadına koşarken kendisi ipliğini boyamak11 istiyordu.

Korkak bir padişahın kölesi olmayı için için zül sayan dev cüsseli, çelik bilekli, taş yürekli Sadrazam Kara Mustafa Paşa da devletin temeli ansızın sarsılmasın, imparatorluk dağılıp çökmesin diye deliden döl almak ameliyesine yardım etmeyi gerekli bularak avrat pazarının kurulmasını kolaylaştırmaya çalışıyordu. Hatta pazara sermaye göndermek için vezirleri, hocaları, ağaları da zorladığından Osmanlı tahtına namzet yetiştirmek kaygısı umumileşmiş, Topkapı Sarayı’na kadın akmaya başlamıştı.

Deli İbrahim’i birkaç kere baba yaptıktan sonra edebe davet etmek ve delilikte ısrar ettiği takdirde tahttan atmak düşüncesinde sadrazamla Kösem -muhaveresiz, müzakeresiz ve münakaşasız bir anlaşma ile- ittifak etmişlerdi. Lakin ikisi de hünkârı kolay devrilir bir ağaç saymakta aldanıyorlardı. Çünkü kadıncıl İbrahim, aynı zamanda zalim bir tabiat sahibiydi. İlk saltanat günlerinde bütün saltanat varlığını bir avrat pazarı kurmaya hasrettiği için tabiatının o kana susamış tarafını belli etmiyordu.

Bu sebeple Kösem içeriden, Kara Mustafa Paşa dışarıdan -hiçbir endişeye kapılmaksızın- onu okşamaya devam ediyorlardı, pazarın mükemmel bir sergi olmasını temine çalışıyorlardı. Bu sayin12 sonu gerçekten parlak oldu, Topkapı Sarayı’nda eşsiz bir pazar kuruldu.

Pazarın daha ilk günlerde sekiz yüz mevcudu vardı. İran sınırından Fas hududuna, Avusturya içerilerinden Hint Denizi’ne kadar uzayan geniş ülkede satılması mümkün kızların en güzelleri bu sekiz yüz sermaye arasında yer almış bulunuyordu. Rus, Macar, Leh, Gürcü, Çerkez, Sırp, Bulgar, Alman, Rum, Fransız, İspanyol kanını taşıyan bu bir alay halayık, mensup oldukları milletlerin güzellik numuneleri sayılacak kadar seçkin mahluklardı.

İbrahim, kadıncıl dehasından aldığı ilham ile pazardaki sermayeleri renk ve boy bakımından kümelere ayırmıştı. Kendisi gibi kadın düşkünü olan büyük dedesi Üçüncü Murat’ın kırk haseki ile içine kapanıp sızıncaya kadar şarap içtiği yerde, meşhur hünkâr sofasında sık sık yaptırdığı geçit resimlerinde ilkin renk itibarıyla kızları yürütür, sonra boya göre yürüyüş yaptırıp muhtelif renklerin bir arada toplanmalarını ellerini şıkırdatarak, deli deli söylenerek seyre dalardı.

O, İstanbul’un hangi yıl alındığını bilmezdi. Yavuz’un yaptığı harplerin ve kazandığı zaferlerin tarihini merak etmiş değildi. Viyana’nın hangi padişah zamanında muhasara edildiğini de işitmemişti. Fakat Üçüncü Murat’ın beş yüz halayık topladığını, her gece kırk kadınla işret ve saz meclisi kurduğunu, yüz on beş çocuk doğurttuğunu biliyordu. Avrat pazarını kurarken işte bu bilgiyi esas tutuyor, o dedesinden daha çok kadına sahip olmak ve yine ondan fazla çocuk doğurtmak istiyordu.

Kösem’le Kara Mustafa Paşa’nın ve bütün devlet ricalinin himmetiyle pazar mevcudu, eski devirlerin hiçbirinde görülmeyen dereceyi bulunca sıra bu pazardan alınacak zevkte de eskileri geçmeye gelmişti.

Artık saray bir padişah evi olmaktan çıkmış, çalgılı köçekhanelere dönmüştü. Her odada, hemen her dakika sazlar çalınıyor, rakslar yapılıyor, hayvani ihtirasların her çeşidine inkişaf verilerek delice gülünüp eğleniliyordu. Hem kaba hem çirkin bir teşbih olmakla beraber hakikati ifade için söyleyelim ki İbrahim bu avrat pazarı ve bu ihtiras âlemi içinde dolgun mevcutlu bir kısrak yılkısına, başıboş bırakılmış kuduz bir aygıra benziyordu. Konuşmasının kişnemeden, yürümesinin şahlanmadan farkı yoktu ve gece gündüz kişneyerek, şahlanarak avrat pazarına hercümerç veriyordu.

Halk, sarayda nasıl bir âlem kurulduğundan henüz bihaberdi. Sultan Murat’ın ölümü herkese geniş bir nefes aldırmış ve yüreklere büyük bir yükten kurtulma sevinci vermiş olduğundan sarayda başlayan rezaletle kimsenin alakalandığı yoktu.

Tarih bakımından halkın bu vaziyeti gayet tabiiydi. Çünkü Sultan Murat, kan emen ve ocak söndüren bir kâbustu, bütün memleketi korku içinde yaşatıyordu. Bir müverrihin dediği gibi onun her sözünden, her hareketinden korkulur; her sözü her hareketi -Tanrı buyruğu, Tanrı işi gibi- muhterem tutulurdu. Kaşları oynar oynamaz binlerce kol yukarı kalkar ve bu kaşların çatılmasıyla beraber binlerce baş toprağa düşerdi. Fırtına yaklaştığı zaman kuşlar nasıl susup yapraklar arasına gizlenirlerse Sultan Murat’ın sesi duyulduğu, yüzü görüldüğü vakit de herkes susar ve kaçardı. O, şiddeti vahşet derecesine çıkarmıştı. Kana susamış bir deli hırçınlığıyla adam öldürürdü. Bir çayırda eğlenen kadınları açık saçık görünüyorlar suçuyla toptan suya attırıp boğdurmuştu. İçinde sekiz on kadın bulunan bir kayığı -saray kıyılarına fazla yaklaştıkları bahanesiyle- batırtıvermişti. Çarşıda satıcılarla pazarlık eden kadınların karnına kadar elini sokan bu cellat hükümdarın on yıl içinde yüz bin kişi öldürttüğü rivayet olunuyordu.

İşte halk, böyle bir padişahtan kurtulmuş olmak sevinci içinde yeni hünkârın huyuyla, âdetiyle alakalanmayı hatıra getirmiyordu. Çünkü Sultan Murat gibi bir dâhiyeye13 Allah’ın bile bir eş yaratamayacağına inanıyorlardı. Ne kadar fena ve ne kadar zalim olursa olsun İbrahim’in, kardeşine nispetle çok iyi, çok merhametli, çok adil olacağını umuyorlardı.

Bu umumi sevinç, bu umumi kanaat yüzündendir ki şairler, sayfa sayfa cülusiyeler düzüyorlar, yeni devri -halkın duygularına tercüman olarak- alkışlıyorlardı. Fehim adlı bir üstat, yer yer ve taraf taraf yapılan şehriayinleri tasvir ederken Murat’ın ölümüne, İbrahim’in cülusuna ebcet hesabıyla şu tarihi düşürmüştü:

 
Azmi ukba eyleyüp Sultan Murad-ı Cem
Himem eyledi Sultan İbrahim-i dara-fer cülus.
 

Sarp dağları binbir zahmet çekerek aştıktan sonra düzlüğe inmek neyse Sultan Murat’ın pençesinden kurtulup kardeşi İbrahim’in idaresi altına girmek de oydu. Daha doğrusu elli milyon insanın zehabı bu şekildeydi ve ondan dolayı da İstanbul’dan, Budin’den Yemen’e kadar uzayan imparatorluğun her şehrinde, her kasabasında, her köyünde tellallar “Devlet ve memleket Sultan İbrahim’indir!” diye bağırırken herkes “Çok şükür ey ulu Tanrı, çok şükür!” diyerek sevincinden secdeye kapanıyordu.

Sultan İbrahim işte bu hissî dekor içinde avrat pazarını kurmuş, sekiz yüz kadın arasında tarihin duymadığı işler görmeye koyulmuştu. Takındığı kılık bile orijinaldi, kendi icadıydı. Kızlar, bilhassa onun, samur kürkü ters giymekten ibaret olan bu kılığına bayılırlar ve etrafına küme küme yığılıp “Ne güzel, ne güzel!” diye el çırparlardı.

Fakat bu tersine çevrilen kürkler, Türk ilinde ve Osmanlı hazinesinde bulunan elmasların en güzelleriyle baştan aşağı donandığından müthiş bir kıymet taşıyordu. Her birinde yirmişer kopça vardı ve bunların tanesi, bugünkü rayice göre, bin beş yüz liraya mal oluyordu.

Avrat pazarı kurulup da alışveriş başladıktan sonra deli hünkâr, çiçek sevgisine de germi vermişti.14 Eski padişahların sarıkları arasına sokuşturdukları mücevher sorguçları atarak saçlarına, kulaklarının ardına çiçek takıyordu. Kızlar, çelenk veya demet hâlinde olmayıp dağınık şekilde taktığı çiçeklerle başını garip bir biçime sokan hünkârın bu maskaralığını yüksek bir zarafet gibi alkışlar ve bazen daldan koparıyorlarmış gibi işveli bir ihtimamla gülleri, karanfilleri, laleleri herifin saçından çıkarıp sıra ile kokladıktan sonra yine yerine asarlardı.

İbrahim’in bu hayvani hayat içinde kafasından atamadığı iki büyük kaygı vardı: Kâşiflik, babalık… Başını çiçeklerle ve her gün yeni bir biçimde süslemekle; sabah oyunlarında başka, öğle çılgınlıklarında başka, gece kepazeliklerinde başka kılığa girmekle; sekiz yüz halayığı her gün yeni bir tasnife tabi tutmakla kâşiflik kaygısını geniş mikyasta tatmin edebildiği hâlde yine memnun değildi. Hiçbir hükümdarın yapamadığı işleri başarmak, kimsenin hatırına gelmeyen şeyler yapmak istiyordu.

Bu düşünce onu gerdek değiştirmek hevesine sürükledi, köşkler ve odalar yaptırmaya girişti. İlkin Bağdat Köşkü’nün yanına bir şahnişin, sonra Revan Odası önüne büyük bir hücre kurdurdu. Bir yandan denize, bir yandan havuza bakarak eğlenmeyi bu suretle temin ettikten sonra sekiz yüz kadını bütün saray odalarına üçer beşer serpmek ve en güzellerini o şahnişinle o hücreye koymak usulünü çıkardı. Her gün kadınların serpiştirilmiş bulunduğu odaların adlarını yahut yerlerini küçük pusulalara yazdırarak takkesi içine kordu, kura usulüyle hangi odadan ziyarete başlayacağını tespit ettikten sonra akşama kadar kapı kapı dolaşır ve nihayet Revan Odası önündeki hücrede baygınlaşıp kalırdı.

Bu odaya gelişi, avrat pazarındaki çılgın hayatın en kıvrak bir sahnesini teşkil ederdi. Çünkü orada bir havuz vardı ve sekiz yüz kadın arasından seçilen on halayık efendilerini bu havuz içinde istikbal ederlerdi.15 İbrahim, ayakta duracak kadar kendine malik ise renk renk saçlarını bir atkı gibi açarak, bir ağızdan şarkı okuyarak birer su perisi yahut sudan tulu eden on Venüs gibi kendini karşılayan halayıklarına iltifat etmekte bir saniye bile tereddüt etmez, başındaki çiçeklerle ve üstündeki elmas çaprastlı, elmas düğmeli kürkle havuza atılıverirdi.

O, kura ile sıraya konmuş muhtelif gerdeklerden yorgun ayrılmış ise su perilerine bu iltifatı yapamazdı, melul melul kendilerini süzdükten sonra “Odaya gelin, odaya gelin.” diye mırıldanarak köşke çekilip ıslak Venüslerin sudan karaya uçuşlarını seyre dalardı.

O şahnişinin, o köşkün yapılmasında mimar ve işçi olarak çalışanlar, yapı masrafını ödeyenler, nasıl bir maksada hizmet ettiklerini, şüphe yok ki, akıllarına bile getirmemişlerdi. Ondan dolayıdır ki İbrahim’in daimî gerdek olarak kullandığı bu odaların tavanlarına, duvarlarına, pencerelerine ciddi mahiyette birçok şiir işlenmiş ve deli adam uzun uzun övülerek göklere çıkarılmıştı.

Bu gafletle bizzat İbrahim eğlenmekten geri kalmazdı. Musluklardan akan suları, nefis dudaklarından süzülen zevk zemzemlerini duymaktan ve emmekten gına getirip de sinirlerini biraz dinlendirmek istedikçe bu şiirleri okuyup yahut okumak bilen halayıklara okutup kahkaha mevzusu yapardı.

“Kahkaha mevzusu” tabirini İbrahim’in şiirlerle istihza etmesi bakımından kullanıyoruz. Yoksa bu hâlette kızıl bir cehlin de sırıtması mündemiç olduğu için romancının makûs tabirler kullanması daha doğru olur.

Evet, İbrahim, belki de samimi bir duygu ile yazılan, sanatkârlığa saygı gösterilmiş olmak kaygısıyla da köşklerin her yanına altın yazı ile nakşolunan bu şiirlerle eğlenirken cehlini açığa vururdu. Çünkü şiirleri düzgün okuyamazdı, şairin ne demek istediğini anlayamazdı. Yalnız kendine adil, merhametli, cömert gibi sıfatlar isnat olunmasını gülünç bulup kahkahalar savurur, kızları da bu kahkahalar yüzünden kahkaha atmak zorunda bırakırdı.

Onu, en çok güldüren şu manzum parçaydı:

 
Hazreti Sultan İbrahim’i âli-menzilet
Hâmii dini Muhammed, sahibi hulki azim,
Oldu halkı âleme eyyamı eyyamı behar
Cümle dünyaya vücudu rahmeti rabbi rahim,
Hulku hılkında Huda ihsanın etti aşikâr
Hem mühibü hem cemilü hem selimü alim.
 

Çünkü Hz. Muhammed’e asla muhabbeti yoktu. Vaktiyle babası tarafından Medine’ye gönderilen elmasları getirip bir halayığa vermek yahut kürklerine takıp takıştırmak için fırsat bekliyordu. Sonra halk kelimesinden sinirlenirdi. Onun düşüncesine göre halk manasız bir kalabalıktan ibaret olup Allah’ın bütün mahlukatı kadın olarak yaratmaması ve bu milyonlarca kadını kâinatın biricik erkeği olmaya layık olan mübarek nefsine tahsis etmemesi de fahiş bir hataydı. Fakat Allah’ın padişahlardan büyük olduğuna -sürekli telkinlerle- inanmış olduğundan yeryüzünde kendinden başka erkek yarattığından dolayı Allah’a karşı beslediği kırgınlığı açığa vurmaktan çekinirdi, kızları başına toplayıp -yarım yamalak okuyabildiği- şiirleri tezyif ederken16 istihzalarını hep halka hasretmeye çalışırdı.

Tarih, her müstebitin hayatında halkı hiçe sayan bir zihniyet kaydeder. Milletleri istibdat boyunduruğu altında inleten fermanfermalar arasında halkın haklarından sık sık bahsedenler bile icabında halkı ateşe tutmaktan çekinmemişlerdir: Napolyon Bonapart gibi!.. Fakat İbrahim, kendi varlığının temelini teşkil eden millet ve bütün insaniyetle eğlenmekte en ileri giden bir adamdı. Halk denildikçe deli deli güler, “Aman susun, Has Ahır’ı hatırlıyorum.” derdi.

Bununla beraber halkın bazen duasına ihtiyaç hissederdi. Muvazenesiz bir dimağ ile dalaletli bir ruhun yarattığı birbirine uymaz düşünceler, duygular cümlesinden olan bu ihtiyaç bilhassa baba olmak kaygısından doğardı. Sekiz yüz kadın arasında yaşadığı, gerdekten gerdeğe geçtiği hâlde henüz çocuk sahibi olamamak onu sık sık elemlendiriyordu.

Bu sebeple anasından, kız kardeşlerinden, ağalardan salık alarak adlarını öğrendiği şeyhlere, hocalara kese kese para yollardı, baba olabilmek için onlardan dua isterdi. Bazen avrat pazarından bir iki saat uzaklaşmayı bile göze alırdı, ata binip sokağa çıkardı, üfürükçülerin ayağına kadar gidip kendine nefes ettirirdi.

Lakin bu gidişler sırasında zihni hep avrat pazarında kalırdı ve pazarın zevkine yeni yeni çeşitler katmak için uzun düşünceler geçirirdi. Kızlardan bir bölüğünü erkek, genç harem ağalarından bir bölüğünü kız kıyafetine sokmak fikri de işte böyle bir sırada kafasına doğmuştu.

Tacidar delinin kızı erkek ve erkeği kız kılığına sokarken düşündüğü şey, devlet adamlarıyla ve bütün kadınlarla eğlenmekti. Bu düşünce dolayısıyla kıyafetçe erkekleştirdiği kızlara Horasani börkten başlayıp üsküf, Selimî, kallavi, Yusufî, urf, düzkaş, kalafat, dardağan, paşayî, zaimî, kâtibî, kafesî, perişani, çatal, mollayî, silahşorî, takke, yelken, brata, tas, kalpak, kalıp işi gibi kavukları, külahları giydirerek ecelacayip bir başlık sergisi vücuda getirmişti. Bu kavukların, külahların her biri bir zümre tarafından kullanılırdı. Deli İbrahim, her kıza bir zümrenin başlığını takmakla o zümreyi kendince tehzil etmiş17 oluyordu.

Kız kılığına soktuğu harem ağaları da canlı bir kıyafet sergisi teşkil ediyorlardı. Şalgebe, beyaz gömlek, çuha ferace, boğası kaftan, alaca çakşır, yırtmaçlı, kapama, cepken, yelek gibi devrin zümrevi elbiselerinden her çeşidi bu siyah mahlukların sırtında görünüyordu; diba, sevai, lahur, elvan, sof, Bursa alacası, Venedik kadifesi, İngiliz çuhası, Nemse bezi gibi kumaşların hepsinden birer örnek -hadımlıklarına rağmen- erkek biçimine sokulan zavallı kölelerin omuzlarında, bellerinde, bacaklarında renklerini pırıldatıyordu.

Altmış yıl sonra Topkapı Sarayı’nda halayıklarla harem ağalarının açıkça gelin-güvey oyununa başlamaları Deli İbrahim’in ektiği bu tohumun neticesi sayılabilirdi. Lakin o, yaptığı işten neler çıkacağını düşünecek kudrette değildi ve öyle bir kudrete malik olsa bile zevkini istikbal endişesine feda edemezdi. Eğlenmek, kadınlardan son hadde kadar zevk almak istiyordu ve bu dileğini tatmin için her kepazeliği yapıyordu.

Eğer Kösem Sultan olmasa ve onun rica şeklinde yaptığı sert ihtarlar bulunmasa Deli İbrahim, kadın tebaasından başka kimselerle de vazife bakımından meşgul olmaya mecbur bulunduğunu belki hatırına getirmeyecekti. Kâinatı sarayında kurduğu avrat pazarından ibaret görüyordu, padişahlığın zevkini o pazarda çıkartıyordu. Lakin anası, her cinnet gecesinin sabahında onun başına dikiliyordu, yalvarır gibi görünen bir sesle emrediyordu:

“Haydi aslanım, taşra çık, Kubbealtı’na var. Vezirler, ocaklılar mübarek didarını görmezlerse sağlığından kuşkulanırlar, fitne uyandırırlar, seni telaşa düşürürler. Yüzünü görsünler ki yürekleri rahat etsin.”

Her gün tazelenen bu ihtarlar onu sadrazamla, vezirlerle, defterdarla temas etmek zorunda bırakıyordu. İlk günlerde Kubbealtı’na gitmekten, kafes ardına oturup divan müzakerelerini dinlemekten son derece sıkılıyordu. Hele divan sonu sadrazamın yanına gelerek Nemse işi şöyle, Lehistan meseleleri şöyle, İran maslahatı şöyle mukaddimeleriyle bir saat söylenmesinden fena hâlde huylanıp için için küfürbazlığa girişiyordu. Fakat zaman geçtikçe padişahlığın bu tarafından da zevk almaya başladı. Koca koca kavuklarıyla, renk renk kıyafetleriyle, alay alay paşanın, mollanın, ağanın kendi önünde yerlere kapanmaları, vücutlarından ve çalımlı ağırlıklarından umulmayan bir çeviklikle koşa koşa gelip ayağını öpmeleri artık hoşuna gidiyordu.

Bu hoşlanışın hududu adam öldürtmek zevkini ilk tattığı gün bir derece daha genişledi ve Deli İbrahim, avrat pazarında olduğu kadar Kubbealtı’nda, arz odasında oturmaktan da sıkılmaya başladı. Şimdi anasının ihtarına hacet bırakmadan erken erken dışarı çıkıyordu, uçurulacak kelleler için emir vermek iştiyakıyla muhteşem sedirine uzanıp geviş getirmeye koyuluyordu.

Ona bu dalaletli zevki tatmak fırsatını Emir Güne oğlunun yanlış bir hareketi vermişti. Kendi adını taşıyan köyde18 Sultan Murat’ın verdiği sarayı bir kepazelik kaynağı hâline koymuş, yıllardan beri eğlence namına her edepsizliği yapmış ve Sultan Murat’a da yaptırmış olan bu İranlı mülteci, hovarda efendisinin ölmesi üzerine telaşa düşerek eski yurduna dönmek, yıllardan beri zevk tellallığı sayesinde kazandığı hazineleri oraya aşırmak yolunu aramaya koyulmuştu. O sırada İstanbul’a İran’dan bir elçi geldi, Emir Güne oğlu bol para ve bol armağan vererek onunla müzakereye girişti. Elçi, bir yandan onu sızdırmak, bir yandan da vaktiyle memleketine ihanet etmiş bir adamı ceza görebileceği bir muhite sokarak ün almak düşüncesiyle Emir Güne oğlunu iltizamdan çekinmedi, herifin İran’a gitmesine müsaade edilmesi için sadrazam nezdinde teşebbüste bulundu. Hâlbuki Kara Mustafa Paşa, Osmanlı vezirleri arasında yer alan sabık mültecinin milyonlar değerinde bir serveti aşırmasına göz yumacak adamlardan değildi. Elçinin bu işe burun soktuğunu görünce kararını verdi, Deli İbrahim’in huzuruna çıktı.

“Yusuf Paşa…” dedi. “İran’a savuşmak ister.”

Hünkâr sordu:

“Yusuf Paşa da kim lala?”

“Asıl adı Emir Güne oğluydu. Cennetmekân kardeşiniz, bilinmez neden, ona Yusuf deyip paşalık verdi. Köftehorun biri.19 Birkaç yıl içinde hazineler düzdü. Şimdi yurduna dönmek diler. Elçiyi de kandırmış, ben kuluna yollayıp şefaat ettirmiş.”

“Nidelim biz?”

“Yusuf Paşa’nın artık gereği yok. Ferman buyurursan gideririz.”

“Evvel gereği var mıydı?”

“Rahmetli hünkâra sakiler bulurdu, köçekler tedarik ederdi. Devlet kapısında başka bir işi yoktu.”

“Mademki öyledir, gideriver lala. Fakat hazineler ne olacak?”

“Efendimin hazinesine geçecek.”

“Durma öyleyse lala. Kestir kafasını teresin!”

Yakın zamana kadar kendi kafasının kesilmesinden korkan deli adama, bir vezir kellesini uçurma emrini vermek o kadar tatlı gelmişti ki hareme dönünce bütün kızlara bu hadiseyi anlatmaktan kendini alamadı, “Padişah değil miyim ya, keserim, kestiririm!” mukaddimesiyle uzun uzun övündü. Lakin Emir Güne oğlunun nasıl öldürüldüğünü gözle göremediğinden bu işten aldığı zevki eksik buluyordu, dalaletli ruhunu tamamıyla hoşnut edecek yeni bir fırsat arıyordu.

Kına oğlu isminde birinin zulmünden şikâyet için İstanbul’a gelen beş on kişinin bir tenezzüh20 sırasında önüne çıkıp “Adalet isteriz!” diye bağırmaları ona aradığı fırsatı verdi. Sadrazamın Sivas’a vali yaptığı Kına oğlunu hemen getirtti. Ayasofya çarşısındaki bir kasap dükkânına astırttı ve debdebeli bir alayla oradan geçip iradesine kurban giden adamı uzun uzun seyretti.

Artık memnundu, “Asın!” der demez gazabına uğrayan veya hoşuna gitmeyen herhangi bir kimsenin ahireti boylayacağına iman getirmişti ve padişahlığın bu yaman kudretini sınamış olmak zevkiyle böbürlenip duruyordu. Öldürülen adamların paralarına, elmaslarına, kumaşlarına konmak onun kan dökmekten aldığı hazzı büsbütün çoğalttığından ikide bir sadrazamı çağırıp sormaya başlamıştı:

“Kesilecek kafa yok mu lala?..”

Kara Mustafa Paşa bu sualin nasıl bir hırstan doğduğunu sezerek yüzünü ekşitir ve şöyle bir cevapla bahsi kapardı: “Olunca haber veririz padişahım!”

Bununla beraber deli hünkârın bu vahşi ihtirasını sık sık tatmin etmekten geri kalmazdı. Sultan Murat zamanında kendini incitenleri birer birer ölüme mahkûm ederek padişahtan kolayca iradelerini alır ve ölülerin terekesini sandık sandık, heybe heybe, çuval çuval saraya taşıtırdı.

Şu hâle göre sadrazamla hünkârın birbiriyle candan anlaştıklarına inanılmak lazım gelir, değil mi?.. Görünüş, gerçi böyle ise de hakikat tamamıyla tersineydi. Sadrazam, sarayı avrat pazarına çeviren ve eli çakşırından çıkmayan bu divane adamdan enikonu iğreniyordu, tahta çıkartılacak bir şehzade peyda olur olmaz onu kafesine iade etmeyi düşünüyordu. İbrahim de lalasından son derece nefret ediyordu. Lakin tahta çıktığı gün vukuya gelen ilk tesadüfte içine yayılan korkuyu bir türlü söküp atamadığı ve dev cüsseli vezirin şahsında kardeşi Sultan Murat’ın mehabetini sezip için için titrediği cihetle nefretini açığa vuramıyor, yeni bir sadrazam aramaya kalkışamıyordu.

Bazen kendi kendini cesaretlendirmek ister, “Ben padişah değil miyim?” diyerek zayıf boynunu diker, sadrazamın hayaline kafasında diz çöktürterek muhayyel cellatlara idam hükmünü haykırırdı. Fakat Kara Mustafa Paşa ile yüzleşir yüzleşmez o kuruntuların izi bile dimağında kalmazdı, yüreğine bir ürküntü yayılırdı ve vezir ne derse “Peki, peki lala!” cevabını verip onunla karşı karşıya kalmaktan kurtulmaya çalışırdı.

Sadrazam, kadıncıl padişahın devlet işlerine kayıtsız kalışından da sinirlenip duruyordu. Bazen kendini tutamayarak onu tekdir ettiği bile vardı. Mesela bir gün, Lehistan’la Rusya’nın ittifak etmek istediklerini ve böyle bir vakanın Osmanlı İmparatorluğu’nun menfaatlerine uygun düşmeyeceğini padişaha anlatırken deli herif, kulağından çıkardığı gülü uzun uzun koklayarak sormuştu:

“Lehlilerin mi, Rusların mı kızları daha güzeldir lala?”

Sadrazam, bu laubalilik önünde kendini tutamadı.

“Burada…” dedi. “Kızın, kısrağın yeri yok! Ben esirci değilim! İçerideki eksik etekler az geliyorsa kızlar ağasını esir pazarına yollayın, hangi soydan isterseniz birkaç yüz avrat daha satın alın!..”

Deli İbrahim bu ağır hakareti kıs kıs gülmekle, “Kızma lala, şaka yaptım.” demekle geçiştirdi. Fakat başka bir gün sadrazamın gösterdiği korkunç bir tecellütten21 ödü kopayazdı. İçinde bu yaman laladan kurtulmak emeli kökleşti.

Hadise şudur: İbrahim, dört başı mamur bir vaziyette yaşamak kaygısıyla avrat pazarına çekidüzen verirken birkaç kol saz takımı, sürü sürü hokkabaz, alay alay çengi, düzinelerle köçek ve soytarı da tedarik etmişti. Gerdek değiştirme ameliyesine girişmeden ara sıra onlarla eğlenir ve sinirlerini uzun sürecek azgınlıklara hazırlardı. O meyanda birkaç cüce daha bulup kendine nedim yapmıştı. Bunlardan biri gerçekten hilkat garibesiydi, deli hünkârın son derece sevgisini kazanmış bulunuyordu. Çünkü yetmiş santimetre boyunda olmasına rağmen güzel bir yüzü, işlek bir zekâsı, tatlı bir gevezeliği, parlak nüktedanlıkları vardı. Boyuna sığmayan gururunu taşıra taşıra yürüyüşü, her söylenen söze zarif cevaplar buluşu, çınar boylu saray ağalarına -kendine mahsus usullerden istifade ederek- yıkıcı hücumlar yapışı padişahı kahkahalarla güldürdüğünden başnedim ve başmusahip mevkisinde bulunuyordu.

Hünkâr bütün eğlence âlemlerinde onu yanında bulundurduğu gibi Kubbealtı müzakerelerini dinlerken de kendisinden ayrılmazdı. Bir gün yine cücesini kucağına oturtmuştu; burnunu fiskeleyerek, koltuk altlarını gıdıklayarak eğleniyordu. Bir uşak içeri girdi, sadrazamın huzura çıkmak istediğini söyledi. İki kafadar, denize nazır bir köşkte bulunuyorlardı. Karşılıklı cilvelerini, şakalarını açık pencere önünde ve dalgaların kahkahalarını dinleyerek yapıyorlardı. Padişah cücesinden aldığı ve cücesine verdiği zevkin baltalanmasına kızmakla beraber sadrazamı kabul etmek zorunda kaldı, öfkeli öfkeli emir verdi:

“Boyu devrilesi herife söyleyin, gelsin!”

Ve cüceye büyük bir iltifatta bulunmuş olmak için altı üstü samur kaplı kürkünü açtı.

“Sen…” dedi. “Koynuma gir, lalam gidinceye kadar uyu!”

Kara Mustafa Paşa, herhangi bir durumda zerresini feda etmediği korkunç vakarıyla salona girdi, mutat olan selamını verdi, eğilip doğruldu, mühim bir siyasi işi tahlile, teşrihe girişti. Mevzu canlı, vezir de heyecanlıydı, büyük bir talakatle anlatıyor, anlatıyordu. İbrahim, her vakit olduğu gibi şimdi de kayıtsızdı. Gözlerini denize çevirerek biraz sonra havuzda güreştireceği kızları düşünüyordu.

Fakat cüce, içi dışı kıllı bir mahbeste kapalı kalmaktan hem sıkılmış hem bunalmıştı. Havasızlık ve sıcaklık o insan minyatürünü ter içinde, ızdırap içinde bıraktığından nefes alacak bir fürce22 arıyordu. Nihayet dayanamadı, yeni doğmuş normal bir çocuk başından da küçük olan sevimli kafasını kürkün yakasından çıkardı, ciğerlerini temiz hava ile doldurduktan sonra yumuk gözlerini sadrazama çevirdi, hayran hayran baktı ve yüksek bir dağ eteğinden o dağın azametine şaşkınlığını ifadeye çalışan bir tavşan yavrusu sıfatıyla minimini dilini çıkararak dev cüsseli veziri -zu’münce- selamladı.

Kara Mustafa Paşa, en ciddi bir mevzuyu dinlediği sırada dalgalarla alık alık hasbihâle dalan padişahın bu durumuna sinirlenip dururken ortada bir cüce başının peyda olmasından büsbütün celallenmişti. Veziriyle devlet işleri konuşan bir hükümdarın koynunda maskaralar saklaması bu sert huylu adamın havsalasına sığar şeylerden değildi. Sözü yarıda bırakıp çıkmak mı, padişaha vakar ve haysiyet dersi vermek mi lazım geleceğini kestiremeyerek durduğu yerde elemli bir mülahaza geçirirken cücenin dilini çıkardığını, kendisiyle eğlendiğini gördü, tepeden tırnağa kadar gazap kesildi, top ağzından fırlamış iki yüz kilo ağırlığında bir gülle hızıyla atıldı, kalın ve uzun kolunu padişahın göğsüne soktu, korkudan yine samur yuvasına kaçan cüceyi yakaladı, köşkün açık penceresinden denize savurup attı. Yüz kiloluk taş yuvarlakları bir şeftali çekirdeği hafifliğiyle uzak mesafelere atmaya -sürekli idmanlarla- alışmış olan dev cüsseli adam, talihsiz cüceyi köşkten belki yüz elli metre ileriye ulaştırmıştı, dalgaların koynuna gömüp bırakmıştı.

6.Tebadül: Değişim (e.n.)
7.Cıl veye cil malum olduğu üzere düşmanlık, yiyicilik, yerine göre de alışkınlık, yakınlık ve sebebiyet ifade eden bir edat olup isimlere eklenir: Adamcıl, tavşancıl, ölümcül kelimelerinde olduğu gibi. Biz kadıncıl kelimesini kullanmakla kadına yakın, alışkın ve düşkün manasını ifade etmek istedik. (y.n.)
8.Riyazi: Matematiksel. (e.n.)
9.Hurde: Pek ince ve küçük. (e.n.)
10.Kâm almak: Bir şeyden olabildiğince zevk almak, keyfini çıkarmak. (e.n.)
11.İpliğini boyamak: Hile hazırlamak (e.n.)
12.Say: Çalışma, çalışıp çabalama. Gayret sarf etme. (e.n.)
13.Dâhiye: Hârikulâde zekâ ve fetanet sahibi. (e.n.)
14.Germi vermek: Ateşlendirmek, hızlandırmak. (e.n.)
15.İstikbal etmek: Karşılamak. (e.n.)
16.Tezyif etmek: Aşağısamak, küçüksemek, alay etmek, eğlenmek. (e.n.)
17.Tehzil etmek: Alaya almak. (e.n.)
18.Emirgân. (y.n.)
19.Köftehor, Fatih’in kanunnamesinde şuna buna kadın götüren sefil adam mevkisinde kullanılmıştır. (y.n.)
20.Tenezzüh: Gezinti. (e.n.)
21.Tecellüt: Tekellüfle celadet göstermek. Kendini şecaatli ve cesaretli göstermeğe çalışmak. (e.n.)
22.Fürce: Methal, girecek yer, boşluk, açıklık, çatlaklık. (e.n.)
92,41 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
11 июля 2023
Объем:
3 стр. 5 иллюстраций
ISBN:
978-625-6865-82-2
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают