Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Gönül Bir Yel Değirmenidir, Sevda Öğütür», страница 3

Шрифт:

7

Erenköyü’nde çam ve çeşit çeşit ağaçların küçük bir orman hâline getirdiği geniş bir bahçenin ortasına kurulmuş, oldukça düzenli döşenmiş, büyük bir köşkte oturuyoruz.

Bize komşu kiralık bir köşk var. Birkaç yıldır boş duruyormuş. Bir akşam eve geldim. Üstümü soyunurken karım:

“Bey, bahçesi bahçemize bitişik kiralık köşk bugün tutuldu.”

Biraz şaşırmışlıkla karıma bakarak:

“Tutulsun… Bize ne?”

“Öyle demeyiniz. Fena komşu gelirse çok rahatsızlık oluyor.”

“Adam sen de… Fena olup da bize ne yapabilir? Bahçemiz ayrı… Kapımız ayrı… Bacamız ayrı.”

“Başınıza gelmemiş de bilmiyorsunuz. O köşkün yüzünden bizim bir çekmediğimiz kalmadı. Terbiyesiz insanlarla başa çıkılmıyor. Bizim ağaçlarda meyve, bağda üzüm bırakmadılar. Uşakları bizim hizmetçi kadınlara açık açık sarkıntılıkta bulundular.”

“Ey daha?”

“Kendi kapılarından işlemez oldular. İstasyona kestirme diye bizim bahçeyi yol yaptılar. Hep buradan gelip giderlerdi. Duvar, kapı, tel örgü, söz, kavga, hiçbir şey kâr etmedi. Hele o köşkte geçen son olay… Of, aklıma geldikçe sinirlerim gerilir.”

Karım sustu. Uçuk benizle gözlerini boşluğa dikti. Olay gözlerinin önünde yeniden canlanıyormuş gibi bir iki ürperti geçirdikten sonra beni omuzlarımdan tutarak yatak odamızın geniş penceresi önüne götürdü. Kiralık evin tam bize karşı gelen bir odasını ağaçların arasından göstererek:

“Osman Sadık Bey, karısı Raife’yi işte bu odada öldürdü.”

“Niçin?”

“Eliyle yakaladı da…”

“Oh ne vahşilik…”

“Gerçekten vahşilik… Ama başka türlü ne yaparsın?”

“Ne yapacağım? Boşarım. Karı öldürülür mü?”

“Öldürülmeye hak kazanınca elbette öldürülür.”

“A, ne tuhaf hâl! Ben erkekliğimle böyle ağır bir macerada kadını savunmaya çalışıyorum. Sen hanımcığım, kadınlığınla erkekliğin vahşiliğini mazur görüyorsun. Bu ne ters bir yargılama…”

“Doğru düşünmek gerekince gözümden kadınlık, erkeklik kalkar. Önümde yalnız gerçek kalır.”

“Öldürmek doğru düşünme midir?”

“Evet.”

“Senin kadar incelemelerim, araştırmalarım ve okumam yok ama ta taş devrinden beri erkek, kıskançlığı uğruna kadını öldüregelmiş, öldüregidiyor. O yırtıcılık zamanlarıyla bu yirminci yüzyılın hiçbir farkı olmayacak mı?”

“Olacak. Olmuştur. Ve her gün daha da çok oluyor. Ama kocasını aldatan kadın ceza görmemeli mi?”

“Öldürmek neye? Bırakmak, ayrılmak daha iyi değil mi? Bu da bir ceza sayılmaz mı?”

“Kadın kocasını sevmiyorsa bırakılmak ona bir ceza olabilir mi?”

Alabildiğine serbest fikirli, modern bir koca pozu ile karşılık verdim:

“Birbirine hıyanet eden karı kocalar için ölüm cezası yaşadığımız bu yüzyılda çok ağır bir cezadır. Bu usul genelleşse emin ol, ortada sağ karı koca kalmaz.”

“Demek sence dünyada birbirini aldatmayan karı koca yok gibidir.”

“O kadar da ileri gitmiyorum. Ama…”

“Evet ama? Ben seni aldatsam, günahımın anlaşıldığı gün sen beni affeder misin?”

“Affederim demiyorum… Ama öldürmem de…”

“Kuru sözden bir şey çıkmaz ya…”

“Sabiha, ben seni aldatmış olsam ne yaparsın?”

“Öyle bir şey yaparım ki öldürmek onun yanında bayağı bir hareket kalır.”

“Bana merak verdin.”

“Bir dene…”

“Allah esirgesin! Karıcığım, maksadım şakadan başka bir şey değil. Ah… Ama…”

Sustum.

Karım son kelimelerimi tekrar ederek:

“Evet, ah ama…”

“Ah ama insanlığın bu sonsuz za’fına karşı niçin bu kadar acımasız, şiddetli davranıyorsun?”

“Çünkü aldatmak ve aldanmaktan nefret ederim. Bir kadın kocasını, bir erkek karısını sevmiyorsa bunu açıktan açığa söylemeli. Kanunlara göre birbirlerinden ayrılmalıdırlar. Aldatmak rezilce bir davranıştır. İğrenç bir cinayettir. Karı kocalığın onuruna bundan daha büyük, bundan daha acı, bundan daha korkunç bir yara açılamaz.”

“Zekâ, kültür ve öğrenim bakımından memleketimizde seviyesi yüksek bir kadınsın Sabiha. Ama yaratılışta hercailiğin bir ikinci huy hükmünde bulunduğunu hiç dikkate almayarak bu karı koca bağlılığı konusunda büyükananın büyükannesi gibi düşünüyorsun.”

“Evet öyle düşünürüm. Ve yerden göğe kadar da hakkım vardır. Benim gözümde nikâh demek karşılıklı doğruluğa, dürüstlüğe söz vermek demektir. Verdiği sözde durmayacak, bu bağlılığı dürüstlükle sürdüremeyecek kadar hercai yaratılışlı olanlar, kendi zaaflarını bilip böyle ağır bir sözleşmenin sorumluluğunu yüklenmemelidirler.”

Karı koca karşı karşıya yine sustuk. Aramızdaki konuşma sıkıcı bir sessizliğin dalgalarıyla örtüldü, ikimiz de düşüncelerimizin ondan öteye olan bölümlerini birbirimizden gizlemek isler gibi kendi hislerimize döndük.

Sabiha’yı aldatmanın kolay bir iş olmadığını anladım. Seni aldatırsam ne yaparsın dediğimde gözlerini üzerime açıp da “Öyle bir şey yaparım ki öldürmek onun yanında basbayağı bir hareket kalır.” diye karşılık vermişti. Bu sözlerin her kelimesi kulaklarımda hâlâ çın çın çınlıyordu. Acaba ne yapacaktı? Bu bana o kadar merak oldu ki…

Karım ne derse desin, ondan daha hoşa gidecek bir kadınla karısını aldatmaktaki tadın büyüklüğünü benimle beraber onaylamayacak hiçbir koca düşünemem. “Haram tatlıdır.” sözündeki doğruluğu kim inkâr edebilir? Buna evli hanımlar gücenmesinler. Ben gerçeği söylüyorum.

Bu gerçeğe karşı çıkacak hanımlar olursa onlar iki kelime ile beni susturabilirler. Erkeklerin onaylamalarını kabul etmiyorlarsa bu tadın büyüklüğünü yine hanımlardan, kendi cinslerinden sorsunlar. Çünkü bu iksirden bir yudum tatmak için intikamcı bir kocanın tabanca veya kaması altında can vermeyi göze aldıran kadınlar, bu tehlikeye hangi zevkin etkisiyle atılıyorlar.

8

Ertesi gün köşke manda arabalarıyla eşya taşınıyor, biz de Sabiha ile pencereden seyrediyorduk. İçinde cinayet işlenen odanın panjurları açılmış, camları siliniyordu.

O ürperti veren kanlı hatıranın zihninde canlanmasıyla karım kaşlarını çatarak:

“İşte o gece de bu panjurlar böyle açılmıştı. Raife al kanlar içinde pencereden sarkarak sevgilisine bağırıyordu:

‘Hüsnü, ben ölüyorum! Sen kaç…’

Odanın içi kuvvetli lambalarla gündüz gibi aydınlıktı. Kendi ölürken hâlâ âşığının kurtuluşunu düşünen bu kadının yasak sevdası intikamcı kocayı büsbütün çıldırttı. Elinde tabanca ile bahçeye saldırdı. Kimse üzerine varamıyordu, gecenin karanlığını vızır vızır kurşunlarla deldi. Ama Hüsnü’ye yetişemedi. Karısının âşığı, Raife’nin son dakikada kanlara bulanan aşkını kalbinde götürerek kaçtı.

Biz burada, bütün bir ev halkı, pencerelerin arkasında üzüntüden titreşiyorduk. Çok geçmeden zabıta, savcı yetişti. Çırpınmalar içinde sönen kadının ağzından pek az laf alabildiler…”

“Günahlılar nasıl olmuş da yakalanmışlar?”

“Koca epey bir zaman önce işi sezinlemiş. O gece karısına çok önemli bir işi olduğunu söyleyerek köşke gelmeyeceğini haber vermiş. Berikiler bu fırsatı kaçırmayarak o akşam birleşmişler.”

“Hanımcığım, bilmem kaç yıl önce olup bitmiş bu cinayeti hatırlayınca bak, hâlâ dehşetten betin benzin soluyor. Sonra kalkıyor, karı koca sadakatsizliklerinin ölümle cezalandırılmasını istiyor, bu vahşiliği savunuyorsun.”

“Bir şeyin korkunç olması doğruluğuna engel değildir. Ben doğruyu savunuyorum. Meseleyi ne kadar oradan buradan dolaştırsanız, benden alacağınız karşılık hep budur.”

Ben fikrimde direnmedim. Karım da besbelli konuyu değiştirmek için:

“Birkaç yıldır köşk boş duruyor. Bu cinayetten ötürü adı uğursuza çıktığı için kimse kiralamaya cesaret edemiyordu. Bu cesur kiracılar nasıl adamlar acaba?”

Karım, bir hizmetçi kız çağırarak sordu:

“Servinaz, bu uğursuz köşke taşınanların kim olduklarını öğrenebildiniz mi?”

Servinaz kirli, esmer, sivrisinek yeniğiyle sivilceler dökmüş bacaklarının açıklığından utanır gibi, mavi önlüğü altında biraz büzülerek cevap verdi:

“Oradan bize bir hizmetçi kadın geldi. Tulumbaları bozukmuş. Kuyudan su çekmek için de kovaları yokmuş. İki kova istedi, verdik.”

“E, sonra?”

“Sonra efendim, bizim Muhsine Kadın’ın hiç ağzı durur mu? Sizin beyefendiye kim derler diye sordu. O da: ‘Bizim beyefendi ünlü adamdır. Sarığı yoktur ama çok okumuştur. Profesör Hurrem Bey derler. Büyük mekteplerde ders okutur. Kitap yazar. Gazetelere yazılar gönderir. Onu İstanbul’da bilmeyen yoktur. Siz tanımıyor musunuz?’ dedi. Biz de biz kitap okumasını bilmeyiz. Beyi tanıyamadık, cevabını verdik.”

Karım, hizmetçi kızın bu saflığına gülerek: “A, ünlü profesör Medari Bey!” dedi.

Sonra bana dönerek ekledi:

“Şadan, bilmedin mi?”

Ben biraz tereddütle cevap verdim:

“Bildim.”

“Onu hangi eseriyle tanırsın bakayım?”

“Doğrusunu istersen, hiçbir eserini okumadım. Adını şurada burada işitirdim.”

“Gazetelerdeki makalelerinden de hiçbirini okumadın mı?”

“Doğrusu, hayır.”

“Türk olup da Hurrem Medari’nin bir satırını okumamak, bu, hayretten çok esef etmeye değer bir şeydir.”

“Ben gazetelerde ne hikâye okurum ne makale… Yalnız havadis ararım. Bazen Hurrem’in yazılarına rastlarım. En kısası on iki punto ile dört sütundan fazladır. Satırlar Fransızca, Almanca, İngilizce kelimelerle çiçek çıkarmışa benzer. Bu efendi hangi dilde yazdığını galiba kendisi de bilmez. Öyle en çetin lügatlerle donanmış o dört sütunun karşısında başım döner. Gazetenin sayfasını hemen çeviririm.”

“Hurrem bir büyük bilgindir. Elbette öyle yazacak. Allamedir o…”

“Allame midir? Ayıp değil ya, bu kelimenin manasını bilmiyorum. Bu allame İstanbul’da nasıl yetişir? Bu, Langa bostanlarından biter bayır turpu gibi bir şey midir? Yoksa Sivriada’daki istridye tarlasında mı yetişir?”

“Oh, Şadan, gücenirim, böyle konuşma… Memleketimizin bilim adamları hakkındaki bu küçümsemene dayanamam.”

“Küçümseme değil… Bilmiyorum dediğime inan ve bana anlat, allame nedir? Bunun bir beratı var mıdır? Bu nereden alınır. Fatih’in Karadeniz Kapısı Medresesinden mi? Bizim Darülfünundan mı? Avrupa’dan mı? Koynunda böyle bir resmî belge bulunmayan bir kimse nasıl oluyor da kendisine allame dedirtiyor? Bizde halk o kadar saf, allamelerimiz de o kadar cesur ki söylenen şeyde mana aramak kimsenin aklına gelmiyor.

Birine allame, filozof, mütebahhir1 gibi bir lakap takınız. Bu unvan derhâl şehrin dört köşesinde kampana gibi çınlar. Ve öyle bir hâle gelir ki bu niteliği herkesin ağzından işite işite o zavallı adam da kendisinin geniş bilgisine inanmak zorunda kalır. Kanıma göre allameler, filozoflar bizde böyle yetişir. Bu muhteşem unvan, Zuhurî’deki Pişekâr’ın içi olmayan kürküne benzer, samur kürküne…”

“Canım, yüzünü görmeden, bir kitabını okumadan, bir sözünü işitmeden Hurrem Bey’e karşı bu taşkınlığın nedir?”

“Böylelerine kızarım.”

“Neden?”

“Sahte davranışlıdırlar da ondan… Kalp2 bilgindirler de onun için.”

“Gerçek bilgin nasıl olur?”

“Bu memlekette bir tanesine rastlayamadım ki nasıl olacağını bileyim! Hanım, yalan söylemiyorum. Ben içimizde öyle tarih hocaları bilirim ki Osmanlı padişahlarını bile sırasıyla sayamazlar, öyle hesap hocaları tanırım ki vallahi kerrat cetveli ezberlerinde değildir. Ama gazetelerde yüksek matematikten söz ederler. Edebiyattan habersiz olduğu hâlde edip geçinenlerimiz çoktur. Çoğunun üzerinde hoca hakkı yoktur. Kataloglarda, kitapçı vitrinlerinde adlarını görüp de kendi kendilerine okudukları rastgele kitaplarla allameleşen, kendilerini yetiştirdiklerini sanan aydınlardır. Mektepsiz yetişmek harikası yalnız bize mahsustur. Ben bilgisizliğimi açıkça söylüyorum ve kabul ediyorum. Bir şey bilmem. Ama bilginlik taslayan cahillere de tutulurum. Devamlı olarak koltuklarının altında birkaç cilt taşıyarak gezen, koltuğunda kitap olmadan sokağa çıkmayan öyle ukalamız vardır ki sırası gelince kendilerini Avrupa’nın büyük filozoflarına benzetmekte hiç tereddüt etmezler. Ama o büyük kafalara lafla benzerlik iddiası gülünç değil, acıklı bir şeydir. ‘Onlarla boy ölçebilmek için şimdiye kadar memleketin kültür ve bilim tarlasına saçtığınız fikir tohumları ne ürün verdi? Hani eserleriniz?’ diye sorulduğu zaman bu mübarekler ne varlık gösterebilecekler? Güve yemiş eski kitaplarımız olmasa kütüphanelerimizin rafları tamtakır duracak. Deliliğiyle tımarhaneyi şereflendirmiş olduğu için bütün akıl hastanesi adayı dengesizlerin Nietzsche ile yakınlıkları kabul edilecekse o başka… Bizde rahmetli Şemsettin Sami Bey’den başka ciddi, sebat eden, ansiklopedik bir adam yetişmemiştir. Milletin kütüphanesinde koca koca ciltlerini sıralamaya muvaffak olan yalnız işte o büyük adamdır. Mektepte hocam bana: ‘Şemsettin Sami Bey’in ruhuna rahmet okumadığım gün yok gibidir. Çünkü ne vakit kalemi elime alsam, rahmetliye danışmadan, onun fikrini sormadan yapamam.’ derdi. Şimdikiler iddiacı, makaleci, konferansçı… Kadınnineme de bir kürsü veriniz de dinleyiniz, bakınız size neler söyler…”

“Oooo, Şadan, gerçekten ileriye varıyorsun. Bugüne kadar senin böyle konularda bu kadar ateşlendiğini hiç görmedim. Şimdikilerin üzerlerine de böyle göz yumma. Nankörlük lazım değil. Haluk Firdevsî Bey’in koskoca cilt felsefesini inkâr mı edeceksin?”

“Ben böyle şeylerle uğraşmam. Bu felsefe kitabından bir yerde bahsediyorlardı. İşittim. Arap’ın ne kadar çürümüş lügati varsa buna doldurulmuş. Eğer her satırın arasında metni açıklayan, yorumlayan Fransızca parçalar olmasa kitabından mana çıkarmak mümkün olamayacağını söylüyorlardı. Oysa Türkçeyi Fransızca yardımıyla anladıktan sonra Frenkçede bu gibi eserlerin kıtlığı mı var? Fransızca bilenler bu eserle ilgilenmezler. Bilmeyenlerse nasıl anlasınlar?”

“Bey, bugün yaman bir tenkitçi oldun. Kitap sevmediğin için yazanlara atıp tutuyorsun, bundan zevk alıyorsun. Ama ne olursa olsun, Hurrem Medari Bey’in bu komşuluğundan memnun değil, âdeta mutluyum.”

“Memnunluğunun neden böyle mutluluk derecesine vardığını pek anlayamadım.”

“Yani başımıza şöyle böyle bir kiracı geleceğine, böyle bir dâhi ile komşu olmak elbette şerefli bir şeydir.”

“Hah hanım, dur! Kelimeyi yakaladım.”

“Hangi kelimeyi?”

“Dâhi kelimesini…”

“Hurrem Medari Bey’e demedikten sonra bu memlekette kime dâhi diyeceğiz?”

“Tabii sana değil. Bana desen hiç değil… Açlıktan nefesleri kokarak bakir zeminler, büyük kelimeler, işitilmedik sözler, nazik kafiyeler arayan saz benizli, avare hisli şairlere de değil…”

“A beyim, bu dediklerinin arasında gerçekten dâhileri var. Bunların bazı şiirlerini o kadar beğeniyorum ki…”

“Hayır… Yalnız senin beğenmenle kimseye bu yüksek unvan verilemez… Bunlarda dâhilik değil, on paralık akıl yok. Çünkü şu zamanda arabacılık şairlikten çok kazanıyor. Ve daha da itibarlı sayılıyor. Ve yine çünkü zamanımızda bir şair şiirlerini bir editöre götürdüğü vakit, kitapçı büyük bir eda ile kâğıtsızlıktan, baskı işlerinin fazla masraflı ve külfetli oluşundan söz ederek kafa tutuyor. Bastırılmak için getirilen eserleri bedava bile kabul etmiyor. Ama bugün Eminönü’nden Hobyar’a bir araba sorduğun vakit müşterinin zararına belediyenin tayin ettiği fiyatların yüksekliğine rağmen herif cevap vermek tenezzülünde bile bulunmayarak başını öteye çeviriyor. Arabacılar, hamallar şairlerden daha nazlı ve tok…”

“Şairlerin, ediplerin değerlerini belirtmek için bula bula bu ölçüyü mü buldunuz?”

“Dur hanım, dur… Ortada bir dâhi sözü var. Güme gitmesin.”

“Dinliyorum.”

“Bizim Türk ediplerinin çoğu kendilerini dâhi sanırlar. Ahmaklığımıza kanaat getirmedense nefsimiz hakkındaki bu iyi niyetimiz fena bir şey değil. Ama ne yapayım ki kendini dâhi sanmak kadar budalalığa parlak bir örnek olamaz. Bizde edipler hep dâhi, ilk hikâyeler de şaheserdir.”

“Aman bey, bugün ulu orta yürüyorsun! Her çirkin kadın kendini güzel sanmak za’fına yenilmektedir. Evet, hakkın var. Çok budalalar da kendilerini dâhi sanırlar. Ama Hurrem Medari Bey bunlardan değildir.”

“Ay, neden?”

“İspatı üstünde.”

“Nedir? Söyle…”

“Bak kaç yıldır şu köşk boş duruyordu. Uğursuz diye kimse tutmaya cesaret edemiyordu. Böyle boş inançları çiğneyecek ayakların üstünde Hurrem’inki gibi bir kafa, bilgiyle dolu bir kafa olmalı.”

Sebebini bilmeden Hurrem’e karşı kalbimde bir düşmanlık kaynıyordu. Ben onun arkasından atıp tutarken karım onu korudukça büsbütün coşuyordum.

Bilimle aptallaşıp da küçük dağları biz yarattık der gibi insanlığa kafa tutan bu fodullardan hiç hoşlanmam. Behey adam, neye kuruluyorsun? Senin ilim dediğin nedir? Uzayı mı ölçtün? Ecele çare mi düşündün? Seni büyük gösteren kendi bilgin değil, çevrendekilerin bilgisizliğidir.

9

Yeni kiracıların uğursuz köşke taşınmaları üzerinden bir hafta geçti. Bütün çevreyi birçok söylentiler sardı. Her semtte dedikodu borsasına benzeyen evler vardır. Bire on katarlar. Ne işitilmedik koftiler atarlar. Halk da şişirilmiş yalanları saygıyla selamlamaya pek heveslidir. Çünkü adi lakırtılardan herkes bıkmıştır. Hayretten ağızları açık bırakacak, sinirleri tambura gibi gerecek sözler işitmek isterler.

Şairlerimizi yalanın üst perdelerine fırlatan işte halkın abartılmış şeylere karşı gösterdikleri bu olağanüstü ilgidir. Bu abartışların bizde iki kaynağı vardır: Acem Edebiyatı ve Tandırname…

Sokak kapısının anahtarını bir cebine, tütün tabakasını ötekine yerleştirdikten sonra ev ev dolaşan havadis tellalı çenesi düşük ne kocakarılar vardır. Dişsiz ağızlarına baktırtacak adam ararlar. Allah için söylemeli, o kadar da tatlı anlatırlar ki…

Bunlardan biri Didar Bey’e komşu idi. Latife Hanım. Biraz kambur, çenesinin ucu yukarıya kalkmış, burnunun tepesi aşağı kıvrılmış… Aralarında hemen hemen birbirine çatacak bir fısıltı var gibi duruyorlar. “Ferhat ile Şirin”deki cadıyı andırır eski tip bir kocakarı… Bunun bir eline okkalı bir fincan kahve, ötekine yanmış bir sigara sunduktan sonra artık dinlemeli… Kaplumbağalar deve, sivrisinekler yarasa olur.

Bir sabah Latife Hanım köşke gelmişti. Dinleyiciler halkası ortasında, elinde sigara, kahve, anlatıyordu. Sabiha ile biz de onu dinlemeye indik.

Dedikodunun temelini uğursuz köşkün yeni kiracıları teşkil ediyordu. Latife Hanım, her yudum kahvenin arkasından, çektiği her nefes sigarada gözlerini süzüp sözün balını akıta akıta diyordu ki:

“Uğursuz köşke taşınanlar, Mısırlı mı diyorlar, hasırlı mı diyorlar, yeni biçim bir laf var. İşte o çeşit karı koca imişler. Beraber Faris’e gidip gelmişler. Herif karısını başka erkeklerden hiç kıskanmazmış. Frengistan’da fena hayvanın etini yemişler. O zıkkımı ziftlenen kocaların havsalaları genişlermiş. Galiba şimdiki tazeler, kocalarına gizli mizli her ne biçimde olursa olsun bu etten yediriyorlar ki karıları ta topuklarından iman tahtasına kadar yarı çıplak sokağa çıktıkları zaman beylerin ağızları, dilleri bağlanıp bir şeycik söylemiyorlar. Raife de kocasına bu etten yedireydi belki ölümden kurtulurdu.”

Kaynanam Nuriye Hanım, biraz çatkın, söylendi:

“Latife, yine sabah sabah insan eti çiğniyorsun. Ah dedikoduyu da ne kadar çok seversin.”

Latife Hanım uzun bir besmele çekip ellerim yukarıya kaldırarak:

“Allah esirgesin! Dedikodu sevmem, ödüm kopar. Kadınım ben Allah’tan korkarım. Kendi günahım bana yetişiyor. Bir de el âlemin mundar günahlarını yüklenmek istemem. Tanrı günde binbir ayıbımızı görüyor da yüzümüze vurmuyor. Dedikodu olan yerden ben kaçarım. Gideyim…”

Sabiha Hanım, annesinin kulağına eğilerek:

“Anne, yapma. Rica ederim. Latife Hanım’ı söyletip yeni komşularımız hakkında biraz bilgi alalım.”

Nuriye Hanım: “Ben gideyim de kızım, siz konuşunuz. Kulaklarım duymasın. Daha buraya dün taşındılar. Bize bir fenalıkları yok. Paris’e gitmişler. Domuz eti yemişler. Kocası karısını kimseden kıskanmazmış. Neme gerek bunlar benim. Her koyun kendi bacağından asılacak.”

Nuriye Hanım odadan çıkar.

Kocakarı, alaylı bir gülümseme ile gözlerini çevresindekilerin suratlarında gezdirdikten şonra Sabiha’ya dönerek:

“A… Hayırdır inşallah! Bu sabah annene n’oldu böyle kızım? Ben işittiğimi söylüyorum. Buna insan çekiştirmek denir mi? Bizim biligimiz yok. Fazlımız yok. Kitap okumuyoruz. Bir şey yapmıyoruz. İşittiklerimizi de söylemezsek ne konuşacağız, kuzum? Kim bilir ne oldu? Annenin bugün siniri tutmuş. Beybabanı çekiştirsem öyle tatlı tatlı dinler ki…”

Sabiha Hanım: “Sen ona bakma Latife Hanımcığım. Bu yeni komşularla ilgili daha ne duydun? Anlat…”

“İnsan insanın şeytanıdır. Bak beni zorla söyletiyorsunuz.”

Ben, kışkırtıcı bir tatlılıkla, kocakarının yüzüne gülerek: “Söyle, söyle Latife Hanımcığım. Seni dinlemekten o kadar büyük bir zevk duyuyorum ki…”

Latife Hanım, derin bir memnunluk sırıtmasıyla:

“Damat bey, sen de öyle şeytan gibi damarıma girme. Ben özü sözü doğru bir kadınım. İçimde kötülük saklayamam. Yalvarana yüzüm tutmaz.”

Şadan Bey: “Anlat kuzum Latife Hanım, daha ne duydun?”

Kocakarı: “Aaaa, neler de neler… Maydanozlu köfteler… Üç gün üç gece anlatsam yine de bitmez.”

Ben: “İşte hep o tatlı ağzına bakıyoruz. Haydi…”

Latife Hanım: “Oğlum yerinde delikanlısın. Ağzımın tadını nereden anladın? Ben onu rahmetliden başka kimseye tattırmamıştın.”

Ben: “Allah ağzının tadını bozmasın… O bellidir.”

Kocakarı: “Âmin… Sizinkini de bozmasın. Kırk bir buçuk kere maşallah, karı koca birbirinize o kadar uygunsunuz ki Tanrı’m kötü gözlerden saklasın.”

Sabiha Hanım: “Eee, hadi ya, nazlanma…”

Kocakarı: “Sen affet ulu Tanrı’m. İşte beni zorla söyletiyorlar. Hurrem Bey’in karısı Cevher Hanım… Adını işittiniz ya, ne mal olduğunu anlayınız. Karı oynak mı oynak… Çalparasız göbek atıyor şöyle… Birbirini sevip de almışlar. Allah’ım affet beni, işittiğimi söylüyorum! Herife bilgin, büyük adam diyorlar. Okumuş adamın yiyeceği halt mı bu? Kocasına hiç bakmazmış. Zavallı adamı hizmetçilerin ellerine bırakmış. Karı yalnız kendi süsünü, düzenini, gezmesini, tozmasını, eğlenmesini düşünürmüş. Herif bazen kütüphanesine kapanırmış. Burnunu kitapların arasına sokarmış. Haftalarca okurmuş, yazarmış… Karı ötede fink atarmış. Koca böyle yazıp çizip de el âleme akıl öğretmeye uğraşacağına, başını kaldırsın da ötede karısı ne haltlar yiyor, ona baksın. Bu okumuşlar ahlaksız, itikatsız oluyorlar. Tanrı’nın işine karışıyorlar. Haydi oradan mıymıntı, senin ne haddine? Sen bir sivrisineğin bacağını yaratamazsın. Okumuşların nefesleri keskin olur. Gelsin benim sızılarımı geçirsin de onun okumuşluğunu anlayayım.”

Latife Hanım’ı kızdırdık, coşturduk. Ağzından saçma sapan epeyce lakırtı aldık. Birçok büyütülmüş ayıplamaların, kınamaların içinde bazı gerçekler de pırıldamıyor değildi.

Burnu kitaplara gömülü, ansiklopedik bir koca… Genç, hoppa, oynak, fingir fingir bir karı… Böyle komşulara sahip olmak hayalimden bile geçmeyen bir nimetti. Elbette Hurrem Bey ailesiyle görüşecek, belki de sıkı fıkı dost olacaktık. Adamcağız alafranga meşrep bir filozof… Latife Hanım’ın anlatışına tamı tamına uygun değilse bile, hiç şüphesiz, karısını horozdan kaçıran takımdan da olmayacak. Avrupa’da jambon, sosis yemiş olması da pek inanılmayacak bir şey değil… Bakalım bir de Tandırname hikmetini deneyelim. O hayvanın etini yiyende kıskançlık gerçekten azalıyor mu? Anlayalım…

Bu sırada ancak tutulabilecek kadar bir uç kalmış olan sigarasının son dumanlarını fusurdatan Latife Hanım, pencereden bahçeye bakarak haykırdı:

“İşte, işte! İşte karı koca kol kola gezmeye çıkmışlar. Ağaçların altında dolaşıyorlar.”

Hepimiz panjurlara yapıştık. Hurrem Bey’in arkasında yakası açık renk ipekli, önü kordonlu, barut renginde bir pijama… Saç sakala, sakal bıyığa karışmış koskoca bir Sokrat kafasının ortasında kulaktan takılı gözlüğün iki camı parlıyor.

Bilgin adam, kıllarının içinde kaybolmuş küçük burnu ile biraz finoları da andırıyor. Tüylerini kırptırmaktan korkan filozoflarımızın, şairlerimizin tuvaletsizliği bunda da var. Ama Hurrem uzaktan göründüğüne nazaran genç, yallah yallah otuz beş… Fazla yok.

Kadının gür saçları bir krep parçası içine torba gibi tıkıldıktan sonra yanlardan fışkırmış, taşmış. Arkasında hafif bir bluz. Gerdanında, göğsünde altın, inci, kehribar, akik, epey şeyler parlıyor. Diz kapaklarını ancak örten bir eteklikten sonra ipek çoraplar arasından teninin tazeliği seçilen baldırları o kadar düzgün, o kadar güzel, o kadar hoş bir dolgunlukta ki yalnız göz zevkiyle geçinen erkekler için heyecan verici iki güzellik sembolü demeye değer.

Şimdiki kadınlar kıyafetleriyle ince sak üzerinde, ince, güzel çiçeklere benziyorlar. Cevher Hanım sapının üzerinde sallanan sümbül edasıyla geziniyordu. Toprağa, küçük iskarpinlerinin yalnız sipsivri, incecik, uzun ökçeleriyle minimini burunları değdikçe bazı çevik hareketlerinde rüzgâr elbisesini yelpirdettiği zaman, hemen hemen, uçacak sanılıyordu.

Hanımın tıknaz ve değirmi yüzü boyalıydı. Çevresi sürme ile çokça gölgelendirilen gözleri bir çift loş pencereden parlayan mum gibi bir çekicilikle yanıyordu. Bu çekicilik uzaktan kalbimi birkaç defa burktu. O bakışların ateşlerini yüreğimde duydum. Sadakatsiz gönlümde yasağa eğilim, dayanılması çok zor bir şiddet aldı.

Bu genç, servi gibi boylu kadının yanında tüylü, esmer, tımtıkız kocası, bodur meşe görünüşü alıyordu. Tam bizim pencerenin hizasından geçerlerken Latife Hanım kendini tutamadı:

“Aman Allah’ım, ne günlere kaldık! Cevher midir? Cevahir midir? Ne matahtır, şu karıya bakınız. Âlemin dediği kadar yok mu? Bacaklar, kollar, göğüs, ense bütün vücudu tabak gibi meydanda… Erkeğin her yanı kapalı… Tüyden tüsten yüzünün ucu bile görünmüyor. Bu ne ters iş? Erkeğin örtünüp de kadının böyle şakayık gibi açılacağı kimin aklına gelirdi? Şimdiki kadın elbiseleri incecik, tiril tiril bir şeyler… Yaz, kış bu kıyafette üşümüyorlar. Aman Allah’ım, bu ne kızgınlık? Sen iyilikler ihsan et ulu Tanrı’m…”

Camilerin pabuçluklarında vaaz eden yarı ümmi softalar gibi Latife Hanım biz dinledikçe coşuyordu. Dayanamadım:

“Sus Latife nine… Bu yana bakıyorlar. Dediklerini işitecekler.” dedim.

Kocakarı, bu sözlerime kızdı:

“İşitsinler! Benim Allah’tan başka kimseden korkum yok. Cevher Hanım tiyatroya çıkan kantocu kızlara benziyor. Fıkır fıkır genç karıyı gördün, galiba için çekti.”

Sabiha Hanım: “Kes büyükhanım, nasıl lakırtı onlar? Benim yanımda kocama böyle şeyler söylenir mi?”

Kocakarı: “Yalan söylemiyorum. Kocana güvenme kızım, o kadar…”

Sabiha Hanım: “Ben güvenirim.”

Kocakarı: “Allah akıllar versin! Gençliğimde kocam benim yanımda gözünü kaldırıp da dişi kediye bakmazdı. Zamane değişti. Âdetler, ahlaklar bozuldu. O herif karısını bahçeye çırılçıplak çıkarmış, kıskanmıyor. Sen kocanı kıskanmıyorsun. Vallahi erkeğin gönlü, kendi karısından çirkin karılar için bile titrer. Yabancı kadın onlara öyle tatlı gelir ki…”

Sabiha Hanım: “Sus, sus Latife Hanım. Ben kocama güvendiğim gibi yakından tanımadığım hâlde Cevher Hanım’ın terbiyesinden de eminim. O bayağı bir kadın değil. Bugüne bugün ünlü bir bilginin karısı…”

Kocakarı: “Kızım, beni söyletme. Şu bahçede gezen Cevher Hanım eğer yanındaki o fino köpeği herifle oturursa bütün dünya benim yüzüme tuuu diye tükürsün. Kim bilir karının kaç oynaşı vardır? Benim gözlerim tecrübelidir. Adamı bir bakışta anlarım. Ha (yüzüme dik dik bakarak) daha fazla söyletmeyin beni. Şimdi ha… Raife’yi burada kocası öldürdü. Bakalım bu karı koca da ne Ali Cengiz oyunu çıkaracaklar? Köşkün kısmetine böyle seçme kiracılar geliyor.”

Zehirler saçan bu dedikodu çukurunu güç bela kapatabildik. Acuzenin insanın içini okuyan gözlerinde, tecrübeli sözlerinde bin isabet vardı. Ama karımın önünde böyle gerçeklerden söz etmek hiç doğru bir şey değildi.

Görünüş bakımından birbirine uymayan bu karı kocanın yan yana gezişlerinde gerçekten sahneye çıkan komikleri andırır bir hâl vardı.

Her taflanın dibinde, her ağacın önünde, filoksera vurmuş kütüklerin aralarında duruyorlar, Hurrem Bey uzanıyor, bir yaprak koparıyor, eğiliyor, yerden bir ot seçiyor. Bir taş alıyor, kim bilir karısına botanik veya yer kabuğu üzerine uzun uzadıya bir şeyler anlatıyordu. Ama kadında kocasını dikkatle dinleyen bir ciddilikten eser yoktu. Onun gözlerindeki avarelik, kulaklarındaki ihmal açıkça seçiliyordu.

Kadın dalgın ve hasretli bakışlarıyla ufuklarda tatlı hayaller izliyor ve arada bir sıkıntıdan çatılan kaşlarıyla kocasının söylediklerinden pek başka şeyler işitmek isteğini anlatıyor gibiydi.

Karım, bütün ruhu ile Hurrem Bey’i inceliyordu. Ben de Cevher Hanım’ı. Benim allameyi incelemeye değer bulmayışım gibi, karım da kadının davranışlarına, tuvaletine, yüzüne, ruh hâline kesin önem vermiyordu. Karımın onunla bu ilgisizliği benim çok işime yarayacaktı.

Sabiha, allamenin sözlerini işitmek için kulaklarını panjurun aralıklarına yapıştıra yapıştıra dedi ki:

“Ah Şadan, bilmezsin, bu karmakarışık saçların örttüğü kafanın ne geniş ne şaşkınlık verici ilim ufuklarını kapsadığını, senin zavallı aklın kavrayamaz. Hurrem’in ‘ruh’ hakkındaki son makalesi beni çok düşündürdü.”

Karıma cevap vermedim. Yalnız içimden kendi kendime dedim ki:

Zavallı Sabiha. Cevher Hanım’ın da bu kocaya hiç layık olmayan güzelliği, tazeliği beni ne kadar düşündürüyor bilsen… Bakalım bu zıt düşünüşümüzle işin sonu ne çıkacak?

1.Mütebahhir: Bilgisi deniz gibi engin olan.
2.Kalp: Düzme, sahte, işe yaramaz, yalancı.

Бесплатный фрагмент закончился.

238,33 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
09 августа 2023
ISBN:
978-625-6485-80-8
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают