promo_banner

Реклама

Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Gümüş Patenler»

Шрифт:

Mary Mapes Dodge, 1831’de New York’ta doğdu. Annesi Sophia Furman, babası ise mucit ve bilimadamı olan Prof. James Jay Mapes’tir.

20 yaşında, bir avukat olan William Dodge ile evlendi ve çiftin iki oğlu oldu. Yedi yıl süren birlikteliklerinden sonra aniden yalnız kalan Mary, The Working Farmer ve United States Journal dergilerinde yazar ve editör olarak işe başladı. Birkaç yıl sonra (1864) yazdığı hikâyeleri The Irvington Stories isimli kitapta topladı. Bu başarısının ardından dünya klasiklerinden sayılan Gümüş Patenler’i yazdı. Dergi editörlüğüne devam eden Mary’nin çocuklar için çıkardığı St. Nicholas Magazine dergisi kısa sürede başarıyı yakaladı.

21 Ağustos 1905’te New York’ta hayata gözlerini yumdu.

Fatma Yaşar, 1995 yılında Uşak’ta doğdu. Uşak Şehit Abdülkadir Kılavuz Anadolu Lisesi dil bölümü ve Hacettepe Üniversitesi İngilizce Mütercim-Tercümanlık Anabilim Dalı mezunudur. Serbest tercümanlık yapmaktadır.

Bu kitap, şükran ve sevgiyle babam

James J. Mapes’e adanmıştır.

ÖN SÖZ

Bu eser, bir gezi kitabının bilgilendirici niteliğine sahip bir aile öyküsüdür. Okuyacağınız sayfalarda Hollanda’nın kentlerine, geleneklerine, göreneklerine, insanlarına aşinalık kazanabilirsiniz. Anlatılan pek çok olay, gerçek hayattan esinlenilmiştir; Raff Brinker’in hikâyesi ise tamamıyla gerçeklere dayanmaktadır.

Hollanda tarihi, edebiyatı, sanatı üzerine engin bilgiye sahip, tanınmış yazarlara karşı sorumluluğumun bilincinde olarak, görmeden bakılan Brinker hanesinin gün ışığında ve de gecenin karanlığında yirmi sene önce nasıl göründüğünü tasvir etme konusunda özverilerini ve gayretlerini benden esirgemeyen sevgili Hollandalı arkadaşlarıma teşekkürü bir borç bilirim.

Bu anlatının ve Hollandalıların günlük yaşamlarından kesitler sunarak, genç okuyucularıma Hollanda ve sahip olduğu eşsiz güzellikler hakkında bir fikir vermesini ya da bu eseri kaleme almama neden olan, bu asil ve girişken insanlara ilişkin ön yargıların dağılmasına imkân sağlamasını umuyorum.

Bir ruhun dahi, Tanrı’nın inayetine, sevgisine, düğümlerle dola-şıklıklara karşın bir hayatı ilmek ilmek örmeye el verdiğine derin bir güven duymasını sağlarsa altın ipliğe halel gelmez, adıyla başlayıp adıyla biten dualar cevaplanır.

M. M. D.

HOLLANDA’DAN MEKTUP

Amsterdam, 30 Temmuz 1873

Evlerinde oturmuş, bu eseri okumaya başlayan Sevgili Gençler, Gümüş Patenler’in öyküsünün basılacağı kesinleştiğinden, Brinkerlerin topraklarından bir mektup almayı istersiniz diye düşünüyorum.

Bugün, benimle birlikte burada olabilseydiniz, bu güzelim Hollanda kentinde sizinle ne hoş yürüyüşlere çıkardık! Çatıları sokağa taşan yamuk evlere, pencerelerin dış kısmındaki eğimli aynalara, yollara düşmüş ahşap pabuçlarla köpek arabalarına, uzaktaki yel değirmenlerine, kocaman depolara, hem sokak hem nehir görevi gören kanallara, her yerde göze çarpan ağaçlarla serenlere bakardık. Ah, ne güzel olurdu! Fakat şimdi, muazzam bir otelde oturmuş, her işin altından maharetle kalkan Hollandalı ruhunun da sizi şu anda okyanusun karşısından bu yana getiremeyeceğinin bilincinde olarak bu güzellikleri tek başıma izliyorum. Hollanda kentlerini siz olmadan dolaşırken bana huzur veren bir şey varsa, o da aramızdan kimsenin kanala düşüvereceğinden endişe etmemize gerek olmaması. Buradaki hantal arabaların gülle gibi ağır tekerleri birbirlerinden öyle ayrı ki ya biriniz bunların altına düşüverseydi? Peki, haylaz evlatlarımdan biri kazara bir leyleğe zarar verse, Tanrı esirgesin tüm Hollanda peşimize düşerdi! Hayır. Her şey olduğu gibi güzel. Önünüzde uzanan güzelim ömrünüzde her birinizin buraya gelip, bu muhteşemliğe tanıklık edeceğinizden şüphe duymuyorum.

Hollanda, Hans ile Gretel’in yirmi sene evvel donmuş kanalda paten kaydığı vakitler kadar güzel şimdi de. Aslına bakarsanız, denizin bu memleketi yutuvermediği her bir günün mucizesiyle yavaş yavaş daha nefis bir güzelliğe kavuşuyor. Geçen senelerde, kentleri büyümüş, öbür milletlerle temaslarını artırdıkça tuhaflıklarının bir kısmı da törpülenmiş diyebiliriz; fakat, kendine özgülüğü, gözü pekliği ve her gün gelişen sanayisi ile mevzubahis olanın Hollanda olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Öyküde ayrıntısıyla yer aldığından, bu mektupta size kentlerinden, saraylarından, kiliselerinden, resim galerilerinden ya da müzelerinden bahsetmeyeceğim. Tek söylemek istediğim, içinde bulunduğumuz 1873 senesinde de, oldukları hâlleriyle zamana meydan okudukları. Ben de geçtiğimiz hafta hepsini ziyaret ettim.

Bugün, Amerikalı bir çocukla, Amsterdam’ın ticaretle ünlü bir bölgesinde birkaç çocuğun eski bir binaya girdiklerini görüp onları takip ettik. Ne bulsak beğenirsiniz? İhtiyar bir kadın, yazın ortasında, sıcak su ve köz satıyordu! Yaşamını bununla idame ettiriyormuş. Gün boyu, turba kömürünü harlayıp, üzerindeki kalaylı bakır tenekede su kaynatıyormuş. Çocuklar, kaynayan suyu güğümlerde, yanmaya devam eden turbayı da taştan kovalarda taşıyarak gidip geliyorlardı. Emeklerinin karşılığında, kadına bir Hollanda kuruşu veriyorlar. Bu sayede, sıcak havalarda ateş yakmaya maddi durumları el vermeyen insanlar, satın aldıkları sıcak suyla çaylarını kahvelerini içip balık ve patates haşlayabiliyorlar.

Bize içtenlikle baş sallayarak kendi lisanınca güle güle deyip, verdiğimiz stiverleri memnuniyetle cebine atan ihtiyar kadının yanından ayrıldıktan sonra, çamaşır gününün hakkını veren insanları izleyerek yolumuza devam ettik. Evet, kentin kanaldan uzak, belli bölgelerinde başlarını işlerinden bir an bile kaldırmayan çamaşırcı kadınlarla doluydu sokaklar. Hantal ahşap pabuçları, bellerine tutturdukları etekleri, çıplak kolları ve başlarını sıkıca saran başlıklarıyla yüzlercesi, bellerine kadar gelen uzun, tahta çamaşır teknelerine eğilmiş hâlde bir çene çalıp bir çitiliyorlar; işlek sokaktan gelip geçenlere zerre aldırış etmeden, soğuk suyla yıkayıp duruyorlar. Bu çamaşır günlerinde sıcak su kullanmaya başlayıverseler bizim közcü ihtiyar için ne harika olur!

Unutmadan! Bu mektup size ulaşırsa, ön sözün hemen arkasına eklemenizi rica ediyorum. Küçücük bir yer tutar yalnızca, doğrusunu söylemek gerekirse, okuyucular da her geçen gün daha kısa bir ön söz bulmayı bekliyorlar.

Kendinize iyi bakın. Ah, size bir şey daha söylemem lazım. Bugün, Amsterdam’daki bir kitapçıda Hans Brinker’in öyküsünün Felemenkçesini bulduk. Merak uyandırıcı, güzel, renkli bir baskı yapılmış; ama öyle hayret verici kelimelerle dolu ki, onu okuyacak minik Hollandalılara karşı içimde bir acıma duygusu peyda oldu.

Felemenkçe tercümanımızın, noktasına virgülüne varıncaya dek katılacağınıza emin olduğum sözleriyle sizlere son kez veda ediyorum:

“Toch ben ik er mijnland genooten dank baarvoor, die mijnar be-ids teeds zoowel will end out vangen en wier gen egen heidik voort durend hoop te verdi enen.”

Sevgilerimle,
YAZARINIZ

I
HANS VE GRETEL

Yıllar yıllar evvel, Hollanda’da, açık bir aralık sabahında incecik giyinmiş iki çocuk donmuş bir kanalın kıyısına diz çökmüşlerdi.

Güneş yüzünü henüz göstermemişti ancak ufukta doğan gri gün, kızıl bir parıltı yayıyordu. Hollanda’nın iyi vatandaşlarının birçoğu huzurlu bir sabah uykusunun keyfini çıkarıyordu; Mynheer1 von Stoppelnoze, o saygıdeğer Hollandalı bile hoş bir sükûnet içerisinde hafif bir uykudaydı.

Zaman zaman, ağzına kadar dolu bir sepeti başının üzerinde dengeleyen birkaç köylü kadın kanalın cam gibi yüzeyinde süzülerek gelip geçiyor, şehirdeki işine giden güçlü bir delikanlı kayarak uzaklaşırken tir tir titreyen iki çocuğun hâline üzüldüğü yüzünden okunuyordu.

Bu sırada, kan ter içinde kaldıkları her hâllerinden anlaşılan kızla oğlan, ayaklarına gayretle bir şeyler geçiriyorlardı; patenden ziyade, aşağı kısımları kabaca inceltilip düzeltilmiş, üzerlerinde, işlenmemiş deriden kayışların içlerinden geçirildiği delikler bulunan hantal tahta parçalarıydı bunlar.

Bu tuhaf patenler, iki kardeşten Hans’ın marifetli ellerinden çıkmıştı. Anneleri o kadar yoksuldu ki bırakın ufaklıklarına paten almayı, bunu hayal bile edemezdi. Ne kadar hantal olsalar da, çocuklar bu tuhaf patenler sayesinde buz üstünde mutlu mesut birkaç saat geçirebiliyorlardı. Şimdi, genç Hollandalılarımızın onurlu suratları dizlerine doğru gömülmüş hâldeyken, kayışları çekiştiren soğuktan kıpkırmızı kesilmiş parmaklarına rağmen kendileri için imkânsız bir hayal olan demirden patenlerin hülyası bile içlerinde yeşeren tatmin duygusuna gölge düşürmüyor gibiydi.

Bir an sonra oğlan çok önemli bir şey yapıyormuşçasına hareketlerle ve kaygısız bir havayla “Hadisene, Gretel!” dedi, ardından kanal boyunca süzülmeye başladı.

Kız kardeşi “Ah, Hans!” dedi ağlamaklı bir sesle. “Ayağı tam oturmadı daha. Pazarın kurulduğu gün kayışlar ayağımı acıtmıştı, şimdi aynı yerden bağlayınca acısına dayanamıyorum.”

“Daha yukarıdan bağla o zaman.” dedi Hans, kardeşinden tarafa bakmadan buz üzerinde hünerli hareketler sergilerken.

“Nasıl bağlayabilirim? Kayış çok kısa.”

Hans, kızların zor beğenen varlıklar olduklarını ifade eden mağrur bir Hollanda ıslığı çalarak kardeşine doğru yöneldi.

“Ahmak mısın, Gretel? Deriden yapılmış, sağlam pabuçların dururken bunları giyiyorsun. Klompenlerin2 bile bunlardan daha iyi.”

“Ne ahmağı, Hans! Unuttun mu? Babam yeni pabuçlarımı ateşe attı ya. Ben daha ne yaptığını anlayana kadar yanan gübrenin alevi sarmıştı bile etraflarını. Bunlarla kayabilirim ama tahta olanlarla nasıl kayayım? Dikkatli ol!”

Hans cebinden bir kayış çıkardı. Mırıldanarak kardeşinin yanına çöküp Gretel’in patenini genç kolunun tüm gücüyle çekiştirmeye koyuldu.

“Ahh! Ah!” diye haykırdı Gretel, acı içinde.

Hans kayışı aceleyle çözdü. Tam bir ağabeyden beklenileceği gibi hışımla yere de fırlatırdı, tabii bir damla gözyaşının sabah çiyinin taze otlardan süzülüşü gibi kız kardeşinin yanağından süzüldüğünü fark etmeseydi.

“Ben halledeceğim, sakın korkma.” dedi şefkatle. “Ancak çabuk olmalıyız, annem her an bizi yardıma çağırabilir.”

Sonra pürdikkat etrafı taramaya başladı; önce yerden başlayarak başının üzerindeki birkaç çıplak söğüt dalına, ardından da mavi, kızıl ve altın sarısının görkemle ışıdığı gökyüzüne baktı.

Buralarda işine yarayacak bir şey bulamadı, ancak aniden gözleri parladı ve ne yapacağını bilen biri edasıyla kasketinin pörsümüş astarını çıkararak Gretel’in yıpranmış pabucunun üst kısmında yumuşak bir destek oluşturdu.

Uyuşmuş parmaklarının müsaade ettiğince, hızla kayışları ayarlarken muzaffer bir edayla “Şimdi!” dedi. “Kayışları biraz çekmem lazım.”

Gretel, “Hazırım.” diyecekmiş gibi hareketlendi ama dudaklarından tek bir kelime bile dökülmedi.

Bir an sonra, buzun dayanmama ihtimalini akıllarına bile getirmeden kanal boyunca el ele kayarlarken gülüşüyorlardı, Hollanda’da buz tüm kış hüküm sürerdi nasılsa. Suyun yüzeyini kararlılıkla ele geçirirken incelmek bir yana, güneş ne zaman yüzünü gösterse tüm gücünü toplar ve her bir huzmeye kale gibi sağlam bir kararlılıkla karşı koyardı.

Hans’ın patenleri buzun üzerinde kulak tırmalayan sesler çıkarmaya başlamıştı. Ardından adımlarının arası sıklaştı, hareketleri sarsaklaştı, nihayetinde havaya fiyakalı tekmeler savurarak boylu boyunca buza serildi.

Gretel, “Ne de güzel parende atıyorsun!” diyerek kahkahaya boğuldu, fakat kahkahalar arasında, yüzükoyun yere kapaklanmış kardeşine zarafetle yaklaşırken üzerine oturmayan kaba mavi ceketinin altında şefkatle atıyordu minik kalbi.

“Canın yandı mı, Hans? Ah, bakıyorum da gülüyorsun! Yakalayamaz ki!” diyerek daha fazla titremeden fırladı, yanakları kıpkırmızı, gözlerinde parıl parıl ışıltılar dans eder vaziyette.

Hans ayağa kalkıp süratle takibe girişti, fakat öyle kolay değildi Gretel’i yakalamak. Çok uzaklaşamadan, kulak tırmalayan sesler bu sefer diğerinin pateninden geliyordu.

Cesaret basiretten gelir deyip aniden kendisini yakalamaya çalışan ağabeyinin kucağına atıldı.

“İşte! Yakaladım seni!” diye haykırdı Hans.

“Asıl ben seni yakaladım.” diye cevapladı, kendini kurtarmaya çalışırken.

O sırada, telaşlı bir ses duydular, “Hans! Gretel!”

“Annemin sesi.” dedi Hans, bir anda ciddiyete bürünerek.

Kanal gün ışığıyla yıkanmıştı artık. Berrak sabah havası pek hoştu, patencilerin sayısı giderek artarken çağrıya uymak daha da zor bir hâl alıyordu. Fakat Gretel ve Hans uysal çocuklar olduklarından oyalanmanın cazibesine kapılmayı akıllarına bile getirmeden kayışların yarısı bağlı hâlde yüklendiler patenlere. Yorgun argın eve yollanırlarken gözleri berrak denizler gibi masmavi olan kardeşinin yanında Hans dik omuzları, gür saçlarıyla servi gibi yükseliyordu. Kendisi on beş yaşındaydı, Gretel ise yalnızca on iki. Karakteri sağlam, candan bir çocuktu; dürüstlük okunan gözleri, “İçeride iyilik var.” der gibi bir ifade katıyordu yüzüne. Gretel ise çevik ve tez canlıydı; hayat dolu bir yüreğin belirtileri olarak gözlerinde parlak ışıklar oynaşır, yanaklarının rengi pembe beyaz çiçeklerin rüzgâr estikçe ahenkle raks ettiği bir çiçek tarhı gibi açılır, derinleşirdi.

Kanalı döndükleri anda kulübeleri göründü. Anneleri bir ceket ile iç etekliğe sarmalanmış servi boyuyla ve başına tam oturan başlığıyla kapı girişinin çarpık çerçevesine dayanmış, Rönesans tablosu gibi duruyordu.

Varmalarına sadece bir mil kalmamış olsaydı da her hâlükârda kulübeleri yakınmış gibi görünürdü. Bu düz ülkede her şey, uzak mesafede olsa da hemen seçilir; tavuklar bile yel değirmenleri kadar kolay görünürdü göze. Aslına bakılırsa, setler ve kanalların kenarlarındaki tümsekler olmasa Hollanda’nın tam ortasında herhangi bir yerde duran biri kendi gözüyle ülkenin en uzak sınırı arasında en ufak bir tepecik ya da yükselti bile göremezdi.

Mevzubahis setlerin nasıl bir şey olduğunu bilmekte ise, Madam Brinker ve çağrısına uyup nefes nefese kendisine yaklaşan ufaklıklardan daha geçerli bir sebebe sahip tek bir kişi bile bulunamazdı. Bu sebebi açıklamadan evvel, sizin belki de ilk defa duyacağınız, ancak Hans ve Gretel’in her gün karşılaştığı bazı acayipliklere aşina olmak üzere sizi bu uzak diyarda, sallanan sandalye gezintisine çıkmaya davet ediyorum.

II
HOLLANDA

Hollanda, mavi gökyüzü altındaki benzersiz ülkelerden birisidir. Yeryüzünün diğer bölgelerinden neredeyse her bakımdan farklı olduğundan, Garip Ülke veya Aykırı Ülke de diyebiliriz. Öncelikle ülkenin önemli bir kısmı deniz seviyesinin altında. Okyanusu olduğu yerde zapt etmek için çok fazla para ve iş gücü harcanarak büyük setler ve siperler inşa edilmiş. Kıyının belli kısımlarında okyanus, karaya tüm ağırlığını veriyor ve zavallı ülkenin bu baskıya dayanmak için mümkün olabildiği tek şey işte bu set ve siperler. Bazen setler dayanamadığında ya da su almaya başladığında feci sonuçlar ortaya çıkıyor. Bu enine boyuna heybetli setlerden bazılarının tepesi binalar ve ağaçlarla sarmalanmış. Öyle ki bazı setlerin üzerinde, atların yol kenarlarındaki kulübelere tepeden bakabileceği, oldukça güzel umumi yollar bile bulunuyor. Birçok yerde su üstündeki gemilerin omurgaları, evlerin çatılarından daha yüksekte. Evin tepesinde yavrusunu çağıran leylek, yuvasının tehlikeden çok uzakta olduğunu hissedebilir, fakat yakınındaki sazlıkta vıraklayan kurbağa yıldızlara ondan daha yakındır. Su tahtakuruları kırlangıçların tepelerinde ileri geri sıçrar. Yakınlarındaki sazlıklar kadar yükseğe erişemediklerinden söğüt ağaçları utançtan başlarını önlerine eğmiş gibidir.

Hendekler, kanallar, göletler, nehirler ve göller göz alabildiğine serilir. Yanlarında uzanan düzeltilmiş nemli tarlaları hor görerek tüm karışıklığı ve işi etrafına toplamış hâlde gün ışığıyla parlarlar yükseklerde. “Hangisi Hollanda, kıyılar mı yoksa su mu?” diye sorma isteği uyanabiliyor insanda. Toprağa has olması gereken bitki örtüsü bir hata yapmış da balık havuzlarının üzerine konmuş diyebiliriz.

Aslında tüm ülke, doygun bir sünger ya da İngiliz şair Butler’ın da dediği gibi:

 
Demir atmış bir memleket,
Yerde değil su üstünde yaşanan.
 

İnsanlar dar teknelerde doğuyor, yaşıyor ve ölüyorlar; hatta buralara bahçe bile kuruyorlar. Kaşların hemen üzerine düşen kocaman kasketlere benzeyen çatılarıyla çiftlik evleri, “Kuru kalmaya çabalıyoruz, elimizden geldiğince.” der gibi sarıp sarmalanmış bir havayla duruyor ahşap bacaklar üzerinde. Çamurdan çıkarabilsinler diye atların toynaklarını iyice dışkıya buluyorlar. Görünen o ki bu topraklar ördek aileleri için bir cennet. Yazın, yalın ayak gezen çocuklar için muhteşem bir ülke. Suda karşıdan karşıya geçmeler… Gemi yüzdürmeler… Âdeta kürek çekilsin, balık tutulsun, yüzülsün diye! Sıra sıra dizilmiş su birikintilerinden bir ülke düşünün; bir dal parçasını kayık niyetine suya bırakacak olsanız o dal parçası azimli bir gezgin gibi tüm ülkeyi baştanbaşa dolanır. Şimdilik bu kadar yeter. Bu anlatıya böylece devam edersek tüm Amerikalılar hep birlikte Zuider Zee’ye3 akın edebilir.

Hollanda şehirleri ilk görüşte ev, köprü, kilise ve gemilerin her yerinden fışkıran direk, kule ve ağaçların gözleri yerinden oynattığı bir karışıklığı anımsatır. Bazı şehirlerde araçlar, sahiplerinin serenlerine bir atmışçasına bağlanır ve yüklerini yukarıdaki pencereden alır. Anneleri, Lodewyk ve Kassy’e bahçe kapısında sallanmayın, diye bağırır, boğulurlar korkusuyla! Su yolu bu memlekette, kara yolu ve demir yolundan daha yaygındır. Denizden kazanılan toprağı ve bahçeleri haylaz, yeşil bir ark biçimindeki su siperleri çevreler.

Kimi zaman olağanüstü bitki çitleri görülür, fakat Amerika’daki gibi ahşap çitler Hollanda’da nadiren karşımıza çıkar. Taş çitlere gelince, Hollandalıların şaşkınlıktan ağzı açık kalır. Kıyıyı güçlendirip korumak için başka başka ülkelerden getirilen büyük kaya kütleleri dışında pek taş bulunmaz burada. Küçük taşlar ve çakıllar, tabii eğer varsa, ya kaldırımlara hapsolmuş ya da tümüyle eriyip gitmiştir. Güçlü, çevik kollara sahip oğlanlar, suda sektirmeye veya tavşan ürkütmeye tek bir taş bile bulamadan bebeklikten yetişkinliğe erişebilir. Su yolları, ülkenin her yanında kesişen kanallardan aşağı kalmaz. Dünya harikası Kuzey Denizi Kanalı’ndan, bir çocuğun bile üzerinden zıplayarak karşıya geçebileceği büyüklüğe kadar her boyda su kanalı bulunur. Trekschuiten denen tekneler yolcuları taşımak için bir aşağı bir yukarı yol alır durur, pakschuyten4 denen su araçlarından ise yakıt taşımada ve ticarette faydalanılır. Tarlalardan ahırlara, ahırlardan bahçelere yeşil köy yollarının yerine yeşil kanallar uzanır. Çiftlikler, daha doğrusu denizden kazanılan topraklar, kurutulan büyük göllerdir aslında. Köy yollarının çoğunluğu tuğlayla döşeliyken, en işlek sokaklar bazen su yollarıdır. Yuvarlak pupaları, yaldızlı pruvaları ve özensizce boyanmış bordalarıyla şehir tekneleri, mavi göğün altındaki diğer teknelere benzemez; bir de Hollanda’ya özgü yük vagonları vardır ki gülünç, küçük direkleriyle tam bir gizem perdesi çeker önümüze ardını bilemeyeceğimiz.

İşte bu noktada, “Kesin olan bir konu var!” diye haykırır Bay İyimser. “Buranın halkının susuz kalmasına imkân yok.” Maalesef ki “Garip Ülke”benzersizliğini yine burada da gösteriyor. Deniz içeri girmeyi; göller, kanallar, nehirler ve arklar yatakları dışına taşmayı amaç edinse de çoğu bölgede bir yudum bile içme suyu bulunmaz. Bizim fukara Hollandalılar ya susuzluktan kuruyacak ya şarap ve bira içecek ya da Adem’den daha yaşlı, sabah çiği kadar taze bu kıymetli içecek için daha iç bölgedeki Utrecht’e ya da diğer şanslı bölgelere gidecek. Halk bir fırsatını bulup da sağanağı yakalayıp bir iki yudumcuk olsun alabilirse ne iyi, fakat genel olarak bakıldığında Coleridge’nin ünlü şiiri Yaşlı Gemici’deki Albatros’un lanetlediği denizciler gibidir:

 
Su, su nereye baksan yalnızca su,
Ama hiçbir yerde yok içecek bir damla!
 

Her yerde dönüp duran heybetli yel değirmenleri, ülkenin üzerine henüz konuyormuş gibi görünen devasa deniz kuşu sürülerini anımsatır.

Göz alıcı beyaz, sarı veya kırmızı gövdeleriyle alışılmadık şekillerde budanmış birçok tuhaf ağaç sarmıştır her yeri. Atlar genelde üçlü sırada koşulur. Erkek, kadın ve çocuklar ayağa tam oturmayan, ökçeli ahşap pabuçlarını tıkırdatarak dolaşırlar; aşkı henüz bulamamış köylü kızları, kermiste5 kendilerine eşlik etmesi için kavalye niyetine parayla birini tutarlar; evli çiftler kanalın kenarında birbirlerini sevgiyle sarıp sarmalar ve mallarını pazara taşırlar.

Hollanda’nın bir diğer benzersiz yanı ise dune, yani kumullardır. Bunlar, kıyının belli kısımlarında çok sayıda bulunur. Yerlerinde dursunlar diye üzerlerine kamış ve başka bitkiler ekilmeden önce kumullar, iç kısımlara doğru büyük kum fırtınaları hâlinde hücum ederlerdi. Tüm bu tuhaflıklara bir yenisini daha ekleyecek olursak, çiftçiler bazen toprağa ulaşmak için yüzeyi kazmak zorunda kalırlar ve rüzgârlı günlerde kuru kum sağanakları, bir hafta boyunca güneş altında çözülerek çamura karan tarlalara düşer.

Sözün özü, biz Yankilerin Hollanda’da görüp görebileceği neredeyse tek tanıdık şey, tercümesini yapabilecek bir dilci olmasa da oralarda pek bir popüler olan şu hasat türküsü:

 
Yanker dide edudel down
Dide edudel lawnter;
Yankee viver, voover, vown,
Boter melkund Tawnter!
 

Diğer yandan, Hollanda’nın tuhaflıklarının birçoğu halkın tutumluluğunu ve sebatını ispat etmeye yarar yalnızca. Koca âlemde, daima su sızdıran bu esnek memleketten daha zengin ya da daha özenli sürülen bahçeler bulamazsınız. Buranın sessiz, pasif görünen halkından daha cesur, daha kahraman bir ırk yoktur. Birkaç millet önemli keşiflerde ve icatlarda Hollanda’ya eş iken; tacirlik, denizcilik, eğitim ve bilimde bu ırkı geçeni, eğitimin ve devlete bağlı yardım kuruluşlarının geliştirilmesi bakımından asil örnekler ortaya koyanı ya da yeryüzünde kapladığı alana nispeten bayındırlık meselelerine daha fazla para ve iş gücü harcayanı yoktur.

Asil, tanınmış kadınlarla erkeklerin süslediği kronikleri; sabır, metanet ve de galibiyetin; dinî özgürlük, aydın girişim, sanat, müzik ve edebiyatının tarihî kayıtları mevcuttur. “Avrupa’nın savaş meydanı”, bu diyarların adıdır gerçek anlamda, her milletin baskı altında kalanlarına barınak ve destek olduğundan dolayı dünyanın sığınak ülkesi olarak da düşünülebilir elbette. Biz Amerikalılar, Hollanda mallarının alıcısıysak, Hollandalılara gülüp insanoğlunun kunduzları diyorsak onlara, ülkelerinin kâğıttan bir gemi gibi yelkenleri açmasının deniz kabarmasıyla an meselesi olacağını ima edebiliyorsak, kahramanlıklarını ispat ettiklerini ve çabalamaya devam edecek tek bir Hollandalı bile kalsa geriye, ülkenin yelkenleri açmayacağını da söyleyip haklarını teslim etmemiz devamlı bir ihtiyaçtır.

Hollanda’da, uzunlukları yirmi beş ila otuz beş metreye varan kanatlarıyla en az dokuz bin dokuz yüz büyük yel değirmeni olduğu söyleniyor. Kereste kesiminde, haşhaş dövmede, öğütmede ve diğer birçok işte kullanılsalar da asıl kullanım amaçları, suyu ovalardan kanallara pompalamak ve ülkeyi sık sık sel bastığından iç bölgelerdeki taşkınlara karşı ülkeyi korumak. Yıllık maliyetlerinin yaklaşık on milyon dolar olduğu söyleniyor. Büyük olanların ise güçleri daha fazla. Zaman zaman fabrika binalarının ortasından yükselen bu mükemmel daire şeklindeki kulelerin üst kısmında, kapak biçiminde bir çatıya doğru daralan daha küçük bir kule yer alıyor. Üstteki kulenin alt kısmında, seyyar merdiveni andıran dört muhteşem kanadın üzerinde çıkıntı yaptığı bir balkon yer alıyor.

Yel değirmenlerinin birçoğu ilkel şeyler, ne üzücü ki Yanki “ıslahatları” bunlar için vazgeçilmez, fakat yenilerinin bazıları hayranlık uyandırıcı. Öyle ustalıkla inşa edilmişler ki pervanelerini veya başka bir deyişle, kanatlarını, gerekli güçte çalışacak biçimde rüzgâra sunuyorlar. Diğer bir ifadeyle, değirmenci uyanana kadar değirmeninin kendini rüzgâra göre ayarlayacağından ve böylece rüzgârı en iyi şekilde kullanacağından emin, huzur içinde rüyalar âlemine dalabilir. Diyelim ki o gün rüzgâr belli belirsiz, yok denecek kadar güçsüz; bu durumda her bir kanat en hafif esintiyi bile yakalayacak biçimde açılıyor, fakat çok güçlü bir “yel” estiğinde rüzgârın dokunuşuyla devasa mimoza yaprakları gibi küçülüyor ve hareket kapasitelerini yarıya düşürüyorlar.

Amsterdam’da, hırsızlara ve serserilere kereste törpülettirildiğinden Törpühane diye bilinen eski bir hapishanede, tembel mahkûmların cezalandırıldığı bir hücre bulunurmuş. Bu hücrenin bir köşesinde bir pompa, bir diğerinde ise içeriye devamlı su verilen bir açıklık varmış. Mahkûm seçimini yaparmış, ya öylece kalıp boğulurmuş ya da biricik değerli hayatı için pompanın başına koşar ve gardiyanı onu çıkarmaya yeterli olana kadar suyu dışarı pompalarmış. Bana öyle geliyor ki tüm Hollanda’da, doğa bu ayrımı geniş bir ölçekte sunuyor. Hollandalılar eski zamandan beri hayatta kalmak için su pompalamak zorunda kalmış ve öyle görünüyor ki buna sonsuza kadar da devam edecekler.

Her yıl setleri tamir etmeye ve su seviyelerini düzenlemeye milyon dolarlar harcanıyor. Bu önemli görevler ihmal edilseydi ülke yaşanamaz bir biçime bürünürdü. Daha önce de bahsettiğim gibi, bu setlerin aniden parçalanmalarının ardından dehşetli sonuçlar doğurmuş. Yüzlerce köy ve kasaba zaman zaman su baskınları altında kalmış ve neredeyse bir milyon insan bu felaketlerde kaybedilmiş. Bilinen en dehşet verici baskınlardan biri 1570 sonbaharında meydana gelmiş. O güne kadar Hollanda topraklarını esir eden sel felaketi sayısı yirmi sekiz, fakat en dehşetlisi bu tarihte. Uzun yıllardır İspanya tiranlığı altında ızdırap çeken mahzun ülkenin sorunları bu vakayla taçlanmış. Motley’nin, The Rise of the Dutch Republic6 adlı eserini okuduğumuzda ızdırap çeken, sebat ve cüret eden bu yürekli insanlara karşı içimizde bir hürmet peyda olur.

Bay Motley, uzun zaman devam eden sert bir boranın, Atlantik sularını Hollanda illerinin kıyılarına süpürerek Kuzey Denizi’nde topladığını; güçlerinin ötesinde yüklenilen setlerin nasıl da her yana saçıldığını; demirle desteklenen, ağır çapalarla bağlanan, çakıl taşı ve granitle sağlamlaştırılan, meşeleri bir araya getirerek oluşturulan su siperlerinin bile nasıl da sicim gibi dağıldığını; balıkçı teknelerinin, hantal gemilerin ağaç dallarına takılmış uçurtmalar gibi ağaçların arasında nasıl sıkışıp kaldığını ya da evlerin çatılarına, duvarlarına çarptığını, en nihayetinde de tüm Frizya’nın nasıl da hırçın bir denize dönüştüğünü tasvir ederek anlatıyor bu büyük sel felaketinin dehşetini. “Bir yığın erkek, kadın, çocuk ile at, öküz, koyunun yanı sıra evcil hayvanlar her yönden bastıran dalgalarla savaşıyordu. Tüm teknelerden ve tekne olarak kullanılabilecek hemen her şeyden faydalanılıyordu. Tüm evleri su basmıştı, mezarlıklar ölüleri kusuyordu âdeta. Hayata gözlerini yeni açan kundaktaki bebeğin yanında yüzüyordu uzun yıllardır gömülü tabutunda istirahat eden merhum. Sel yinelenmek üzereymiş gibi duruyordu. Her yerde, ağaçların tepesinde, kiliselerin çanlarında insan bedenleri kümelenmiş, Tanrı’dan merhamet, din kardeşlerinden medet umuyordu. Fırtına nihayet yatışırken tekneler her yöne dağılıyor, suda hayatları için savaşanları kurtarıyor, kaçakları çatılardan ve ağaç tepelerinden alıyor, boğulanların bedenlerini topluyordu.” Birkaç saatte yüz binden fazla insan hayatını kaybetmiş, milyonlarca zavallı hayvancağız suların üstünde cansız cansız süzülüyormuş; mallara gelen maddi zararsa hesaplanamayacak miktardaymış.

İspanyol Vali Robles, hayat kurtarma ve felaketin dehşetini hafifletmeye yönelik gayretiyle en önde geliyormuş. İspanyol ve Portekizli soyundan geldiğinden, bu vakadan önce Hollandalılar kendisinden nefret edermiş, fakat felaket anında gösterdiği erdemli eylemleriyle tüm kalpleri şükranla doldurmuş. Kısa zaman sonra, set inşasında ileri bir yöntem geliştirmiş ve gelecekte toprak sahiplerinin uyması gereken bir kanun geçirmiş. O zamandan bu yana, üç yüzyıldan daha az sürede dehşet verici altı su baskını bu topraklardan geçse de, felakete yol açanı pek olmamış.

Bahar aylarında, buz kütlelerine boğulan nehirler süratle yükselen sularını okyanusa dökemediğinden, bilhassa buzların erimeye başlamasıyla iç bölgeleri de su basması tehlikesi büyük olur. İlaveten, setleri hışımla kamçılayıp zorlayan denizi de düşününce, Hollanda’nın her daim alarm durumunda olmasına hayret etmemeli. Kazaları önlemeye büyük önem veriliyor. Mühendisler ve işçiler tehdit altındaki yerlerde gece gündüz kol geziyorlar. Genel bir tehlike sinyali verildiğinde tüm halk, ortak düşmanlarına karşı bir araya gelerek kurtarma görevine gayretle atılıyor. Başka her yerde su içinde olup da insana en faydasız görünen sazlıkların Hollanda’da gelgite karşı en temel dayanaklardan görülmesine şaşmamak gerekir. Kocaman saz hasırlar, kil ve ağır taşlarla güçlendirilen toprak setlere dayanır ve bir kez sağlamca ayarlandı mı okyanus bunlara boş yere dalga vurur.

Hans ve Gretel’in babaları Raff Brinker, uzun yıllar setlerin üzerinde çalışmış. İşte tam bu sıralara rastlıyor, dehşetli bir fırtınanın ortasında, su baskını tehdidi altında karanlık ve sulu sepken bir havada, Veermyk geçidine yakın zayıf bir noktada çalışırken iskeleden düşüp bilinci kapalı hâlde eve getirilmesi.

Gretel, ne yana dönse boş gözleri kendisini takip eden bu meczup, sessiz adam dışında başka bir şekilde hatırlayamıyordu babasını; fakat kendisini omuzlarında taşımaktan asla yorulmayan ve gece yatağında uyanık yatarken dinlediğinde, tasasız şarkıları hâlâ kulağında yankılanan candan, sesi neşe yüklü babasından kalan hatıraları vardı Hans’ın.

1.Felemenkçede “Bay”.
2.Tahta pabuçlar.
3.13. – 20. yüzyıllar arasında Hollanda’da bir körfez.
4.Kanallarda kullanılan dar tekneler. Bu şekilde adlandırılan teknelerin bazıları yaklaşık dokuz metre boyundadır. Yük gemilerine yerleşmiş evler gibi görünürler ve kanal kıyısı boyunca atlarla çekilirler. Trekschuitler iki kompartımana ayrılır; birinci ve ikinci sınıf. Çok kalabalık değilse yolcular rahatlarına bakarlar, çocuklar dış kısımdaki küçük güvertede oynarlarken erkekler sigara içer, kadınlar dikiş veya örgüyle meşgul olurlar. Bu teknelerin birçoğunun beyaz, sarı veya çikolata renkli yelkenleri olur. Çikolata renginin kullanılmasındaki sebep, güneşe karşı önlem almaktır.
5.Panayır.
6.Eserin Türkçe tercümesi bulunmamaktadır. Başlığı “Hollanda Cumhuriyeti’nin Yükselişi” olarak Türkçeye tercüme edilebilir. (ç.n.)
97,56 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
09 августа 2023
ISBN:
978-625-6485-45-7
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают

Антидемон. Книга 15
Эксклюзив
Черновик
4,4
112