promo_banner

Реклама

Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Huzursuz Adam», страница 2

Шрифт:

2

30 Ağustos 2007’de, öğleden sonra saati ikiyi biraz geçerken Linda, Ystad Hastanesi’nde bir kız çocuğu dünyaya getirmişti, Kurt Wallander’in ilk torununu. Normal doğum yapmıştı; gecikme yaşanmamış, doğum ebenin tahmin ettiği gün olmuştu. Wallander o gün için izinli olmak istemiş ve günü evde, biraz çimento karıp giriş kapısının üstündeki verandanın çatısında oluşan çatlakları kapatarak geçirmişti. Sonuç çok güzel değildi ama hiç değilse oyalanmıştı. Telefon çalıp da artık bir büyükbaba olduğu müjdelendiğinde ağlamaya başladı. Bu duygulanma karşısında kendisi de şaşkındı; bir süre tam anlamıyla güçsüz kalmıştı.

Haberi Linda değil, bebeğin babası banker Hans von Enke vermişti. Wallander ne kadar hislendiğini göstermek istememiş, von En-ke’ye haber verdiği için teşekkür ederek, Linda’ya sevgilerini iletip telefonu kapatmıştı.

Ardından Jussi’yi alıp uzun bir yürüyüşe çıktı. Skåne’de hâlâ yazdan kalma bir gün vardı. Gece boyunca şimşek ve gök gürültülü fırtına devam etmişti ama şu an yağmurun ardından hava açık ve taptazeydi. Wallander, Linda’nın bugüne dek çocuk sahibi olma arzusunu neden belli etmediğini aslında biliyordu. Kızı artık otuz yedi yaşındaydı. Wallander’e kalırsa, anne olmak için bir kadına göre geç bir yaştı. Linda doğduğunda Mona çok daha gençti. Linda’nın girdiği ilişkileri hep uzaktan göz hapsinde tutmuş, erkek arkadaşlarından kimisini diğerine tercih ettiği olmuştu. Bazen kızının sonunda doğru erkeğe rastladığına inandığı da olmuştu ama sonra birdenbire bittiğini görüyordu. Linda sebebini hiç söylemezdi. Wallander ile Linda birbirlerine çok yakın olmalarına rağmen aralarında bazı şeyler hiç konuşulmazdı. Konuşulması tabu olan konulardan biri de çocuk konusuydu.

Rüzgârın ortalığı süpürdüğü Mossby Sahili’ndeki o gün, Linda’nın çocuk sahibi olduğu adamdan bahsettiği ilk gündü. Kızının o aralar düzenli bir ilişkisi olduğundan dahi habersiz olan Wallander için bu tam bir sürprizdi.

Linda, Hans von Enke ile Kopenhag’da ortak arkadaşlarının nişan yemeğinde tanışmıştı. Hans Stockholm’lüydü ama son iki yıldır Kopenhag’da yaşıyordu; yüksek riskli yatırım fonları üzerinde uzmanlaşmış bir finans şirketinde çalışıyordu. Linda onu biraz fazla kendini beğenmiş bulmuş ve aslında sinir olmuştu. Biraz agresif bir ses tonuyla kendisininse sıradan bir polis olduğunu, çok az kazandığını ve yüksek riskli yatırım fonu da ne demek hiç bilmediğini söylemişti. Olay ikisinin Kopenhag caddelerinde yaptıkları uzun bir yürüyüşle noktalanmış ve tekrar görüşmeye karar vermişlerdi. Hans von Enke, Linda’dan iki yaş küçüktü ve onun da hiç çocuğu yoktu. İkisi de daha en başından, aslında üstünde hiç de fazla konuşmadıkları hâlde oldukça net bir yaklaşımla birlikte yaşamayı deneyip bir çocuk sahibi olmaya karar vermişlerdi.

İçindekileri babasına açmasından iki gün sonraki akşam, Linda birlikte yaşamaya karar verdiği adamla Wallander’in evine geldi. Hans von Enke ince ve uzun boyluydu, biraz kelleşmeye başlamıştı ama delici bir ışıltıyla bakan mavi gözleri vardı. Wallander kendisini adamın önünde bir an huzursuz hissetmiş, tavırlarını itici bulmuş ve Linda’nın bu adamda ne bulduğunu merak etmişti. Kızı da ona, Hans’ın maaşının babasının maaşından üç kat fazla olduğunu ve ilave olarak her yıl yaklaşık bir milyon İsveç kronu kadar ikramiye aldığını söylediği zaman, Wallander sıkıntıyla kızını cezbeden şeyin para olduğunu fark etmişti. Bunun düşüncesi kendisini o kadar rahatsız etmişti ki Linda’yı bir sonraki görüşünde doğrudan bunu ona sordu. Ystad’ın orta yerinde bir kafede oturuyorlardı. Linda çok kızmış, elindeki küçük yuvarlak ekmeği ona fırlatmış ve çıkıp gitmişti. Wallander arkasından yetişip özür dilemek zorunda kalmıştı. Hayır, parayla ilgisi yok, diye açıklıyordu kız. Basbayağı ve sırılsıklam aşktı onunkisi, daha önce hiç tatmadığı bir şeydi. Wallander müstakbel damadına daha bir sempatik yaklaşmaya karar verdi. İnternetten ve Ystad’daki mütevazı birikimlerini idare eden banka müdürünün yardımıyla, Hans’ın çalıştığı finans şirketi hakkında olabildiğince bilgi topladı. Yüksek rizikolu yatırım fonlarının ne olduğunu ve modern bir finans şirketinin faaliyetlerinin temelini oluşturan daha pek çok detayı öğrendi. Daha sonra Hans von Enke kendisini Kopenhag’a davet etmiş ve ona Rundetårn’daki gösterişli ofislerini gezdirmiş, ardından onu öğle yemeğine çıkarmıştı. Wallander yeniden Ystad’a döndüğünde, ilk tanışmalarında etkisi altında kaldığı o aşağılık kompleksini artık hissetmiyordu. Arabasından Linda’ya telefon edip, seçtiği adamdan hoşlanmaya başladığını söyledi.

“Tek bir kusuru var,” dedi Linda. “Yeterince saçı yok. Yoksa her şey tamam.”

“Ona kendi ofisimi gezdireceğim günü sabırsızlıkla bekliyorum.”

“Ben ona çoktan gösterdim. Geçen hafta, beni ziyaret için buraya geldiğinde. Sana söylemediler mi?”

Kimsenin Wallander’e tek kelime etmediğini söylemeye gerek yoktu. O gece mutfaktaki masada oturup elinde kurşun kalemi, Hans von Enke’nin yıllık gelirini hesaplamaya çalıştı. Son rakama ulaştığında şaşkınlıktan kalakalmıştı. Kısa bir an yine aynı huzursuzluk hissiyle bocaladı. Polis teşkilatında geçen onca yıla rağmen kendi maaşı ayda 40.000 kron bile değildi, ki ona göre bu yüksek bir maaştı. Ama evlenecek olan kendisi değildi. Para Linda’yı mutlu edecek ya da etmeyecek onu ilgilendirmezdi.

Mart ayında Linda ile Hans, Rydsgård dışında, genç bankerin satın aldığı büyük bir eve taşındılar. Adam oradan Kopenhag’a gidip gelmeye başlamıştı. Linda da Ystad’da çalışmaya devam ediyordu. Eve yerleşmelerini takip eden cumartesi akşamı Linda, Kurt’u akşam yemeğine davet etti. Hans’ın ailesi de gelecekti ve elbette Linda’nın babasıyla tanışmak istiyorlardı.

“Annemle konuştum,” dedi kızı.

“O da mı geliyor?”

“Hayır.”

“Neden gelmiyor?”

Linda omuz silkti.

“Sanırım sağlığı iyi değil.”

“Nesi var?”

Linda cevap vermeden önce gözlerini babasına dikip uzun uzun baktı.

“Fazla içki. Sanırım artık eskisinden de çok içiyor.”

“Bunu bilmiyordum.”

“Bilmediğin çok şey var.”

* * *

Wallander, Hans von Enke’nin ailesiyle tanışmak için yemek davetini kabul etti. Babası Håkan von Enke, İsveç Deniz Kuvvetleri’nden emekli bir komutandı ve denizaltı avlayan, hem denizaltı hem de su üstü gemilerin komutanlığını yapmıştı. Linda tam emin değildi ama bir keresinde, askeri birliklerin düşmana ne zaman ateş edeceklerinin emrini veren bir ekibin içinde de yer aldığını sanıyordu. Hans von Enke’nin annesi Louise’di ve yabancı dil öğretmeniydi. Hans tek çocuktu.

Linda konuşmasını bitirince, “Ben sosyetiklerle görüşmeye pek alışık bir insan değilim,” dedi Wallander karamsar bir tavırla.

“Onlar da herkes gibi. Bence konuşacak pek çok şey bulacaksın.”

“Mesela?”

“Bulursun bir şeyler. Böyle kötümser olma.”

“Kötümser olmaya çalışmıyorum! Sadece diyorum ki…”

“Yemek saat altıda. Geç kalma. Ayrıca Jussi’yi de getirme. Rahat durmayacaktır.”

“Jussi söz dinleyen bir köpek. Kaç yaşlarında bu insanlar, Hans’ın anne babası yani?”

“Håkan yakında yetmiş beş olacak; Louise ondan bir iki yaş genç. Ayrıca Jussi ona söylediğin hiçbir şeyi yapmıyor, bunu biliyorsun; sanırım onu doğru dürüst eğitemediğin için. Neyse ki bende daha iyi sonuç vermiş.”

Wallander cevap vermeye fırsat bulamadan Linda odadan çıkmıştı. Bir iki saniye, son sözü hep kızı söylediği için bozulması gerektiğini düşünse de beceremedi ve yeniden kâğıtlarına döndü.

Hans von Enke’nin ailesiyle tanışmak üzere yola koyulduğu cumartesi günü mevsim normallerinin dışında bir yağmur atıştırmaktaydı. Sabahın erken saatlerinden beri ofisindeydi ve kim bilir kaçıncı defa silah tüccarının ölümü ve çalınan revolverlerle ilgili soruşturmanın en önemli kısımlarının üstünden geçiyordu. Hırsızları tespit ettiklerini sanıyordu ama ellerinde hâlâ bir delil yoktu. Ben anahtarı aramıyorum, diye düşündü. Ben, bir deste anahtarın uzaktan da olsa incecik çınlayışını duymaya çalışıyorum. Saat üç olduğunda elindeki muazzam miktardaki evrakın yarısına gelmişti. Eve gitmeye karar verdi; bir iki saat kestirip sonra da akşam yemeği daveti için giyinecekti. Linda, Hans’ın ailesinin bazen biraz fazla ciddi giyindiklerini söylemiş, o nedenle babasına da en iyi takım elbisesini giymesini salık vermişti.

“Sadece cenazelerde giydiğim bir takımım var,” dedi Wallander. “Ama herhâlde kravatım beyaz olmamalı, ne dersin?”

“Eğer kötü geçeceğine bu kadar eminsen belki gelmemelisin.”

“Şaka yapmaya çalışıyordum sadece.”

“Ama beceremedin. En az üç tane lacivert kravatın var. Onlardan birini seç.”

Wallander Löderup’tan gece yarısı taksiyle dönerken akşamın beklediğinden çok daha güzel geçtiğini düşünüyordu. Emekli komutan ve karısıyla sohbet güzeldi. Genelde insanların, bir polis memuru oluşuna gizlemeye gerek görmedikleri bir küçümsemeyle baktıklarını düşünür, tanımadığı insanlarla ilk görüşmesinde bu nedenle her zaman tetikte olurdu ama her ikisinde de böyle bir tepki sezinlememişti. Tam tersine gerçek bir merakla mesleğine karşı büyük ilgi göstermişlerdi. Dahası Håkan von Enke, İsveç polis teşkilatının yapılanması ve Wallander’in de hak verdiği bazı nam salmış suç soruşturmalarının yolunda gitmeyen yönleri hakkında bilgi sahibiydi. Bu arada kendisi de denizaltılar ile İsveç Donanması ve İsveç Savunma Hizmetleri’nde hâlihazırda devam eden küçülmeye gitme konusuyla ilgili sorular sorma fırsatı bulmuş, aydınlatıcı ve bir o kadar da eğlendirici cevaplar almıştı. Louise von Enke ise hemen hemen hiç konuşmadan bütün gece yüzünde tebessümle öylece oturmuş, diğerlerinin konuşmalarını dinlemişti.

Wallander bir taksi çağırdıktan sonra Linda onu bahçe kapısına kadar geçirmişti. Koluna girip babasına sokulmuş, başını da omzuna dayamıştı; bunu sadece babasından memnun olduğu zamanlar yapardı.

“Eee, becerebildim mi bakalım?”

“Hiç olmadığın kadar iyiydin, baba. Canın isterse yapabiliyorsun.”

“Neyi yapabiliyorum?”

“Kibar davranmayı. Hatta polislikle ilgisi olmayan konularda bile istersen akıllıca sorular sorabiliyorsun.”

“Onlardan hoşlandım ama annesini fazla tanıyabildiğimi söyleyemem.”

“Louise’i mi? O hep öyledir. Fazla konuşmaz ama dinlemesini hepimizden iyi bilir.”

“Biraz gizemli biri gibi.”

Yürüyerek ana yola çıkmışlar, bütün gece çiseleyen yağmurdan korunmak için bir ağacın altında duruyorlardı.

“Ben senden daha gizemli olanını görmedim,” dedi Linda. “Yıllarca hep gizlediğin bir şeyler olduğunu sandım; ve sonra sadece çok az gizemli insanın gerçekten bir şeyler sakladığını öğrendim.”

“Ve ben onlardan biri değilim, öyle mi?”

“Sanmıyorum. Yanılıyor muyum?”

“Sanırım haklısın. Ama bazen insanlar sırları olduğunun farkında bile olmadan bir şeyler saklarlar.”

Taksinin far ışıkları gecenin karanlığını yardı. Taksi şirketlerinde giderek daha fazla kullanılmaya başlanan o minibüs tarzı araçlardan biriydi.

“Bu otobüs gibi şeylerden nefret ediyorum,” dedi Wallander.

“Kendi kendini doldurmaya başlama yine! Arabanı yarın getiririm sana.”

“Saat ondan sonra emniyette olacağım. Haydi artık içeri gir ve bak bakalım benim hakkımda ne düşünmüşler, öğren. Yarın tam bir rapor istiyorum.”

Kızı ertesi gün saat on bire doğru arabayı getirip bıraktı.

“Güzel,” dedi her zamanki gibi kapıyı tıklatmadan ofisine dalarak.

“Nedir güzel olan?”

“Senden hoşlanmışlar. Håkan komik bir dille ifade etti bunu. Dedi ki: ‘Baban aile için büyük bir kazanç.’”

“Bu ne anlama geliyor, hiç anlamadım.”

Kızı arabanın anahtarlarını masasına bıraktı. Hans’ın ailesiyle birlikte gezmeye gideceklerinden acelesi vardı. Wallander camdan dışarı göz attı. Bulutlar dağılmaya başlamıştı.

Kızı kapıdan çıkıp gözden kaybolmadan önce, “Evlenecek misiniz?” diye sordu ona.

“Onlar evlenmemizi çok istiyor,” dedi kızı. “Sen de başlamazsan eğer çok sevinirim. Birbirimize göre olup olmadığımızı bekleyip görmek istiyoruz.”

“İyi de bebeğiniz olacak?”

“Problem değil ama birbirimize ömrümüzün sonuna kadar katlanacak olmamız başka bir mesele.”

Kızı gitmişti. Wallander onun çizmelerinin yerde çıkardığı hızlı tempolu ayak seslerini dinledi arkasından. Kızımı tanımıyorum, diye düşündü. Tanıdığımı sandığım bir dönem oldu ama şimdi görüyorum ki bana giderek daha da yabancılaşıyor.

Pencerenin yanında durup eski su kulesini, güvercinleri, ağaçları, dağılan bulutlar arasından yüzünü gösteren mavi gökyüzünü seyretti. Kendini oldukça huzursuz hissediyordu; etrafında müthiş bir kasvet havası vardı. Belki de kasvet kendi içindeydi? Sanki kumları usul usul azalmakta olan bir kum saatine dönüşüyordu. Güvercinleri ve ağaçları, üstüne çöken his geçene kadar seyretmeye devam etti. Sonra yeniden masasına dönüp yine azimle, koca bir yığın hâlinde birikmiş önündeki raporları okumaya devam etti.

* * *

Wallander Noel’i Linda’nın ailesiyle birlikte geçirdi. Henüz adı konmamış kız torununu hayranlık ve ölçülü bir mutluluk duygusu içinde izliyordu. Linda ısrarla kızının kendisine benzediğini söylüyordu, özellikle de gözleri diyordu ama Wallander ne kadar çabalasa da bir benzerlik göremiyordu.

Noel gecesi hep beraber oturmuş şaraplarını yudumlarken, “Ona bir isim verilmeli,” diye önerdi.

“Zamanı gelince,” diye karşılık verdi Linda.

Hans, “İsminin bugünlerde kendiliğinden belli olacağını düşünüyoruz,” dedi.

“Bana neden Linda dediniz?” diye sordu kızı durup dururken. “Nereden geliyor?”

“Bu konuda suçu bana atabilirsin,” dedi Wallander. “Mona sana başka bir isim vermek istemişti, neydi artık hatırlamıyorum ama benim için sen ta başından beri bir Linda idin. Büyükbaban ise sana Venüs adı verilmesi gerektiğini düşünüyordu.”

“Venüs mü?”

“Biliyorsun, her zaman aklı pek yerinde değildi. Neden, ismini beğenmiyor musun?”

“İsmim güzel,” dedi kızı. “Ayrıca merak etmene gerek yok. Eğer evlenirsek soyadımı değiştirmeyeceğim. Hiçbir zaman Linda von Enke olmayacağım.”

“Belki ben Wallander olsam iyi olacak,” dedi Hans. “Ama bizimkilerin bundan hoşlanacağını pek sanmam.”

Sonraki birkaç gün boyunca Wallander zamanını geçmiş yıllarda biriken bütün evrakları ayıklayıp düzenlemekle geçirdi. Bunu yapmayı çok önceden beri bir alışkanlık edinmişti: eski yıl henüz bitmeden, gelecek yıla doğru ilerlerken sonradan birikecek bütün yeni yığıntıya yer açmak.

Silah soygunu davasında mahkeme kararının ilan edildiği akşam Wallander evde film izlemeye karar verdi. Uydu anten taktırmıştı ve artık pek çok film kanalını izleyebiliyordu. Beylik tabancasını eve getirmişti, temizlemeye niyetliydi. Atış talimlerinde gerilerde kalmıştı; en geç şubat başına doğru bir teste girmesi gerekiyordu. Yazı masasındaki işler henüz sona ermemişti ama acil bitirilmesi gereken bir şey yoktu. Fırsatı güzel değerlendireyim, diye düşündü. Bu gece film izleyebilirim, yarın böyle bir fırsatım olmayabilir.

Ama eve gelip Jussi’yi gezintiye çıkardıktan sonra kendini yeniden huzursuz hissetmeye başladı. Etrafı boş arazilerle çevrili tabiatın içindeki bu yeni evinde bazen bir terk edilmişlik duygusuna kapılıyordu. Bir gemi enkazı gibi, diye düşündüğü oluyordu. Bütün bu kahverengi balçık arazinin ortasında karaya oturdum. Huzursuzluk hissi normalde kısa sürerdi ama bu gece ısrarcıydı. Mutfakta oturup yaydığı eski bir gazete üstünde tabancasını temizledi. İşi bitirdiğinde saat hâlâ akşamın sekiziydi. Nereden aklına estiyse birden kararını verip üstünü değişti ve tekrar arabayla Ystad’a geri döndü. Şehir merkezi de bu saatlerde hep böyle ıssız olurdu, özellikle de hafta içi akşamlarında. En fazla iki üç restoran veya bar açık olurdu. Wallander arabasını park edip meydandaki restorana gitti. İçerisi neredeyse bomboştu. Köşe masaya geçti ve bir mezeyle yanına bir şişe şarap ısmarladı. Yemeği beklerken birkaç kadeh devirdi. Kafasını biraz boşaltmak istediği için hızlı içtiğini söyleyip kendi kendini avutuyordu. Yemek geldiğinde çoktan sarhoş olmuştu.

“Burası ölü gibi,” dedi Wallander. “Herkes nerede?”

Garson omuz silkti.

“Burada olmadıkları kesin,” dedi. “Afiyet olsun.”

Wallander yemeğinden sadece bir iki çatal aldı. Elini cebine atıp telefonunu çıkardı ve fihristinden numaraları yuvarlamaya başladı. Birisiyle konuşmak istiyordu. Ama kiminle? Sonra kimsenin sarhoş olduğunu çakmasını istemediğinden telefonu da bıraktı. Şarap şişesi boşalmıştı ve yeterince içmişti; yine de garson gelip kendisine kapatmak üzere olduklarını söylediğinde bir fincan kahve ile yanında bir kadeh konyak daha ısmarladı. Ayağa kalktığında artık yalpalıyordu. Garson bezgin gözlerle baktı ona.

“Taksi,” dedi Wallander.

Garson barın yanında, duvardaki telefondan taksi çağırdı. Wallander sağa sola sendelediğini hissediyordu. Garson ahizeyi yerine koyup başıyla tamam işareti yaptı.

Dışarı çıktığında yüzüne buz gibi bir rüzgâr çarptı. Takside arka koltuğa geçip oturdu ve araba evinin yoluna saptığında neredeyse sızmak üzereydi. Giysilerini çıkarıp yerde bir küme hâlinde bıraktı ve uzanır uzanmaz da uyuyakaldı.

* * *

Wallander’in uykuya dalışından yarım saat sonra bir adam aceleyle emniyetin yolunu tutuyordu. Gergindi; o gece nöbetçi olan memuru görmek istediğini söyledi. Karşısına Martinson çıktı.

Adam garson olduğunu açıkladı. Sonra da Martinson’un önüne bir naylon torba koydu. İçinde bir silah vardı, tıpkı Martinson’un kendi silahının benzeriydi.

Garson müşterinin adını bile biliyordu çünkü Wallander şehirde iyi tanınırdı.

Martinson bir suç bildirim formu doldurdu, sonra da orada oturup uzun uzun tabancayı seyretti.

Wallander nasıl olur da beylik tabancasını bir yerde unutabilirdi? Ve onu restorana yanında neden götürmüştü?

Saate göz attı, gece yarısını henüz geçmişti. Aslında hemen Wallander’i araması gerekiyordu ama yapmadı.

Bu görüşme yarını bekleyebilirdi. Yapmaya can attığı bir görüşme olduğu söylenemezdi.

3

Wallander ertesi gün emniyete geldiğinde ön büroda Martinson’dan kendisini bekleyen bir mesaj olduğunu gördü. İçinden küfretti. Dünden kalmaydı, kendini hasta hissediyordu ama Martinson gelir gelmez kendisini görmek istediyse bu, Wallander’in mutlaka ilgilenmesi gereken bir durum olduğu anlamına gelirdi ama keşke birkaç gün sonra olsaydı, diye geçirdi içinden, ya da en azından birkaç saat sonra. Şu an tek istediği şey, odasına gidip kapısını kapatmak, telefonun fişini çekmek, ayaklarını masaya uzatıp biraz kestirmekti. Ceketini çıkardı, daha önce açılmış bir soda şişesindeki suyu bitirdi, sonra da eskiden Wallander’e ait olan Martinson’un odasına onu görmeye gitti.

Kapıyı tıklatıp içeri girdi. Martinson’un yüzünü görür görmez ciddi bir şeyler olduğunu anlamıştı. Wallander tavırlarından onun hangi ruh hâlinde olduğunu her zaman okuyabilirdi; bu önemli bir şeydi çünkü Martinson enerjik ve neşeli biri ile somurtkan ve keyifsiz biri olma arasında gidip gelirdi.

Wallander geçip misafir koltuğuna oturdu.

“Ne oldu? Sen bu notları bana gerçekten önemli bir şey varsa yazarsın.”

Martinson şaşkınlıkla ona baktı.

“Seninle konuşmak istediğim konuyu bilmediğini mi söylüyorsun?”

“Hayır. Bilmeli miyim?”

Martinson cevap vermeyip kendini zaten kötü hisseden Wallander’e bakmaya devam etti.

“Burada oturup tahmin etmeye çalışmayacağım,” dedi sonunda. “İstediğin nedir?”

“Seninle neden konuşmak istediğimi hâlâ bilmiyor musun?”

“Hayır.”

“Bu, işleri daha da zorlaştırıyor.”

Martinson çekmeceyi açıp Wallander’in beylik tabancasını çıkardı ve masanın üzerine onun önüne koydu.

“Sanırım artık neden bahsettiğimi anladın?”

Wallander tabancaya dikti gözlerini. Sırtından aşağı bir ürperdi geçti; neredeyse akşamdan kalma hâlini bile ortadan kaldıracak kuvvette bir ürperti. Silahını dün gece temizlediğini hatırlıyordu ama… Sonrasında ne olmuştu? Hafızasını zorladı. Silah mutfak masasından Martinson’un masasına uçmuştu! Ama oraya nasıl geldiğini ve bu arada neler olup bittiğini hatırlamıyordu. Verebileceği bir açıklama, ileri sürebileceği bir bahane yoktu.

“Dün gece bir restorana gittin,” dedi Martinson. “Neden silahını da yanına aldın?”

Wallander duyduklarına inanamaz gibi başını iki yana sallıyordu. Hâlâ hatırlayamıyordu. Ystad’a giderken onu alıp cebine mi koymuştu? Her ne kadar imkânsız görünse de belli ki götürmüştü işte!

“Bilmiyorum,” dedi kabullenerek. “Bir şey hatırlamıyorum. Bana sen söyle.”

“Buraya gece yarısı bir garson geldi,” dedi Martinson. “Canı sıkkındı çünkü tabancayı senin oturduğun bankta bulmuş.”

Wallander’in aklında belli belirsiz şeyler bir görünüp bir kayboluyordu. Cep telefonunu kullanmak istediğinde mi silahı cebinden çıkarmıştı acaba? Evet ama, onu orada nasıl unutabilmişti?

“Neler olduğunu hiç bilmiyorum,” dedi. “Ama herhâlde evden çıkarken onu da cebime koymuş olmalıyım.”

Martinson ayağa kalktı ve kapıyı açtı.

“Kahve ister misin?”

Wallander başını iki yana salladı. Martinson holde kayboldu. Wallander silaha uzandı ve dolu olduğunu gördü. Birden ter basmıştı. Kendini vurma fikri aklından gelip geçti. Silahın namlusunu pencereye doğru çevirdi. Martinson geri gelmişti.

“Bana yardım eder misin?” diye sordu Wallander.

“Korkarım bu kez olmaz. Garson seni tanımış. Buradan doğruca patrona gitmen gerekecek.”

“Onunla çoktan konuştun mu?”

“Konuşmasam görevimi yerine getirmemiş olurdum.”

Wallander’in diyecek bir şeyi yoktu. Orada sessizce oturdular. Olmadığını iyi bildiği hâlde bir çıkış yolu arıyordu.

“Ne olacak peki şimdi?” diye sordu sonunda.

“Ben de talimatnameyi okuyup bilgi edinmeye çalışıyordum. Bununla ilgili kurum içi soruşturma açılacak tabii. Ayrıca bir de garsonun basına haber sızdırma ihtimali de var; adı Ture Saage bu arada, yani eğer hâlâ bilmiyorsan diye söylüyorum. Bugünlerde satacak değerde bilgin varsa birkaç kron kazanabilirsin. Dikkatsiz, sarhoş polisler de bir hayli iyi kazandırırlar.”

“Umarım ona ağzını sıkı tutmasını tembih etmişsindir?”

“Tabii ettim! Hatta ona bir polis soruşturmasıyla ilgili herhangi bir ayrıntıyı dışarı sızdırırsa tutuklanabileceğini bile ima ettim ama sanırım blöf yaptığımı anladı.”

“Onunla ben konuşayım mı?”

Martinson masasının üstünden öne eğildi. Wallander onun hem yorgun hem de sıkıntılı olduğunu görebiliyordu. Bu kendisini üzdü birden.

“Kaç yıldır birlikte çalışıyoruz? Yirmi mi? Daha fazla mı? Bana ne yapmam gerektiğini ilk gösteren sendin. Bana gerekirse çıkışırdın ama hakkımı da verirdin. Şimdi ne yapman gerektiğini söyleme sırası bende. Hiçbir şey yapmayacaksın. Her şeyi daha da kötü hâle getirirsin. Garsonla konuşma, kimseyle konuşma. Lennart dışında kimseyle. Onu hemen şimdi görmen gerekiyor. Seni bekliyor.”

Wallander başını sallayıp ayağa kalktı.

“Bu konuda elimizden geleni yapacağız,” dedi Martinson.

Wallander onun ses tonundan çok da ümitli olmadığını anladı.

Silahına uzandı ama Martinson başını iki yana salladı.

“O burada kalsa iyi olur,” dedi.

Wallander koridora çıktı. Kristina Magnusson geçiyordu, avuçlarının arasında bir kupa kahve vardı. Kadın onu başıyla selamladı. Wallander onun da bildiğini anladı. Her zaman yaptığı gibi dönüp kadını arkadan incelemedi. Onun yerine lavaboya gidip kapıyı kilitledi. Lavabonun üstündeki ayna çatlaktı. Tıpkı benim gibi, diye düşündü Wallander. Yüzünü yıkadı, kuruladı, kan çanağına dönmüş gözlerini inceledi bir süre. Aynadaki çatlak yüzünü ikiye ayırıyordu.

Wallander tuvalet klozetinin üstüne oturdu. İçini rahatsız eden başka bir duygu vardı, sadece yaptığı şey yüzünden hissettiği utanç ve korku değildi. Böyle bir şey daha önce hiç olmamış, beylik tabancasını kuralları çiğneyecek şekilde hiç kullanmamıştı. Onu ne zaman yanında eve götürse, komşularıyla ara sıra çıktığı yaban tavşanı avında kullandığı ruhsatlı çiftesini sakladığı dolaba kaldırıp kilitlerdi. Onu asıl sarhoş olmaktan çok daha çok etkileyen bir şey vardı: yabancısı olduğu bir unutkanlık hâli. Etrafta yakacak ışık bulamadığı bir karanlık.

Sonunda emniyet müdürüne gitmek için ayağa kalktığında yirmi dakikadır tuvalette oturduğunu fark etti. Eğer Martinson müdürü arayıp ona gelmek üzere olduğumu bildirdiyse büyük olasılıkla kaçtığımı sanacaklar, diye düşündü. Ama ortada kaçmayı gerektirecek kadar da kötü bir durum yoktu.

Lennart Mattson, iki kadın emniyet müdürünün ardından Ys-tad’daki bu pozisyona geçen yıl getirilmişti. Genç bir adamdı, daha kırkında bile değildi ve polis bürokrasisi içinde şaşırtıcı bir hızla yükselmişti; bugünlerde çoğu kıdemli memur bu şekilde yükseliyordu. Aktif görev yapan polislerin çoğu gibi Wallander de bu yoldan başa getirilmeyi, polis teşkilatının görevini tam olarak yapmasına ket vuracak bir durum olarak görüyordu. İşin kötü tarafı, Mattson Stockholm’den gelmişti ve Skåne aksanını anlamakta zorluk çektiğinden yakınırdı. Wallander bazı iş arkadaşlarının Mattson ile konuşurlarken ipin ucunu özellikle kaçırdıklarının farkındaydı ama kendisi bu tür art niyetli davranışlara katılmaz, uzak durmayı, yaptığı şeylere fazla bulaşmamayı tercih ederdi; tabii o da polis işine çok fazla karışmadığı sürece. Mattson’un da Wallander’e saygı duyduğu belliydi; bugüne kadar Wallander’in amiriyle arasında herhangi bir sorun çıkmamıştı.

Ama şimdi her şeyin birden değiştiğini görüyordu.

Mattson’un kapısı aralıktı; vurup içeri girdiğinde Mattson’un tiz, neredeyse cırtlak denebilecek tondaki sesini duydu.

Desenli bir kanepe ile aynı döşemeden koltukların çaba harcanarak ofise sığdırılmaya çalışıldığı belliydi. Wallander oturdu. Mattson eğer atlatması mümkünse asla sohbet başlatmama gibi bir teknik geliştirmişti, hatta görüşmek için davet eden kişi kendisi bile olsa. Ulusal Polis Teşkilatı’ndan gelen bir uzmanın, Stockholm’e geri dönmeden önce, Mattson ile aralarında tek kelime bile edilmeden yarım saat boyunca sessiz oturduklarına dair söylentiler vardı.

Wallander hiçbir şey konuşmayarak Mattson’u zorlama fikriyle eğlendi bir süre ama bu sadece kendini daha da kötü hissetmesine neden olurdu. Oysa ortamın havasını en kısa zamanda temizlemesi gerekiyordu.

“Olanlar için ne kadar özür dilesem az,” diye başladı. “Durumun savunulacak bir tarafı olmadığını kabul ediyorum ve kurallar hangi disiplin cezasını icap ettiriyorsa onu uygulamak durumunda olduğunuzu anlıyorum.”

Makineli tüfek gibi sıralayışına bakılırsa Mattson’un sorularını önceden hazırladığı belliydi.

“Daha önce böyle bir şey oldu mu?”

“Silahımı bir restoranda bırakmak mı? Elbette hayır!”

“Alkol probleminiz var mı?”

Bu soru Wallander’in kaşlarını çatmasına neden olmuştu. Mattson böyle bir fikre de nereden kapılmıştı?!

“İçkiyi keyfi tüketirim,” dedi Wallander. “Gençken hafta sonları iyi içtiğimi söyleyebilirim ama artık bunu yapmıyorum.”

“Ama yine de hafta içi bir akşam dışarı çıkıp kafayı çekmeye gittiniz?”

Kafayı çekmeye gitmedim. Ben yemeğe gittim.”

“Bir şişe şarap ve kahveyle konyak?”

“Ne içtiğimi çoktan biliyorsanız niye soruyorsunuz? Ama ben buna kafayı çekmek demem. Bu ülkedeki aklı başında normal hiçbir insan bunu böyle görmez. Kafayı çekmek birbiri ardına şnaps veya votkayı yuvarlamak demektir, genellikle doğruca şişeyi kafaya dikerek ve sadece sarhoş olmak için yapılır, başka bir şey için değil.”

Mattson bir sonraki sorusunu sormadan önce biraz düşündü. Wallander onun tiz sesine sinir olmuştu ve karşısındaki adamın arazi polisliğinin ne demek olduğunu, insanın başına ne korkunç şeyler gelebileceğini bilip bilmediğini merak etti.

“Yaklaşık yirmi yıl önce alkollü araç kullanırken bir arkadaşınıza yakalanmışsınız. Olayı örtbas etmişler ve sonunda bir şey olmamış ama bugün çok daha kötü bir durumun meydana gelmesine neden olan, gizlemeye çalıştığınız gerçek bir alkol probleminiz var mı, anlamak zorundayım.”

Wallander o olayı çok iyi hatırlıyordu. Malmö’deydi ve Mona ile akşam yemeği yemişlerdi. Boşanmalarından sonra, hâlâ onu kendisine dönmeye ikna edebileceğini düşündüğü zamanlardı. Ama yemeğin sonunda tartışmışlar ve kadını restoranın önünden tanımadığı bir adamın gelip aldığını görmüştü. Öyle kıskanmış ve bozulmuştu ki bütün sağduyusunu yitirmiş ve bir otelde gecelemek ya da arabada uyumak yerine eve dönmek üzere yola çıkmıştı. Onu eve polis arkadaşları getirmiş, arabasını da onlar park etmişlerdi ve daha sonra bu olaydan bir daha bahsedildiğini duymamıştı. O gece kendisini alkollü yakalayan memurlardan biri artık yaşamıyordu, diğeri de emekliydi ama dedikoduların hâlâ dinmediği belliydi. Bu duruma şaşırdı.

“Bunu inkâr etmiyorum ama dediğiniz gibi bu yirmi yıl önceydi; ve sizi temin ederim alkol problemim yok. Hafta içi bir akşam yemeği dışarıda yemeyi tercih ettiysem bunun benden başkasını neden ilgilendirdiğini anlamıyorum.”

“Yine de gerekli adımları atmak durumundayım. Henüz kullanmadığınız tatiller olduğundan ve şu aralar önemli bir soruşturma işinde olmadığınızdan, size bir haftalık izne çıkmanızı öneririm. Bir iç soruşturma yapılacak, elbette. Şimdilik bütün söyleyeceğim bu kadar.”

Wallander ayağa kalktı. Mattson oturmaya devam ediyordu.

“İlave etmek istediğiniz bir şey var mı?” diye sordu.

“Hayır,” dedi Wallander. “Önerinizi yerine getireceğim. Biraz izin kullanacağım ve eve döneceğim.”

“Silahınızı burada bıraksanız iyi olur.”

“Ben aptal değilim,” dedi Wallander. “Ya da sorumsuz.”

Wallander ofisine dönüp ceketini aldı. Ardından garaja inip emniyetten ayrılarak eve doğru yola çıktı. Dünkü rezillikten sonra kanında hâlâ alkol olduğunu tahmin ediyordu ama işler daha da kötüleşemeyeceğinden arabayı sürmeye devam etti. Poyrazdan sert bir rüzgâr esiyordu. Wallander arabadan evin kapısına yürürken soğuktan titredi. Jussi kulübesinin içinde dört dönüyordu ama Wallander’in onu gezdirmeyi düşünecek hâli bile yoktu. Soyundu, uzandı ve uyudu. Tekrar uyandığında saat öğle on ikiydi. Hiç kıpırdamadan gözleri açık hâlde yatmaya devam etti; rüzgârın evin duvarlarını döven uğultusunu dinledi.

Bir şeylerin yolunda olmadığı duygusu yine kendisini huzursuz etmeye başlamıştı. Sanki üstüne bir gölge gibi gelip çöreklenmişti. Uyandığı zaman tabancasının yanında olmadığını nasıl olur da fark etmezdi? Sanki bir başkası kendi yerine eylemler gerçekleştirmiş, sonra da neler olduğunu hatırlamaması için zihninin şalterini kapatmıştı.

Kalkıp giyindi; midesi hâlâ bulanıyordu ama yine de bir şeyler yemeğe çalıştı. Bir kadeh şarap koymak geçti içinden ama tuttu kendini. Linda aradığında bulaşıkları yıkıyordu.

“Yoldayım,” dedi kızı. “Sadece evde misin diye kontrol ediyordum.”

Linda onun bir şey demesine fırsat bırakmadan telefonu kapatmıştı. Yirmi dakika sonra uyuyan bebeği de yanında çıkageldi. Babasının Ystad’a taşındığı yıl aldığı kahverengi deri kanepeye geçip onun karşısına oturdu. Bebek kendi yanındaki sandalyenin üstünde, portbebenin içinde uyuyordu. Kurt, bebeği sormak istiyordu ama Linda başını iki yana salladı. Sonra konuşurlardı, şimdi değil; her şey sırasıyla yapılmalıydı.

176,82 ₽
Возрастное ограничение:
12+
Дата выхода на Литрес:
30 июня 2023
ISBN:
978-625-99813-1-4
Переводчик:
Редактор:
Правообладатель:
Ayrıksı Kitap

С этой книгой читают

18+
Драфт
Эксклюзив
4,7
15
Антидемон. Книга 15
Эксклюзив
Черновик
4,4
109