Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Dünyanın Mihveri Kadın mı Para mı?», страница 3

Шрифт:

6

Merkezden içeri girdiler. Komiser beyin yanında bir başka dava görülüyordu. Bunları başka bir odaya soktular. İçerisi epey kalabalıktı. Masalarda polisler kayıt yapıyorlar, ellerinde kâğıtlarla birtakımı da girip çıkıyorlar, sünepe kılıklı birkaç kişi de süklüm püklüm bekliyorlar.

Bu yeni gelenlere şuraya buyurun, oturun diyen olmadı. Fakat Edip Münir, Ömer Efendi’yi bir tarafa yerleştirdikten sonra kendine de bir iskemle buldu.

Çarşıkapı’da Kunduracı Yordan’ın kilidini kırarak dükkânından on sekiz çift ayakkabı aşıran Kaldırımcıoğlu Yusuf’un davası görülüyordu. O bitti. Mahmutpaşa’da elbiseci Rıza Efendi’nin dükkânından bir takım kostüm çalan Hızıroğlu Ali olayının incelenmesine geçildi. Ali o kadar yalınkat, o kadar tırıl ve hemen yarı çıplak bir kıyafetteydi ki onun hâline bakarak insanın bu hırsızlığı hoş göreceği geliyordu.

Ali suçunu inkâr yoluna saptı. Fakat dışarıdan tanıklar çağırıldı. Hırsız, tutulduğu kapanın içinde kıvranıyordu.

Ömer Efendi kendi gibi namuslu, işiyle gücüyle uğraşan bir adamın bu geçmişleri suçlarla yüklü adamların arasına nasıl girdiğini düşünmekten başı dönerken Edip Münir onun kulağına eğilerek:

“Birkaç yüz kat elbise dolu bir mağazadan giyinmek isteyen şu çıplağa bakınız, kanun nasıl bir işlem yapıyor.”

Bu sözleri işitince zavallı adam, polis merkezinde bulunduğunu unutarak karşısındakinin ağzına bir tokat aşk etmek isteğinden aşırı bir öfkeden kendini zor kurtardı.

Nihayet sıra kendilerine geldi. Oturdukları yer, adları, baba adları, sanatları falan sorulmak ve kendilerine karşı ileriye sürülen iddianın ne olduğu açıklanmak gibi usulden olan kayıtlar yapıldıktan sonra ufak bir anlatım özetiyle komiserin huzuruna çıkarıldılar.

Komiser içeriye girenleri büyük bir dikkatle süzüyordu. Yer gösterdi. Oturdular. Eline verilen zapta baktı. Oradaki soruları tekrarladı. Komiserin bir yargıca yaraşır gayet vakarlı ve ince bir davranışı vardı.

Komiser: “Ömer Efendi, siz Edip Münir Bey’in amcası mısınız?”

Ömer Efendi: “Hayır efendim, ne münasebet? Rahmetli babası dostumdu, işte o kadar… Aramızda katiyen akrabalık yoktur. Gazeteler yanlış yazıyorlar.”

Komiser: “Benim zabıtta böyle bir kayıt yok da soruyorum.”

Edip Münir: “Efendim, gazetelerin yalanları sayıklama, saçmalama derecesini de geçiyor. Benim pansiyona üç yüz lira borcum olduğunu, bilezik, küpe, yüzük çaldığımı yazıyorlar. Bu hırsızlıklar tamamıyla iftiradır. Pansiyon sahipleri bir buçuk aylık borcumun kırk beş lira kadar olduğunu söyledikleri hâlde ‘Doğru Söz’ gazetesi takındığı bu çok ikiyüzlülükle, adının tersine, bunu üç yüz liraya nasıl çıkarıyor?”

Komiser: “Biz gazetelerin yazdıklarına bakmayız. Kendi araştırmalarımıza dayanarak iş görürüz. Zabıta araştırmalarında bir altın bilezik çaldığınız kayıtlıdır. Ne dersiniz?”

“Bu alçakça iftirayı kesinlikle ve tiksinerek reddederim.”

Komiser: “Pansiyona kırk beş lira borcunuz varken her ne suretle ise bavulunuzu oradan aşırarak kaçtığınız iddia olunuyor. Ne dersiniz?”

Edip Münir hafifçe dudaklarını ısırarak:

“Bir şey diyemem. Çünkü bu doğrudur.”

Bu tür zanlıların tek silahları inkârdır. Zaten tartışma götürmez bir açıklık karşısında bile inkârdan ayrılmayarak durumlarını büsbütün ağırlaştırırlar. Edip Münir’in bu itirafı önünde komiser şöyle her zaman rastlanan adi bir dolandırıcıyla değil bu işin ustası bir dolandırıcıyla karşılaştığını anlayarak:

“Bu cihetin araştırılmasını sonraya bırakıyorum. Şimdi şu bavula bakalım. Anahtarı üzerinizdedir ya?”

“Evet.”

“Açınız.”

Bavul ortaya geldi. Edip Münir bu “açınız” emri önünde bir an kararsızlığa kapılarak:

“Efendim, ben bileziği çalmış olsam içinde esvaplarım, çamaşırlarım olan bu valize kilitleyecek kadar ahmak değilim. Bunun içinde sadece bu dediklerim vardır. Bekâr eşyası…”

Komiser gayet dik ve anlamlı bir bakışla:

“Valizinizde özel eşyanızdan başka bir şey yok mu? Açınız göreyim.”

Şeytanca bir zekâsı olan Edip Münir, komiserin bu ezici ve anlamlı gözlerinde kendine korku veren bazı şeyler okudu. Valizden çıkacak rezaletin suçunu önceden biraz hafifletmiş bulunmak için:

“Efendim, gençliktir bu… Bekâr valizi içinde bazen yabancı gözlere açılamayacak kadar utandırıcı şeyler de bulunabilir.”

Komiser aynı dik bakışla:

“Zabıta araştırması hiçbir ayıp yasağı ile durdurulamaz. Açınız, görelim.”

Valiz ortaya getirildi. Edip Münir cebinden bir zincir parçasına bağlı küçük bir anahtar çıkardı. Elleri ağır işler bir istemezlik davranışıyla kilidin içinde çevirdi. Kapağı açtı. Düzensiz bir biçimde tıkılmış kirli, temiz iç çamaşırları, buruşuk gömlekler, yakalıklar, birbirine dolanmış kravatlar, bir kat kullanılmış kostüm ve benzeri şeyler meydana çıktı. Valiz sahibi hep bunları Bitpazarı’nda mezat eder gibi eliyle kaldırıyor, silkip bir tarafa koyuyordu. Beklenilen utandırıcı şey çıkmadı.

Ne de altın bilezik… Ömer Efendi nefes almaya korkar bir heyecanla sonucu bekliyordu.

Edip Münir komiseri atlatabileceğini umar iğreti bir ciddilikle:

“İşte efendim, bavulda bulunan şeyler bunlar…”

Zabıta memuru hafif bir gülümsemeyle:

“Valizinizin alt bölümünde kenarlara tamamıyla yerleşmiş gizli bir göz var. Onu da açınız.”

Eyvah! Ne dikkatli gözdü bu… Valizin altında ancak bir parmak kadar olan kabartının nasıl farkına vardı? Açmaktan başka çare yoktu. Yine bir ortam hazırlamış olmak için “Komiser beyefendi, emrinize karşı gelmek haddim değildir. Kanunun hükmü karşısında akan sular durur. Fakat gençliğin bir taşkınlığı anında işlenmiş böyle bir şeyin ayıbından suçluyu mümkün olduğu kadar korumak da kanunun görevi değil midir? Alınız, yalnız siz bakınız. (Ömer Efendi’yi göstererek) Bu ihtiyarın ayıplamasından olsun beni kurtarınız.” dedi.

Büyük bir zarftan 17x22 boyunda bir agrandisman fotoğrafisi çıkararak komisere uzattı. Hemen zarfı ortadan kaldırmak telaşını gösterdi. Zabıta memuru fotoğrafiyi alırken:

“Zarfı da beraber veriniz.”

Bu ikinci emre karşı Edip Münir’in yüzünde bir pembelik dolaştı. Bu utanmadan gelen bir ateş basması mıydı? Hayır… Bu tehlike kızıllığı idi. Komiserin önünde utanır görünmeler hep kendine utangaç “bon enfant”3 süsü vermek için oynanan komediydi. Fotoğrafiden sonra acaba zarfın içinde bu kadar korkulacak ne vardı?

Komiser fotoğrafı gözlerinin önüne tuttu. Yüzünde bir utanma dalgalandı. Sonra tiksinti saçılan bir bakışla suçluya döndü. Yine fotoğrafa baktı. Elindeki resimle Edip Münir’in suratında bir şeyler inceliyor gibiydi. Bu inceleme sırasında Edip Münir utangaç görünmek hilesiyle eziliyor, büzülüyor, Hacı Ömer Efendi bu hâllerin bir iyilik işareti olmadığını sezmekle birlikte açıkça ne olduğunu da pek anlayamıyordu, şaşkın şaşkın bakıyordu.

Komiser birdenbire sordu:

“Bu kadın resmi kimin?”

Edip Münir birkaç kere yutkunup kaşlarını aşağı yukarı oynattıktan sonra:

“Kimin olacak efendim… Bu durumda hangi namuslu kadın fotoğrafını çektirmeye müsaade eder?”

“Ben kadının namusundan söz etmiyorum. Kimliğini soruyorum. Kimdir bu?”

“Randevu evlerinden birinin sermayesi…”

“Adı?”

“Fotini adında bir Hristiyan orospusu.”

“Yalan söylüyorsun.”

“Huzurunuzda yalan söylemeye cesaret edebilir miyim?”

“İşte sen ediyorsun.”

“Sözümün doğruluğuna sizi nasıl inandırabilirim? Emrediniz, o yolda sizi inandırmaya çalışayım.”

“Samimi bir şekilde doğruyu söyleyerek…”

“En samimi doğrusu bu efendim.”

Komiser yerinden kalkıp oturur gibi sabırsızlık hareketi gösterdikten sonra bağırdı:

“Bu resim tanınmış zenginlerimizden ihtiyar Rübaioğlu’nun genç karısı S. Hanım’dır!”

Edip Münir’in benzi uçtu ve kekelemeye başladı:

“Nasıl bildiniz? Fotoğrafın altında böyle bir açıklık yok. Artık inkâra gücüm kalmadı.”

“Deminden beri ısrarla niçin inkâr ediyordun?”

“Kocalı bir kadının adını böyle bir rezaletle zabıta kaydından kurtarmak için…”

“Göstermek istediğin bu iyi niyet de büsbütün yapma, iğreti bir şey.”

“Gençlik bu efendim, seviştik. Aşkımızın aklımızı kaybettirdiği bir coşkunluk anında böyle bir delilikte bulunduk. Kabahat hep gençlikte, gençlerde değildir. Paralarına, zenginliklerine güvenip de cinsel arzularını karşılayamayacakları genç kadınlarla evlenen ihtiyarlardadır. Her zaman suçu, suçlu görünenlerin üzerlerine yığmamalı, bunların köklerinin nerelere kadar uzandığını aramalıdır. Sosyal suçların gözlere görünen suçlularından başka çoğunlukla kanunun onlara kadar el atmaya üşendiği gizli suçluları da vardır.”

Komiser alaylı bir dudak ucu gülümsemesiyle gülerek:

“Edip Münir Bey, beni kandırmak için gayet acayip bir felsefe teorileri döküp saçmaya uğraşıyorsunuz. Biliniz ki bu çabalarınız boşunadır. Suçluluğunuz hakkında ele geçen kanıtlar hiç söz götürmeyecek bir kuvvettedir.”

Komiser fotoğrafın boş zarfına elini sokarak bir şeyler aradı. Ve bir kâğıt parçası bulup çıkardı. Üzerinde şu yazıları okudu:

“22 Mayıs hayatımın en önemli günü. Maddi yararlar sağlamayan zaferin madde dışı tarafıyla övünmekten ne çıkar? Gerçek kararlıların çalışma atılımlarını gözyaşları durduramaz. Önce kendine acı. Bu duygudan artan bir şey kalırsa onu da acıdıklarına dağıtırsın. Ağlamaktansa ağlatmak Tanrısal bir yasadır. Masum bir ceylanla midesine ziyafet çeken aslanın kana bulanmış dişlerindeki gülümsemeyi hatırla…”

Zabıta memuru gözlerini kâğıttan ayırarak:

“Edip Münir, bu satırları fazlaca sembolik buluyorum. Ne demek istediğini bana açıkça anlatır mısın?”

Edip Münir, zoraki bir ilgisizlik tavrıyla:

“Ne demek isteyeceğim efendim? Saçma… Kim bilir nasıl tuhaf bir ruh hâlimde anlamsız şeyler karalayıp oraya atmışım. O hastalığı andırır psikolojik an geçtikten yarım saat sonra bunların anlamlarının ne olduğunu onları yazan da seçemez.”

Komiser ısrarlı bir bakışla:

“Hayır… Hayır… Yine inkâra sapıtma! Bu kâğıdın fotoğrafın bulunduğu aynı zarftan çıkışı iki şey arasında kuvvetli bir ilişki bulunduğunu gösteriyor.”

“Siz böyle düşünüyorsanız bilmem ama ben bu saçmaları ne maksatla yazdığımı tamamıyla unutmuşum.”

Komiser otoriter bir bakışla:

“Sen unutmuşsun ama ben sana bunu hatırlatacak belgeye sahibim. Şu şifrenin anahtarı yazı masamın gözünde duruyor.”

Komiser bunları söyledikten sonra masanın gözünü çekerek çıkardığı bir kâğıt destesini okumaya başladı:

“Komiser Beyefendi,

Çamura itilmiş bir kadın bu rezalet cehenneminden kollarını size uzatıyor. Günahının bağışlanmasını Tanrı’ya bırakarak onu bu bataktan çekiniz. Anlatılışında kara mürekkebin kızaracağı durumdaki çırılçıplak kadın, işte o benim. Rodin’in tam organlı heykeli, vücudumu örtüsüz size seyrettirdikten sonra ruhumdaki yaraları sizden niçin saklayayım? Dışımızı çırçıplak göstermek ne kadar ayıp sayılsa da bu bir şey değil. Asıl iğrenç tarafımız içimizdedir. Benliğimizin saklı tarafına eğilip bakmaktan bazen kendimiz bile ürkeriz.

Sıradan bir zabıta memuruna değil, sizde büyük bir yargıç, sosyal hastalıkları inceden inceye açmaya alışık merhametli bir doktor, bir uzman ruh adamı kabul ederek açılıyorum. Cinayetle ilgili araştırmalarınızda siz de elbette birkaç masum suçlularla karşılaşmışsınızdır. İşte ben de onlardan biriyim. Ben kanunun cezasından çok şefkatine ihtiyaç duyan bir suçluyum. Ceza, ruhu nasırlandırır, şefkat yumuşatır. İçten gelen ızdırabımın yanında kanunun azabı hiç kalır. Elimdeki kalem ilk önce onu tutan parmakların sahibine lanet etmeden bu satırları nasıl yazacak?

Komiser beyefendi, karşınıza çıkarılan her suçluyu suçlamazdan önce suçların kaynaklarını arayınız. Onlar damar damar, gizli, sinsi yollardan sızıp gelir. Çok olaylarda olayın, çıkma nedeni aranmayarak bu ahlak miyazmalarının zehirlerine mensup olanlar suçlu gösterilir.

Her şeyde sebep arayan bir felsefe varsa da henüz bu sebepleri doğru keşfedecek bir fen doğmamıştır.

Bakınız, felaketin başlangıcı nerede? Altı yaşında bir kız okula gidip gelirken altmışına yaklaşmış bir adam ona karısı isteğiyle bakarak göz koyuyor. O masum çocuk benim. O kadın isteklisi adam, kocam Rübaioğlu’dur.

Her olayı doğuran sebebe yükseltmek isterseniz burada açlıktan bitkin birine rastlayınca ötede tokluktan çatlayacak adamı arayınız. Yersiz yurtsuz bir aile görünce sekiz katlı apartmanlara sahip gelirciyi hatırlayınız. Alt seviyeyi çiğnemeyince üst kata yükselmek kabil olmuyor. Zenginlik, fakirlik… Birinin varlığı, ötekinin meydana gelmesini sağlayan iki uç… Zenginlik, ondan yoksun olanların ahlaklarını bozmada büyük bir rol oynamıyor mu? Zengin, parasının kuvvetini elbette yoksulların üzerinde deneyecek. Onun zevki budur. Cinayetlerin çoğu züğürdün zengin olmak için göze aldırdığı atılışlardan çıkmıyor mu?

İşte ben de bu darbeye uğradım. Babam, zavallı adam, bizi zor geçindiren, bazen de geçindiremeyen küçük bir memur. On iki yaşıma geldim. Büyüdükçe güzelleştiğimi söylüyorlar. Rübaioğlu bizi nimetleriyle, bağış ve armağanlarıyla borçlu bırakmaya başladı. Bu cömertliklerin nedeni babamı kendine kayınpeder yapmakmış. Babam damattan hemen hemen yirmi yaş küçük…

İhtiyarın bu yakışıksız kararından, isteğinden ne annem ne babam ne de ben ufak bir kuşkuya düşüyoruz. Bize mutfak harcamaları, cep harçlıkları yağıyor. Biraz nezle olsak hekimler gönderiliyor. Beni gezdirmek için haftada iki üç kere kapımıza özel otomobil yanaşıyor.

Her şeyden habersiz biz, bu adamın cömertliğine karşı hayretlere düşerek ellerimiz havada yana yakıla ömrünün uzunluğuna dua ediyoruz. Ben on altısına basıyorum. Piliç tavuklaşıyor.

Besbelli ki Rübaioğlu’nun geviş getirdiği bir çağa giriyorum. İhtiyar damat o çok gösterişli yemek salonunda genç kayınpederine birkaç tek içirdikten sonra bir sırasına getirip meseleyi açıyor. Babam öksürüyor, aksırıyor, yutkunuyor, ne olur ne olmaz, bir şey diyemiyor. Nihayet biraz aklını başına toplamaya çalışarak ‘Damatlığınız kulunuz için büyük bir şereftir. Fakat evlisiniz. Kanun ikincisini almaya müsait değil. Metres olarak kızımızı takdime biz razı olsak da vicdanınızın buna katlanamayacağına eminim.’ diyor.

Rübaioğlu: ‘Uzun zamandan beri zihnimde bu mesele ile uğraşa uğraşa bütün zorlukları çözümledim.’

‘Nasıl velinimet?’

‘İhtiyar karımı boşayıp genç kızınızla evleneceğim.’

‘Birlikte uzun bir ömür geçirmiş olduğunuz bir kadın bırakılır mı?’

‘Bırakmıyorum. Yine evimizde birlikte oturacağız. Çok yıllardan beri aramızdaki karılık kocalık yalnız lafta kalmıştır. Saide altmışına geldi. Onun hayat tarzında hiçbir değişiklik olmayacak ki…’

‘Ya oğullarınız? Kızlarınız? Torunlarınız?’

‘O bencilleri mi düşüneceğim? Onlar benim için kendi zevklerinden bir kıymık bile feda etmezler. Hep kendi aşırı isteklerinin ardından koşarlar. Benim bu son ömrümde paradan, varımdan, yoğumdan yararlanmak, ancak genç kızınızın kocası olmakla mümkün olacaktır. Kaç zamandır beynimi, kanımı ateşlendiren bu idealimin tadını tatmak için her engeli çiğneyeceğim. Son ve değişmez kararım budur. Siz de bu emelime karşı gelmek istemezseniz servetimin anahtarıyla her kilidi açacağımdan emin olunuz.’

O gün babam cebinde bir pırlanta pandantifin 4 kutusuyla eve döner. Kutu önümde açıldığı zaman benim de gözlerim sevinçten parlar. Yüreğim kaynar. Ne karşılığında olduğunu henüz bilmediğim bu hediyenin sahibine doğru ellerimle öpücükler gönderirim.

Arada çok büyük bir yaş uçurumu olan bu evlenme teklifine yavaş yavaş anamın babamın zihinleri alışır, yatışır. Bir gün tatlı okşamalar arasında çok yumuşak sözlerle iş bana açılıyor. Ben elmasların, ipeklerin, otomobillerin büyüsüyle zaten büyülenmiş gitmiştim. Baba nedir? Koca nedir? Hayatımın bunları ayıramayacak masum bir çağındayım. Ben de el çırparak bu teklife evet dedim.

Türk imparatorluğunun eski dönemlerinde yetmiş yaşında bir vezir, bir müşir on yedisindeki bakire bir esiri odalık olarak alabilirdi. Bugünkü hayatta da ihtiyar bencilin kasası eski esirliği yeni bir biçimde yaratabiliyor.

Beni, haremlik adı altında bir esir gibi ihtiyarın koynuna atıyorlar. Onun bayat ciğerlerinden istekle fışkıran kokmuş nefesiyle karşılaştığım gece kaçacak yer aradım. Onu tokatlamak, yumruklamak, tekmelemek istedim. Büyük bir tiksintiden gelen hırçınlıkla tepindim, ağladım…

Bir kocanın karısı üzerinde nikâhın verdiği hakları varmış, kadın itaate mecburmuş. Para gönülden başka her şeye hükmedebiliyor. Gönlün seçiminde rol oynayan da sevgidir. Bu şekilde evlenme ne iğrenç bir şey! Hem kendim için hem de evlenmelerde bana benzeyen mutsuz kadınlar için gizli gizli ağlıyorum.

Ne yaparsınız? Bir beladır geldi başa… Ne kadar gözyaşı döksem, dövünsem, ben artık Rübaioğlu’nun karısıydım. Eski karısı için pek sert olan kocam bana karşı bir kuzu, itaatli bir köle… Bir dediğim iki olmuyor.

Komiser beyefendi, hayat, her yanı uçurum dolu bir tehlike… Adımlarımızı denk atamadığımız dakikada yuvarlanmak korkusu var. Vay şaşıranların hâline!.. Size acıklı bir konfesyon 5 yapmak zorundayım. Günah çıkartmakla insan suçlarından hafiflermiş. Ben bu düşüncede değilim. Kabahatimizi bir kendimiz, bir de Tanrı bilirken bu sırra bir üçüncüyü karıştırmakta bir avuntu şekli göremiyorum. Fakat ben bugün ellerim yardımınıza uzatılmış, gözlerim göklerde, kapana tutulmuş bir durumdayım. Suçumun büyüklüğü sizi bana acındırmaktan alıkoysa da adalet bakımından göreviniz gereği kalbinizin düşmüş bir kadını büsbütün ezmemek yoluna gideceğinden eminim.

Evleneli sekiz yıla bastı. Oğlan, kız iki çocuğum oldu. İkisi de ihtiyardan değildir. Ne ağır bir açıklama bu… İkisi de başka babalardandır. İhtiyar nasıl tabiatın bir genç kadınla evlenmek zevkine direnemediyse genç kadın da kendi gibi kaynar kanlının kolları arasına atılmak ateşinden nefsini kurtaramadı. Bu madde dışı ölümümde kendim kadar ihtiyara da acıyorum.

Her çocuk doğuruşumda zavallı adam bunu kendi erkekliğinin bir şerefi sanarak öyle seviniyordu ki… Kızın adını Emel koydu. Oğlanınkini Fethi… Sanki bundan emelini fethetmiş anlamı çıkıyordu.

Komiser beyefendi, gerçek nerede var? Her şey bir sanıdan ibaret değil mi? Bu sanı kocamı mutlu yaşatmaya yetiyor. Hepimizin de aldanarak avunduğumuz hayatta buna benzer kim bilir daha neler vardır? Son, zamanlarda telkinle tedavi tıpça kabul edilip uygulanan bir usul olmadı mı? Bu sayede ne mucizelere tanık oluyoruz. Herhangi bir şeyi iyi zannederseniz iyi olur. Ben cinayetimin avuntusunu bu yargılamalarda arıyorum. Asıl büyük günahlı insan ben miyim? Kocam mı? Bunun değerlendirilmesini size bırakıyorum.

İmzasız mektuplarla çocukların kendisinden olmadığını da yazdılar. Kocam gülerek buna da şu karşılığı verdi:

‘Dünyaya çocuğu gelen hemen her ihtiyara karşı bu şüpheye düşülür. Emel’le Fethi benim öz yavrularım olmasalardı, onlara bu kadar şiddetle kanım kaynar mıydı?’

Kaçamaklarımı son derecede bir ustalıkla yaptığımdan ihtiyarın bana sarsılmaz bir güveni vardır. Bu imzasız mektuplarla onu inandıramadılar. Hepsini gülerek yırttı, attı. ‘Mutluluğumu çekemiyorlar, kıskanıyorlar.’ dedi. Hep bunları eski karısının düşmanlığından bildi. İnanmaz, inanamaz. Çünkü inansa yüreğine iner.

Bu çok dengesiz evlenme hatasının cezasını ikimiz de çekeceğiz. Aslında ben, masum bir kızken bugün en büyük ızdırabın yükünü, acılarını çekiyorum. Kocam itimadının narkotiki 6 (narcotique) içinde acı duymadan yaşıyor. Ondan çok ben kendimi acınacak durumda görüyorum. Geçen yıl bana Edip Münir adında bir genç musallat oldu. Sempatik bir yüzü var. Fakat bu derinin altında bir yılan ruhu gizleniyor. Kendini ciddiliğine güvendiğim bir aracı ile bana tanıttırdı. Nasıl bir tedbirsizlik ve zayıflık anımdan yararlandı bilemiyorum. Az zamanda hayatımın özelliklerine karışan biri oldu.

İnsanın bir kere yokuş aşağı ayağı kayınca tutunup kendini geri alması zor oluyor. Asıl heyecan da bu patinajda değil mi? Güvenilir bir eve gitmek, oradan örtülü, kıyafet değiştirmiş olarak çıkmak… Sevdiğiniz gençle yan yana otomobil gezintileri, kırların tenha bir ağacı altında birbirinin ağzına birkaç kadeh akıtmak… Kollar boyunlarda, yanak yanağa sohbetlere girişmek…

Bir gün Edip Münir’le Tarabya üzerinde böyle bir kır âlemi yaparken daha gizli ve içten görüşmek için bir yuva aradık. O bana dedi ki:

‘Bizim gibi çiftlerin cenneti bir yer var.’

‘Neresi?’

‘Gönüller sarayı…’

‘Uzak mı?’

‘Deniz kıyısında… Otomobille beş dakika.’

‘Cenneti andırması neden?’

‘Gözleri büyüleyen bir görüntü… Gizlilik, konfor, olağanüstü mutfak…’

Bu tanımlama benim biraz içkili kafama hoş geldi. Meğerse düzenlenmiş bir tuzağa düşürülüyormuşum. Gerçekten beş dakika sonra oradaydık. Cenneti menneti laftan ibaret, adının çekiciliğinin tersine adi, şöylesine bir sahil oteli… Döşemesi banal, temizce bir oda. Boğazın ucundan Karadeniz’e kadar bir kapı gibi açılan görüntü.

Hemen oraya bir masa, kadehler, mezeler… Soruyorum:

‘Bu hazırlık neden? Dışarıda içtiğimiz yetmez mi?’

‘İçki, sevdanın zevkini yüz kere büyüten bir mikroskoptur. Bu birleşme mutluluğumuzun tadını doruğuna vardırmalıyız.’

Sofra başına geçtik. Al kadeh, ver kadeh. Fırtınalı bir denizdeyim. Başımın üstündeki tavan, ayaklarımın altındaki döşeme dalgalanmaya başladı. Karadeniz’e uzanan Boğaz bazen daralıyor, bazen genişliyordu. Biz kadehlerin sayısıyla sevdanın sonunu ararken kapı dışından bir “tık, tık” duyuldu.

3.İyi çocuk; uslu çocuk
4.İnce bir zincirle boyna takılan değerli mücevher, takı, sarkıntılı gerdanlık
5.İtiraf, açıklama
6.Uyuşukluğu

Бесплатный фрагмент закончился.

200,72 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
09 августа 2023
ISBN:
978-625-6485-89-1
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают