promo_banner

Реклама

Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «1984», страница 2

Шрифт:

Tam o sırada herkes derin, yavaş ve ritmik bir şekilde “B-B! … B-B!” diye defalarca slogan atmaya başladı. İlk “B” ile ikinci “B” arasında uzunca bir duraksama vardı. Ağır, mırıltılı bir ses çıkarıyorlardı. Tuhaf bir yabanilik vardı bu seste ve arka planda çıplak ayakların çıkardığı, tamtam seslerine benzer bir şeyler duyulur gibiydi. Bu sesler, yaklaşık otuz saniye kadar devam etti. Yoğun duygusallık anlarında duyulan bir nakarata aitti sesler. Büyük Birader’in bilgeliğine ve azametine övgüler dizen bir methiyeydi kısmen. Ancak asıl özelliği, ritmik gürültü aracılığı ile bilinci boğma ve kendi kendini hipnotize etme eylemi olmasıydı. Winston’ın iç organları üşür gibiydi. İki Dakikalık Nefret sırasında meydana gelen hezeyana dâhil olmaktan kendini alamasa da “B-B! … B-B!” şeklindeki ilkel insan haykırışı, içini her zaman dehşetle doldururdu. Tabii ki diğerleriyle birlikte slogan atıyordu o da. Aksini yapmak zaten imkânsızdı. Hislerini gizlemek, yüzünü kontrol etmek ve diğerlerinin yaptıklarını yapmak, içgüdüsel bir tepkiydi. Ancak gözlerinde birkaç saniyeliğine beliren bir ifade, kendisini eleverebilirdi. Ve her şey tam olarak o anda gerçekleşmişti. Tabii eğer gerçekleştiyse.

Bir an için O’Brien’la göz göze geldi. O’Brien, ayakta duruyordu ve kendine özgü o hareketiyle gözlüğünü burnuna yerleştirmekle meşguldü. Ancak saniyenin onda biri kadar bir süre boyunca göz göze geldiklerinde, -ki bu süre Winston’ın her şeyi anlamasına yetecek bir süreydi- evet, ANLAMIŞTI! O’Brien’ın da kendisiyle aynı şeyleri düşündüğünü anlamıştı. Yanlış anlaşılması mümkün olmayan bir mesaj iletilmişti. Sanki ikisinin de zihinleri açılmıştı ve düşüncelerini, gözleri aracılığıyla birbirlerine aktarıyorlardı. Sanki O’Brien, “Ben seninleyim.” der gibiydi. “Ne hissettiğini çok iyi anlıyorum. İçindeki küçümseme duygusunu, nefretini, iğrenmeni anlıyorum. Ama merak etme, ben senin tarafındayım!” İşte bu anlık düşünce parlaması kayboldu ve O’Brien’ın yüzü, diğer herkeste olduğu gibi gizemli bir hâl aldı.

Her şey bu kadardı ve Winston, bu şeyin olup olmadığından şüphe duymaya çoktan başlamıştı. Böyle olayları takip eden ikinci bir şey, hiç yaşanmıyordu. Zaten kendisinden başka birilerinin de Parti’nin düşmanı olduğuna dair içindeki inancı ya da umudu canlı tutma dışında bir işe yaradıkları da yoktu. Belki de yeraltı komplolarının varlığına dair dedikodular doğruydu. Belki de Kardeşlik gerçekten de vardı! Bitmez tükenmez tutuklamalara, itiraflara ve infazlara rağmen Kardeşlik’in sadece bir efsaneden ibaret olması da imkânsızdı. Bazı günlerde buna inanırdı. Bazı günlerde inanmazdı. Ortada hiçbir delil yoktu. Her türlü anlam çıkarılabilecek ya da tamamen anlamsız olan anlık şeyler vardı sadece. Kulak misafiri olduğu konuşmalardan parçalar, lavabo duvarlarındaki belli belirsiz karalamalar ve hatta iki yabancı bir araya geldiğinde, birbirlerini tanıdıklarının işareti olabilecek küçük el hareketleri vardı. Tüm bunlar sadece tahminden ibaretti. Her şeyin hayal gücünde yaşanıyor olması mümkündü. O’Brien’a bir kez daha bakmadan kendi bölmesine gitti. Anlık iletişimlerini devam ettirme fikri aklının ucundan bile geçmedi. İletişim teşebbüsünde nasıl bulunacağını bilse dahi bu inanılmaz tehlikeli olurdu. Bir ya da iki saniyeliğine kaçamak bir bakışları olmuştu ve her şey bundan ibaretti. Ancak insanın yaşamaya mahkûm olduğu yalnızlığın içinde bu bile hatırlamaya değer bir olaydı.

Winston, doğrulduktan sonra daha dik oturdu. Geğirdi. Midesine indirdiği cini kusacak gibi olmuştu.

Gözleri tekrar sayfaya odaklandı. Çaresizce hülyalara daldığı sırada, yazmaya da devam ettiğini fark etti. Otomatik bir hareketle yazıyordu. Üstelik eskiden olduğu gibi okunaksız ve biçimsiz de değildi el yazısı. Kalemi, pürüzsüz kâğıdın üzerinde keyifle kayıyordu. Büyük ve düzgün harflerle aynı şeyi defalarca yazmış ve sayfanın yarısını doldurmuştu:

BÜYÜK BİRADER’E LANET OLSUN

BÜYÜK BİRADER’E LANET OLSUN

BÜYÜK BİRADER’E LANET OLSUN

BÜYÜK BİRADER’E LANET OLSUN

BÜYÜK BİRADER’E LANET OLSUN

Paniklemekten kendini alamadı. Bu durum ise oldukça saçmaydı çünkü defalarca yazdığı bu cümle, günlük tutma eyleminden daha tehlikeli değildi. Ancak bir an için yazdığı sayfaları yırtmayı ve bu girişimi tamamen bırakmayı düşündü.

Ancak bunu yapmadı. Çünkü bunu yapmanın faydasız olacağını biliyordu. BÜYÜK BİRADER’E LANET OLSUN yazmış olması ya da bunu yazmaktan kaçınmasının arasında hiçbir fark yoktu. Düşünce Polisi, her türlü onu ele geçirecekti. Düşüncesuçu denilen suçu işlemişti ve kalemi kâğıda değdirmese dahi bu suçu işlemiş olacaktı. Ne de olsa Düşüncesuçu diğerlerini de içinde barındıran, esas suçtu. Düşüncesuçu, sonsuza kadar saklanabilecek bir şey değildi. Bir süreliğine, saklamayı başarmış da olsanız, yıllar boyunca kaçmanın yolunu da bulsanız önünde sonunda sizi ele geçirmeleri kaçınılmazdı.

Hep gece gelirlerdi. Tutuklamalar her zaman gece yapılırdı. Omzunuz kaba bir el tarafından sarsılır, uykunuzdan irkilerek ansızın uyandırılırdınız. Gözlerinize ışık tutulurdu ve sert yüzlü bir sürü insan, yatağınızın etrafına dizilirdi. Bu tür olayların çoğunda, ne mahkeme ne belge ne de tutuklama olurdu. İnsanlar, kısaca kaybolurlardı ve bu iş her zaman gece yapılırdı. İsminiz kayıtlardan silinir, yaptığınız şeylere dair tüm belgeler yok edilirdi. Tek seferlik varlığınız önce inkâr edilip sonra unutulurdu. Ortadan kaldırılır, imha edilirdiniz. Yaygın tabirle BUHARLAŞIRDINIZ. Bir an için bir tür histeriye yakalandı. Aceleci ve düzensiz bir el yazısıyla şunları yazmaya başladı. beni vuracaklar beni ensemden vurmaları umurumda değil büyük birader umurumda değil insanı hep ensesinden vuruyorlar umurumda değil büyük biradere lanet olsun. Arkasına yaslandı. Kendinden utanır gibi olmuştu, kalemi bıraktı. Bir sonraki saniye çılgınca bir ürperti geçti içinden. Kapı çalıyordu. Ne kadar da çabuk! Kapıdaki kişinin fazla ısrarcı olmadan gitme ihtimaline karşı beslediği beyhude ümitle kılını bile kıpırdatmadan oturdu. Ancak ümit ettiği gibi olmamıştı. Kapı bir kez daha çaldı. Olabilecek en kötü şey ertelemekti. Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi küt küt atıyordu ancak yüzü, uzun süreli alışkanlığından kaynaklı olarak muhtemelen ifadesizdi. Ayağa kalktı ve ağır ağır kapıya yürüdü.

2

Elini kapı koluna koyduğu anda, günlüğü masanın üzerinde açık hâlde bıraktığını hatırladı. Odanın ucundan dahi okunması mümkün olacak şekilde, iri harflerle BÜYÜK BİRADER’E LANET OLSUN yazıyordu sayfanın her yerinde. Bu akla hayale gelmez türden bir aptallıktı. Ancak paniklediği anda dahi mürekkep ıslakken sayfayı kapatarak kâğıdı lekelemek istemediğini fark etmişti.

Nefesini tutup kapıyı açtı. Sıcacık bir rahatlama dalgası kapladı derhâl içini. Renksiz, ezilmiş görünüşlü, seyrek saçlı, buruşuk yüzlü bir kadın vardı karşısında.

“Ah yoldaş!..” diye konuşmaya başladı sızlanmayı andıran korkunç sesiyle. “Geldiğini sanmıştım da… Bize bir gelip de mutfak lavabosuna baksan olmaz mı? Tıkanmış bir de…”

Kendisiyle aynı katta oturan komşularından birinin eşi olan, Bayan Parsons’dı bu kadın. (“Bayan” kelimesi, Parti’nin hoş karşılamadığı bir kelimeydi. Herkese “yoldaş” diye hitap etmek gerekiyordu. Ancak insanlar, bazı kadınlar söz konusu olduğunda bu kelimeyi içgüdüsel olarak kullanıyorlardı.) Otuz yaşlarında bir kadındı ancak olduğundan çok daha yaşlı gösteriyordu. Yüzündeki kırışıklıkların arasında toz olduğu izlenimine kapılmamak elde değildi. Winston onu koridor boyunca takip etti. Amatör tamir işleri, sürekli asap bozardı. Zafer Köşkleri eski evlerden oluşuyordu. 1930’lu yıllarda yapılmışlardı ve parça parça dökülmek üzerelerdi. Tavanları ve duvarları kaplayan sıvalar, yer yer dökülürdü. Ne zaman sert bir ayaz olsa borular patlardı. Kar yağdığında çatı akardı ve ısıtma sistemi genellikle yarı performansla çalıştırılırdı. Tabii ekonomik önlemlerden dolayı tamamen kapatılmadıysa… Kendi imkânlarınızla yapamayacağınız tamirat işleri için uzaktaki komitelerden izin almak gerekiyordu. Tek bir pencere panelini yaptırmanın iki yılı bulduğu oluyordu.

“Tom evde yok tabii…” dedi Bayan Parsons belli belirsiz bir şekilde.

Parsonsların evi, Winston’ın evinden daha büyük ve daha köhneydi. Eve dair her şeyin kocaman bir yaban hayvanı tarafından ziyaret edilmişçesine hırpalanmış, tepelenmiş bir görüntüsü vardı. Spor takımları, hokey sopaları, boks eldivenleri ve ters yüz edilmiş terli bir şort zeminde öylece duruyordu. Masanın üzerinde ise kirli tabaklardan oluşan bir dağınıklık ve sayfaları bükülmüş alıştırma defterleri vardı. Duvarlarda Gençlik Birliği’ne ve Casuslara ait kızıl kuşaklar asılmıştı. Bir de Büyük Birader’in tam boy posteri vardı. Tüm binada mevcut bulunan kaynamış lahana kokusu, burada da vardı. Ancak bu kokuya bir de kesif ter kokusu eklenmişti. Bu kokuyu ilk seferde alan kişi, nasıl olduğu bilinmez bir şekilde, kokunun o sırada orada olmayan birine ait olduğunu anlayabilirdi. Diğer odada ise tarak ve bir parça tuvalet kâğıdı ile birlikte tele-ekrandan gelen askerî müziğin ritmini tutturmaya çalışan biri vardı.

“Çocuklar…” dedi Bayan Parsons kapıya yarı endişeli bir bakış atarak. “Bugün dışarı çıkmadılar da… E hâliyle…”

Cümlelerini hep yarıda kesmek gibi bir huyu vardı. Mutfak lavabosu lahanadan bile kötü kokan, yeşil renkli pis suyla neredeyse ağzına kadar doluydu. Yere çöken Winston, borunun köşe eklemini incelemeye başladı. Ellerini kullanmaktan nefret ederdi. Öksürüğünü tetiklediği için de eğilmekten nefret ederdi. Bayan Parsons çaresizce baktı.

“Tabii Tom evde değil şu anda.” dedi. “Böyle şeyleri pek sever. Tom ellerini çok iyi kullanır.”

Parsons, Winston’ın Gerçek Bakanlığı’ndaki çalışma arkadaşıydı. Hafif tombul ancak hareketli bir adamdı. Şaşılası bir ahmaklığı vardı. Budalaca coşkuların bir parçasıydı. Parti’nin bekasına, Düşünce Polisi’nden bile daha fazla bağlı olan, sorgusuz sualsiz itaat eden, adanmış kölelerden sadece biriydi. Otuz beş yaşına geldiğinde, Gençlik Birliği’nden gönülsüzce ayrılmaya mecbur kalmıştı ve Gençlik Birliği’ne katılmadan önce de Casusların arasında yaş sınırını bir yıl aşacak şekilde kalmıştı. Bakanlık’ta zekâ gerektirmeyen düşük seviyeli bir işte çalışsa da Spor Komitesi, toplu doğa yürüyüşleri, kendiliğinden gösteriler, tutumluluk kampanyaları ve gönüllülük esasına dayalı işlerden sorumlu diğer komitelerin önde gelen isimlerinden biriydi. Son dört yıl boyunca her akşam, Topluluk Merkezi’nde mevcut bulunduğunu piposundan çektiği nefeslerin arasında, sessiz bir gururla anlatırdı. Bunaltıcı bir ter kokusu gayretlerinin bilinçsiz bir şahidi misali, gittiği her yerde onu takip ederdi. Kendisi bulunduğu yerden ayrılsa bile kokusu öylece kalırdı.

“İngiliz anahtarı var mı?” dedi Winston eklem borusunun üzerindeki vida somunuyla oyalanırken.

“İngiliz anahtarı mı?” dedi cılız bir sesle. “Bilmiyorum ki. Belki de çocuklar…”

Çocuklar hızlıca oturma odasına dalarken botlarla yere vurma sesi geldi. Bayan Parsons İngiliz anahtarını getirince, Winston suyu tahliye etti ve boruyu tıkayan insan saçını tiksinerek çıkardı. Ellerini musluktan akan soğuk su yardımıyla mümkün mertebe temizledikten sonra diğer odaya geçti.

Vahşi bir ses:

“Eller yukarı!” diye haykırdı.

Dokuz yaşlarında yakışıklı ve sert görünümlü bir çocuk, elindeki oyuncak tabancayla masanın arkasından çıkıp onu tehdit etmeye çalışmıştı. Kendisinden iki yaş kadar küçük kız kardeşi de aynı hareketi, bir tahta parçasıyla yapıyordu. İkisi de Casusların üniforması olan mavi şort ve gri gömlek giyiyordu. Boyunlarının etrafına kırmızı bir boyunluk takmışlardı. Winston ellerini başının üzerine doğru kaldırırken içinde bir huzursuzluk vardı. Çocuğun davranışları o kadar saldırgandı ki sadece oyun oynamıyordu.

“Sen bir hainsin!” diye bağırdı çocuk. “Sen bir düşünce suçlususun! Sen bir Avrasya casususun. Seni buharlaştıracağım, tuz madenlerine yollayacağım!”

Aniden Winston’ın etrafında koşuşturmaya başladılar. “Hain!” ve “Düşünce suçlusu!” diye bağırıyorlardı. Küçük kız, ağabeyinin her hareketini taklit ediyordu. Bu durumda, hafif bir ürkütücülük vardı. Büyüdüğünde insan yiyici olacak yavru kaplanların, oyun oynamasına benziyordu. Oğlan çocuğunun gözlerinde hesaplı bir gaddarlık vardı. Winston’a vurma isteğini açık seçik belli ediyordu ve bu isteğini hayata geçirebilecek büyüklüğe yakın olduğunun farkındaydı. Winston, çocuğun elinde gerçek bir tabanca olmamasının şans olduğunu düşündü.

Bayan Parsons’ın gözleri Winston’dan hızlıca çocuklara kaydı. Sonra bir kez daha Winston’a baktı. Oturma odasının aydınlığında fark ettiği üzere Bayan Parsons’ın yüzündeki kırışıklıklarda toz vardı.

“Çok gürültücü oluyorlar bazen.” dedi Bayan Parsons. “İdamı göremedikleri için üzüldüler. Ben onları götüremeyecek kadar meşgulüm. Tom da vakitlice dönemeyecek işten.”

“Neden idamı görmeye gidemiyoruz ki?” diye kükredi erkek çocuğu.

“İdamı görmek istiyorum! İdamı görmek istiyorum!” diye tutturdu küçük kız çocuğu atlayıp zıplarken.

Bazı Avrasyalı savaş suçlularının o akşam Park’ta asılacaklarını hatırladı Winston. Ayda bir gerçekleştirilen idamlar, popüler gösterilerdendi. Çocuklar, idamı görmeye götürülmek için yaygara koparırlardı hep. Bayan Parsons’tan müsaade isteyip kapıya yöneldi. Koridorda altı adım anca atmıştı ki ensesine aldığı darbenin müthiş acısını hissetti. Sanki kızgın bir tel saplanıyordu içine. Tam arkasını dönmüştü ki Bayan Parsons’ın oğlunu sürükleyerek evin içine sokmaya çalıştığını gördü. Bu arada çocuk sapanını cebine sokuyordu.

“Goldstein!” diye böğürdü çocuk kapı kapanırken. Ancak Winston’ı asıl korkutan, kadının gri yüzündeki çaresiz dehşet ifadesiydi.

Kendi dairesine döner dönmez, aceleyle tele-ekranın yanından geçip masaya oturdu. Hâlâ ensesini ovuyordu. Tele-ekrandan gelen müzik durmuştu. Kesik kesik konuşan askerî bir ses, İzlanda ve Faroe Adaları arasına demir atmış yüzen kalenin silah donanımını gaddarca bir zevk alırcasına okuyordu.

Zavallı kadıncağızın, o çocuklar yüzünden dehşet dolu bir hayat sürdüğünü düşündü. Belki bir belki iki yıl sonra herhangi bir sıra dışılık belirtisini tespit etmek üzere kadını gece gündüz izlemeye başlayacaklardı büyük ihtimalle. O günlerde, neredeyse tüm çocuklar korkunçtu. En kötüsü de Casuslar gibi topluluklar aracılığıyla çocukları, başa çıkılamaz minik canavarlara dönüştürüyor olmalarıydı. Yine de bu sistematik çaba, çocukların Parti disiplinine karşı herhangi bir itaatsizlik yapma eğiliminde bulunmalarına sebep olmuyordu. Tam tersine Parti’ye ve Parti’yle alakalı her şeye âdeta tapıyorlardı. Şarkılar, yürüyüş alayları, bayraklar, doğa yürüyüşleri, oyuncak silahlarla yapılan atış talimleri, sloganlar ve Büyük Birader’e tapınma, onlar için müthiş bir oyundu. Tüm vahşetlerini devlet düşmanlarına, yabancılara, hainlere, sabotajcılara ve düşünce suçlularına yöneltmişlerdi. Yaşı otuzu geçen herkesin, kendi çocuklarından korkmaları olağan bir şeydi. Times gazetesinde ufak bir ispiyoncunun, genelde “çocuk kahraman” tabiri kullanılırdı. Kulak misafiri oldukları uygunsuz durumları yetkililere ihbar ettiği bir yazıya, hemen hemen her hafta rastlanıyor olması da bu korkularını haklı çıkaran şeylerden biriydi.

Sapan mermisinin acısı geçmişti. Kalemi gönülsüzce eline aldı. Günlüğe yazabileceği başka bir şeyi olup olmadığını merak ediyordu. Bir kez daha O’Brien’ı düşünmeye başladı.

Yıllar önce… Ne kadar önceydi acaba? Muhtemelen yedi yıl olmalıydı, rüyasında zifirî karanlık bir odaya girdiğini görmüştü. Odadan geçerken yan tarafında oturan biri ona, “Karanlığın olmadığı yerde buluşacağız.” demişti sessizce, üstelik de rahatça. Bu cümle bir emir değildi. Sadece bir durum bildirimiydi. Durmadan yürümeye devam etti. Tuhaf olan şey ise rüya gördüğü sırada bu sözlerin, kendisini çok da etkilememiş olmasıydı. Bu ifadenin önemini, zaman geçtikçe yavaş yavaş anlamaya başlamıştı. O’Brien’ı ilk görüşünün bu rüyadan önce mi sonra mı olduğunu hatırlayamıyordu. Bu sesin O’Brien’a ait olduğunu, ilk ne zaman fark ettiğini de bilmiyordu. Ancak önünde sonunda, sesin kime ait olduğunu çözmüştü. Rüyasındaki karanlıkta kendisiyle konuşan kişi, O’Brien’dı.

Winston, o sabahki anlık bakışmalarından sonra bile O’Brien’ın dost mu düşman mı olduğundan bir türlü emin olamamıştı. Dahası bu durum çok da önem arz etmiyor gibiydi. Aralarında bir anlaşma bağı vardı ve bu sevgiden ya da partizanlıktan daha önemliydi. “Karanlığın olmadığı yerde buluşacağız.” demişti. Winston, bunun ne anlama geldiğini bilemiyordu. Tek bildiği, öyle ya da böyle bunun gerçekleşecek olmasıydı.

Tele-ekrandan gelen ses durdu. Ruhsuz havada berrak ve güzel bir boru sesi süzülmeye başladı. Askerî ses gıcırdayarak devam etti:

“Dikkat! Dikkat! Malabar cephesinden yeni bir haber var. Güney Hindistan’daki kuvvetlerimiz görkemli bir zafer kazandı. Bu durumun savaşı bitirmede, önemli bir mesafe katedeceği söylenebilir. Bu habere göre…”

Kötü haberler geliyor, diye düşündü Winston. Avrasya ordusunun kanlı bir şekilde yok edilmesi tasviri ile birlikte açıklanan ölü ve esir sayısı sonrasında, kişi başına düşen çikolata payının otuz gramdan yirmi grama düşürüleceği ilan edildi.

Winston bir kez daha geğirdi. Cin, etkisini kaybetmeye başlamıştı, arkasından da bomboş bir his bırakmıştı. Tele-ekranda, “Yaşa sen Okyanusya” çalmaya başlaması, belki zaferi kutlamak belki de kaybedilen çikolata miktarını hafızalardan silmek içindi. Ancak sebebi her ne olursa olsun, ayağa kalkmak gerekiyordu. Ancak bulunduğu konumda görünmezdi.

“Yaşa sen Okyanusya” yerini daha hafif bir müziğe bıraktı. Winston pencereye doğru yürüdü ve tele-ekrana arkasını döndü. Gün, hâlâ soğuk ve berraktı. Uzaklarda bir yerlerde patlayan roket bombasının çıkardığı boğuk kükreme sesi yankılanmaya başladı. O sıralarda haftada yirmi otuz roket düşüyordu Londra’ya.

Caddedeki poster, rüzgârın etkisiyle açılıp kapandığında İNGSOS kelimesi bir görünüp bir kayboluyordu. İngsos. İngsos’un kutsal ilkeleri şu şekildeydi: Yenikonuş, çiftdüşün, geçmişin susturulabilirliği… Denizin dibindeki ormanlarda başıboş gezinir gibiydi. Kendisinin canavarın ta kendisi olduğu, canavarca bir dünyada kaybolmuş gibiydi. Yapayalnızdı. Geçmiş ölüydü ve gelecek hayal edilemezdi. Şu anda hayatta olan ve kendisiyle aynı fikirleri taşıyan bir tane bile insan olduğundan emin değildi. Parti’nin tahakkümünün SONSUZA kadar sürmeyeceğini nasıl bilebilirdi? Gerçek Bakanlığı’nın binasının beyaz yüzeyinde yazan üç slogan, bu sorusuna cevap verir gibiydi.

SAVAŞ BARIŞTIR
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
CAHİLLİK KUVVETTİR

Cebinden yirmi beş sent çıkardı. Aynı sloganlar, küçük ve net harflerle madenî paranın üzerine de işlenmişti. Paranın diğer yüzünde ise Büyük Birader’in başı vardı. Paranın üzerindeki gözler dahi bakan kişiyi takip eder gibiydi. Bu gözler bozuk paraların, pulların, kitap kapaklarının, bayrakların, posterlerin, sigara paketlerinin üzerindeydi. Kısacası her yerdeydi. Gözler, her zaman takipteydi. Ses de insanın etrafını sarıyordu. Uyurken, uyanıkken, çalışırken, yemek yerken, içeride, dışarıda, banyoda, yatakta her yerdeydi. Kafatasınızın içindeki birkaç santimetreküplük küçücük bir alan dışında, size ait olan hiçbir şey yoktu.

Güneş yerini değiştirmişti ve Gerçek Bakanlığı’nın çok sayıda penceresinin üzerine ışık vurmuyordu artık. Bu pencereler, bir kalenin mazgalları misali kasvetli görünüyorlardı. Piramit şeklindeki devasa yapının karşısında ümitsizliğe kapıldı. O kadar güçlüydü ki hücum etmek imkânsızdı. Bin tane roket bombası bile yıkmayı başaramazdı. Bu günlüğü kimin için yazdığını düşündü bir kez daha. Gelecek için, geçmiş için… Hayali bir çağ için… Karşısında duran şey ise ölüm değil, yok olmaydı. Günlük kül olacak, kendisi ise buharlaşacaktı. İçinde yazanları sadece Düşünce Polisi okuyacak. Okuduktan sonra da ortadan kaldıracaktı. Size dair tek bir izin, bir parça kâğıda isimsizce karalanmış birkaç sözün dahi fiziki olarak yaşamasının mümkün olmadığı bir dünyada, geleceğe nasıl seslenebilirsiniz ki?

Tele-ekranın saati on dördü vurdu. On dakika içinde çıkmak zorundaydı. On dört otuzda, işe dönmüş olmalıydı.

Nasıl olduysa saatin çalması, tuhaf bir şekilde onu yüreklendirmiş gibiydi. Kimsenin duymayacağı bir gerçeği söyleyen, yapayalnız bir hayaletti Winston. Ancak bu gerçeği söylemeye devam ettiği müddetçe, devamlılığı belirsiz bir şekilde de olsa kesilmemiş olacaktı. İnsanlığın mirasını taşımanın yolu, sesini duyurmaktan değil, aklını muhafaza etmekten geçiyordu. Tekrar masaya döndü. Kalemini mürekkebe batırdı ve şunları yazdı:

Geleceğe ya da geçmişe, düşüncenin özgür olduğu bir zamana. İnsanların birbirlerinden ayrı olduğu ve tek başına yaşamadığı zamana, gerçeğin var olduğu ve ortadan kaldırılamayacağı bir zamana:

Tekdüzeliğin çağından, yalnızlığın çağından, Büyük Birader’in çağından, çiftdüşünün çağından selamlar!

Çoktan öldüğünü düşündü. Asıl şimdi, yani düşüncelerini belirgin bir şekilde ifade etmeye başladığı anda, kesin bir adım attığını hissediyordu. Her eylemin sonucu, eylemin ta kendisine dâhildi. Şöyle yazdı:

Düşüncesuçu ölüme sebep olmaz. Düşüncesuçu ölümün ta KENDİSİDİR.

Artık kendisini ölü bir adam olarak görüyordu ve önemli olan şey, mümkün olduğunca hayatta kalmaktı. Sağ elindeki iki parmağında mürekkep lekesi vardı ve kendisini ele verecek olan işte böyle detaylardı. Bakanlık’taki işgüzar bir yobaz -muhtemelen bir kadın, ufak tefek açık kumral saçlı kadın ya da Kurgu Bölümü’ndeki siyah saçlı kız gibi biri- öğle arasında neden yazma gereği duyduğunu merak edebilirdi. Neden eski usul bir kalem kullanma gereği duyduğunu, NE yazdığını sorgulayabilirlerdi. Daha sonra gerekli yerlere çıtlatabilirlerdi. Banyoya gitti ve koyu kahverengi pütürlü sabunla elindeki mürekkebi dikkatlice ovaladı. Bu sabun cildini zımparalıyor gibiydi ve bu sebepten o anki amacına oldukça uygundu.

Günlüğü çekmeceye kaldırdı. Onu saklama düşüncesi, oldukça yersizdi. Ancak bu şekilde, en azından onu bulup bulmadıklarını anlayabilirdi. Sayfa arasına yerleştirilmiş bir saç teli, çok belli olurdu. Bunun yerine, beyazımsı tozdan bir tutam aldı ve kapağın köşesine sürdü, eğer kitap hareket ettirilirse toz dökülmüş olacaktı.

257 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
09 августа 2023
ISBN:
978-625-6486-13-3
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают

18+
Эксклюзив
Черновик
4,9
34
Эксклюзив
Черновик
4,7
234