Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Deliler saltanatı», страница 2

Шрифт:

Hamza Bey, kendisinin Turhan Sultan tarafından bu derece derin bir aşkla sevildiğini nasıl tahmin edebilirdi?

Genç âşık seni çok seviyorum hitabı karşısında ne yapacağını, ne söyleyeceğini şaşırıp kalmıştı.

Biraz zaman geçtikten sonra bu tatlı rüyadan uyanan Hamza, bir Padişah karısıyla seviştiğini hatırlayarak derhal kendine gelmeye çalıştı.

“Aman Sultanım, beni affediniz! Bir çocukluktur yaptım. Padişahımız bizi burada görürse, etlerimizi cımbızla yoldurur, derimizi çardağa asar! Bana müsaade ediniz de gideyim.”

Damarlarında hissettiği ateşi bir türlü söndüremeyen Turhan Sultan, turunçtan sert memelerini genç ve kuvvetli aşkının göğsüne dayayarak:

“Hamza” dedi, “Valide Sultan’dan en değersiz cariyelere kadar, saraydaki bütün kadınların coşup eğlendiği bir saatte, iki sevgilinin birbiriyle kucaklaşıp öpüşmesini günah mı sanıyorsun? Sarıl boynuma! Ve demirden kuvvetli kollarını belime dola! Beni, gözü dönmüş bir aslan gibi kucakla! Kudurmuş bir boğa gibi sık. Parçala! Haydi, niçin duruyorsun? Neden beni parçalarcasına, boğarcasına sıkıp sevmiyorsun? Benim sevilmeye çok ihtiyacım var, Hamza! Ben, sakalının tellerini incilerle süslemekten zevk alan bir mecnunun esiriyim. O mecnun ki şimdi geçeceği yollara acem halıları döşeten ve duvarları amberli sularla yıkatan bir hükümdardır! Basra Körfezi’nden İran’a kadar nüfuzu olan koskaca bir ülkede, vazifesi yalnız amber toplamaktan ibaret olan bir hükümdar…”

Hamza Bey bu sözleri şimdiye kadar bırakın bir kadının ağzından duymayı, yaşadığı müddetçe hiç kimseden duymamıştı.

Korkusundan şaşkına döndü. Titredi. Ve sevgilisinin omuzlarına dökülmüş saçlarını okşadı.

“Sultanım siz binbir cariyenin kolları arasında yaşayan hissiz bir padişahtan daha çok benim gibi dudakları da kalbi kadar ateşli bir gence layıksınız!” dedi.

Uzaktan işitilen bir ayak sesi, Turhan Sultan’la Hamza’nın sevişmelerine nihayet verdi.

Turhan Sultan “Yarın akşam güneş battık bir saat sonra yine burada buluşalım” dedi ve Hamza Bey’in cevabını beklemeden oradan uzaklaştı.

Saraya geri dönen Turhan Sultan’ın dizleri merdivenleri çıkarken o kadar çok titriyordu, kalbi o kadar hızlı çarpıyordu ki, eğer Kösem Sultan elini Turhan Sultan’ın göğsüne götürecek olsa kalbindeki esrarı keşfetmekte gecikmeyecekti.

Turhan Sultan odaya girdiği zaman ferahfeza faslı devam ederken, cariyeler odanın ortasında çıplak ayaklarıyla raks etmeye başlamışlardı.

Valide Sultan, Turhan Sultan’ı görünce elini uzatarak “Yanıma gel!” diye işaret etti.

Turhan Sultan, heyecanını dindirmek için sürekli gülümseyerek etrafındakilerin kendisiyle ilgilenmesine fırsat vermemeye çalışıyordu.

Kösem Sultan, ince uzun parmaklarını yanına gelen Rus dilberinin çıplak omuzlarında gezdirerek:

“Deminden beri neredeydin Turhan?” diye sordu.

Turhan Sultan afallayarak:

“Yatak odasına gitmiştim Sultanım!” dedi.

Kösem Sultan:

“Vücudun buz gibi soğuk…” dedi ve manalı bir tebessümle genç kızın gözlerinin içine bakarak “Yoksa pencerenin önünde oturup esen rüzgardan dolayı mı bu kadar üşüdün?” dedi.

Turhan Sultan başıyla “Evet, Sultanım” anlamına gelecek bir hareket yaptı.

Kösem Sultan, Turhan Sultan’ın tavırlarında gözle görülecek kadar bariz bir gariplik sezmişti. Fakat bu konudaki hissi ve tahmini kendisini üzecek kadar önemli değildi. Zaten Kösem Sultan, daha önceden Hamza Bey’in çok iyi bir genç olduğunu söyleyerek Turhan Sultan’a onun meziyetlerinden bahsetmişti.

Turhan Sultan böyle anlamlı bir hoşgörülülük ile karşılanmasına şaşırmakla birlikte suçlu olduğunu da aklında tutarak sessiz kalmayı tercih etti.

Bu arada eğlencenin başından beri çalınan ferahfeza faslı bitti.

Raks eden cariyeler yerlerine oturdular.

Sazendeler yorulmaya başladı.

Kösem Sultan da amber şerbeti içiyordu.

Turhan Sultan aradaki sessizliği bozarak, Kösem Sultan’a;

“Bu gece ne kadar mesudum bilseniz Sultanım!” dedi, “Fakat efendimiz neden hala teşrif buyurmadılar?”

Kösem Sultan cevaben:

“Neredeyse gelir. O hınzır Şekerpare, Padişahı daima böyle oyalar” dedi.

“Efendimiz şimdi de Şekerpare’nin mi esiri oldular?”

“Sultan İbrahim’in hali malum, yavrum! Sakallarının otuz iki teline inci takmak da kolay iş değil doğrusu. Bazen bu iş iki saatten fazla sürüyor.”

“Padişahımız bundan nasıl bir zevk alıyorlar acaba?”

“Ona herkes gibi ben de şaşıyorum! Sultan İbrahim’e bu alışkanlık bir Hint masalından gelmiştir.”

“Ne garip bir alışkanlık Sultanım!”

“Sen o Hint masalını dinledin mi?”

“Hayır. Dinlemek isterim.”

Kösem Sultan, oğlu İbrahim’i herkese güldüren bu garip alışkanlığının sebebi olan masalı anlatmaya başladı:

“Evvel zaman içinde Hindistan’da çok zalim bir padişah varmış. Bu padişah, hazinesini yalnızca incilerle doldururmuş. Artık ülkede inci bulunmaz olmuş. Fakat zalim padişah bir türlü bu alışkanlığından vazgeçemiyormuş, herkesi inci bulması için görevlendiriyormuş. Padişahın hazinesi dünyanın en kıymetli incileriyle dolmuş. Bir gün, padişah hazinesine girdiği zaman inci yığınları arasında ince telleri inicilerle süslenmiş kesik bir sakal görmüş. Buğday demetine benzeyen bu sakalın her telinde dizilmiş yüzlerce inci varmış!

Hint padişahı bu sakalın kime ait olduğunu anlamak istemiş.

Günlerce, aylarca, senelerce sormuş soruşturmuş. Bunu bulmak için kendi yandaşlarından birçoğunun başını vurdurmuş. Hiç kimse sakalın kime ait olduğunu söylememiş.

Bir gece padişah rüyasında sakalı kesilmiş bir ihtiyar adam görmüş. Bu adam padişaha “Ben dünyanın en fakir adamıyken, bir inciyi nasılsa bir gün sakalıma taktım ve birdenbire zengin oldum. İncilerin adedi gittikçe artmaya başladı. Fakat elde ettiğim inciyi en azından bir defa sakalıma takmam gerekiyordu. Böyle yapmazsam incilerim artmıyordu. Bir sabah halkın boynundan zorla inci toplayan memurlarınız beni de yakaladılar ve incili sakalımı kesip size getirdiler! Siz de sakalınızı incilerle süslerseniz dünyanın en zengin hükümdarı olursunuz!” demiş. İşte, bu rüyadan uyanan Hint padişahı derhal hazinesine giderek en iyi incileri toplamış ve incilerin ortalarını deldirerek onları sakalının tellerine taktırmaya başlamış. Hint padişahı bu rüyadan sonra hakikaten dünyanın en zengin hükümdarı olmuş!

Sultan İbrahim de bu masalı dinleyince sakalının tellerini inci ile süsleme sevdasına düştü ve halkta ne kadar inci varsa toplatarak hazinesine getirdi.”

Turhan Sultan bu komik masalı dinledikten sonra, Kösem Sultan’a;

“Efendimiz de Hint padişahı gibi dünyanın en zengin hükümdarı oldular mı?” diye sordu.

Kösem Sultan dudaklarını ısırarak güldü ve:

“Mısır’dan ve Anadolu vilayetlerinden para gelmese hazinede fareler cirit atar, yavrum! Sultan İbrahim her gün sakalını incilerle süslemekten bıkmadı. Fakat hazineye açıktan para gelmesi şöyle dursun, son günlerde sakalına takacak inci bile bulamayacak neredeyse!” dedi.

Amber tütsüsü Kösem Sultan’ın da başını döndürmüştü.

Devlet işlerindeki hakimiyetinin yanında, zevküsefa alemlerinde de padişahtan geri durmayan Valide Sultan, baygın gözlerini ovuşturarak “Çengiler oynasın, söz dursun saz devam etsin!” dedi.

Sultan İbrahim’in ortalarda görünmemesine daha fazla tahammül edemeyen Kösem Sultan’ın bu emrinin üzerine Üsküdar çengileri derhal ayağa kalktılar.

Evvela Çengi Afet meydana çıktı.

Saz, ferahfeza faslından yeni bestelenmiş bir şarkıyı çalmaya başladı. Amber tütsüsünün mavi bir bulut halinde istila ettiği odada Çengi Afet de oynamaya başladı.

Çengi Afet, kıvrak ve ince vücuduyla, dolgun kalçalarıyla, Kösem Sultanın o kadar çok hoşuna gitmişti ki, bu esnada Kara Mustafa Paşa tarafından gelen cariye ile görüşmeye bile vakit bulamamıştı.

Sultan İbrahim’in neden hâlâ gelmediğini anlamaya gerek duymayan Valide Sultan, yanında oturan Turhan’la görüşürken birden, Sadrazamın cariyesine gözü ilişti.

Bu hafiyenin Turhan Sultan’ın odasında ne işi vardı?

Kösem Sultan cariyeyi yanına çağırdı.

“Kız, seni buraya kim gönderdi?”

Sadrazamın cariyesi, Kösem Sultan’ın üç defa eteğini öperek, korkak bir tavırla cevap verdi:

“Paşa hazretleri gönderdi Sultanım!”

“Ne istiyor?”

“Beş dakika huzurunuza kabulünü rica ediyor.”

“Bu gece hiç kimseyle görüşmeye vaktim olmadığını söylersin!”

“Çok mühim bir iş için görüşmek istediğini söyledi.”

“Ne varmış?”

“Ne olduğunu söylemedi Sultanım! Fakat cariyeniz meseleyi biliyorum.”

“Zaten sen, bacak kadar boyunla her şeyi biliyorsun! Söyle bakalım neymiş paşanın derdi?”

Sadrazamın cariyesi, iyice Kösem Sultan’ın yanına sokuldu.

“Sultanım, Efendimiz, Üsküdar’a gitmeye hazırlanıyorlar. Sadrazam paşa hazretleri, Efendimizin gece yarısı sokağa çıkmalarını arzu etmiyorlar.”

Kösem Sultan bu haberi alınca kaşlarını çattı. Yanında ayakta duran Ferahfeza’ya işaret ederek “Saz dursun!” dedi ve cariyenin kolundan çekti.

“Padişah sakallarına inci dizdirmiş mi?”

“Evet, Sultanım! Paşa da bunun için Efendimizin sokağa çıkmasına mani olmak istiyor.”

“Padişah şimdi nerede?”

“Kendi dairelerinde.”

“Yanında kim var, biliyor musun?”

“Biraz evvel Şekerpare vardı. Şimdi o da çıktı.”

“Mustafa Paşa odasında mı?”

“Hayır Sultanım, Efendimizin kapısında bekliyor!”

Kösem Sultan, padişahın bu halde sokağa çıkmasını ve halkın gözünde komik duruma düşmesini hiç istemiyordu.

“Sultan İbrahim’in bu manasız arzusuna engel olmak lazım,” dedi ve cariyenin kulağına eğilerek:

“Paşaya söyle, ben şimdi geliyorum!” diye ekledi.

Padişahın Yeni Aşkı

Kösem Sultan, Turhan Sultan’a bir şey söylemeden sofaya çıktı ve Padişahın kapısının önünde bekleyen Kara Mustafa Paşa’nın yanına geldi.

Sadrazam telaşla Valide Sultan’ı selamlayarak “Sultanım” dedi, “Millete rezil olacağız! Efendimiz incili sakalıyla gece yarısı sokağa çıkmak istiyorlar!”

“Mani olamadınız mı?”

“Sokakların karanlık olduğunu, yarın çıkmak isterlerse daha uygun olacağını söyledim.”

“Ne cevap verdi?”

Haydi çık dışarı! Benim zevkime kimse karışamaz! dedi. Huzurundan çıkmak zorunda kaldım ve siz Sultanıma meseleyi arz etmeye mecbur oldum.”

“Peki, nereye gitmek istediğini söyledi mi?”

“Paşakapısı’na gitmek istiyorlar.”

“Gece yarısı bu rüzgarlı havada Üsküdar’a geçilmez!”

“Kulunuz da aynı fikirdeyim Sultanım!”

“Peki, siz odanıza gidin, ben Padişahı yolundan çeviririm!”

Kösem Sultan bunları söyleyip Padişahın dairesine girecekken Sadrazam, Sultana bir adım daha yaklaştı:

“Sultanım” dedi, “size bir şey daha söylemek isterim.”

Kösem Sultan’ın izin vermesini beklemeden devam etti:

“Padişahımız geçen gün Üsküdar’a geçtiklerinde yolda bir Ermeni kızına tesadüf etmişlerdi. Ermeni kızı boğa gibi şişman ve otuzunu geçkindi. Köleniz de yanındaydım. Bendenize hitaben Mustafa şu yosmaya bak dedi, ne dolgun kalçaları, ne dolgun baldırları var, dedi. Fazlasını söylemeye cesaretim yok, Sultanım! Yüz okkadan fazla ağırlığı olan bu şişman kadın, padişahın çok hoşuna gitti.”

Kösem Sultan gözlerini yere indirdi:

“Sen ne cevap verdin?”

“Ne diyebilirim, Sultanım? ‘Gönül kimi severse, güzel odur’ dedim.”

“Sonra ne oldu?”

“Kadını Efendimizin yanına getirdiler. Sultanım, görseniz Padişahımız bu mendebur kadından o kadar hoşlandi ki!”

“Kadını oradan uzaklaştırmak aklına gelmedi mi?”

“Nasıl cesaret edebilirdim Sultanım! Sokakta aleme rezil olamayı göze alamadım.”

“Üsküdar sevdası yavaş yavaş anlaşılıyor Paşa!”

“Haklısınız Sultanım! Efendimizin bu kadını görmek için Üsküdar’a geçmek istediği âşikar. Bu işi bir tek siz engelleyebilirsiniz!”

Kösem Sultan, şüpheli bir tavırla sordu:

“Bu Ermeni kızı kaç yaşında?”

“Otuzunu geçkin, Sultanım!”

“Güzel miydi?”

“Yüzü muşmuladan, göbeği ramazan davulundan farksızdı sultanım!”

“Bu kadını saraya sokmamak için Üsküdar’dan uzaklaştıramaz mısın Paşa?”

Mustafa Paşa manalı bir tebessümle sakalını okşayarak: “Bu işi kulunuz yapamam, Sultanım!”

“Niçin?”

“Çünkü Sultan İbrahim, bu sevimli kadını çok sevdim dedi. Padişahımızın sevgilisini nasıl ondan uzaklaştırmaya cesaret edebilirim?”

“Yoksa sen de onun saraya gelmesine taraftar mısın?”

“Estağfurullah Sultanım! Köleniz saraya böyle bir şırfıntının gelmesini nasıl arzu ederim? Fakat Efendimiz bu kadını çok seviyorsa, yapabileceğim bir şey yoktur!”

Kösem Sultan, “Alçak! Sen de Padişahına uydun değil mi?” diye bağırdı.

Sadrazam, bu tepki karşısında yalvarır bir sesle, “Kulunuz ne arzu ederseniz onu derhal yapmaya hazırdır Sultanım!” dedi.

Kösem Sultan, Sadrazamın renk vermeyen tavrı yüzünden fena halde sinirlendi.

Acaba Mustafa Paşa, Padişahı Ermeni karısını alması için teşvik mi ediyordu?

Valide Sultan, Mustafa Paşa’nın zaman zaman padişahı yabancı kadınlarla meşk etmesi için teşvik ettiğini işittiğinden daha da sinirleniyordu.

“Alçak, ben sana yapacağımı bilirim!” dedi. “Sen her zaman saman altından su yürütürsün! Eğer, bu işte senin parmağın varsa emin ol ki Bostancıbaşına, kör bıçakla derini yüzdürür ve çifte naraların üzerine gerdiririm!”

Kösem Sultan bu sözü söyledikten sonra, hiddetle ilerledi ve Padişahın dairesinin kapısına yöneldi.

Valide Sultan, kapıya yönelirken bir yandan da Padişahı nasıl yolundan çevireceğini düşünüyordu. Ancak Padişahı, dairesinde yakalayacak zaman kalmamıştı. Kendisi Mustafa Paşa’yla konuşurken Padişah süslenmiş, hazırlanmış bir şekilde Yeniçeri Ağalarından Hüseyin Paşa ile beraber odasından çıktı. Sultan İbrahim, sofada Valide Sultan’ı gördüğü halde görmezden gelerek yanından geçip gitmeye yeltendi.

Fakat Kösem Sultan, yüksek sesle Padişahın arkasından Yeniçeri Ağasına hitaben, “Hüseyin, böyle gece yarısından sonra nereye gidiyorsunuz?” dedi.

Hüseyin Paşa, iki elini ağzına yaklaştırarak fısıldar gibi cevap verdi:

“Üsküdar’a Sultanım.”

Kösem Sultan, yeniden haykırır gibi söylendi:

“Zevkinize karışmak istemem ama gece sokaklarda kuduz köpekler dolaşıyor, karanlıkta bir kazaya uğramanızdan endişe ederim.”

Sultan İbrahim, kuduz köpeklerden çok korkuyordu. Bu sözü işitince birden sanki bir kuduz köpek tarafından kovalanıyormuş gibi korkarak arkasını dönüp dairesine girdi.

Hüseyin Paşa ve bostancılar hayretle oldukları yerde kalakaldılar. Herkes şaşkınlık içindeydi.

Öyle ya! Bir padişahta bu derecede korkaklık olağan bir şey miydi?

Sokakta Padişahın korktuğu kuduz köpekler dolaşıyorsa, bunların Padişahın adamları tarafından öldürülmesi güç bir iş miydi?

Kösem Sultan bile sözlerinin Padişahtaki tesirini görünce şaşırıp kalmıştı. Bu işin bu kadar kolay hallolacağını hiç tahmin etmemişti.

Kösem Sultan meselenin hallolmasından mutluluk duyarken, gezinin gerçekleşmeyeceğini anlayan Hüseyin Paşa’nın morali bozuldu. Çünkü Hüseyin Paşa, o gece ilk defa Padişahla dışarı çıkacaktı. Halk onu Padişahın yanında görecek, itibarı artacaktı. Kuduz köpek meselesi yüzünden hayalleri suya düştü, ancak yapacak bir şeyi yoktu.

Padişahın kapısında kalakalan Hüseyin Paşa’ya Padişah bir cariye aracılığıyla “Hüseyin palasını kınından çıkarsın ve kapımdan ayrılmasın. Olmaya ki sokaktan bir kuduz köpek gele ve beni helak ede!” emrini iletti.

Sultan İbrahim, o gece kuduz köpeklerin imhası için emirler verdi ve Şekerpare’yi koynuna alıp yattı.

Sarayda tüm bunlar yaşanırken, Turhan Sultan’ın dairesinde de eğlence olanca neşesiyle devam ediyordu. Çengiler, sazendeler, hanendeler ve göbeklerine şal saran ince belli cariyeler; Dönsün peymaneler, raks eylesin mestaneler şarkısıyla coşuyorlardı.

Eğlence son sürat devam ederken, daireye telaşla giren Behram Ağa herkesin dikkatini çekti. Kösem Sultan’ın kethüdası olan Behram Ağa, Turhan Sultan’a hitaben “Efendimiz rahatsızlandı. Çengilerin sesini duymak istemiyor.” dedi. Bu sözler üzerine gözleri mahmurlaşan cariyeler, korkuyla köşelerine sindiler. Sazendelerin büyük bir şevkle çaldıkları Âşıkların bayramıdır, zevk-i sefa hengamıdır şarkısı tamamlanamadan eğlence bitti. Kösem Sultan’ın nedimesi Ferahfeza divanhaneye, çengiler, sazendeler ve hanendeler de evlerine gittiler.

* * *

Ertesi sabah, Kara Mustafa Paşa, gizlice ağalardan birine “Şimdi Üsküdar’a gidip Ermeni kızını saraya getirmeni istiyorum. Eğer bu işi başarırsan seni terfi ettiririm!” dedi.

Yeniçeri Ağası, o gün öğlene kadar Üsküdar’da dolaştı ve Padişahın beğendiği kadını çeşmeden su taşırken gördü, kolundan tuttuğu gibi saraya getirdi.

Saraya gelen Ermeni kızını yıkadılar, süslediler. Kırmızı kılaptanla işlenmiş zarif bir elbise giydirerek hasekilere görünmeden Padişaha sundular.

Sülün gibi ince, zarif ve sarışın kızlardan usanan Sultan İbrahim, doksan okka ağırlığında, kara gözlü, kara saçlı, çatık kaşlı bu şişman kadını karşısında görünce sevincinden ne yapacağını şaşırdı. Hemen nikah hazırlıkları başladı.

Sultan İbrahim üç gün zarfında, Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin huzurunda, Kara Mustafa Paşa’nın şahitliğinde şişman Ermeni kızı ile nikahlandı ve yedinci haseki olan Ermeni kadın, Şivekâr Sultan unvanını aldı.

Nikâhın hemen ardından düğün hazırlıklarına başlandı. Sadrazam Mustafa Paşa bu hazırlıkların başındaydı. Sarayın en zenginlerinden biri olan Mustafa Paşa, düğün günü Padişaha yirmi araba eşya hediye etti. Hediyelerin arasında sarayda çok kullanılan sarı ve kırmızı kılaptan, Edirne samuru, Bağdat şalları, Acem halısı ve büyük kavanozlar içine konulmuş şahiler vardı.

Padişahın, bu yaşlı ve şişman Ermeni kızına çokça iltifat ettiğini gören diğer hasekiler ve gözdeler onu kıskanmaya başladı. Kösem Sultan başta olmak üzere, Muazzez ve Turhan Sultan “Ermeni karısına tahammül edemeyiz.” diyerek kıskançlıklarını belli etmeye başladılar.

Saraydaki kadınlar kıskançlıklarından çıldırırken, Padişah onların kıskançlığını arttıracak bir hamle daha yaptı. Bir gün Padişah, Şivekâr Sultan’la havuz başında otururken:

“Bütün bu hediyeleri sana verdim, Şivekâr! Fakat bu eşyanın içinde, benim hazinemden verilmiş hiçbir hediye yoktur. Sana kendi hazinemden, kıymetli bir hediye vermek istiyorum, ne dilersin, söyle bakayım!” dedi.

Böyle bir teklifi günlerdir bekleyen Şivekâr Sultan, fırsatı kaçırmak istemedi:

“Şam eyaletinin vergi gelirlerini ihsan buyurunuz, Sultanım!” dedi.

Sultan İbrahim, nikâhlı karısının tombul kollarını okşayarak:

“Peki, mademki böyle arzu ettin… Şam eyaletini sana verdim!” dedi.

Bu haber, aynı gün içinde sarayın içinde yayıldı. Saraydaki bütün hasekiler ve cariyeler bu haber karşısında ne yapacağını şaşırdı. Vilayetlerin en zenginlerinden biri olan Şam gibi bir vilayet nasıl olur da bu Ermeni karısına verilebilirdi! Herkes hayretler içindeydi. Kıskançlıkları bu haberle daha da artmıştı. Hasekiler kıskançlıklarıyla kendilerini yiyip bitirirken, Şam gibi bir memleketin bütün haklarına sahip olan Üsküdarlı Ermeni kızı, on beş gün zarfında, saray âdetlerini kavramış ve en gözde cariyelerden başlayarak hasekiler de dâhil olmak üzere bütün kadınları kendi hüküm ve nüfuzu altına almak istemişti.

Saraydaki her şeyden haberi olan Kösem Sultan, Ermeni kızının bu hamleleri karşısında konumu en fazla tehlikeye düşenin kendisi olduğunun farkındaydı. Ayrıca Valide Sultan, Şivekâr Sultan’ın Kara Mustafa Paşa tarafından Padişaha sunulduğunu da öğrenmişti. Bu haberle iyice hiddetlenen Valide Sultan, Paşa’dan intikam almanın yollarını aramaya başladı.

Kösem Sultan’ın kendisinden intikam alabileceğini hesap edemeyen Kara Mustafa Paşa ise, Şivekâr Sultan’ı Padişaha sunarak, Padişahın gözüne girmeyi amaçlamıştı. Ayrıca eğer Sultan İbrahim, yeni bir kadınla uzun müddet meşgul olursa, kendisi de saray haricindeki işlerle uğraşacak vakti daha rahat bulacaktı. Hatta hükümet erkanı arasından mali işlerden anlayan tek kişi olan Mustafa Paşa, ilk fırsatta, halkı sıkıştırmaya ve birikmiş vergileri zorla almaya başlamıştı bile!

Bir anda halkın üstüne karabasan gibi çöken Paşanın zulmünden bıkan ipekçiler, dericiler ve zahirecilerden mürekkep çalgı esnafı, Edirnekapı’da ve Çukurbostan’da bir araya gelerek sadrazamdan gördükleri zulüm ve zorlamaları Padişaha şikâyet etmeye karar verdiler. Aralarından birkaç kişi seçerek saraya yolladılar.

Esnafın belirlediği kişiler Padişahın huzuruna çıkarıldılar ve kararlaştırdıkları istekleri Padişaha şöyle bir izahatle sundular:

“Kara Mustafa Paşa’nın zulmünden, artık terk-i diyar etmeye karar verdik, Padişahım! Defterdar tarafından tahsil edilen vergiler yeterli gelmiyormuş gibi, bir de Mustafa Paşa’ya vergi vermek gücümüze gidiyor, Padişahım! Siz emrediniz, canımızı, malımızı, bütün varımızı verelim!”

Padişah, esnafın bu şikayetini duyunca fena halde hiddetlendi. Heyete iltifat ederek onları yolladı, dairesine geçti. Kösem Sultan’la görüştükten sonra adamlarına “Çabuk Kara Msutafa Paşa’yı çağırın!” emrini verdi.

Kara Mustafa Paşa, o gün Rumelihisarı’ndaki Feridun Bahçesi’ne gitmişti. Paşayı çağırmak için hisara atlılar gönderildi.

Duydukları karşısında oldukça hiddetlenen Sultan İbrahim’in aslında aklı iktisada ve maliye dairesindeki işlere ermezdi. Birikmiş vergilerin toplanmaya teşebbüs edilmesini Sadrazamın ortalığı haraca kesmesi olarak anlamıştı

Sultan İbrahim, bu olayı bir türlü hazmedemedi. O kadar sinirlendi ki, Kara Mustafa Paşa Feridun Bahçesi’nden geri dönünceye kadar onu Sadrazamlık konumundan azletti.

Akşamüstü hiddeti iyice artan Padişah “Mustafa’yı gözüm görmesin!” deyip Sadrazamlık mührünü ondan alarak Sultanzâde Mehmet Paşa’ya verdi.

Kara Mustafa Paşa, tüm bu olanları duyup, Sadrazamlık makamını kaybettiğini öğrenince, gizlice Yeniçeri Ocağına geçip, elli altmış kişiyi gizliden gizliye Padişah aleyhine teşvik ederek ocağı baştan basa ayaklandırmayı denemeye karar verdi.

Ancak Kara Mustafa Paşa’nın bu tehlikeli teşebbüsünden, Kösem Sultan hemen haberdar oldu. Kara Mustafa Paşa’dan intikam almanın yollarını arayan Kösem Sultan’ın fırsat ayağına gelmişti. Mustafa Paşa’nın vücudunu ortadan kaldırmak ve bu suretle intikamını almak için, bu olaydan daha iyi bir sebep bulamazdı.

Valide Sultan’ın, Mustafa Paşa ile günlerden beri devam eden mücadelesinin kanlı bir facia ile nihayet bulacağı zaten başından beri belliydi.

Mustafa Paşa’yı artık mağlup edeceğini anlayan Kösem Sultan bir yandan da eğlencesine devam ediyordu. Bir gece Çengi Afet’i gizlice odasına çağırıp eğleniyordu.

Tebdil-i kıyafetle Mustafa Paşa’yı adım adım takip eden Kösem Sultan’ın kethüdası Behram Ağa, yatsı ezanından yarım saat sonra Çengi Afet’le eğlenen Valide Sultan’ın dairesine gitti.

Behram Ağa, eğlenceyi bölerek:

“Affedersiniz Sultanım!” dedi, “Saraya hücum hazırlığı tamamlanmak üzeredir. Şimdi bu saatte Kara Mustafa sarayın etrafında dolaşmaktadır. Eğer arzu ederseniz herifçiği derhal tutuverelim.” dedi.

Kösem Sultan, hasmını mağlup etmek için bu fırsatı kaçırmak istemedi. Derhal oğlunun yanına giderek “Yeniçeriler sarayı basmadan herifi hemen yakalatalım. Yoksa tacını başından alıp vücudunu Âdem’e gönderecekler!” dedi. Padişahın gözleri korkudan fal taşı gibi açıldı. Valide Sultan’ın elini öperek Bostancıbaşına “Şimdi o melunu yakalayıp huzuruma getirin!” diye emretti.

Bu emirle hemen sokağa fırlayan Bostancıbaşı, Kara Mustafa Paşa’yı kimseye görünmeden kucakladığı gibi saraya getirdi.

Tedbiri elden bırakmak istemeyen Kösem Sultan, bu esnada, muhafız kollarını silâhlandırıp sarayı içeriden koruma altına aldırdı.

Kara Mustafa Paşa’nın Bostancıbaşı tarafından yakalandığı duyulur duyulmaz, Yeniçeri Ocağında Mustafa Paşa’yı destekleyenleri bir korku aldı. Çünkü Mustafa Paşa’nın peşine takılacak olan elli altmış kişi, çok az olduklarını görerek, esasen, birer birer ocağa dönmeye ve tehlikeye düşen kellelerini de bu suretle cellâtların yağlı satırlarından kurtarmaya karar verdiler.

Yeniçeriler korkuyla ocaklarına dönerken, Kara Mustafa Paşa, Sultan İbrahim’in huzurunda hiç endişeye kapılmadı. Adamlarına güveni tam olan Paşa kendi kendine, “Ben Padişahı oyalarım. Bu müddet zarfında, ocaktan kazan kaldıran yeniçeriler de sarayı basmış ve beni kurtarmış olurlar,” diyordu.

Sultan İbrahim, Mustafa Paşa’yı karşısında görünce hiddetlendi.

“Bre nankör,” dedi, “Hazineyi soyduğun yetmedi mi? Şimdi de yeniçerileri ayaklandırıp devlete ihanet edersin!” diye haykırdı.

Mustafa Paşa, Padişahın gazabından kurtulmak için, binbir yeminle olayı inkâr etti.

“Ben nankör değilim, Padişahım!” dedi, “Size Kuran üzerine yemin ederim ki, kulunuzun Yeniçeri Ocağıyla en ufak bir alâkası bile yoktur. Ben bu derece hakarete lâyık değilim.”

Sultan İbrahim, eski Sadrazamının sözlerine inanmadı.

Mustafa Paşa’nın başı dik, cesaretle cevap verdiğini gören Padişah, hiddetle yerinden fırladı ve cellâtlara hitaben “Ne duruyorsunuz? Götürün bu melunu!” diye bağırdı.

Padişah dairesinden divanhaneye geçerken, Mustafa Paşa da diğer kapıdan çıkıp gitti.

Bostancıbaşı, eski Sadrazamın idam edileceğini hatırından bile geçirmediği için, Padişahın götürün sözünü dışarı çıkarın olarak yorumlamış ve işin arkasını takip etmemişti.

Fakat yarım saat sonra Padişah, Bostancıbaşını çağırarak:

“Mustafa’nın başı nerede?” diye sordu ve Mustafa Paşa’nın kaçtığını öğrenince hiddetinden küplere bindi.

“Şimdi o godoşu bulup başını gövdesinden ayıracaksın. Yoksa ben senin başını kopartacağım!”

Bostancıbaşı, eski Sadrazamı bulamadığı takdirde kendi kellesenin gideceğini anlayınca, derhal bütün Bostancıları Paşayı aramaları için saraydan yolladı. Cellâtlar sokak sokak aradılar. Şüpheli evleri bastılar. Su mahzenlerine indiler. Fakat Mustafa Paşa’yı hiçbir yerde bulamadılar.

Hâlbuki Mustafa Paşa, Bostancıbaşının gafletinden istifade ederek, Padişahın dairesinden ayrılınca, hemen sarayın bahçesine inmiş ve büyük havuz etrafındaki sazlıkların arasında gizlenmişti.

Yeniçerilerden umduğunu bulamayan Kara Mustafa Paşa, kendi fikrince, cellâtların elinden kurtulduktan sonra, sular kararana kadar sazlıklar arasında kalacak ve gece karanlığından istifade ederek eski cariyelerden birinin evine gidecekti.

Kara Mustafa Paşa, henüz derin bir nefes almışken havuzun etrafında iki kişinin ayak seslerini duydu.

“Eyvah, beni arıyorlar!” dedi. Korkudan yüreği ağzına geldi.

Cellâtlar, Kara Mustafa Paşa’yı bulmakta gecikmediler ve Paşayı sazların arasında yatarken gördüler. Üzerine çullandılar.

Mustafa Paşa cellâtlara karşı koymak istediği için, bir kazma darbesiyle başı yarıldı ve sol gözü kör oldu.

Kara Mustafa Paşa’nın yakalandığı haberini Kösem Sultan’la görüşürken alan Sultan İbrahim, Bostancıbaşıya:

“Melunun başını kesip, şimdi, buraya getirsinler,” dedi.

Aradan on dakika bile geçmeden, cellâtlardan biri Mustafa Paşa’nın kesik başını sakalından tutarak Padişahın huzuruna geldi.

Kösem Sultan, Sadrazamın başını görünce, Paşa’nın bu feci sonuna içten içe üzüldü. Bu hadise yeni Sadrazam için de bir ibret dersi teşkil etti. Sultanzâde Mehmet Paşa esasen lüzumundan çok ağırbaşlı, erdem sahibi bir adamdı. Yerine geçtiği bu adamın feci akıbetinden şahsen bir işe karışmış olduğunu keşfetmekte gecikmedi ve Valide Sultan’a Padişahtan fazla hürmet etmeye başladı.

Sultan İbrahim, kendisine sık sık nasihat eden Sadrazamın kellesini harem kapısı önünde tam beş gün teşhir ettirdi . Bu yolla, “Bana ihanet etmek isteyenlerin akıbetini görün de ibret alın!” mesajını vermiş oldu.

Kara Mustafa Paşa olayı İstanbul uleması arasında ufak bir heyecan oluşturmuşsa da Şeyhülislâm Yahya Efendi vasıtasıyla, bu heyecan da yayılmadan yatıştırıldı.

Yeni Sadrazam Mehmet Paşa, selefinin akıbetine uğramayıp kendisini sevdirmek için ilk iş olarak bir müddet vergi işlerinin ihmal edilmesini emretti. Halkı memnun ederek, kendi lehinde taraftarlar toplamaya çalışıyordu.

Fakat bu ihmal çok sürmedi ve süremezdi. Çünkü saraydaki hasekilere ve kadınlara para, servet ve padişaha samur ve amber lâzımdı.

Mustafa Paşa’nın öldürülmesinden sonra, Kösem Sultan yeniden vaziyete hakim oldu ve devlet işlerini eskisi gibi eline aldı.

Ancak Kösem Sultan’ın icraatlarına zaman zaman engel olmak isteyen Şivekâr Sultan, Kösem Sultan’ın sinirini oynatıyordu. Sarayda onun dışında kimse Kösem Sultan’a karışmaya cesaret edemiyordu.

Üsküdar’da evinin suyunu bile, çeşmeden kendisi taşıyan otuz beşlik bu Ermeni karısı sarayda Padişahın zevcesi olup yerini sağlamlaştırınca, ilk günlerde iltifat ettiği hasekilere fazla yüz vermemeye ve onlarla sık sık düşüp kalkmamaya başlamıştı.

Hatta, Şivekâr Sultan, saraydaki kadınların birbirlerini kıskandıklarını görünce, Padişaha daha fazla hükmetmenin ve diğer hasekilere mağlûp olmamanın yollarını aramaya başlamıştı.

Bu amaçla bir akşam, Turhan Sultan’ı odasına çağırıp;

“Sarayda en çok seni sevdim. Daima seninle görüşmek istiyorum,” dedi.

Şivekâr’ın başına konan devlet kuşunun ihtişamını görmeye bile tahammül edemeyen Turhan Sultan:

“Ben odamda çocuğumla meşgulüm, sizinle sürekli vakit geçirmeme imkân yoktur!” dedi.

Bu cevabı duyan Şivekâr Sultan ısrar etti;

“Peki, ama burada bizi yekdiğerimize yaklaştıracak kuvvetli bir sebep vardır. Sen ve ben İsa ümmetinden değil miyiz?”

Oysa Turhan Sultan, dinini çok önceleri değiştirmişti:

“Ben göğsümde taşıdığım haçı geçen sene havuza attım ve şimdi ellerimi yukarı kaldırdığım zaman İsa yerine Muhammed’i çağırıyorum!” dedi, “Seninle arkadaş olmamıza, bütün bu sebeplerin dışında, onlardan çok daha kuvvetli bir engel var. Kalbim! Çünkü ben de Padişahın eşiyim ve onu seviyorum, seni onun iltifatına nail olurken görmeye dayanamıyorum!” sözlerini Turhan Sultan’ın ağzından duyan Şivekâr Sultan, sözü daha fazla uzatmaya cesaret edemedi.

O günden itibaren, bu iki kadın, bir ipte oynamaya çalışan iki cambaz gibi, daima birbirini atlatarak birbirlerini Padişahın gözünden düşürecek sebepler aramaya başladılar.

Şivekâr Sultan’ın, gün geçtikçe artan nüfuzu ve arasıra Kösem Sultan’a bile meydan okumaya kalkışması, saraydaki bazı kadınların birlik ederek onun aleyhinde konuşmalarına vesile teşkil etmişti.

Hatta Kösem Sultan’la Turhan Sultan da, o günlerde, Şivekâr’a karşı daha samimi ve daha kalabalık bir cephe almaya ve Ermeni karısının sarayda gittikçe artan nüfuzunu kırmaya karar vermişlerdi.

Bir gün, Kösem Sultan, Turhan Sultan’ı dairesine çağırıp;

“Turhan, yavrum! Sen, henüz çocuk denecek yaşta, genç ve tecrübesiz bir kızsın. Seninle mücadele etmekte olan Şivekâr son günlerde, Üsküdar’da ne kadar akrabası varsa, hepsine memuriyetler, köşkler, yalılar, bahçeler hediye etmeye başladı ve Padişahımız bunları seve seve kabul etmeye devam ediyor. Bu tevcih ve ihsanlara bakılırsa, Şivekâr’ın Sultan İbrahim’i tamamıyla avucunun içine aldığı anlaşılıyor. Bugün, Şam vilâyetinin gelirlerini almaya başlamış olan bu mendebur kadının, yarın, daha zengin vilâyetlerimize de el uzatması işten bile değil. Ben bu kadının hakkından gelmek için bir çare buldum. Senin de yakinen tanıdığın Hamza Bey’in bizi bu dertten kurtaracağını düşünüyorum. Hamza Bey, çok cesur bir gençtir. Ona mühim bir şey vaat edelim ve Şivekâr’ın vücudunu ortadan kaldırmasını kendisinden rica edelim.” dedi.

182,90 ₽
Жанры и теги
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
03 июля 2023
ISBN:
978-625-8068-49-8
Правообладатель:
Maya Kitap

С этой книгой читают

Новинка
Черновик
4,9
170