Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Dominique», страница 2

Шрифт:

II

Gözden ırak olmanın garip neticeleri oluyor. Mösyö Dominique’ten ayrı düştüğüm bu ilk yılda, bizi birbirimize hatırlatacak direkt bir hatıra olmaksızın bunu nefsimde tecrübe ettim.

Gözden ırak oluş birleştirir ve ayırır, ayırdığı kadar da yaklaştırır, hatırlatır ve unutturur; bazı pek kuvvetli bağları gevşetir, gerer, koparacağı noktaya kadar dener; sonra bazı sözde yıkılmaz, rabıtalar vardır ki onlarda da çaresi bulunmayacak sakatlıklar vücuda getirir; ebedî hatıraların ebedî vaatleri üzerine umursuzluk cihanları yığar. Sonra gözle seçilemeyecek bir tohumdan, belirsiz bir alakadan, bir “Adiyö, mösyö!”den -ki ertesi güne kadar da yaşamasına mahal yoktur- bütün bu hiçlerden bilmem nasıl örgüler yaparak öyle sağlam bir dokuma vücuda getirir ki onun üstünde iki erkekçe dostluk ömürlerinin sonuna kadar pekâlâ birleşebilir, çünkü bu gibi bağlar sonuna kadar devamlıdır.

Hislerimizin en temiz ve en canlı cevherleriyle haberimiz olmayarak o esrarengiz işçi tarafından terkip edilen dostluk bağları, benden ona, ondan bana intikal eden, tutulmaz, anlaşılmaz öyle bir tel hâline gelmiştir ki onun artık ne zamandan ne mesafeden ne de hiçbir şeyden korkusu yoktur. Zaman onu takviye eder, mesafe, koparmaksızın onu sonsuz uzatabilir. Bu gibi hâllerde güceniklik, kalbin ve fikrin derinliklerine bağlı olan bu göze görünmez telin biraz fazla sarsıntısından başka bir şey değildir ve o telin fazla gerginliği ızdırabı davet eder.

Bir yıl geçer. Birbirlerine “Tekrar görüşelim.” demeden ayrılınmıştır. Tekrar buluşulur. Bu esnada dostluk içimizde öyle terakkiler yapmıştır ki bütün engeller düşmüş, bütün ihtiyatlar unutulmuştur. Hayat ve nisyan bakımından büyük bir zaman demek olan bu on iki aylık ayrılışın bir günü yoktur ki, teşekkül hâlinde olan dostluk için faydasız olsun ve bu on iki aylık sükût birdenbire sizde karşılıklı açılıp dertleşmek ihtiyacını ve -daha şaşılacak şey- birbirinize itimat etmek hakkını verir.

İlk defa olarak Villeneuve’e ayak bastığımın tam senesi idi. Doktordan aldığım bir mektup beni gene oraya çekti. Doktor mektubunda, “Komşularda sizin sözünüz geçiyor. Sonbahar ise pek latif! Geliniz.” diyordu. Kendimi çok bekletmedim ve tatlı bir güneşin ılıklandırdığı bir bağ bozumu akşamı, aynı sesler arasında, haber vermeden Trembles Şatosu’nun taş merdivenlerini çıktığım zaman iyice gördüm ki bahsettiğim birleşme vukuya gelmiş ve çokbilmiş ayrılık, haberimiz olmadan bizim için çalışmıştır.

Ben beklenen bir misafirdim. Tekrar gelen ve gelmesi icap eden bir misafir… Eski bir âdet icabınca evin teklifsiz bir adamı olmuştum. Ben de kendimi orada dünyanın en rahat bir kimsesi gibi bulmuyor mu idim? Henüz başlayan bu samimiyet eskimiş mi, yoksa yeni mi idi? İşlerin gidişi beni onlarla o kadar uzun zaman birlikte yaşatmış, haklarındaki sezinişlerim öyle âdet hükmünü almıştı ki samimiyetimizin eskimiş veya yeni başlamış olduğunu bilmeye mahal yoktu.

Çok geçmeden hizmetçiler beni tanıdılar. Ben avluya girdiğim vakit artık köpekler havlamıyorlardı. Küçük Clémence ile Jean beni görmeye çabuk alıştılar ve tekrar gelişin tesirini tekerrür eden hadiselerin içtinabı gayrikabil cazibesini telakkide sona kalmadılar.

Gitgide beni yalnız ismimle çağırmaya başladılar. “Mösyö” formülünü bütün bütün hazfetmemekle beraber sık sık bunu ihmal ettikleri olurdu. Sonra bir gün geldi ki Mösyö Bray (Ben ona umumiyetle Mösyö Bray derdim.) konuşmalarımızın tonunu kendi mizacına uygun bulmadı. Kulağı tırmalayan bir falso gibi bu uygunsuzluğunu ikimiz de aynı zamanda fark ettik. Hakikat hâlde Trembles’da ne bulunduğumuz yer ne biz, hiçbir şey değişmiş görünmüyordu: Hayatın en küçük hadiselerine varıncaya kadar her şey… Zaman, mevsim, etrafımızdaki eşya ve bizzat kendimiz eskisinin o kadar aynı idi ki artık tarihi belli olmayan dostluğumuzun yıl dönümünü günü gününe her an kutlayan bir hâlimiz vardı.

Üzüm kesimleri, bağ bozumu, evvelkiler gibi, aynı danslar, aynı ziyafetler ve aynı müzikacı tarafından çalınan aynı gayda sesi ile yapıldı, bitti. Sonra çırçıplak bağları, çiviye asılı gaydası ve kilitlenen şarap mahzenleriyle ev her zamanki sessizliğine büründü.

Bir ay oluyordu ki kollar biraz dinlenmiş, tarlalar işsiz kalmış bulunuyordu. Ziraat tatili demek olan bu istirahat devri birinciteşrinden ikinciteşrine kadar, yani son hasat zamanıyla ilk ekim arasındadır ve son güzel günlerin bir hülasası demektir. Mevsimin hoş bir gevşekliği ile geciken sıcakları ilk soğuklara bağlar.

Günün birinde saban arabaları meydana çıktılar; fakat bağ bozumunun cümbüşlü, çayırlık dansları nerede, sabanının öküzlerini süren sığırtmacın sessiz monoloğu veya o büyük ebedî jesti ile saban izlerine tohumları atan ekincinin bu hareketi nerede!

Trembles arazisi güzel bir malikâne idi. Dominique, servetinin mühim bir kısmını oradan çıkarıyor ve zengin oluyordu. Dediği gibi bu işte kendine benzemeyen ve tam manasıyla bir idare ve hesap kadını olan Madam dö Bray’in yardımı ile bu araziyi bizzat açtırıp işletiyordu. Bu karışık arazi işletmesi mekanizmasında, daha az ehemmiyeti haiz, fakat aynı derece faal, bir ikinci yardımcısı vardı ki o da hizmetçileri arasında itibarı daha çok olan ve fiilen bir çiftlik kâhyası veya idare memuru vazifelerini yapan yaşlı hademesi idi. André denilen bu adamın adı ileride hikâyemize girecektir.

Memleketin bir çocuğu ve zannederim evin de bir çocuğu sıfatıyla bu ihtiyarın, efendisine karşı sadakati olduğu kadar da onunla nevumma teklifsizliği vardı. Gerek başkasına ondan bahsederken ve gerek kendisine hitap ederken daima “efendimiz” derdi. Efendisi de -umumi âdet hilafına- ona “sen” diye hitap ederdi. Çocukluğundan beri muhafaza ettiği bu itiyat genç şefle ihtiyar André arasında oldukça hazin aile ananelerinin devamını temin ediyordu. Bundan dolayı André, evin efendisinden ve hanımından sonra Trembles Malikânesi’nin en çok sözü geçen başlıca şahsiyeti idi. Oldukça mühim bir yekûn tutan ötekiler şatonun ve çiftliğin sayısız kıyısına bucağına taksim olunmuşlardı. Çok kere her yer bomboş gibi olurdu. Yalnız boş olmayan kümeslikte, bütün gün tavuk sürüleri eşelenmekle, büyük bahçede çiftliğin kızları ot dermekle meşgul olduğu gibi öğle güneşine maruz olan taraçada da Madam dö Bray, hava güzel oldukça -yaprakları dökülmekte olan- asma çardağının her gün biraz daha seyrekleşen gölgesinde, çocuklarıyla beraber bulunurdu. Hele bazı kere günler geçerdi de bu evde bir ses, bir hayat eseri duyulmazdı. Hâlbuki orada her biri işle ve bir hizmetle meşgul bu kadar insan vardı.

Her ne kadar Bray’ler iki üç nesilden beri, kazanılmış bir hak gibi, nahiyenin fasılasız belediye reisi olmakta iseler de Trembles’da belediye reisi yoktu. Arşivler Villeneuve’de bir yere konmuştu. En iptidai köylü evlerinden biri hem ilkokul hem de belediye evi işini görüyordu. Dominique, belediye meclisine riyaset ve uzaktan uzağa evlenme merasimini icra için ayda iki kere oraya uğrardı.

O gün gene hamailini cebine koyarak oraya gitmiş ve toplantı odasına girerken onu boynuna takmıştı (Besbelli o gün nikâh vardı.). Hazır bulunanlar üzerinde pek iyi bir tesir bırakan ufak bir hitabenin kanuni formalitelerine memnuniyetle riayet ederdi. O zaman kendisini aynı hafta içinde üst üste iki kere dinlemem nasip oldu. Bağ bozumları hiç şaşmaz, mutlaka izdivaçlarla biter. Senenin bu mevsimi, büyük perhizin uyanık geceleriyle delikanlıları daha müteşebbis yaptığı gibi kızların da kalbini daha ziyade yumuşatarak âşıkların sayısını en üst dereceye götürür.

İanelerin tevzisine gelince: Bütün bu işleri üzerine alan Madam dö Bray idi. Eczanenin anahtarları onun elinde idi. Çamaşır, odun, budanmış kuru asma dalları onun eliyle dağıtılır, kocasının imzasını taşıyan ekmek vesikaları hep onun eliyle yazılmış bulunurdu. Üstelik belediyenin resmî ianelerine, kendinden bir şeyler kattığı zamanlar bundan kimsenin haberi olmazdı ve yoksullar, veren eli asla görmeksizin bunun semeresini toplamış olurlardı. Zaten böyle bir komşuluk sayesinde hakiki yoksullar pek azdı. Denizin yakınlığı dolayısıyla muavenet-i umumiyeye oradan gelen yardımcı kaynaklar, bataklıkta biten otlar, pek darda kalanların getirip ineklerini otlattıkları umumi çayırlar, kışları mutedil olan çok yumuşak bir iklim… Bütün bunların neticesi olarak yıllar fazla müzayakalı8 olmaksızın geçiyor ve hiç kimse dünyaya Villeneuve’de geldiğinden dolayı talihinden müşteki bulunmuyordu.

Dominique’in umumi hayata iştirak hissesi aşağı yukarı şunlardan ibaretti: Küçücük bir nahiyeyi yani bütün büyük merkezlerden uzak, bataklıklarla muhat, mütemadiyen sahillerini kemiren ve her yıl birkaç posluk yerini alıp götüren bir denizin kenarına sıkışmış minimini bir nahiyeyi idare, yollara ve korutma ameliyelerine nezaret; mahsulleri iyi bir hâlde muhafaza icabında kendilerine hakem, hâkim veya müşavir olduğu birçok kimselerin menfaatlerini düşünmek; kavgaların önünü aldığı kadar davalara ve geçimsizliklere de mâni olmak; cürümleri önlemek; muhtaçlara elini uzatıp kesesini açmak; ziraat işlerinde iyi bir numune olmak; fakir halkı faydalı teşebbüslere teşvik için kendisi için zararlı olabilecekleri de tecrübe etmek; ilaçları önce kendi şahsında deneyen bir doktor gibi, her ihtimali göze aldırarak toprağını, varını yoğunu tecrübe sahasına koymak ve bütün bunları, dünyanın en basit bir işi kabilinden, hatta bir külfet gibi değil, mevkisinin, servetinin ve asaletinin icabı olan bir vazife gibi yapmak.

Çevresi iki fersahlık bir mesafeyi geçmeyen bu gizli faaliyet sahasının dar hududu içinden o, pek seyrek olarak uzaklaşırdı. Trembles’da az misafiri olurdu. Bunlar da av için departmanın öbür ucundan gelmiş birkaç sayfiye komşusu, doktor, bir de Villeneuve papazı idi ve bunlar için muntazaman her pazar akşamı sofra hazırdı.

Sabahleyin yataktan kalkıp da belediye işlerine ait evrakı sevk ettikten sonra kendi işlerine bakmak üzere bir iki saat vakti kalırsa gider, sabanlara bir göz atar yahut bir iş için uzaklara gitmesi icap ediyorsa atına biner.

Saat on birde Trembles Kilisesi’nin çanı yemek zamanını ilan ediyordu: Günün, aile erkânını eksiksiz bir araya toplayacağı ve çocukların ikisini de babalarının gözü önüne koyacağı ilk zamanı bu idi. İkisi de okumaya başlamışlardı. Oğlan çocuk için sanırım Dominique’in yüksek tasavvurları vardı. Kendi hayatının eksik taraflarını onun muvaffakiyetle tamamlaması baba için bir ihtiras hâlini almıştı. Bilhassa böyle bir çocuğun sadece okumaya başlaması mütevazı, bir başlangıçtı.

O sene av çoktu. Biz de öğleden sonraki zamanlarımızın çoğunu evde geçirir yahut -ve ekseriya sırf deniz kenarında gezmiş olmak için- bu çıplak kırlarda hızlı bir at yürüyüşü yapardık. Dikkat ederdim. Gülmek vesilelerini hiç vermeyen bu memlekette, sükût ile baltalanan bu uzun at gezintileri onu mutadından fazla ciddileştirirdi. Yan yana atbaşı beraber giderdik. Biraz müphem bir yarı uyku içinde o atının hiç değişmeyen yürüyüşünü yahut sahilden yuvarlanan büyük çakıl taşları üstünde sekmesini gözümün ucuyla takip ederken çok kere o benim orada bulunduğumu unutmuş gibi olurdu. Villeneuve halkı veya başka yerler ahalisinden olan bazı kimseler yolumuza çıkıp onu selamlarlardı. Ona kâh “belediye reisi efendi” kâh da “Mösyö Dominique” diyorlardı. Bu formülü adamların ikamet ettikleri yere, şato ile münasebetinin az veya çok olmasına yahut ücretsiz hizmetkârlar arasındaki mevki ve derecesine göre değişirdi.

Tarlaların arasından “Bonjur Mösyö Dominique!” diye haykıranlar olurdu. Bunlar sabanlarının izi üstünde iki büküm olmuş işçiler, çiftçilerdi. Bükülmüş bellerini iyi kötü doğrultur, güneşten kararmış yüzlerinde, inadına ağarmış kısa saçlarının kıvırcıklandığı, büyük alınlarını meydana çıkarırlardı. Bazı kere, manası bence hiç anlaşılmayan bir kelime, ellerinde doğduğu kimselerin hatırladıkları geçmiş zamana ait bir hadiseye işaretle ikide bir “Hatırlıyor musunuz?” deyişleri, evet, ne diyordum, bazı bir kelime, yüzünde bir tahavvül vücuda getirerek onu sıkıcı bir sessizlik içinde bırakmaya kâfi gelirdi.

Yaşlı bir koyun çobanı vardı. Namuslu bir adam, her gün aynı saatte sürüsünü falezin yani denize yakın sarp kayaların üstündeki tuzlu çimenliğe götürür, hayvanlarını otlatırdı. Hava ne türlü olursa olsun o -kulaklarının altına ilişik keçe külah şapkası, sırtını barındırdığı kül rengini andırır keçe yağmurluğu ve içi saman dolu kaba kunduralarıyla- sarp kayaların uçurumuna üç karış mesafede karakol neferi gibi dimdik dururdu.

Dominique yüzüme bakarak “Düşününüz ki…” dedi. “Ben bu adamı otuz beş senedir tanır ve hep bu vaziyette orada görürüm!”

Bu adam çok söylerdi. Konuşmak fırsatını seyrek bulan ve eline fırsat geçince ondan istifadeye kalkan bir kimse idi. Hemen her zaman atlarımızın önüne geçerek yolumuzu keser ve büyük bir saflıkla kendisini dinlemeye bizi mecbur ederdi. Onda da hem bütün ötekilerden fazla “hatırlıyor musunuz” merakı vardı: Sanki onun koyun çobanlığıyla geçen uzun hayatının hatıraları, karışıksız bir saadet tespihi teşkil etmişti.

Daha ilk günü farkında olmuştum: Bu tesadüflerden en çok hoşlanan her hâlde Dominique değildi. Aynı yerde aynı simanın nevumma her gün aynı saatte mülahazasızca gelip karşısına dikilmesi; ölmüş, unutulmuş, faydasız şeyleri mütemadiyen yenilemesi gezintilerinin tadını kaçıran hakiki bir tacizlik oluyordu. Bundan dolayı, kendisini bütün sevenlere karşı -onu ihtiyar çoban da çok seviyordu- nazik ve mültefit bulunan Dominique ona biraz da yaşlı ve geveze bir karga muamelesi eder ve başından savmak için “Âlâ! Âlâ! Jacques Baba! Artık yarın görüşürüz!” diye kısa keserek yolun başka tarafından geçmeye çalışırdı. Fakat Baba Jacques’ın ahmakça inadı bir derecede idi ki her ne pahasına olursa olsun felakete tahammül etmek ve ihtiyar çoban söylediği müddetçe durup hayvanlara soluk aldırmak icap ederdi.

Bir gün Jacques, mutadı veçhile yine falezi adımlarken ta uzaktan bizi görünce daracık yolda bir sınır taşı gibi dikilip durdu. Yolumuzu kesmişti. Geçmiş zamandan bahsetmek, birer birer tarihlerini hatırlamak için o gün keyfi pek yerinde idi: Mazinin tadı, sarhoşluk buharı gibi başına vurmuştu.

Harap olmuş yüzünün buruşuklarını, hayatından memnun bir inbisat ile bize göstererek “Günaydın Mösyö Dominique!” dedi. “Günaydın baylar! İşte güzel bir hava ki her zaman bulunmaz. Bir hava ki yirmi yıldır misli görülmemiştir. Hatırlıyor musunuz Mösyö Dominique, yirmi sene evvelini? Ah! O ne ateşli üzüm kesimleri ne bağ bozumları idi… Ve üzümler nasıl sünger gibi suyunu verir, nasıl şekerlenirdi! İnsan kesmeye, toplamaya yetişemezdi!”

Dominique sabırsızca dinliyor ve altındaki at, sineklerin hücumuna uğramış gibi, tek durmuyordu.9

“Hani bir sene bütün ahali şatoya dolmuştu, biliyorsunuz… Ah! O ne kadar…”

Fakat Dominique’in atı birden ayrılarak Jacques Baba’nın sözünü kesti ve adamcağızı şaşkın bir hâlde bıraktı. Dominique bu sefer her şeye rağmen atını sürüp geçmişti. Dörtnala gidiyor ve atını sanki bir kötü huyundan vazgeçirmek veya ürkeklik ettiği için cezalandırmak istiyormuş gibi kırbaçlıyordu. O gün mümkün olduğu kadar uzun müddet süratli gidişini muhafaza etti ve akşama kadar hep dalgın durdu.

Dominique denizden pek hoşlanmazdı. Anlattığına göre hep denizin iniltileri içinde yetişip büyüdüğü için hatırası, yanık bir mersiye gibi, onda iyi bir tesir yapmıyordu. İnsanın yüzüne gülen başka gezinti yerleri olmadığı için biz çaresiz denizi tercih ediyorduk. Zaten bizim takip ettiğimiz yüksek sahilden iki tarafa bakılınca bir taraftan karaların, bir taraftan dalgaların ufuklara kadar açılan genişliği, dümdüz boşluğuyla cazip bir şey oluyordu. Sonra bir tarafta dalgaların daimî çalkantısı ile öbür tarafta ovanın hareketsizliği, birinde vapurların mütevali seyrüseferine karşı öbür tarafta evlerin yerine mıhlanmış olmaları, bir tarafta maceralı bir hayat, öbür tarafta sakin ve sabit bir yaşayış… Bütün bu tezatlar arasında öyle samimi bir uygunluk vardı ki her şeyden ziyade onun bundan mütehassis olması ve insana aynı zamanda ızdırap veren fikrî zevklere mahsus yakıcı bir hazzın gizlice tadını çıkarması icap ederdi.

Akşama doğru aheste bir yürüyüşle yeni kazılmış esmer topraklı tarlalar arasındaki taşlı yollardan eve dönerdik. Biz böyle giderken kanatlarında günün son ışıkları titreyen çayır kuşları, yerden uçarak kaçışırlardı. Gitgide sahillerin tuzlu havasından ayrılır, bağlara varırdık. Ovanın içinden daha ılık ve daha mülayim bir buhar yükselirdi. Çok geçmeden ulu ağaçların mavi gölgelerine girerdik. Çok kere Trembles Satosu’nun taş merdiveni önünde, ayağımız toprağa değdiği vakit, gün bitmiş, güneş batmış bulunurdu.

Gece hayatı bizi gene ailece antika mobilyalarla döşenmiş, büyük salonda bir araya getirirdi. Orada, çanının gürültülü sesi ta yukarı-ki odalara kadar yetişen büyük saat çaldıkça biteviye geçen zamanın saat başlarını ilan ederdi. Bu sesten kurtulmanın imkânı yoktu. Gece, uykumuzun içinde saatin çalmasıyla değil, hatta yalnız rakkasın ağır darbeleriyle ayılır, Dominique ve ben, ikimiz de hayatımızın bir saniyesinden öbür saniyesine geçerken bizi sanki bir günden öbür güne götüren bu sürekli darbeleri hiç konuşmadan dinlerdik.

Çocukların, gece tuvaletleri, lütfen, merhameten salonda yapılır ve biz onların beyaz havlulara sarılı, uykudan bitik bir hâlde gözleri kapalı, kolları sarkık analarının kucağında yataklarına götürüldüğüne şahit olurduk. Saat ona doğru herkes dağılırdı. Ben Villeneuve’e dönerdim. Yahut daha sonraları, yağmurlu gecelerde, fazla karanlık, yollar güç ve bozuk olursa beni şatoda alıkorlardı. Benim odam ikinci katta, küçük kuleye bitişik pavyonun köşesinde idi. Dominique, çocukluğunun ve gençliğinin büyük bir kısmını bu odada geçirmişti.

Pencereden bakılınca bütün ova, ta denize kadar bütün Villeneuve ayağının altında idi. Uykumun arasında rüzgârın ağaçlarda hışırtısını, çocukluğunda Dominique’i uyutan denizin uğultulu kabarışını duyardım. Ertesi gün her şey bir gün evvelkinin aynı olarak yeniden başlar; hayat aynı bollukla, işte ve eğlencede aynı dikkat ve itina ile tekerrür ederdi. Bu evde benim şahit olduğum belli başlı arızalar, itiyatların ahenk ve tenasübünü bozan mevsim arızaları idi. Mesela havanın güzel olacağına göre tertip edilmiş bazı işler, yağmurlu bir günle bozulmuş olabilirdi.

Böyle günlerde Dominique hususi odasına çıkardı. Böyle inceden inceye teferruata giriştiğimden dolayı okuyucunun ve hikâyeyi takip edecek olanların affını rica ederim. Fakat teferruat, beni götürdüğü gibi, dolambaçlı yollarla, okuyucuyu da yavaş yavaş, asilzade bir çiftçinin manasız hayatından insan vicdanına nüfuz etmesine bais olacak ve ihtimal ki o teferruatta daha az bayağı hususiyetler bulacaktır.

Ne diyordum? Evet, böyle günlerde Dominique odasına çıkar, yani hayatının yirmi beş otuz yıl gerisine dönerek orada birkaç saat mazisiyle baş başa kalırdı. Bu odada birkaç minyatür aile resminden başka kendinin de yağlı boya bir çocukluk portresi vardı: Pembe yüzü, kıvırcık koyu kumral saçlarıyla bugünkü hâlini andırır bir yeri kalmayan bir resim… Sonra bir yığın kâğıt arasında etiketli birkaç karton, biri eski biri yeni eserlere mahsus iki kitap dolabı ki yenisindeki seçme kitapların bir kısmı, hayatında fiilen en çok sevdiği şeyleri göstermektedir. Toz içinde kalmış küçük bir dolapta da mektep ve etüt kitapları vardı. Bunlara, mürekkep lekeleri ve çakı yaralarıyla delik deşik olmuş eski bir masa ve üstüne eli ile dünyanın her tarafına hayalî seyahat yolları çizilmiş yarım asırlık güzel bir cihan haritası ilave edin.

Mektep hayatına şehadet eden ve sanırım, insan ihtiyarlamaya başlayınca muhafaza ve hürmete layık görülen bu eşyadan başka bizzat kendine, ne olduğuna, ne düşündüğüne delalet eden şeyler de vardı ki karakterleri çocukça olduğu kadar acayip olmakla beraber onları da bildirmeliyim: Duvarların tahta kısımlarına, camlara tevdi edilmiş sayısız yazılardan bahsetmek istiyorum.

Bu yazılarda bilhassa tarihler, gün isimleri, senesi, senenin hangi ayı olduğu tasrih edilmiş bulunuyordu, bazı kere aynı işaretler seri hâlinde mütevali senelerde görülüyordu. Sanki birçok seneler günü gününe, belki de saati saatine, kim bilir hangi hadiseyi, mesela gerek bizzat aynı yere gittiğini ve gerek aynı meseleyi düşündüğünü tespite mecbur olmuştu. En az görülen şey imzası idi. Fakat bu şifreli yazıların imzasız olması sahibini sarahaten göstermeye hiç mâni değildi.

Bir tarafta bakarsınız iptidai bir geometri şeklinden başka bir şey yok. Onun altında şekil bir kere daha çizilmiş, fakat iki veya üç çizgi fazlasıyla, bu fazla çizgiler onun esasını değiştirmeden manasını tadile yarıyordu. Şekil böylece yeni ilavelerle tekerrür ederek yeni manalar iktisap ediyor ve aslındaki müselles veya daireyi şamil olmakla beraber büsbütün başka bir neticeye varıyordu. Delalet ettikleri manayı anlamak pek imkânsız olmayan bu şekillerin arasına bazı kısa maksimler ve birçok da mısralar karıştırılmıştı. Bunların hepsi de beşerin terakki sahasındaki ayniyetine ait, o zamanın doğurduğu hükümler ve düşüncelerdi. Çoğu kurşun kalemiyle yazılmıştı. Sanki şair korkmuş veya bunları duvara hakkedip ebedîleştirerek lüzumundan fazla yaşatmaya tenezzül etmemiş idi.

Pek nadir olarak bir ismin ilk harfleri birbirine dolaşmış olarak bulunuyor ve daima aynı majüskülün D harfi ile bağlandığı görülürdü. Bunun yanında, besbelli daha yeni zamanlara ait hatıralardan olacak, delaleti daha muayyen, hemen daima birkaç beyiti göze çarpardı. Sonra birdenbire daha vakarlı ve daha ezalı mistisizme avdet eder gibi -şüphesiz İngiliz şairi Longfellow’la tesadüfi bir karşılaşma neticesi olacak- “Ekselsiyor! Ekselsiyor! Ekselsiyor!”10 diye yazmış ve sonuna bitmez tükenmez taaccüp işaretleri koymuştu.

Nihayet izdivacına yakın olduğu tahmin edilebilen bir tarihten itibaren ya ihmalden yahut daha doğrusu kasten hiçbir şey yazmamaya karar verdiği sarahatle anlaşılıyordu. Hayatının artık son tekâmül devresi tamam olduğuna mı hükmetmişti? Yoksa ne zamandan beri tesisine çalıştığı gaye, kendi benliğine sahip olma gayesi için artık hiçbir korkusu kalmadığını haklı olarak düşündüğü için mi bundan vazgeçmişti? Pek vazıh olarak ötekilerden sonra gelen son bir yazı, tamamı tamamına ilk çocuğunun, yani oğlu Jean’ın doğum tarihine uygun geliyordu.

Fikirde büyük bir merkeziyet; kendini canlı ve şiddetli bir murakabe altında tutmak; yükselmek, daima yükselmek sevkitabiisi ile beraber kendini hiçbir zaman gözden kaçırmamak; her safhasında kendini tanımak iradesiyle hayatın sürükleyici değişiklikleri; sesini duyuran tabiat; kendi kendini hodkâmane besleyen bu genç kalbi yumuşatacak hisler; başka bir isimle dolanarak tezauf eden11 bu isim, müzehher bir baharın çiçeği gibi ağzından dökülen mısralar, idealin yüksek şahikalarına fırlayan fevri hamleler; bu fırtınalı kalbinde, fırtınalı ve belki haris, hele şüphesiz vehmin ve hayalin azabı ile yoğurulmuş olan bu kalpteki sulh ve sükûn: İşte, eğer aldanmıyorsam, yazılmış hatıralardan daha manalı olan bu karmakarışık sicildeki dilsiz remz-ü işaretlerin ifade ettiği mana bu idi. Otuz yıllık bir hayatın hâlâ titreyen heyecanı bu daracık odada duyuluyordu ve Dominique orada, karşımda pencereye abanmış, belki de maziden gelen seslerin aksi tesiri altında biraz dalgın duruyordu. Acaba buraya ne için geliyordu? Kendi tabiri veçhile benliğinin gölgesini canlandırmak için mi yoksa onu unutmak için mi? Bunu bilmek bir mesele idi.

Bir gün kütüphanesinin karanlık bir köşesine konmuş ciltli kitaplardan birkaçını aldı. Beni karşısına oturttu ve mukaddimeye lüzum görmeden yavaşça okumaya başladı. Bunlar ümitsiz aşkların, yaralı kalplerin ve köy hayatının senelerden beri kaynağı kurumuş manzumeleri idi. Şiirler fena değildi. Serbest ve tabii olmakla beraber tertibi muntazam, fakat kitabın bütün hüsnüniyetine rağmen heyet-i mecmuasıyla az lirikti. Hisler ince, fakat bayağı, fikirler zayıftı. Dediğim gibi şekil itibarıyla emsali az bulunur bir kıymet olmasa -bir kıymet ki mevzunun inkârı kabil olmayan cılızlığıyla oldukça açık bir tezat teşkil ediyordu- evet, şiirlerin şekil itibarıyla kıymeti olmasa bunları, içinden gelen herhangi bir müzikle vezin ve ahenk yolunu tutturan ve dilinin ucuna kafiyeli sözler gelmekle kendini şair farz eden bir gencin şiir vadisinde yayılarak kalem tecrübesi nevinden karaladığı müptedice yazılara benzetmek doğru olurdu. Ne olursa olsun benim mütalaam bu merkezde idi ve şiirlerin sahibini hiç korumaya lüzum görmeden bu mütalaamı yazdığım gibi açıktan açığa Dominique’e de söyledim.

“Şair hakkında ne fazla ne eksik, doğru olarak tastamam hükmünüzü verdiniz.” dedi. “Fakat o şairin bizzat ben olduğumu söylemiş olsaydım bu hükmünüzü yüzüme karşı dobra dobra gene verecek mi idiniz?”

“Muhakkak.” dedim.

Dominique devam ederek “Çok iyi.” dedi. “Bundan anlaşılır ki siz benim kötü taraflarımı da tam layık olduğum derecede takdir ediyorsunuz. Orada bu kıratta iki kitap var. İkisi de benim eserim, istesem benim olduğunu söylemeyebilirim. Çünkü üstünde hiçbir isim yok. Fakat sizden zayıf taraflarımı gizleyecek değilim, er geç hepsini bilmeniz icap edecek, birçok başka şeylerde olduğu gibi, beceremediğim şu kalem tecrübelerinde de belki ben istifadeli dersler ve bir teselli bulmuşumdur. Yaptığım her şey, kendi hiçliğimi ispat etmek suretiyle bir şey, bir varlık olanları takdir edecek ölçüyü bana vermiş. Şu söylediğim sözlerde yarım bir tevazu vardır. Fakat benim, tevazuyla tekebbürü birbirine ne kadar karıştırdığımı bilseniz, aralarındaki farkı artık temyiz edemediğimden dolayı beni mazur görürsünüz.”

Dominique’in, ayrı ayrı, iki şahsiyeti vardı. Bunu anlamak güç değildi. Trembles Şatosu’nun sahibi olan kır adamının hayatında birçok feragatler olduğunu tahmin eden doktor da bir vecize olarak “Herkesin kendinde taşıdığı bir veya birkaç ölü vardır.” demişti. Fakat artık hayatta olmayan o, her kimse hayatından hiç olmazsa bir nişane vermiş midir? Vermişse ne dereceye kadar? Hangi tarihte? Ve bu adam o saklı cananı, şu bilinmemiş bir iki imzasız kitaptan başka hiçbir suretle açığa vermemiş midir?

Dominique’in hiç açmadığı ciltlerden aldım: Bu sefer, unvan bence malumdu. Muhterem ismi, okuyucularınsa hafızasında ileri gidip yerleşmeye vakit bulamamış olan müellifi, on beş yirmi sene evvelki politika edebiyatının, hatırı sayılır, orta derecelerde, bir muharriri idi. Sağ mı idi? Daha doğrusu hâlâ yaşıyor mu idi? Bunu bana bildirecek hiçbir yeni eserini görmemiştim. O, sayısı mahdut olan şu muhteriz muharrirlerden biri idi ki bunlar yalnız eserlerinin adı ile bilinirler, şahısları meçhuliyet karanlığından çıkmadan eserleri şöhretler arasına karışır ve yalnız yazılarıyla alakadar olan halkın haberi bile olmadan ortadan silinir veya her yerden el etek çekebilirler.

Kitapların adını ve müellifin ismini tekrar ederek Dominique’in yüzüne baktım. Kendisini keşfettiğimi anlayarak gülümsemeye başladı.

“Ama şairin gönlünü almak için müellifin hatırını hoş etmeye kalkışmayınız.” dedi. “Bu ikisi arasında hakiki fark şudur ki âlem bunların ikincisi ile meşgul oldu, fakat birincisine o şerefi bahşetmedi. Bunun hakkında susması doğru idi. Acaba ötekini o kadar pehpehlemesi yanlış değil mi idi?”

Durdu. Sonra devam ile “Benim isim değiştirmemin birçok sebepleri var.” dedi. “Nitekim daha evvel eserlerimi bütün bütün isimsiz çıkarmamın da daha ciddi sebepleri vardı. Bu sebeplerin hepsi şüphesiz edebî ihtiyat veya mahviyetkârlık mülahazalarından ileri gelmiş değildi. Görüyorsunuz ki pek iyi etmişim, çünkü eserlerimin üstündeki imza sahibinin sonunda bir bağcı ve nihayet nahiyesinin belediye reisi olduğunu kimse bilmez.”

“Peki, şimdi artık hiçbir şey yazmıyor musunuz?” diye sordum.

“Oh!” dedi. “Yazmak! Hayır, bu artık bitmiştir! Zaten yapacak hiçbir şeyim kalmadığı günden beri diyebilirim ki, hiçbir şey yapmaya vaktim de olmadı. Oğluma gelince: Onun hakkındaki mütalaam şudur. Eğer ben olmadığım gibi olmuş olsaydım şöyle düşünürdüm: Bray ailesi artık mahsulünü vermiş, vazifesi bitmiştir. Oğlum için istirahat etmekten başka yapacak bir iş yoktur. Fakat takdiriilahi böyle zuhur etmedi. Ruhlar değişti. Onun için daha mı iyi, yoksa daha mı fena oldu? Bilmem. Ben ona tekemmül etmemiş bir hayatın taslağını veriyorum ki, eğer aldanmıyorsam o, tamamlayacaktır.”

Bir saniye düşündükten sonra “Hiçbir şey bitmez.” dedi. “Her şey intikal eder, hatta ihtiraslar bile.”

Hayalat ile meskûn olan bu tehlikeli odadan çıkıp aşağı indiğimiz vakit, Dominique tıpkı eskisi gibi basit bir kır adamı olmuştu. Hâlbuki bana öyle geliyordu ki o odada etrafını alması icap eden birçok arzuların tesiri altında kalacaktır. Oysa o karısına ve çocuklarına tatlı bir iki sözden sonra tüfeğini alır, ıslıkla köpeklerini çağırır ve hava açıksa birlikte gidip ıslak kırlarda günümüzü tamamlardık.

Bu hayat böylece ikinciteşrine kadar kolay, teklifsiz, büyük bir sırdaşlıkla değil, fakat -hayatının içyüzü işe karışmadığı vakitler Dominique’in pek iyi idare etmesini bildiği- mutedil bir tevekkül ve emniyetle geçti. Kırları bir çocuk gibi seviyor ve bu hâlini saklamıyordu. Fakat kırları terennüm etmiş bir edebiyatçı gibi değil, orada ikamet eden bir adam gibi ondan bahsederdi.

Onun ağzından hiçbir vakit çıkmayan bazı kelimeler vardı. Tanıdığım kimseler içinde hiç kimseyi bilmiyorum ki onun kadar bazı düşüncelerden hayâ etsin. Şu itibar ile, şairane tabir olunan bazı hislerin itirafı, onun kudret ve tahammülünü aşan bir işkence mahiyetinde idi. Bir şekle bağlı olmakla beraber köy hayatına karşı öyle hakiki bir düşkünlüğü vardı ki bu vadide bile bile birçok hayalata kapılmaktan kendini alamaz ve köylüleri kötülükler içinde değilse cehalet ve eksiklikler içinde yoğurulmuş gördüğü hâlde dahi birçok hâllerini hoş görürdü. Şüphesiz onların ne ahlak ve âdetlerine, ne zevklerine ne de hurafelerinden hiçbirine iştirak etmezdi. Bununla beraber onlarla daimî bir temas hâlinde yaşardı. Kıyafetinin, kıyafeti gibi etvarının12 da son derece sadeliği, şüphe götürmeyen amirlik sıfatını, icabında mazur gösterebilirdi. Villeneuve’de herkes onun doğduğunu, büyüdüğünü görmüş, birkaç sene ayrıldıktan sonra tekrar gelip memlekette yerleştiğine şahit olmuştu. İhtiyarlar vardı ki onların indinde, şimdi kırk beşlik olan Dominique, hâlâ bir çocuktur. Trembles Şatosu’nun yanından geçerken ikinci katta, sağda, onun eski odasını görenlerden hiçbiri kendisini onlardan ayıran his ve fikir âlemini hatırına bile getiremezdi.

8.Müzayaka: Sıkıntı, darlık, parasızlık. (e.n.)
9.Tek durmak: Uslu durmak, yaramazlık etmemek, sessiz kalmak. (e.n.)
10.“Daha yükseğe! Daha yükseğe! Daha yükseğe!” (e.n.)
11.Tezauf: Kat kat olmak, bir misli artmak. İki kat olmak. (e.n.)
12.Etvar: Tavırlar, davranışlar. (e.n.)
138,62 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
09 августа 2023
ISBN:
978-625-6485-11-2
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают