Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı», страница 2

Шрифт:

Biraz durdu, sonra gene söze başladı:

“Ben bu ağır dilekler önünde çıldırasıya kızmakla beraber Fatih Sultan Mehmet’i oyalamak istedim. Gergin sinirlerimi şunu bunu kazıklayarak uyuşturmaya çalıştım, ona karşı ise uysal göründüm, kendini birkaç ay oyaladım.”

Demitriyos, işin içyüzünü kavrayabilmek kaygısıyla dayanamadı, sordu:

“Nasıl oyalayabildiniz asaletmeap?”

“Düşüneyim, dedim. Para bulmaya savaşıyorum, dedim. Delikanlıları kendim seçmek istiyorum, dedim. Sözün kısası, her dereden su getirdim, birkaç ay işi savsakladım. Artık söylenecek yalan kalmadı, Fatih Sultan Mehmet de ekşi söz söylemeye başladı. Dün akşam gelen bir çavuş bu sözlerin en ağırını getirdi.”

“Bizim haberimiz yok asaletmeap, bu çavuş ne vakit geldi?”

“Dün akşam. Fakat ben kendisiyle baş başa kalıp görüştüm. Kâtiplerime bile neler konuştuğumu belli etmedim.”

“Herif, demek ki, canınızı sıktı.”

“Canımı sıktı da söz mü be çocuk. Yüreğimi ağzıma getirdi, sinirlerimi altüst etti. Bugün döktüğüm kanlar hep onun yüzündendir.”

“Ne konuştuğunuzu sorarsam suç işlemiş olur muyum asaletmeap?”

“Seni dost tuttuğum ve dost tanıdığım için sorabilirsin, ben de işte anlatıyordum: Çavuş, benimle Fatih Sultan Mehmet arasındaki durumun sağlamlaştırılmasının artık gerektiğini ve bu işe Vidin Valisi Çakırcı Hamza Paşa’nın memur edildiğini söyledi. Çakır’ın yanında hünkârın bir kâtibi de bulunacakmış.”

“Bu kâtip kim ola asaletmeap?”

“Yunus adlı bir Rum dönmesi. Öz adı Katabolinos’tur. Fatih’in gözdelerindendir. Çavuşun dediğine bakılırsa Çakırcı Hamza ile Yunus benimle görüşecekler, vergi ve beş yüz delikanlı işini sağlam bir kazığa bağlayacaklarmış. Çavuş bu tebliği yaptıktan sonra bir şey daha söyledi, gözlerimi fal taşı gibi açtırdı. Fatih, vergiyi ve delikanlıları gönderir göndermez benim de İstanbul’a gidip ayağını öpmekliğimi istiyormuş!.. Onun kurmak istediği tuzak pek belli. İlkin paramı alacak, sonunda da İstanbul’a götürüp asacak!..”

“Siz ne cevap verdiniz asaletmeap!”

“Vidin valisine bir elçi heyeti göndereceğimi, müzakereye girişeceğimi, sırası gelince de İstanbul’a gideceğimi söyledim, herifi de gece yarısı yola vurdum, Bükreş’ten uzaklaştırdım. Onu ve efendisini paramparça edememenin hıncını metresimden, senin yurttaşlarından, dilencilerden ve şundan bundan çıkardım.”

Elini alnından geçirdi, gamlı gamlı sordu:

“Şimdi bana bir yol göster. Kraliçe Beatris’e mektup yollamakla, Macar kralına kavuk sallamakla Fatih Sultan Mehmet’in sillesinden kendimi kurtarabilecek miyim?”

“Yüzde yüz asaletmeap. Elverir ki biraz zaman kazanalım, Budapeşte sarayını harekete getirelim. Umduğum gibi Macarlar, Sırplıları da kendilerine uydurarak Türklerin üzerine saldırırlarsa siz, birkaç yıl geniş nefes alabilirsiniz. Bu yıllar içinde ise çok şeyleri düşünülür, çok şeyler başarılır.”

Vlad, bıyıklarını yiye yiye gene dolaşmaya koyuldu ve birden Yaksiç’in ellerine yapıştı.

“Kendimi…” dedi. “Sana veriyorum. Beni artık sen kullanacaksın. Fakat benim bu güvenime karşı senin de bana candan bağlı olmanı isterim.”

“Candan da yürekten de size bağlıyım ve size bir köle gibi hizmet edeceğim.”

“Buna inanabilmek için birbirimize daha yakın olmalıyız.”

“Ne gibi asaletmeap?”

“İstanbul sarayında kardeşim Radol’ün aldığı yeri sen de benim sarayımda ve yüreğimde almalısın!”

***

Kazıklı Voyvoda’nın birinci gözdesi olarak ortaya çıkan Demitriyos Yaksiç, yorulmak bilmez bir çalışma içinde İstanbul ve Budin saraylarıyla mektuplaşmaya girişti, her iki tarafa yalanlar savurdu, dalkavukluklar yaptı, birkaç ay -her bakımdan- dostu olan Vlad’ı şen yaşattı, Eflak topraklarını barış tadına erdirdi.

Matyas Korven -karısının zoruyla- birtakım teşebbüslere girişmişti. Türklere karşı siyasal ve süel7 bir çember kurmak kuruntusuna kapılmıştı. Midilli’yi almak, Venediklilere sert bir ders vermek isteyen İstanbul sarayı, bir müddet Bükreş’te dönen entrikalara göz yumar gibi göründü, lakin Macarların Eflak ve Boğdan işlerine önem verdiklerini, gizliden gizliye hazırlıklara başladıklarını anlayınca bu hoş görüşlüğü birden bıraktı, Kazıklı Vovyoda işini öbür meseleden önce sona erdirmeyi düşünür oldu.

Fatih, kendi gözdesi Radol’ü Eflak voyvodası yapmak istiyordu. Lakin bu dilek, bu sütü bozuk delikanlıyı memnun etmek düşüncesinden ziyade bir imparatorluk şeklini almaya başlayan Osmanlı Devleti’nin şimal sınırlarını genişletmek, sağlamlaştırmak kaygısına dayanıyordu. Bununla beraber o, hesaplı davranıyordu, adımlarını tartarak atıyordu. Çünkü Eflak işiyle uğraşırken Macarların, Venediklilerin, Bosnalıların, Karamanlıların hücumuna uğramak ihtimali vardı.

Fatih bütün bu ihtimalleri göz önünde tutarak Eflak üzerine yürümek için en uygun günü bekliyordu. Lakin Kazıklı Voyvoda’yı da boş bırakmıyordu. Vidin Valisi Çakırcı Hamza’yı araya koyarak onu, gün geçtikçe artan bir sertlikle sıkıştırıyordu. Bir aralık, ordular yürütmeden şu işi başarabilmeyi sınamak istedi. Çakırcı Hamza’ya gizli bir emir gönderdi, iyi bir düzenle Voyvoda Vlad’ı yakalarsa çok memnun kalacağını bildirdi.

Çakırcı Hamza, Fatih’in bir kat daha gözüne girmek için yaman bir hırsa kapıldı, yanında bulundurulan Yunus Bey’le baş başa verip bir plan kurdu, ilkbahar günlerinden birinde bir gezinti yapmayı, Eflak’la Bulgaristan arasında bir yere çıkılarak voyvodanın av bahanesiyle oraya çağırılması kararlaştırıldı. Vlad bu çağırışa uyup da gelirse yakalanacak, bir semerli beygire atılıp İstanbul’a yollanacaktı.

Planı tasarlayan Yunus Bey’di. O, Türklerin konuklarına ihanet etmeyeceklerine, evlerinde veya çadırlarında bulunan bir adamın -düşman da olsa- canına kıymayacaklarına bütün dünyanın inanmasını göz önünde tutarak böyle bir düzen kurmayı faydalı bulmuştu. Çakırcı Hamza da fikrin kendinden doğmadığını düşünerek Yunus Bey’e “peki” demişti

Lakin Yunus Bey’in İstanbul’daki kardeşine yazdığı bir mektupta “Kimseye söyleme, yakında Voyvoda Vlad’ı kafese koyacağız!” diye bu düşünülen düzeni bildirmesi üzerine iş, umulmayan bir yola girdi. Yunus Bey’in kardeşi henüz dinini bırakmamıştı. İstanbul’un yeni sahiplerine yan bakmaktan da vazgeçmemişti. Kardeşinin mektubunu alır almaz bir yolunu buldu, Bükreş’e haber uçurarak Vlad’ı kurulan düzene karşı uyanık bulunmaya zorladı.

Bu adam, yaptığı casusluktan ne gibi hadiseler doğacağını tahmin edemiyordu. Yahut küçük bir çapta da olsa Türklerden hınç almak istiyordu. Fakat bu ülkü uğrunda kardeşine de ziyan geleceğini -şüphe yok ki- bilmiyordu. Eğer bunu bilse veya sezseydi şimdi anlatacağımız kanlı sahnenin yaratılmasına -uzaktan olsun- alet olmazdı.

Evet, Yunus Bey’in gevezelik edip kardeşine o mektubu yazması, onun da miskin bir hınca kapılıp Bükreş’e haber yollaması üzerine tarihte çok seyrek görünen bir vahşi dram perdesi açıldı. Bu perdeyi kuranlar, dramı oynayanlar Voyvoda Vlad’la Demitriyos Yaksiç’tir.

Onlar İstanbul’dan gönderilen jurnali alır almaz baş başa vermişler, Çakırcı Hamza Paşa’nın kurduğu düzene karşı yapacakları işi güzelce tasarlamışlardı. O sırada Macar Kralı Matyas Korven ve karısı Beatris pek yakında Türklerin üzerine hücum edeceklerini -inandırıcı bir dille- bildirmiş bulunuyorlardı. İstanbul’daki casuslar, Türklerin denizde ve Mora’da Cinevizliler’e, Venedikliler’e harp açmayı düşündüklerini yazıp duruyorlardı. Eflak’ta büyücek bir ordu, silah başında bulunuyordu.

Ne Vlad ne Yaksiç, İstanbul’dan korkmaya yer göremiyorlardı. Hatta Macarların Sırplarla, Bosnalılarla, Arnavutlarla yaptıkları el ve dil birliğini canlı bir akış hâline koymak, Venediklileri de Türklere karşı harekete geçirmek için ilk adımı atmayı kendileri için bir borç tanıyorlardı. Eflak’tan İstanbul’a doğru atılacak bir tükürüğün Balkanlar’da bir tufan yaratacağına inanıyorlardı.

İşte bu inanla yüreklerinde korkuya yer vermediler, korkunç bir plan çizdiler. Çakırcı Hamza Paşa’dan gelecek haberi beklemeye koyuldular. İstanbul’dan gelen jurnalin doğruluğunu gösteren bu haberin gelmesi çok gecikmedi ve bir gün Vidin valisinin mektubunu taşıyan bir ulak Bükreş sarayında boy gösterdi.

Mektup, yazdığımız düzene uygun bir davet getiriyordu. Vlad, böyle bir çağırışın kendisi için büyük bir şeref olduğunu söyledi, hemen teşekkürlü bir cevap yazdı, ulağa da bol ikramlar yaptı, paralar ve kumaşlar verdi, sevindirerek geri yolladı.

İki taraf ta artık sevinç içindeydi, Yunus Bey -voyvodanın cevabı gelir gelmez- İstanbul’a tatarlar8 çıkarmıştı, saraya müjdeler uçurmuştu. Onun inanışına ve yazışına göre Vlad, çantada keklik gibi bir şeydi. Bu kekliğin -kebap edilmek üzere- İstanbul’a yollanması bir gün işi oluyordu.

Vlad’la Yaksiç de sevinçlerinden zil takıp oynuyorlardı. Bunların taşıdığı kanaate göre de Çakırcı Hamza Paşa ile yanındaki saray kâtibinin yakalanması, pınar başında su içmek kadar kolaydı, bu hadiseden bütün Balkanlar’ı ayaklandıracak sarsıntılar kopması da enikonu elle tutulacak kertede olgun bir hakikatti.

İşte bu vaziyette Çakırcı Hamza Paşa, göz kamaştırıcı bir alayla Vidin’den çıktı, Tuna üzerinde yukarıya doğru bir gezi yaptıktan sonra geri döndü, Kalafat noktasında karşı yakaya geçti, çadır kurdu, avlanmaya başladı. Bükreş sarayıyla yaptıkları anlaşmaya bakılırsa Voyvoda Vlad da oraya gelecekti, kendisiyle birleşecekti.

Bir gün, iki gün, hatta üç gün geçti. Vlad’dan bir haber çıkmadı, bir iz belirmedi. Çakırcı Hamza Paşa da sinirlenmeye başladı. Ne o ne Yunus Bey, voyvodanın kurulan düzeni sezinsemiş olmasından kuşkuya düşmüyorlardı. Yalnız herifin bu görüşmeyi, herhangi bir mülahaza ile kendi için yersiz bularak Kalafat taraflarına gelmekten vazgeçmiş olmasından korkuyorlardı. Böyle bir şey, Fatih Sultan Mehmet’e karşı kendilerini çok küçük düşürecekti, kellelerinin bile bu durumda düşmesine imkân vardı.

Fakat bir gün Bükreş yolundan bir kalabalık göründü, Çakırcı ile Yunus’un da yüzü güldü. Gelenler bir aşçı ve bir saz takımıyla birkaç boyardan, bir iki katar katır yükü yiyecek, içecekten ibaret olup başlarında Demitriyos Yaksiç bulunuyordu.

Genç Macar, terbiyeli ve keskin duygulu finolar gibi yaltaklanarak, tatlı diller dökerek voyvodanın saygılarını, selamlarını Vidin valisine bildirdikten sonra efendisinin İstanbul’a gönderilecek delikanlıları ve on bin altın vergiyi yanına alıp gelmek üzere bulunduğunu, kendisinin ilk peşkeşleri getirmek ödeviyle yollandığını anlattı, Çakırcı’ya ve Yunus Bey’e hayli değer taşır armağanlar sundu. Aynı zamanda voyvoda gelinceye kadar onları konuklamaya memur edildiğini söyleyerek hemen mutfak çadırları kurdurdu, kazanlar sıralattı, bir düzine aşçıyı çalıştırmaya koyuldu.

Artık Çakırcı Paşa memnundu, Yunus Bey geniş bir nefes alarak çadırında yan gelip uzanmıştı, şu Vlad işini başardıktan sonra bir yolunu bulup Eflak voyvodalığına geçmek kuruntusuyla beynini yelpazeliyordu.

Yaksiç’in, oraya gelir gelmez ayağının tozuyla kurduğu sofra, gerçekten ağız sulandıracak bir biçimdeydi. Ta Macaristan bahçelerinden devşirilmiş çeşit çeşit yemişler, Kıbrıs malı şaraplar, lezzetleri kokularında uçuşan yemekler, ilk bakışta en ölgün iştihaları şahlandıracak bir güzellik taşıyorlardı.

Çakırcı Hamza’yı obur ve çok obur bir duruma düşüren, sofranın pek nefis oluşundan ziyade sofracıların seçkinliği idi. İkinci Sultan Murat’ın şerbetçiliğinden yetişmiş olan Hamza Paşa, ne Edirne ne de İstanbul sarayında bu biçimde sofracılar görmemişti. Vlad, gerçekten zevk ehli olduğunu yalnız bu genç hizmetçileri giydirişiyle belli etmiş oluyordu. Koca voyvoda, Eflak topraklarına adım atan Vidin valisine hizmet için sofracı değil, Tuna kıyılarında bir gönül karışıklığı yaratmak için sanki canlı bir ebemkuşağı (kavsikuzah)9 yollamıştı.

Çakırcı Paşa’yı, her şeyden artık, işte bu ebemkuşağı oyalıyordu. Kuşağın çizgileri demek olan her uşak, bir başka biçimde giyinmişti. Kimisi Hint alacasından kimi Mirza boğasından kapama taşıyor ve şal kuşak kuşanıyordu. Bir kısmı Kırım kesimi beyaz gömlek giymiş ve som sırma kuşak takmıştı. Süt mavisi bezden yelek, Venedik kadifesinden üstlük giyenler bu alaca kümeye başka bir renk veriyorlardı. Bunların hepsi çakşırsızdı, gömleklerinin yırtmaçları da hayli uzun olup altın kopça ile ilikli bulunuyordu. Fakat bu düğmeler, uşakların yürüyüşleri sırasında gümüş topukların pırıldamasına engel olmuyordu.

Bu manzaraya kıvrak ırlayışlarla kulaklarda tatlı bir sarhoşluk yaratan usta çalgıcıların hünerini de katarsak Çakırcı Paşa’nın durumunu biraz daha canlı olarak göstermiş oluruz.

Vidin valisi işte bu dekor içinde içti, yedi, içti, yedi, gece yarısına kadar sofra başında kaldı. Voyvodayı, Eflak işlerini, Fatih Sultan Mehmet’i ve her şeyi hemen hemen unutmuştu. Kanmadan, kanamadan şarap içiyordu; doymadan, doyamadan çerez yiyordu; durmadan, duramadan gümüş topuk seyrediyordu.

Yunus Bey’in de ondan aşağı kalır yeri yoktu. Sinir pekliği, mide sağlamlığı bakımından Hamza Paşa’ya göre pek cılız olduğu için küngürlemesi10 de daha çabuk olmuştu. Gece yarısından biraz sonra Çakırcı Paşa’nın da çelik sinirleri yumuşadı, obur midesi şişti ve gözleri kapandı. Artık gümüş topukları düşte görüyordu ve yıkıldığı yerde bozuk düzen şarkılar sayıklıyordu. Canlı ebemkuşağını sihirbaz gibi ince ve sezilmez bir ustalıkla saatlerden beri fırıl fırıl çeviren, Çakırcı ile Yunus Bey’i bir yığın salyalı et hâline getiren Demitriyos Yaksiç, otağ dışında da aynı şeyi yaptırmış, Vidin’den Kalafat’a geçen irili ufaklı bütün paşa takımını çadırlarında, ahır çergelerinde sızdırıp bırakmıştı.

Çakırcı ile Yunus’un haykırmakla değil, kamçılanmakla da gözlerini açamayacak bir durumda olduklarını gören genç Macar, oraya geldi geleli takındığı finoluğu birden bıraktı, dört yana sert sert emirler vermeye koyuldu ve kısa bir zaman içinde Vidin valisini de adamlarını da bağlattı, katırlara yükletti, ölü götürür gibi yola vurdu.

Uyuşturucu maddeler karıştırılmış keskin şarapların ona kazandırdığı bu zaferden yenilenlerin haberi bile yoktu, hepsi sımsıkı bağlandıkları katırlar üstünde horuldayıp duruyorlardı. Yaksiç, şen bir tehalükle11 kendi atına binip de oyun yerinden uzaklaşacağı sırada bir uşak geldi:

“Boyar!” dedi. “Burada ayık bir çocuk var. Kollarını göğsüne kavuşturarak bizi gözetliyor.”

Bükreş’ten gelenlerden başka olarak orada sızmamış bir adam bulunabilmesi Yaksiç’in gözlerini dört açtı ve bağırdı:

“Ne duruyorsunuz eşekler, onu hemen yakalayın, ipe sarın, yanıma getirin!”

Üç beş dakika sonra on dört on beş yaşlarında bir Türk çocuğu, ipler içinde, Yaksiç’in yanına sürüklenmişti. Bu, aslan yavrusunu andıran bir genç irisi idi. Pençesi henüz olgunlaşmamakla beraber gözlerinde taşıdığı kanın alevi, yapılışında yiğit bir ırkın bütün güzelliği beliriyordu.

Yaksiç, bir iki saniye bu insan güzelini süzdükten sonra sordu:

“Senin burada işin ne?”

Çocuk Romence cevap verdi:

“Ben de paşalıyım, ağamla birlikte Vidin’den geldim.”

“Ağan kim?”

“Akıncı Kara Murat benim öz kardeşimdir, ağamdır.”

“Nerede o şimdi?”

“Kızıl cinli (şarap) içip kendinden geçti, ipe sarıldı, bir katıra atıldı, götürüldü.”

Yaksiç, Romence konuşan aslan yavrusunu derin bir dikkatle yeni baştan süzdü, kaşlarını çatarak bir hayli de düşündü, sonra hain bir gülüşle dudaklarını bezedi.

“Sen…” dedi. “Niçin içmedin?

“Ben daha çocuğum. Ağamın yaşına gelmeden öyle şeyler yapamam.”

“Peki, şimdi ne düşünüyorsun, bizim yaptığımız şu işe ne diyorsun?”

“Hiç, ne diyeceğim. Kancıklık, orospoğluluk!”

“Demek biz kancığız, öyle mi?”

“Kancığın da kancığı! Çünkü pusunuzu sofra başında kuruyorsunuz. Konuklarınıza kıyıyorsunuz.”

“Buna da peki. Yalnız bir şey soracağım. Doğru söyler misin?”

“Biz yalan bilmeyiz. Bilseydik pusunuza düşmezdik.”

“Peki babayiğit, bana açık söyle. Bir gün eline fırsat geçse bizden öç almaya kalkışır mısın?”

“Haydi bunu bileydin. Hiç elime fırsat geçer de sizden bu kancıklığın hesabını sormaz mıyım?”

“Öyleyse yürü, Bükreş’e gidelim. Orada göreceğin şeylerle hıncın biraz daha artsın!”

Yaksiç’in adını sormaya lüzum görmediği bu genç irisi Türk de bir katıra bindirildi, yola çıkıldı. Ancak gün doğduktan sonra gözlerini açabilen Çakırcı Hamza Paşa, kendini iple sarılı ve bir katıra bağlı bulunca ilkin düş görür olduğunu sandı, biraz sonra durumun açıklığını anladı, utancından gözlerini yumdu, ölümünü dilemeye koyuldu. Hiçbir şey bilmediği hâlde her şeyi anlamıştı ve alıklığının ağırlığından kurtulmak için ölüme özlem beslemeye başlamıştı.

Birer birer ve yavaş yavaş gözlerini açan bütün paşalılar da aynı düşünceye bağlanmışlar ve aynı özleyişe kapılmışlardı. Yalnız Yunus Bey, bir çuval gibi üstüne atıldığı katırdan bile yardım umacak bir şaşkınlıkla bu durumdan kurtulmak ihtiyacı içinde çırpınıyordu, için için ağlıyordu.

Vlad, bir konak yeri uzakta bekliyordu. Yanında bin atlı vardı. Eğer Demitriyos’un uyuşturucu ve uyutucu şarapları, çıplak topuklu sofracıları, Bükreş’te kurulan planın canlanmasına, verimli olmasına yetmezse voyvoda, yanındaki atlılarla bir gece baskını yapacaktı, Çakırcı Hamza’yı -yüz elli kişiyi geçmeyen- adamlarıyla uyurken yakalamaya savaşacaktı.

Demitriyos Yaksiç’in yolladığı müjdeciler, kararlaştırılan işin pek kolaylıkla yapıldığını haber verince Vlad’ın gözleri parladı, sevincinden göğsü kabardı ve yerinde duramayarak hemen atladı, Kalafat’tan gelenleri karşılamaya koştu.

Yaksiç, şarap, saz ve beyaz topuk kuvvetiyle yenip ipe bağladığı Vidin valisini, katıra konulduğu biçimde voyvodaya prezante etti.

“İşte asaletmeap!” dedi. “Sizi yakalayıp İstanbul’a götürmek isteyen adam. Şaşkınlıktan yolunu şaşırdı, Bükreş’e geliyor!”

Vlad, şerefsiz bir zaferin yersiz gururu içinde boynunu yükseltmeye çalıştı, emir verdi:

“Bunları katırlardan indiriniz, bir sürü biçimine koyunuz, Bükreş’e kadar yaya yürütünüz.”

Onun dediği gibi yapıldı. Çakırcı tek, öbürleri çift olmak üzere uzun bir dizi kuruldu ve her sıra önündekiler arkadaki çiftlere iple bağlandı, Bükreş’e doğru yürütülmeye başlandı. Uzun kamçılar, ara sıra, vahşi bir kahkaha gibi bu dizinin sırtlarında çınlıyordu. Vlad’la Demitriyos da kulaklarına çarpan bu sesi duydukça neşeden kaplarına sığamaz oluyorlardı.

Bükreş’e yaklaşılınca büyük bir kalabalık karşıya çıktı. Vlad, şarap sofrasında ve dostluk maskesi altında kazanılan bu büyük zaferin yıllarca dillerde gezecek bir biçimde kutlulanmasını istemişti, payitahtına o dileğini taşıyan sert emirler göndermişti. Genç ihtiyar, dişi ve erkek herkes, eli kanlı voyvodanın zulmüne uğramamak için erkenden yollara dökülmüşlerdi, çarçabuk yapılan taklar altında ve etrafında bu kahramanca gelişi alkışlamaya hazırlanıyorlardı.

Alay, şehrin dışındaki büyük meydana gelince Vlad, atını ileri sürdü, uzun bir gevezelik yaptı, yirmi yıldan beri Türklerle kendi arasında geçen işleri anlattı, bir zamanlar İkinci Murat tarafından Gelibolu’da nasıl zindana konulduğunu söyledi, oradan kurtulur kurtulmaz Macarlarla el birliği yapıp giriştiği savaşları sayıp döktü, 1444’teki Varna boğazlaşmasında ve Jan Hunyad’la beraber bozguna uğradığı zaman Türklerden öç almaya nasıl yemin ettiğini hikâye etti ve sonra haykırdı:

“İşte bu öç şimdi alınmaya başlanıyor. Yaşasın Vlad diye beni alkışlayın ve neler yaptığımı görün!..”

Her şey önceden düşünülmüş, hazırlanmıştı. Bir tarafta sıra sıra kazıklar, bir tarafta kazanlar, tencereler, onların biraz ötesinde bir sürü keçi, daha ileride küme küme odun yığını göze çarpıyordu.

Vlad, kendince öç almak adını verdiği vahşi oyuna başlanmak üzere işaret vereceği sırada hatırına bir şey gelmiş gibi, birden duraladı, Demitriyos Yaksiç’i yanına çağırdı.

“Benim…” dedi. “Bu adamları nasıl öldüreceğimi biliyorsun. Fakat istiyorum ki şu sayılı günde birkaç ta yenilik gösterelim. Seninle ilk tanıştığımız gün bana bir şeyler söylemiştin. İşte imdi parlak bir fırsat var. Adam öldürmekte usta olduğunu göster!..”

Yaksiç eğildi ve gülümseyerek cevap verdi:

“Ben de bir şeyler yapmak, sizi memnun etmek için kendi kendime hazırlanıyordum. Şu emriniz şevkimi çoğalttı. İlk işaretinizle beraber işe başlayacağım. Düşüncem şudur: Sizin alıştığınız zevki gene size tattırmak ve bu arada biraz yenilik göstermek!”

“Öyleyse kollarını sıva, işe başla!..”

Yaksiç, Çakırcı Hamza Paşa ile Yunus Bey’i, vali kâhyasını, ağalarından ileri gelenleri bir yana ayırdı, geri kalanları da birkaç kümeye böldü. Bu işler bitince Kalafat’ta ayık olarak yakalanan çocuğu getirtti.

“Senin…” dedi. “Adın neydi babayiğit?”

“Mustafa!”

“Ağanınki?”

“Kara Murat.”

“Nerede bu Kara Murat?”

Genç irisi yavru Türk, küme küme ayrılan tutsakları şöyle bir gözden geçirdi ve bir kümeye parmağını uzatarak gösterdi:

“İşte ağam orada!”

Yaksiç, iki asker gönderdi, Kara Murat’ı arkadaşları arasından çıkarttırdı, küçük Mustafa’nın yanına getirtti. Sonra, kafasında tasarladığı işleri sırasıyla görmeye ve gördürmeye koyuldu.

Onun ilk yaptırdığı iş, elli Türk’ün ayak altlarındaki deriyi yüzdürmek oldu. Bu vahşi operasyonu yapmak için seçilen adamlar, Yaksiç’in işaretine göre, keskin usturalarla adamcağızların ayak derilerini kesip çıkarıyorlardı. Bu acıklı işkenceye uğrayan Türklerden hiçbiri küçük bir inilti çıkarmıyordu, ayaklarından deri değil de sanki çorap çıkarılıyormuş gibi kayıtsız görünüyorlardı. Yalnız Kara Murat, bütün gözlerin o mazlum ayaklara dikili olmasını fırsat sayarak yanı başında duran kardeşi Mustafa’ya doğru eğilmişti, fısıldamıştı:

“Görüyorsun ya, Türk’e neler yapıyorlar?”

“Görüyorum ağa.”

“Ecelimiz gelmemişse bu çukurdan da kurtuluruz, fakat gördüklerimizi unutmayalım!”

“Ölsek unutmayız ağa!”

Bu sırada Yaksiç, elli tane keçi getirtmişti ve bunların her birini oderileri yüzülmüş ayaklara yanaştırmıştı, akan kanları yalatıyordu. Vlad, bu manzaranın tadıyla geviş getirmekle beraber ortada bir eksiklik olduğunu da sezdi, bağırdı:

“Heriflerin tabanlarına tuz sürmeyi unuttunuz. Kan tuzludur ama keçiyi iştahlandırmaz!”

Yaksiç, “Haklısınız asaletmeap!” dedikten sonra tuz getirtti, kanayan yaralara bol bol sürdürdü. Aç ve susuz bırakılmış olan keçiler, şimdi büsbütün şevke gelmişlerdi, harıl harıl o kanlı ayakları yalıyorlardı. Fakat Türkler, yaralarına tuz ekilen o elli kişi gene sessizliklerini bozmuyorlardı, bu alçakça oyunu -kendileriyle ilgili değilmiş gibi- seyrediyorlardı.

Yaksiç, beş on dakika bu kümenin başında durdu, sonra ikinci kümeye geçti, oradaki Türkleri birer et tahtası önüne sürükletti, kafalarını o tahta üstünde kestirdi ve ardından cesetleri doğratmaya başladı. İki düzine Türk, Bükreş’in en usta kasapları tarafından kıymalanıyordu.

Bu iş bitince yığılan etler, kemikler kucak kucak taşındı, büyücek tencerelere kondu, pişirilmeye girişildi. Yaksiç hem bu vahşi aşçılığı yaptırıyordu hem voyvodaya sebebini anlatıyordu.

“Vidin valisi dostunuz acıkmıştır. Henüz sağ kalan şu adamların da mideleri boştur, kendilerini doyurmak istiyorum.”

Çakırcı Hamza Paşa, bu sahneye dayanamadı, yanındaki Yunus Bey’in dilmaçlığıyla12 voyvodaya bir hakikat haykırdı:

“Boşuna yoruluyorsunuz. Şu pişirdiğiniz aştan tek bir lokmayı ne bana ne yoldaşlarıma yediremezsiniz. Ölürüz, bu zehri yutmayız!”

Ne Vlad ne Yaksiç bu haykırışa cevap vermedi. Onların durumlarında “Görürüz!” diyen güvenli bir anlam vardı. Türk’e Türk eti yedirmek kuruntusuyla dirilen bir zevk geçiriyorlardı. Bir aralık Vlad, dayanamadı; “Etler…” dedi. “Pişmiştir. Biraz çiy de olsa zararı yok. Tencereleri indirt de herifleri doyur!”

Fakat bu iş, ayakların derisini yüzdürmek kadar kolay olmadı. Hiçbir tutsak, ağzına sokulmak istenen et parçasını almıyordu. Sille, yumruk değil kamçı ve topuz da gösterilen inadı kıramıyordu. Zevkinin sarsıldığını gören Vlad, tutsakları korkutarak bu etleri yedirmek için birkaç tanesinin bütün dişlerinin sökülmesine emir verdi ve gelişigüzel seçilen birkaç Türk’ün ağızları zorla açılarak inci gibi düzgün, taş kıracak kadar sağlam dişleri kerpetenle söküldü. Lakin bu vahşilik de fayda vermedi. Ne onlar ne de dişleri sökülmeyenler, erce davranmaktan vazgeçmediler, ağızlarına tek bir lokma sokturmadılar.

Bunun üzerine voyvoda o perdeyi kapattı, yarı pişirilmiş etleri köpeklere dağıttırdı, dişleri sökülen Türkleri de aç domuzlarla dolu bir ağıla attırdı, parçalattı.

Şimdi sıra gene Yaksiç’teydi. O, başka bir kümedeki tutsakların bütün oynak yerlerini ayrı ayrı kırdırtmaya başlamıştı. Parmaklardan başlayan bu operasyon bel kemiklerindeki her halkanın ayrıca kırılmasıyla bitiyordu ve bu işkenceye uğrayanlar birer yığın hâline geliyordu.

Yaksiç, oyuna biraz da komedi çeşnisi vermek için kımıldanmalarına imkân olmayan o zavallılara yürümelerini, Çakırcı Hamza’nın önünde eğilmelerini emrediyordu. Yerlerinden kalkamayan kurbanlar, zorla ve kollarına girilerek ayağa dikiliyorlar ve bırakılır bırakılmaz gene düştükleri için kahkahalarla alkışlanıyorlardı.

Onlardan birtakımı bu kaldırılıp bırakılma sırasında ölmüşlerdi. Cellatlar, gene koltuklayıp bırakmaktan geri kalmıyorlardı. Vlad, bir hayli zaman bu manzarayı seyrettikten sonra yeni bir oyuna başlanılmasını istedi, Yaksiç de “Eh canlı sahne başlıyor!” diyerek Kara Murat’la Mustafa’yı ortaya getirtti.

Saatlerden beri çeşit çeşit kanlı sahneler seyreden iki kardeş küçük bir sendeleyiş göstermeden sürüklendikleri yere gelmişlerdi. Yüzlerinde ne solukluk vardı ne bozukluk. Yalnız kaşları çatıktı ve bu çatıklık onların gözlerinde yanan kıvılcımlara daha başka bir canlılık getiriyordu.

Demitriyos Yaksiç, üst üste yığılıp bu yapılan korkunç işleri titreye titreye seyretmekte olan halkın işiteceği bir sesle ilkin bir söylev verdi:

“Şu adam…” dedi. “Bir akıncıdır. Birdenbire içiniz titredi, değil mi? Hayır! Korkmayınız, titremeyiniz. Akıncılar atlarına, palalarına güvenip hepimizi korkutmaya alışmışlarsa da önünüzde duran adam yayadır, belinden silahı alınmıştır. Artık Dalila’nın elinde kalan Samsun’dan ayırt edilir yeri yoktur. Ne kımıldanabilir ne saldırabilir. Burada ölmeye, sizi güldüre güldüre ölmeye mahkûmdur. Onun için korkmadan boyuna bosuna, gözüne kaşına bakabilirsiniz. Fakat benim onu size göstermekten asıl maksadım, bir akıncının bile muhterem voyvodamız gibi keskin zekâlı bir kahramana mağlup olabileceğini söylemek, aynı zamanda akıncıların en büyük zevk tanıdıkları tatlı bir ölümden şu adamı mahrum etmekten duyduğum bahtiyarlığı anlatmaktır. Akıncılar kendilerinin at sırtında doğup gene at sırtında öleceklerine inanırlar. Bu ne demektir, bilir misiniz? Bütün yeryüzünü kendilerinin beşiği ve mezarı saymaktır. Rüzgârların nasıl sınırı yoksa ve diledikleri gibi sağda solda esip dururlarsa akıncılar da sınır filan tanımazlar, bugün batıda iseler yarın doğuda dolaşmakta kendilerini özgür tanırlar. Her akıncı, kendinin sönmez bir şimşek olduğuna inan taşır. Şimşeğin şanı ele avuca sığmamaktadır. Akıncı da ne ağa ne tuzağa düşmeyeceğini sanır. Biz, şu akıncıyı ele geçirmekle bir rüzgârı yakalamış, bir şimşeği iple bağlamış oluyoruz. Siz de şimdi muhterem voyvodamızın rüzgârları nasıl kamçıladığını, şimşekleri nasıl ateşe attığını göreceksiniz. Ne dedeleriniz ne komşu milletlerin ataları böyle bir sahne görmedi. Onun için siz sonsuz bir kıvanç duyabilirsiniz ve bu hakkınızdır. Şu akıncıya gelince: O, belki at sırtında doğdu, fakat at üstünde ölmeyecektir. Kendisine her şeyden ziyade bu ummadığı ölüm acı verecektir. Bununla beraber biz ona başka acılar da tattıracağız.”

İpe bağlı bir akıncı, orada toplanan halka gerçekten inanılmaz bir şey gibi görünüyordu. Bütün Avrupa için akıncı, rüyalarda görünen korkunç ejderhaların, insan kılığına bürünmüş devlerin atlı, palalı ve Türk börkü giyen canlı bir örneğinden başka bir şey değildi. Onların Türkçe konuşmalarına, Türk olduklarının söylenegelmesine rağmen Türk’ten başka bir mahluk oldukları zannolunurdu. Çünkü alışveriş yapan Türk, hak yerlerinde veya başka kuramlarda görünen Türk, hatta harp alanlarında rastlanan Türk çelebi kişi idi. Sert, fakat dürüst olan bu Türklerle akıncılar arasında büyük bir ayrılık vardı. Türk gönül almayı, okşamayı, düşmüşlere el uzatmayı, ezileni korumak için ezilmeyi göze almayı bilen bir centilmen milletti. Akıncının yüzü kalkan, dili kılıç, eli mızraktı. Yalnız boyun eğdirmek ister ve eğilmeyen boyunları koparıp geçerdi.

Böyle tanılan ve adlarından bile korkulan akıncılardan birinin yakalanmış olmasını duymak, hele onun cezalandırılacağını işitmek herkesin kulağında bir masal tesiri yapmıştı, bütün gözlerde bir inanmazlık gölgesi belirmişti. İpe sarılmış bir kayaya benzeyen şu adamın bir akıncı olmasını mümkün görüyorlardı. Çünkü yapılışında ancak akıncılara yakışan bir başkalık vardı. İp içinde bile zincire sarılı büyük bir parça çelik gibi incinmez, hırpalanmaz görünüyordu. Lakin onun yok edilebileceğine inanan yoktu. Bu koca kütle çeliği hangi ateşte eritebilirlerdi ki?..

Halk böyle düşünürken ve bir akıncının nasıl yok edileceği üzerinde kulaktan kulağa münakaşalar yapılırken Yaksiç de voyvodanın yanına yaklaşmıştı, bir şeyler fısıldıyordu. O sırada küçük Mustafa, kardeşine doğru eğildi.

“Ağa!” dedi. “Bunlar bizi kesecekler.”

“Öyle görünüyor.”

“Biz de öbür zavallılar gibi hiç tınmadan ölecek miyiz?”

“Ben de düşünüyorum ama ne yapacağımı henüz kestiremedim.”

“Erce ölelim!”

“Evet kardeş, öyle ölelim. Hatta yol bulursak seninle sarmaş dolaş olalım, kanlarımızı birbirine karıştırarak can verelim!”

Şimdi iki kardeş bekliyorlardı, yaptıkları anlaşmadan içlerine bir ferahlık gelmişe benziyordu, enikonu sevinçli görünüyorlardı. Yalnız Kara Murat’ın küçük Mustafa’ya bakışında gizli bir acıyış vardı. Onunla birlikte ve kararlaştırdıkları gibi erce ölmekten sevinç duymakla beraber kardeşinin şu yaşta mezara düşmesine yanmaktan da geri kalmıyordu. Mustafa onun gözüne alev olmadan sönmeye mahkûm kalan bir kıvılcım gibi görünüyordu ve bu sönecek kıvılcımı kurtaramamaktan yüreğine ateş dökülüyordu.

Bu sırada Yaksiç de sözünü bitirmiş, düşüncelerini voyvodaya onaylatmış ve iki kardeşin yanına gelmişti. Ardında korucuların en iri boylularından yarım düzine adam bulunuyordu. İlkin Kara Murat’ın önünde durdu.

“Voyvoda…” dedi. “Senin şişte kebap edilmekliğine emir verdi. Ancak burada iyi çevirme bilen bir usta yok. Siz akıncılar kuzu çevirmesini çok seversiniz, kardeşin de elbette o işin nasıl yapıldığını öğrenmiştir. Onun için seni şişe kardeşin geçirecek, çevirmeyi de o yapacak.”

Kara Murat da küçük Mustafa da bu biçim ölümü hatırlarına getirmemişlerdi. Kazıklanmak, kıymalanmak, kazana atılmak, aç domuzlara yem olmak ve her şey onların zihninden geçmişti, kendilerini bütün bu ölümlere hazırlamışlardı. Lakin kardeş eliyle ölmek Kara Murat’ın; kardeşini şişe geçirip ateşte kebap etmek küçük Mustafa’nın hatırına gelmemişti. Bundan ötürü birdenbire sarardılar, sarsıldılar, birbirlerine baktılar: İkisinin de gözünde ıslak birer kıvılcım yanıyordu, dudaklarında -o güne kadar tatmadıkları- bir acı titriyordu.

7.Süel: Askerî. (e.n.)
8.Tatar: Posta sürücüsü. (e.n.)
9.Kavsikuzah: Gökkuşağı. (e.n.)
10.Küngürlemek: Uyuklamak, uyuklarken düşecek gibi olmak. (e.n.)
11.Tehalük: Can atma, çok isteme. (e.n.)
12.Dilmaçlık: Çevirmenlik. (e.n.)
91,95 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
09 августа 2023
ISBN:
978-625-6865-88-4
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают