Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Kara Melekler», страница 2

Шрифт:

Tekrar kalkmış ve duvara dayanarak duruyordu. Bu şişkin çehreyi, beyaz başlıktan çıkan saçları hâlâ görüyorum. Hâlâ tırmanarak ağaçlara çıkan o kuşun ötüşünü, arı kuşlarının cıvıltısını ve sarmaşıklar içine düşmüş ardıç kuşlarını işitiyordum. Bu bir yortu haftası sabahı idi. Hayatımda fenalık yapmadığım bir an idi Rahip Efendi, o an iyilikte bulundum ve bu üzüntülü ruhu kenarında durdurdum… Bana rağmen, şüphesiz kendime rağmen, ama bir başkasına da rağmen… Kaçmalı, benden kaçmalı, diye ona tekrar ettim. Buradan savuş!

Bana derin bir muhabbetle bakarak başını sallıyordu. Bazen vücudunu bir ürperme sarsıyordu. Fakat artık ağlamıyordu. Birkaç defa “imkânı yok” diye tekrar ettiği için her zamanki sesimi buldum ve ona sordum:

“Benden şifa bulmadın mı?”

Bir yerine bir şey batırmışım gibi tekrar doğruldu, ben ısrar ettim:

“İyi olmuş olsaydın, buradan uzaklaşır, benden kaçardın, fakat senin için ne sakladığımı biliyor musun?”

“Biliyorum.” diye cevap verdi.

“Sen beni tanıyor sanıyorsun… Benim neye muktedir olduğumu bilmiyorsun.” Sanki Adila’nın her şeyi bilerek karım olması lazımmış ve bunu ben istiyormuşum gibi:

“Nasıl bilmez olurum?”

Bu suali boğuk bir sesle söyledi. Ben bundan nefret duydum. Hiddetim tekrar uyandı:

“Bu yapıldığı vakit o kadar mağrur olmayacaksın.”

Başı duvara doğru devrilmiş bana bakıyordu:

“Aman ne olacaksa bir an evvel olsun da bitsin. En gücü bunu haber vermek olacaktır.”

Ve kaba bir tavırla sözünü kestiğim için tekrar söze girişerek:

“Maksat annem değil, onu çok zamandan beri hazırladım. O buna şaşmayacaktır. Hayır, ben Mathilde’i düşünüyorum…”

Bana niçin Mathilde’den bahsediyordu. İkimiz de daima bu ismi telaffuz etmeye mahal vermemiştik. Onun İngiltere’de bulunduğunu hatırladım. Mathilde’in bizim için ne ehemmiyeti vardı? Onu bu olağan şey karşısında bulundurduk, Adila yavaş sesle:

“Yarın dönüyor.” dedi.

Gözleri boşluğa baktı. Yanaklarından aşağı iki yaş akıyordu:

“Ona söylemek gerek…”

“Bunun onunla ne ilgisi var? O senin teyzenin kızından başka bir şey değil. Bir evde yaşadınız, bu malum. Fakat seni Paris’e götüreceğimi biliyor musun?”

Liogeats’i terk hususundaki kati azmimi bildirmek için evlenmemizi beklemeden işi meydana vurmuş olduğumdan dolayı canım sıkıldı, dudaklarımı ısırdım. Fakat bu haberin onu kayıtsız bıraktığını iyice gördüm. İzdivaca, denize atılır gibi giriyordu. Mırıldanarak:

“Paris’e veya başka yere…”

“Evet hakkın var; Paris’te veya başka yerde benimle beraber bulunacaksın, benim karım olacaksın. Benim gibi bir mahlukun karısı, tenimin teni olacaksın.”

Hafif sesle: “Zaten öyleyim.” dediği için ben ısrar ettim:

“Adila, tamamen kendini bana vereceksin. Yalnız benim olacaksın. Seninle benim aramda kimse olmayacak.”

Ona hâkim olmadığımı hissettim. Bakışıma dayandı ve kuvvetle itiraz etti:

“Hayır, yalnız olmayacağım. Yalnız değilim. Eğer olsaydım senden dünyanın öbür ucuna kadar veya öteki dünyaya kaçardım.”

Verecek cevap bulamadım. Biraz sükûttan sonra yine başladı:

“Anneme söyleyeceğim… Mathilde’e gelince, bu, benim kuvvetimin fevkindedir. Sen ona kendin haber vereceksin. Hem de ne kadar çabuk olması mümkünse… Yarın, her şeyin çabuk bitmesi lazım. Niçin Paris’te değil, mademki Paris’te senin tanınmış bir meskenin var?”

“Hayır.” diye itiraz ettim. “Ben burada parlak bir şekilde evlenmek istiyorum. Senin beyaz libasınla Liogeats’ten geçmeni istiyorum. Bütün halkın benim başarıma şahit olmalarını istiyorum… Büyük bir başarı değil mi? Bazıları olup bitenden şüphe ediyorlar. Onların hakaretlerini beklemeli. Ne yazık! Ben mutlaka Liogeats kilisesinde güzel bir düğün yapmak istiyorum.”

“Yapacaksın, yapacağız.”

Beni gözlerinden kaçırmıyordu. Ve çabuk çabuk nefes alıyordu.

Bütün gün başka kimseyi görmedim. Dul kadınlarla, çocuklarını kaybetmiş analarla dolu olan köyde gezinmeye cesaret edemiyordum. Matemde olmayan, endişe içinde yaşamayan bir aile yoktu. Halk bu zamanda genç ve sağlam bir adamı görmeye tahammül edemiyordu. Hakikatte benim terhisim nizamı dairesinde idi. Radyografinin tetkiki ve muayene neticesinde ciğerimin anlaşılan maluliyeti endişeye mahal bırakmıyordu. Fakat şurası garip idi ki ben hiçbir rahatsızlık, yorgunluk duymuyordum. Demir gibi kuvvetli idim. Bunu nasıl izah ederseniz ediniz, Rahip Efendi. Ben garip bir surette muhafaza edilmiştim, bunu itiraf etmeli, ehemmiyette idim. Bununla beraber hayatım devam ettikçe beni dehşet alıyordu.

Bugünü bahçede dolaşmakla geçirdim. Adila hastanesine gitmişti. Annesi senelerden beri yemeğe inmiyordu. Yalnız ihtiyar kadının, şatonun cephesindeki pencerelerinin panjurları açıktı; ötekilerin hepsi kapalı idi. Batı tarafında bir hizmetçi kızın, Mathilde’in odasının camlarını sildiğini gördüm. Bu odadan Adila’nın odasına geçilirdi.

Öğle vakti Aline’den bir mektup aldım. Amirane ve tehditkârane idi; lakin ben müsterihtim. Evlenmemi bozmamakta onun da faydası vardı ve define benim ellerimin içine düşmedikçe ondan korkum yoktu. Fakat ondan itibaren bana hayatı zehir edebilirdi. Önceden titriyordum. Rahip Efendi, sizin niteliğinizdeki adamlar benim cinsimden adamların nasıl olup kendilerini sıkan birini ortadan kaldırmak fikrine ereceklerini sorarlar. Bununla beraber daha o zaman devamlı düşüncelerimden biri Aline’den kurtulmak için bir çare bulmaktı. Hayal gücüm geniş idi: Hayatımı fikren onu öldürmekle geçirdim. İhtira ettiğim şeylerin hepsiyle ne kadar polis romanı yazabilirdim! Fakat büsbütün rahat bırakacak cinayet yoktur. Ve bir de çoktan beri tehlikeli şantaj oyunlarına alışmış olan Aline kendini sakınıyordu. Genellikle benim tasavvurlarımdan tabii bir şey gibi bahseden ve niçin kendini öldürmeyeceğini ve niçin öldüremeyeceğimi bana izah ederdi: Kırk sekiz saat zarfında şüphe altına düşecek ve tutuklanacaktım; her şey beni itham edecekti. Bundan vazgeçmek emin kimselerde birtakım evrak bıraktığını ve bunların da emir öncesinde adaletin hakkımda dikkatini celbedeceğini sık sık tekrar ediyordu. Kaltak, kendi yaşamasında benim de çıkarım olduğuna ve hatta ona bir felaket gelirse benim günahsız da olsam mahvolmuş olacağıma nihayet beni ikna etmişti.

Bugün, o vahşi ve çıplak ormanlarda geçti ki çocukluğumdan beri beni tanımakla beraber kim olduğumu bilmiyorlardı. Yalnız benim yaratılışımda bir adam, bize hükmetmek için ne gözü ve ne şuuru olmayan bu çok güzel cihanı derinden sevebilir… Hayvanlarla, yıldızlarla dolu bu kokulu cihan velilerle delilerin vücudunu ve kurtuluş veya fena bulan mahlukların bulunduğunu bilmez. O gün saat üçe doğru güneşte devrilmiş bir çam üzerine oturduğumu hatırlıyorum. Ağacın iri gövdesi düşerken meşeleri de tahrip etmişti. Kopan kabukların kokusu içinde çömelerek bir tilki gibi, bir sansar gibi masumane ısınıyordum. Tabiat benden hesap sormuyordu: Ona karşı yaşayan her şey, onun en gizli hayatına karışmış her şey birbirini yırtıyor, mahvediyordu. Aynı saatte güneşte tüylerini, postlarını, kanatlarını ısıtan binlerce başkaları arasında bir yırtıcı da bendim. Istırap çekiyordum. Istırabım mucize ile işlemez olmuştu. Çünkü Rahip Efendi bilmelisiniz ki bu zalim acı asla kesilmez. Her saniye ebediyen tutulmak hissi asla sizi bırakmaz. O zamanda sizinkilerden biri tarafından bir gün bana söylenmiş olan bir sözü henüz işitmemiştim. O peygamber ağızlı ihtiyar papaz ki Luchon’da tedavide bulunduğum sene Super-Baqnere’in yılankavi dağ yollarında tesadüf etmiştim. Evet, onunla beraber İsa’dan onun dediği gibi “bu cihanın hükümdarından” bahsediyorduk. Bana öyle bir emniyetli sesle söyledi ki donakaldım: “Ruhlar vardır ki ona teslim olmuşlardır.” Bunu sağlam bir kaynaktan biliyor gibi görünüyordu. Onu sorgulamaya cesaret edemiyordum ve acele ile başka şeylerden konuşuyordum. Ondan beri açıklama almak için bu ihtiyarı her yerde aradım. Nihayet tekrar izini buldum: Vanves’te bir inziva evinde kutsiyet rayihasıyla ölmüştü ve müthiş sırrını beraber götürmüştü. “Ruhlar vardır ki ona teslim olmuşlardır.”

Mathilde, ertesi gün sabah kahvaltısından sonra geldi. Ben karşılamaya gitmemiştim. Bütün gün onun Adila’yı çağırdığını ve eşyalarını çözdüğü odasında gülüp şarkı söylediğini işittim. Kapıları çarpıyordu. Küçük kız hiç değişmemişti. Geçtiği yerde herkes uyanıyordu. Güneşte gazeteleri okuyordum ki çevik bir el şapkamı kaptı. Bir gülme işittim, tanıdım, fakat önce yalnız gülmeyi tanıdım. Kırlangıç edalı ince uzun kız vaktiyle oyunlarıma iştirak etmiş olan zeytin rengindeki ince çubuğu asla hatırlamıyordu. Sonraki o Mathilde Desbats’a da benzemiyordu. Siz bu Madam Symphorien Desbats’ın artık vicdan rehberliği şerefine haiz değilsiniz. Bu zamanda hiçbir şey Rahip Efendi, Mathilde’den daha az feci değildi. Onun tanıdığınız yadırgayan çehresi yoktu. Fakat hâli ürkekti, evet, o ürküyordu: birdenbire odaya giren ve her şeye çarpan kırlangıç kuşu, yolun ortasına konmuş, orada yalnız bir saniye duran bir kuş gibi şapkasını sallıyor ve saçları sımsıkı bağlanmış ufak başının sert hareketleriyle yüzüme dik dik bakıyordu. Esvabının nasıl olduğunu, mevsimin hâlâ soğuk olmasına rağmen çıplak kollarını, esmer boynunun etrafındaki iri mercan yuvarlakları size söyleyebilirim. Ben artık kendime malik değildim, artık kim olduğumu bilmiyordum: Mevcudiyetimin içinden esrarengiz bir incelik yükseliyor ve suçlu hayatımın üzerine yayılıyordu. İşte tekrar genç bir kızın karşısında genç bir adam oldum… Hayır, doğru değil, bütün bu hayat rüyada yaşanmıştır. Hâlâ ağaçlıklar içinde saklandığımız zamanlar… Adila bizi arıyor, isimlerimizi haykırıyordu, ben onu sıkmayarak kollarımın arasında tutuyordum, o, ellerini boynuma doluyordu. Bütün bir hayatın kirliliği fena bir rüya kadar sürdü. Sıçrayarak uyanıyorum, sen hâlâ oradasın, beni seviyorsun… Ve biz öyle çekingen kalıyoruz. Birimiz atılmaya gayret etmiyor… O birdenbire konuşuyor:

“Küçücük Gabriel’im… Sen hiç değişmemişsin, nasıl idiysen öyle kalmışsın! Eski zamandaki gibi kızarıyorsun…” Menhus sözler… Bir hamlede sis yarılıyor ve hayatım gözümün önüne çıkıyor.

Hiçbir şey bende nişane bırakmamış mıydı? Fakat hakikatte Mathilde aldanmıyordu: Beraber oynadığımız zamanlarda dahi ben bugünkü kadar mahvolmuştum: yaşımın saflığı bunu örtüyordu… Hayır, ben değişmemiştim; sonra ne yapabilmişsem, hakiki çehreme, ezelî çehreme bir şey ilave etmemiştim.

“Sende hasta hâli yok… Fakat bu olmalı… Evet, biliyorum. Seyahatim esnasında senin radyografini gördüm, ben şimdi hekimlikte malumatlıyım! Bu kadar sıhhatli görünmen, fevkalade bir şey!”

Hararetimi sordu ve her akşam derece koymadığıma darıldı. Beraber hareket ettik. Çok çam ağacı devrilmişti. Tanıdığımız gizli köşeleri kesmişlerdi. Evvelce Balion deresine varmak için sık ormanlıklardan geçmek iktiza ederdi. Akçaağaç ve meşelerin karışık dalları altından akan dere, şimdi apaçık görünüyor; ağaç kökleri ve kabuk parçaları dolu çıplak arazi içinde titriyordu. Mathilde:

“Hiç olmazsa Balion değişmemiştir. Top ateşinin ve gazların derelere bir şey yapabileceklerini zannediyor musun? Akan suya bir şey yapılamaz.”

“Evet, küçük çocuğum – ona daima küçük çocuğum demiştim – onu zehirliyebilirler… Bak bizim siperimiz hâlâ duruyor.” Burası yaban güvercinlerini tüfekle avlamak için saklı bir yerdi. Eski zamanda gibi oraya girdik. Mathilde’in hatrına fenalık getirmediği bu tenhalıktan istifadeye kalkmayı artık düşünmüyordum. Her vakit tatilleri aynı köyde geçiren çocuklar gibi yine birbirimizi bulmuştuk: Sadece omuz omuza dayanıyorduk. Ve tekrar, büyük sükûnet, kuru ot kokuları içinde hüviyetimde bilgisini kaybettim. Yüzümde nişan bırakmamış olan işlerimin ruhumda da yer bırakmamış olduğunu zannedebilirdim. Belki de bu küçük Mathilde ikimiz için de masumiyet vardı. Birkaç saniye mesut oldum. Evet, bununla beraber ben saadetin ne demek olduğunu bilirim. Ta ki Mathilde söze başladı:

“Ben Adila’yı çok değişmiş buldum. Tanınmayacak hâle gelmiş: Âdeta ihtiyar olmuş.”

Cevap vermedim. Yağmur taneleri siperimizin otlarına ve yapraklarına vuruyordu. Yanı başımızda bir kuş boğazını yırtarcasına ötüyordu. Adila’yı düşünmemek! Adila’yı düşünmemek! Fakat gayretlerime rağmen bundan böyle o aramızda duruyordu. Mathilde benim ne ile meşgul olduğumu soruyor ve nereden para kazandığımı öğrenmek istiyordu. İhtiyatla ve gizli titreme içinde cevap veriyordum. O işler içinde yoğurulmuş tecrübeli küçük bir kızdı. Bizde bunlardan çok bulunur. Fakat ben bulmakta çok zahmet çekiyordum. Bereket versin yaptıklarımın bazıları söylenebilirdi. O zamanlar ne olsa satın almak ve bir ay sonra büyük bir kârla satmak kabildi. Mathilde yüzünü ekşitiyordu. O buna “ahlaka aykırı vasıtalara başvurarak yaşamak” diyordu.

Bana sordu: “Liogeats’e dönmek ve burada yaşamak için Paris’i terk etmeyi hiç düşünmedin mi?”

“Liogeats’te ne yapacaktım?”

“Ben bilmem… Sen ara bul…”

Siperin gölgesinde gözlerimiz karşılaştılar. Artık yağmur yağmıyordu. Islak toprak bizi kokusu ve soğuğu ile kuşatıyordu. Lakin biz sıcak duruyorduk. Onun bana ne teklif ettiğini biliyordum. Anlıyordum… Çok geç! Yahut ki Adila’yı feda etmeli… Bir de onu feda etmek olmayacaktı.. O artık beni sevmiyordu. Onun nazarında evlenmemiz yapılan hatayı tamirden başka bir şey değildi. Bana karşı bir şey yapamazdı.

“Mesela sen benim arazimle meşgul olabilirdin…”

“Ne sıfatla?”

Lakırtıyı değiştirdi, Brighton’dan, torpillenmiş bir gemide anası babası ölmüş iki Avustralyalı kız dostundan bahsetti. Birdenbire Fransa’ya niçin geldiğini biliyor muyum diye sordu. Amcazadelerinden biriyle bir evlenme tasavvuru mevzubahisti. Symphorien Debats kendinden yirmi yaş büyük idi. Fakat ebeveyni hayatta iken de Mathilde’in arazisiyle meşgul oluyordu. Biraz heyecan gösterdim.

“Henüz karar vermedim. Ancak ihtimale göre hayır diyecek olursam o kadar minnettar olduğum bir adama mektupla bunu haber veremem…”

Yağmur tekrar başlamıştı. Eve doğru koştuk. Çocukken yaptığımız gibi onun elini almıştım. Fakat şimdi o benden fazla koşuyordu. Böylece karanlık avluya girdik. Fırtına hafifçe gürlüyordu. Bir koltuğun üstüne atılmış bir hasta bakıcı mantosu gördüm.

“Adila gelmiş.” dedi Mathilde. “Onu çağırmaya cesaretim yok. Benden kaçıyor gibi görünüyor… Bana gücenecek sebepleri var mı, biliyor musun? Belki ona yeterli derecede yazmamış olduğuma kızmıştır. Herhâlde biz o kadar samimi değildik! Ne vakit evlenecek olursam nihayet kendi evimde yaşayabileceğim…”

“Şato ayrılamıyor mu?”

“Ben çıkmak istiyorum. Zaten şatoyu sevmiyorum. Eğer Adila onu almak isterse…”

“Mösyö Desbats’ın meydandaki ikametgâhı çok fenadır.”

Titrek bir sesle “Mösyö Desbats’ın evinde yaşamanın mevzubahis olmadığını” söyledi. Her fırtınada olduğu gibi elektrik sönmüştü. Biz ayakta idik ve etrafımızda akşam karanlığı içinde bu sel akıntısı vardı. Üst katta gezindiklerini işitiyorduk. Çılgın ve akılsızca bir arzunun pençesinde idim. Hemen Adila ile konuşmak ve onu derhâl baştan atmak… Kararsızlık içinde bir an daha kalmanın imkânı yok: Nihayet yolum serbest olsun, ben de bahtiyar olabileyim! Bütün bu engelleri bertaraf edeceğim; şimdiden fikrimde onların üzerine kudurmuş gibi hücum ediyordum. Ya, Aline?

Ancak Mathilde, Adila kadar zengindi… Aline’in ağzını kapayacak kadar para alabilirdim. Lakin hayır, o sefil mahluku benim mahvım için tamamen uğraşmaktan hiçbir şey menedemeyeceğini biliyordum. Bir defa izdivaç yapıldıktan sonra bunu düşünmek için vakit olacaktı. Yalnız bahtiyarlık bu umulmadık saadet Aline’i sükûta, ebedî bir sükûta kavuşturmak için bana cesaret verecekti. Evet, birdenbire bu muayyen dakikada bu köy avlusunda çabuk çabuk nefes alan bu genç kızın yanı başından başka bir cürüm işlemenin hakkını kazanmak için bu son cinayete karar vermiştim. Bir cinayet daha ve artık tamam olacak.

Gürültü ile yağmur yağıyordu. Fırtına kopuyordu ve bununla beraber ben dünyada yalnız Mathilde’in hafif solumasından başka bir şey duymuyordum. Çekimser ellerim karanlıkta ilerlediler.

O mırıldanarak: “Her vakitten beri!” dedi. “Ya sen?”

Onu kollarımın içine aldım. Başımızın üstündeki ağır ayak sesinden şaşırmıştım: Adila… Hemen Adila’yı baştan defedip kurtulmak… Bir an daha kararsızlıkta kalamazdım. Mathilde’i hafifçe bıraktım ve odasına gidip beni beklemesini söyledim.

Adila’nın yanına bir hırsız gibi kapıyı vurmadan girdim. Tespih çekerek boydan boya geziniyordu: Avluda işittiğimiz gürültü onun bu gezinmesinden geliyordu. Ocağın üzerinde mumlar yanmıştı. Beni görünce sıkıldı ve durdu. Tespihi bileğinin etrafına sarmıştı.

“Yemekten evvel seninle konuşmak istiyordum.” Sesim ne kadar tatlıydı! O kadar ki tatlılığı beni bile şaşırtıyordu. “Dünkü konuşmamızdan beri düşündüm. Sana hayli fenalık ettim. Zavallı Adilacığım! Bu evlenme bir delilik olacak.”

Usanmış gibi bir harekette bulundu.

“Tekrar bu konuya gelmek neye yarar? Aramızda her şey söylendi.”

Hiddet başıma çıktı ve kekeleyerek dedim ki:

“Ya ben? Bu işte ben ne oluyorum? Ya benim saadetim ne oluyor?”

Adila dönmüştü ve derin bir dikkatle beni inceliyordu.

“Senin saadetin mi? Benim servetim, benim topraklarım.”

Bu sözleri nasıl alakasız bir sesle söylüyordu. Onun parasıyla eğlendiğimi söyledim. Birdenbire kendimi tutmaya çalıştım:

“Ben de seninki kadar ve hatta seninkinden daha güzel bir mülk alabilirim. Aynı zamanda bir kadınla evleneceğim ki… Olmayacak…” Burada kullandığım kelime edebe aykırı tabirlerden biriydi. Bu bana bazen vaki olur. Hâlbuki tabiatm bunlardan ürker. Bununla beraber bazı ahvalde dudaklarımdan neler çıktığını tahmin edemezsiniz.

Adila titrek bir sesle sordu:

“Hangi kadın? Mathilde mi? Bundan şüpheleniyordum.” dedi ve acı bir tavırla ilave etti. “Bunun böyle olacağını hissediyordum.”

Sonra pek sükûnetle: “Öyle ise, hayır, yavrum, bundan vazgeçmeli.”

“Beni kim zorlar?” diye mırıldandığımdan dolayı bunun için vasıtaları olduğunu söyledi.

“Amma yaptın! Sen kendi kendini mahvederdin…”

Hiddetin son derecesine gelmiştim. O, bunun tesirlerine sık sık düçar olurdu. Dayandı ve bakışıma karşı durdu:

“Artık beni korkutmuyorsun. Ben her şeye hazırım. Beni iyi dinle: İktiza ederse ben kendim Mathilde’i kurtarmayı lezzetle üstüme alacağım. Lakin sen hâlâ anlamamışsın ki benim artık ne kaybedecek, ne kazanacak bir şeyim kalmamıştır. Her şeyi kaybetmiş veya kazanmışımdır. Sen bana artık ne iyi ne fena bir şey yapamazsın!”

Ellerimi kalın beyaz boynunun hizasına kaldırdım:

“Ya bundan, bundan da korkmaz mısın?”

Başını salladı:

“Hayır Gabriel, çünkü sen de çok korkuyorsun…”

Odadan çıkıyordu. Üzerine atılmakta tereddüt ettim. Merdivenin sahanlığına kadar gitti. Fakat başlangıç zannettiğim gibi bu benden kaçmak için değildi; çünkü onun hızlı hızlı Mathilde’i çağırdığını işittim.

Küçüğün hafif adımı basamakları çatırdattı. Ben ocaktan mümkün olduğu kadar uzakta duruyordun. Mathilde girdiği vakit beni görmedi. Sesini işittim:

“Orada mısın Gabriel?”

Bu sırada Adila kapıyı kapamıştı.

“Gabriel de ben de sana büyük bir haber vermekte daha fazla gecikemeyiz… Gabriel bunu sen kendin Mathilde’e haber vereceğini vadetmiştin.”

Genç kız başta aramızda geçenleri teyze kızına anlatmış olduğumu ve Adila kendinin de nişanlandığını bildirerek böyle cevap vermiş olduğunu zannetti.

Mathilde gülerek: “Her birimiz bir taraftan saadete nail olduk. Fakat Adila çabuk nişanlının ismini söyle… Ben tanıyor muyum?”

“Güzelim anlamıyor musun? Burada odanın içinde duruyor…”

İhtiyatlı konuşuyordu. Mathilde tekrar tekrar:

“Ne? Bu bir latife mi?” dediğini rüyada gibi işitiyordum.

Bunun bitmesini bekliyordum. Ne zaman ki genç kız bana hitap etti:

“Bu doğru değil, değil mi Gabriel?”

Kekeledim:

“Ümit ederim ki doğru değildir…”

O vakit Adila bir ders okur gibi mutedil bir sesle benim inkâr edemeyeceğimi, ikimizin de birbirimize söz vermiş olduğumuzu temin etti.

Mathilde bana yavaşça soruyordu:

“Seninle eğleniyor mu? Cevap ver! Cevap versene!”

Ben belirsiz bir ret hareketi yaptım. Mathilde’in kesik kesik sözlerini onların manasını anlamaksızın işitiyordum.

Şuursuz uzun bir zamandan sonra kesik bir sesle onun ne demek istediğini anladım:

“Her şey anlaşıldı: Sen benim bu kadar budala olacağımı zannetmiyordun. Hâlbuki onun başarısından emindin… Mühim olan senin aileye kabulündü. Sen bu hesabı yaptın ha Gabriel? Sen bu hesabı yapabildin!”

Mathilde’in “Kim seni buna muktedir zannederdi…” dediği vakit Adila’nın bakışını asla unutamayacağım.

Gerçi benim hayatımı tanıyan herkes için Mathilde’in hiddet ve alınganlığına gülmeden katılmamak mümkün değildi.

“Korkma, onu elinden almaya kalkmayacağım!” diye haykırıyordu. “Sen de bilirsin ki bu kolay bir şeydir! Lakin onu iyi sakla ihtiyar kadınım.”

Adila bu sırada duvardan ayrıldı ve gözleri yarı kapalı çabucak dedi:

“Maksat ben değilim… Fakat bizim bir ufak oğlumuz var. Adı Andrés’tir. Beş yaşındadır.”

Mathilde şaşkın bir tavırla mırıldanıyordu: “Sen… Bir çocuk?” ve gülüyordu.

Nihayet sallana sallana odadan çıktı ve koridorda düştüğünü işittik. Ben atıldım. Ancak Adila beni sertçe itti. Bu dakikada ona meydan okumak tehlikeli olurdu. Teyzesinin kızının yanında diz çökmüş, onun başını tutuyordu. Ben onu o hâlde bıraktım ve arkama dönmeksizin merdiveni indim. Ayaklarımın altında su birikintilerinin soğuğunu hissediyordum. Yolun beyazlığı önümü aydınlatıyordu. Fakat bazen onu kaybediyor ve çamlara çarpıyordum. Şüphesiz bu an, hayatımın kendimi öldürmeye en müsait anlarından biri oldu. Fakat içimden sabırsız bir ses, sanki beni orada görmeyi ümit etmeyen birinin sesi “Hayır, sen çok korkaksın!” diye tekrarlıyordu. Çünkü benim alçak ve yüreksiz olduğum doğrudur ve bizim bütün kötülüklerimiz arasında özellikle bunun bizi kurtardığı vakidir. Gece ıslanmış, karnım aç, ellerim kanlı. Fakat kendim heyhat! Canlı… Pek canlı olarak döndüm.

Rahip Efendi acele etmeliyim, yoksa sonuna kadar beni takip edecek kuvvetiniz olmayacaktır. Ertesi gün Mathilde tekrar gitti. Adila yine Liogeats’te bulduğum kayıtsız, muti, mütevekkil kız olmuştu. Lakin evlenme merasimimiz köyde icra olunamadı: Dul kadınlar ve harp malulleri tarafından dehşetli mektuplar aldım. Şatonun penceresi altında gürültü patırtı yaptılar. Geceleyin otomobille kaçmaya ve bir uzak istasyondan şimendifere binmeye mecbur oldum. Adila Paris’te beni buldu; orada yalnız şahitlerimizin huzurunda evlendik. Birkaç hafta sonra Mathilde de Symphorien Desbats ile evleniyordu.

Evlenmede mallara iştirak usulünü istemiştim. Adila her istediğimi körü körüne kabul ediyordu. Andrés’in menfaatlerini düşünmeksizin ormanlarından bir kısmını kestirip paraya çevirmeye ve parayı benim adıma yatırmaya razı oldu. Örneğini verdiğim bir vasiyetnameyi imzaladı. Bununla beraber onun öleceğini hiçbir şey ihsas etmiyordu. Bahusus zannetmeyiniz… Benden şüphe etmeyiniz… Mütarekeden bir sene sonra gribe yakalandı ve hastalığın geçtiği gibi göründüğü bir zamanda telef oldu. O sizin tabiriniz veçhile iyi bir ölümle öldü. Fakat büyük fikirler ve hisler açığa çıkmadı. Bununla beraber kapıdan bir iki söz işittim: Yalnız beni düşünüyordu, çocuğunun ismini bile telaffuz etmiyordu… İtiraf ediniz ki nefsini azaba sokarak, mağfirete nail olmak fikri ve zaten bize tabi olmayan bir hayatın bu suretle feda edilişi tuhaf bir itikattır… Lakin ihtimal ki hakikat gariptir… Onun ölümüne ağladığımı ve hâlâ onu hayatımdan çıkmamış canlı bir mahluk gibi düşündüğümü söylersem bana inanır mısınız?

Tabii, ben serbest kalınca Aline benimle evlenmek istedi. Küreğe gitmeyi buna tercih ederdim. O da bunu çabucak anladı. O vakit tehditleri amansız bir şekil aldı. Symphorien Desbats’a müracaata mecbur oldum.

Siz onu tanırsınız. O zaman da zaten hasta idi. O, amiyane tabirle, hayat içinde boğulmuyordu. Eğer Mathilde benimle evlenmiş olsaydı herhâlde aşkı tanırdı… Şüphesiz uyanış dehşetli olurdu. Lakin birkaç hafta, belki birkaç ay zarfında o, aşkın ne olduğunu öğrenirdi. Onun izdivaç hayatının nasıl olabildiğini anlarsınız. Bununla beraber bir kızı dünyaya geldi. Catherine ismindeki bu çocuk doğduğu vakit kendi yerinde başkasını buldu; gerçi Adila öldükten sonra Mathilde bana bir mektup yazarak küçük Andrés ile kendisinin seve seve meşgul olacağını bildirmişti. Ondan beri daima onun eteği altında yaşadı.

Symphorien Debats beni ilk görüşte anladı. Gerçi hile ve dolaplarıma vâkıf olacak derecede muktedir değildi. O hakikaten benim gibi bir adam tasavvur edemez. Beni sadece alçak takımı gördü. Fakat onu alakadar eden kısımda beni böyle hükmetmesi lazımdı. Kanun, bir koca lehinde bir oğulu mirastan ne kadar mahrum etmeye müsait ise ben Adda’dan o kadar miras yemiştim. Aline’in ısrarları ve itiraf etmeliyim ki sürdüğüm hayat – amma ne hayat – çamlarımdan ne kalmışsa başta en ihtiyarlarını ve sonra en verimli olanlarını kesmeye beni mecbur ettiler. Bir gün Symphorien Debats beni Paris’te ziyarete geldi. Bana arazimi harap ettiğimi ve idare şeklini değiştirirsem bana yeterli bir gelir temin edeceğini söyledi. Öncelikle istediğim bütün parayı bana peşin verdi. Kendi ormanına bitişik olan benim ormanımı satın almak için çevirdiği dolaplardan size bahsetmeyeceğim. Andrés büyüdükçe o bir vasıta kullandı ki şüphesiz beni kendi nazarımda haklı gösteriyordu… (Sanki benim huyumda bir mahlukun böyle bir tecrübeye ihtiyacı vardı! Evet, oğlumdan bahsolunduğu vakit benim buna ihtiyacım vardır…) Özellikle karısı Mathilde’i teskin ediyordu. Çünkü Mathilde bana karşı Andrés’in hukukunu sanki kendi çocuğu imiş gibi koruyordu. Bugün Andrés’i öz kızı Catherine’e tercih ettiğini siz de iyi bilirsiniz. Kocasının benim daima paraya olan ihtiyacımı vesile ederek beni soyduğunu gördükçe ona karşı ne kadar kızdığını hatırlarım.

Fakat Debats arazimi ilk zuhur edecek talibe satmaktan kimsenin beni menedemeyeceğini söyleyerek onu susturdu. Ailenin elinden çıkarmaması daha hayırlı olurdu. Andrés’in zarar görmemesi için onu Catherine’e nişanlamaktan başka yapılacak bir şey yoktu. Bu suretle babası tarafından para karşılığında elden çıkarılmış olan mallarını izdivaç sebebiyle tekrar ele geçirecekti. Bu hesap anlamsız görünmüyordu. Çünkü Andrés ile Catherine, çocukluklarında birbirinden ayrılmazdılar. O hâlde Symphorien Desbats’ın hüsnüniyeti şüphe götürmezdi: Onun araziye muhabbeti ifraz ve taksimlerden dehşetine mucip oluyordu. Bizde de önceleri bu his, akraba arasında birçok izdivaca sebep olmuştu. Kısaca arazinin aile elinden çıkmaması için o bana bedellerini ödüyordu. Andrés de daha sonra bu araziye mutasarrıf olabilecekti.

Bu suretle Debats yavaş yavaş elimdekilerin hepsini almak için karısının ses çıkarmamasını emniyet altına almıştı. Andrés henüz Cernes ve Balizau çiftliklerine mutasarrıftı. Bunları annesinden miras almıştı ve onlarda benim hiç hakkım yoktu. Debats hakikaten çocuklarımızın evlenmelerine karar vermişse niçin Andrés’in elinde kalan bu son parçaya da göz dikmişti? Esasen evlendiği vakit oğlumun getireceği malı teşkil edecek olan bu arazinin mal etmesini temin için niye birçok vergi vermeliydi? İşte itiraf ediyorum ki benim zihnimi karıştıran bu idi. Yarı kötürüm olduğundan beri onun arazi muhabbeti merak derecesine vardığını ve bu hususta hiçbir söz dinlemediğini biliyordum. O hatta çocuklarımızın evlenmelerinin ancak bu iş bittikten sonra yapılabileceğini söylüyor. Velhasıl Andrés’i bunları satmaya ikna etmem için üzerime düşüyordu. Hâlbuki Rahip Efendi, biliyor musunuz, ben ki şimdi tanıdığınız babayım, doğumundan beri ilgi göstermediğim bu çocuk üzerinde çok nüfuzum vardır. O beni hakikatte ondan çaldığım parayı almak için Liogeats’e geldiğim vakit ancak görmüştü. Oğluma da kendimi beğendirdim. O benim son zaferimdir ve diğerleri gibi ondan istifade ediyorum, yalnız onu seviyorum.

Ben ne istersem o yapar, gerçi toprağa o da bağlıdır, fakat alçakça değil. Onda mülkiyet istidadı yoktur ve validesi ona çiftliklere alakadar olma ihsanını vermiştir. Onlarla meşgul oluyor ve Debats’ın garezkârane bir tavırla söylediği gibi onların tarafında bulunuyor… Çünkü kendi isteğiyle Symphorien Debats’ın çiftlik kâhyası olmuştur. Du Buch arazisinin büyük kısmına tasarruf ettiğine kanaat etmeyen bu tilki, bu ailenin son erkek neslini bir hizmetkâr gibi kullanıyor. Andrés buna tahammül ediyor, çünkü kendini şimdiden Catherine’in kocası sanıyor. Bunu kolaylıkla bir hasta merakı diye hayal ettiği cihetle Balizau ile Cernes’in vergilerini arttırmamak için onları müstakbeldeki kayınpederine mümkün olduğu kadar ucuz satmayı kabul edecekti. Desbats bu iş bittikten sonra hemen düğün gününü tayin edeceğine yemin ediyor, fakat ben onları muhafaza etmesini istiyorum Rahip Efendi. Biliyorum ki eğer iş olursa ben bir komisyon alacağım; Debats bana bir kıymet söyledi. Küçük de benim büyük müşkülat içinde olduğumu bildiğinden satış parasını bana avans vermeyi vadetti. Ona yüzde beş vereceğim. Ancak bunun bir tuzak olmadığını ve Andrés’i soyup soğana çevirdikten sonra ihtiyarın onu damat yapacağını kim bana temin eder? Bu adamın vaatleri noterde imza edilmiş olmadıkça ne kıymete haizdir? Yalnız ben her zamankinden ziyade Aline tarafından rahatsız ediliyorum. Senelerce çok emeğim bulundu, fakat ihtiyarlıyorum, aydan aya, haftadan haftaya ihtiyarlıyorum. Ne olursa olsun küçüğü soymayacağım… Balizaou ile Cernes’i elden çıkarmasın. Hiç olmazsa düğününün ertesi gününe kadar saklasın. Bu iyi sıçramak için geri geri gitmeye benzer: Ben komisyonumu ve Andrés’in ikraz edeceği parayı aldıktan sonra artık bekleyeceğim bir şey kalmaz… Debats’a kendimi teslim etmekten başka bir şey kalmaz. O belki Aline’den daha kuvvetli çıkar. Tevdi ettiğim esrarı beni mahvetmek için kullanmasa bile izdivacı yapmamaya bunda bir vesile bulur… Rahip Efendi siz yalnız, siz yalnız…

Bu şeyleri size yazmak ne cesaret! Bu vahşete sonuna kadar tahammül edebileceğinizi zannetmek ne hodbinlik! Mamafih beni okuyacağınızdan, şiddetle ileri gitmekte devam edeceğinizden asla şüphe etmem. Siz ki herkes gibi hükmetmezsiniz. Çünkü dünya adamı değilsiniz, siz ki temeli ve sebebi bilirsiniz, daha doğrusu hakiki illetleri ve derin sebepleri bizim anlamadığımızı bilirsiniz. Bu alçaklığın benim kuvvetimin fevkinde olduğunu, küçük Gabriel Gradére ile onun hayatının başlangıcında ona tayin ve tahsis edilen rol arasında fevkalade nispetsizlik olduğunu anlamışsınızdır. Evet, ben bir rol oynuyorum ki bunun için yaratılmışımdır: İnsani olmayan bu yükün altında eziliyorum. Birinin yardımına muhtacım ve yalnız siz…

Бесплатный фрагмент закончился.

399 ₽
210,85 ₽