Читать книгу: «İki Şehrin Hikâyesi», страница 7
Kutlama
Mahkemenin loş koridorlarından tüm gün boyunca orada kaynamış olan son insan tortuları da boşalırken Doktor Manette, kızı Lucie Manette, Bay Lorry, savunma avukatı Bay Stryver, henüz serbest kalan Bay Charles Darnay’in etrafında toplanmış, onun ölümden kurtuluşunu kutluyorlardı.
Daha parlak bir ışık altında, aydın yüzü ve dik duruşuyla Doktor Manette’le, Paris’teki tavan arasında yaşayan ayakkabıcı arasında bir bağ kurmak imkânsızdı. Bir bakan bir daha bakıyordu ancak hiçbir bakış onun mezardan geliyormuş gibi çıkan sesindeki kederi ve ara sıra sebepsizce dalıp gitmesini açıklayamıyordu. Dışarıdan bakanlar onun yıllar boyu süren ıstırabının ruhunun derinliklerinden sürekli –tıpkı davada olduğu gibi– yüzeye çıktığını düşünüyorlardı. Ancak bu onun doğasında vardı ve üzerine bir hüzün çöktüğünde onun hikâyesini bilmeyenler, beş yüz kilometre uzakta olmasına rağmen bir yaz güneşinde Bastille Hapishanesi’nin gölgesinin adamın üzerine düştüğünü sanarak buna anlam veremezlerdi.
Sadece kızı, onun üzerindeki kara bulutları dağıtabilecek sevimliliğe sahipti. O, adamı acılarının ötesindeki geçmişe ve ıstırabının ötesindeki geleceğe bağlayan altın bir bağdı. Sesinin melodisi, yüzünün ışıltısı ve elinin dokunuşu neredeyse daima adamın üzerinde güçlü bir ilaç gibi etkiye sahipti. Bunu tam olarak her zaman yapamıyordu; çünkü kimi zaman gücünün yetmediği bazı şeyleri anımsatıyordu ona. Fakat böyle anlar çok nadir ve önemsizdi; ayrıca bunları aşabileceğine inancı vardı.
Bay Darnay, kızın elini coşkuyla ve minnettarlıkla öptü ve samimiyetle teşekkür etmek üzere Bay Stryver’a döndü. Bay Stryver otuzunu henüz aşmıştı ama bundan yirmi yaş daha büyük gösteriyordu. İri yarı, gür sesli, kanlı canlı, açık sözlü ve kibarlığı elden bırakmayan bir adamdı. Arkadaşlıklara ve sohbetlere hem manevi hem de fiziksel olarak kolayca girebilen bir yapısı vardı ki, bu onun hayatta yükselmesini kolaylaştırmıştı.
Hâlen peruğunu ve cübbesini çıkarmamıştı. Müvekkilinin yanına yaklaşabilmek için zavallı Bay Lorry’yi neredeyse ezip geçmişti. “Size itibarınızı iade edebildiğim için çok mutluyum Bay Darnay. Bu utanç verici bir davaydı, son derece utanç verici. Ayrıca böyle bir sonuç alınması da pek muhtemel değildi.”
“Size hayatım boyunca minnettar kalacağım.” dedi müvekkili elini tutarak.
“Sizin için elimden gelenin en iyisini yaptım Bay Darnay; inanıyorum ki bunu herkes de yapabilirdi.”
Birinin “Bunu sadece siz başarabilirdiniz.” demesi mecburi hâle gelmişti. Belki de konuşmaya yeniden dahil olabilmek için bu görevi Bay Lorry üstlendi.
“Öyle mi düşünüyorsunuz?” dedi Bay Stryver. “Pekâlâ, bütün gün buradaydınız, biliyor olmalısınız. Hem siz de bir iş adamısınız, öyle değil mi?”
Bay Lorry, az önce bir omuz darbesiyle onu grubun dışına itip şimdi de yeniden aralarına dahil eden avukata “Tıpkı Doktor Manette’ten bu konuşmaya burada bir son verip evlerimize gitmemizi söylemesini rica edeceğimi bildiğim gibi.” dedi. “Bayan Lucie iyi görünmüyor, Bay Darnay berbat bir gün geçirdi ve bizler de çok yorulduk.”
“Kendi adınıza konuşun Bay Lorry.” dedi Stryver, “Hâlâ gece yapmam gereken bir iş var. Lütfen kendi adınıza konuşun.”
“Kendi adıma konuşuyorum,” diye cevapladı Bay Lorry, “ve Bay Darnay adına ve Bayan Lucie adına ve… Bayan Lucie, hepimiz adına konuşabilir miyim?” Bu yerinde soruyu kıza yöneltirken babasına da kısa bir bakış atmıştı.
Adamın yüzü yine donmuş, gözleri tuhaf bir bakışla Bay Darnay’a kilitlenmişti. Dalan gözlerinin derinliklerinde hoşnutsuzluktan kaynaklanan bir kızgınlık, güvensizlik ve hatta korku vardı. Yüzündeki bu garip ifadeyle tüm düşünceleri uçup gitmişti.
“Baba.” dedi Lucie usulca elini adamın elinin üzerine koyarak.
Adam yavaşça başındaki bulutları dağıtıp kızına döndü.
“Babacığım, eve gidelim mi?”
Derin bir nefes alıp cevap verdi: “Gidelim.”
Suçsuz bulunan mahkûmun arkadaşları, kendisi bu gece serbest bırakılamayacağını söylediği için dağılmışlardı. Koridorlardaki ışıkların tamamı neredeyse söndürülmüştü; demir kapılar büyük bir gıcırtı ve sarsıntıyla kapatılmıştı. Kasvetli mekân ertesi sabaha dek terk edilmişti. Yarın, idam sehpaları, boyunduruklar, kırbaçlama direkleri ve dağlama demirlerinin yeni talihlilerini ilgiyle izlemek üzere yine insanlarla dolacaktı burası.
Babası ve Bay Darnay’in yanında yürüyen Lucie Manette, açık havaya çıktı. Babasıyla birlikte, çağırılan kiralık arabaya bindi.
Bay Stryver onları koridorda bırakarak soyunma odasına gitmişti. Gruba katılmayan ve hatta onlarla tek kelime etmeyen ancak en karanlık yerinde duvara dayanmış duran bir adam herkesten sonra dışarı çıkıp arabanın gözden kayboluşunu seyretti. Daha sonra kaldırımdaki Bay Lorry ve Bay Darnay’in yanına gitti.
“Evet Bay Lorry! İş adamlarının Bay Darnay ile konuşmasının artık bir sakıncası yok değil mi?”
Hiç kimse bugün davanın seyrindeki katkısından dolayı Bay Carton’a teşekkür etmemişti; hatta kimse bundan haberdar değildi. Cübbesini çıkarmış olmasına karşın görünüşünde hiçbir iyileşme olmamıştı.
“Vicdanla iş meseleleri karşı karşıya gelince iş adamlarının zihninde ne türlü çatışmalar yaşandığını bilseniz şaşardınız Bay Darnay.”
Bay Lorry, kızarıp samimi bir şekilde, “Bunu daha önce de söylemiştiniz efendim. Biz iş adamları şirketimiz için çalışırız, patronlarımız için değil. Şirketi kendimizden daha fazla düşünmeliyiz.” dedi.
“Biliyorum, biliyorum.” diye pervasızca atıldı Bay Carton. “Sinirlenmeyin Bay Lorry, diğerleri kadar iyi olduğunuzdan eminim; hatta daha iyi olduğunuzu söyleyebilirim.”
“Ve gerçekten efendim,” diye devam etti karşısındakine kulak vermeden, “bu konuyla neden ilgilendiğinizi bilmiyorum. Sizden yaşça büyük olmama karşın beni bağışlayın ama bunun sizi ilgilendirdiğini sanmıyorum.”
“İş mi? Çok yaşayın emi! Benim işim gücüm yok.”
“Olmaması sizin açınızdan üzücü efendim.”
“Ben de öyle düşünüyorum.”
“Eğer bir işiniz olsaydı,” diye devam etti Bay Lorry, “belki de onunla meşgul olurdunuz.”
“Alemsiniz doğrusu! Hayır, olmamalıydım.” dedi Bay Carton.
“Pekâlâ beyefendi!” dedi senini yükselterek Bay Lorry; adamın kayıtsızlığı onu iyice çileden çıkarmıştı. “İş gerçekten çok iyi bir şeydir ve çok da saygıdeğerdir. Ve beyefendi, iş, beraberinde kısıtlamalar, suskunluklar ve engeller getiriyorsa da, asil genç beyefendi Bay Darnay bunları hoş görmesini bilecektir. Bay Darnay, iyi geceler. Tanrı sizi korusun efendim! Umarım kurtuluşunuzla bağışlanan hayatınız size refah ve mutluluk getirir… Hey arabacı!”
Avukata olduğu gibi biraz da kendisine kızan Bay Lorry arabaya binerek Tellson’a doğru yola çıktı. Porto şarabı kokan ama pek de sarhoş durmayan Carton adamın arkasından gülerek Bay Darnay’ye döndü.
“Sizinle beni bir araya getiren garip bir şans. Bu sokak taşları üzerinde benzerinizle yalnız kalmak sizin için garip olmalı.”
“Hâlâ bu dünyada olduğumu ancak fark ediyorum.” diye cevapladı Charles Darnay.
“Buna şaşırmadım; öbür tarafa giden yolun kıyısından döneli pek fazla olmadı. Sesiniz güçsüz geliyor.”
“Güçsüz olduğumu düşünmeye başlıyorum.”
“O zaman Tanrı aşkına, neden akşam yemeği yemiyorsunuz? Jürideki mankafalılar sizin hangi dünyaya ait olduğunuzu tartışırken ben yemeğimi yemiştim. Size güzel bir yemek yiyebileceğiniz yakınlardaki bir meyhaneyi göstermeme izin verin.”
Adamın kolunu kendi koluna doğru çekip, Ludgate Tepesi’nden Fleet Caddesi’ne doğru inerek bir meyhaneye girdiler. Kendilerine küçük bir oda gösterildi. Sade ancak güzel bir yemek yiyip şarap içen Bay Darnay gücünü yeniden kazanırken Carton da kendi şişesindeki Porto şarabını yudumlayarak adamın karşısında oturup bir parça küstah tavırlarını sürdürüyordu.
“Artık bu dünyada olduğunuza inandınız mı Bay Darnay?
“Ürkütücü bir biçimde zaman ve mekan karmaşası yaşıyordum ama şimdi daha iyiyim.”
“Bu muazzam bir tatmin olmalı!”
Bunu çok kesin bir dille söylemişti. Tekrar kocaman kadehini doldurdu.
“Benim en büyük arzum bu dünyada olduğumu unutmak. Ne benim için onda iyi bir taraf var, tabii bunun gibi şaraplar hariç, ne de onun için bende. Yani birbirimize bu yönden benzediğimiz söylenemez. Gerçekten de, düşünüyorum da aslında siz ve ben pek de benzemiyoruz.”
Günün duygusal yoğunluğuyla karmakarışık olmuş ve bu kaba tavırlı ikiziyle birlikte olmak ona rüya gibi gelen Charles Darnay, nasıl cevap vereceğini bilemediğinden susmaya karar verdi.
“Artık yemeğinizi yediniz,” dedi Carton, “neden birinin sağlığına içmiyoruz Bay Carton, neden kadeh kaldırmıyorsunuz?”
“Kadeh kaldırmak mı? Kimin sağlığına?
“Dilinizin ucunda Bay Darnay. Orada olması lazım, olmalı, orada olduğuna yemin edebilirim.”
“Bayan Manette’e o hâlde!”
“Bayan Manette’e!”
Kadehini yuvarlarken gözünü içki arkadaşının yüzüne diken Carton, içkisini bitirince kadehini omzunun arkasından duvara fırlatıp tuzla buz etti. Ardından garsonu çağırmak için zile basıp bir tane daha istedi.
“O, karanlıkta arabaya binmesine yardım etmek için çok güzel bir genç bayan Bay Darnay!” dedi Carton yeni kadehini bitirirken.
Darnay biraz da sinirlenerek kısaca “Evet” cevabını verdi.
“Size merhamet edip sizin için ağlayacak çok güzel bir genç bayan Bay Darnay! Bu nasıl bir duygu? Böyle bir merhamet ve şefkat için ölüm cezasıyla yargılanmaya değer mi Bay Darnay?”
Darnay yine tek kelime etmedi.
“Mesajınızı ona ilettiğimde çok mutlu oldu. Memnuniyetini belli etmedi fakat ben öyle olduğunu sanıyorum.”
Bu ima Darnay’ye can sıkıcı içki arkadaşının kendi arzusuyla bugünkü sıkıntılarda yardımcı olduğunu anımsattı. Konuyu oraya getirip mesajı kendisi için iletmesinden ötürü Carton’a teşekkür etti.
“Teşekkür istemiyorum, bunu hak etmeyi de.” diye sert bir cevap verdi Carton. “Öncelikle bu önemsiz bir şey, ikincisi bunu neden yaptığımı bilmiyorum. Bay Darnay, size bir soru sormama izin verin.”
“Seve seve! Bir nebze olsun bugünkü iyiliklerinizin karşılığı kabul edin.”
“Sizce ben sizi seviyor muyum?”
“Doğrusunu isterseniz Bay Carton,” dedi garip bir zihinsel karmaşaya düşerek, “bunu hiç düşünmedim.”
“O hâlde şimdi düşünün.”
“Seviyor gibi davrandınız ancak böyle olduğunu düşünmüyorum.”
“Ben de öyle.” diye katıldığını belirtti Carton. “Çok zeki olduğunuzu düşünmeye başlıyorum.”
“Bununla beraber,” diye devam etti Darnay, zili çalmak üzere ayağa kalkarken, “umarım hesabı istememde bir sakınca yoktur; dargın ayrılmayalım.”
“Asla!” diye cevapladı Carton. Darnay zili çaldı.
“Hesabın tamamını siz mi ödeyeceksiniz?” diye sordu Carton. Olumlu cevap alınca “O hâlde aynısından bir şişe daha,” dedi garsona “ve gelip beni saat onda uyandır.”
Hesabı ödeyen Charles Darnay, ayağa kalkıp ona iyi geceler diledi. Carton da ayağa kalktı, karşısındakini meydan okumayla tehdit eder gibi. “Son bir söz daha,” dedi, “sizce ben sarhoş muyum?”
“İçkili olduğunuzu düşünüyorum Bay Carton.”
“Düşünüyor musunuz? Ben içkili olduğumu biliyorum.”
“Doğrusu bunu ben de biliyorum.”
“O hâlde neden içtiğimi de bilmelisiniz. Ben talihsiz bir köleyim efendim. Bu dünyadaki hiç kimseyi önemsemiyorum ve kimse de beni önemsemiyor.”
“Çok üzücü. Yeteneklerinizi daha iyi kullanmalıydınız.”
“Belki dediğiniz gibi Bay Darnay, belki de değil. Ayık hâlinizin sizi gururlandırmasına izin vermeyin, başınıza ne geleceğini bilemezsiniz. İyi geceler.”
Odada yalnız kaldığında eline bir mum alıp duvarda asılı aynaya baktı.
“Bu adamı gerçekten seviyor musun?” diye mırıldandı aynadaki yansımasına. “Kendine benzeyen bir adamı neden sevesin ki? Sevilebilecek hiçbir yanı yok, bunu biliyorsun. Kahrolası! Kendine ne yaptın böyle! Neden yoksun olduğunu ve ne olabileceğini gösteren bir adamdan neden hoşlanasın ki! Onunla yer değiştirsen ona bakan mavi gözler sana da bakıp tedirgin bir yüzle acır mıydı? Haydi, şunu açıkça söyle! Ondan nefret ediyorsun!”
Teselli bulmak için şaraba sığınıp tüm şişeyi birkaç dakikada içti. Ardından da kollarını masaya koyup sızdı. Saçları masaya dağılmıştı. Eriyen mumdan kocaman bir damla, uykuya teslim olan adamın üzerine damladı.
Çakal
O günler içkinin bolca tüketildiği günlerdi ve erkekler sıkı içicilerdi. Zaman alışkanlıklarda öyle değişiklikler yaptı ki bir gecede tek bir kişinin içtiği şarabın miktarını söylesek bugün gülünç bir mübalağa gibi gelir. Üstelik bu, içen kişinin mükemmel bir beyefendi olarak saygınlığını azaltmazdı da. Hukukla ilgilenenler de içki âlemlerinde diğer meslek grubundakilerden geri kalmazlardı. Aynı şekilde önemli ve kazançlı işleri kolayca alabilen Bay Stryver da yasal yarışın diğer alanlarında olduğu gibi içki konusunda da arkadaşları kadar hızlıydı.
Londra Ağır Ceza Mahkemesi’nin ve hatta oturumların gözdesi Bay Stryver, tırmandığı merdivenin alt basamaklarını dikkatle kesmeye başlamıştı. Mahkeme ve oturumların baş davetlisi olan ve kendine mahkeme başkanının görebileceği bir yer seçen Bay Stryver’ın kırmızı yüzü, bir bahçe dolusu göz kamaştırıcı çiçek arasından güneşe uzanmaya çalışan büyük bir ayçiçeği gibi, peruklar denizinde rahatça seçilebilirdi.
Bir keresinde baroda, Bay Stryver’ın konuşkan, vicdansız, becerikli ve gözü pek biri olmasına karşın, çok sayıdaki ifadelerin özünü ortaya çıkarma yeteneğine sahip olmadığı söylenmişti ki bu, bir avukat için en can alıcı becerilerden biriydi. Fakat o zamandan bu yana büyük ilerleme katetti. Aldığı dava sayısı arttıkça konunun iliklerine kadar inme yeteneği gelişti. Gece geç saatlere kadar Sydney Carton’la içki âlemlerinde olsa da davanın tüm detayları sabah elinin altında olurdu.
İnsanların en avaresi ve en gelecek vadetmeyeni Sydney Carton, Stryver’ın en iyi ahbabıydı. İki arkadaşın, adli yılla Aziz Michael yortusu arasında içtiği içki, bir kraliyet gemisini yüzdürebilirdi. Stryver’ın her davasında Carton bulunur, elleri cebinde tavanı seyrederdi. Bu durum istisnasız her davada aynıydı. Aynı yerlerde dolaşır, gecenin geç saatlerine kadar uzayan âlemlerinde beraber olurlardı. Hatta Carton’un güpegündüz pansiyonuna ayyaş bir kedi gibi sallanarak gizli gizli gittiği bile söylenirdi. Sonuç olarak Sydney Carton’un asla bir aslan olmasa bile oldukça iyi bir çakal olduğu ve mütevazı tavrıyla davalarda Stryver’a yardımcı olduğu konuşulmaya başlandı.
“Saat on oldu efendim.” dedi kendisini uyandırmakla görevlendirdiği garson. “Saat on efendim.”
“Ne oldu?”
“Saat on efendim.”
“Ne demek istiyorsun? Gece on mu?”
“Evet efendim. Beni sizi uyandırmakla görevlendirmiştiniz.”
“Tamam hatırladım. Çok iyi, çok iyi.”
Tekrar uykuya dalabilmek için birkaç girişimde daha bulundu ancak beş dakikadır yanında sürekli ateşi karıştıran adam yüzünden Carton’un çabaları boşa çıktı. Nihayet yerinden kalkıp şapkasını başına geçirerek dışarı çıktı. Temple’a doğru gidip, banklar yerleştirilen kaldırımlarda ve gazete binalarının önünde ayılmak için birkaç kez turladıktan sonra Stryver’ın odasına yöneldi.
Bu toplantılarda kendisine hiç asistanlık etmeyen kâtibi çoktan eve gitmişti. Kapıyı Stryver’ın kendisi açtı. Ayağında terlikleri, üzerindeyse kolay giyilebilmesi için yakası açık olan bol bir gecelik vardı. Gözlerinin etrafını gergin mor halkalar kaplamıştı. Bunlar özgür yaşamayı seven herkeste rastlanan bir durumdu. Zaten içki düşkünlüğünün fazlaca olduğu dönemlerde yapılan portrelerde de bu morluklar gözlemlenebilirdi.
“Biraz geciktin Bay Akıl.” dedi Stryver.
“Her zamanki saat; belki bir on beş dakika gecikmiş olabilirim.”
Kitap ve kâğıtlarla dolu pis bir odaya girdiler. Odada şömine ışıltılar saçarak yanmaktaydı. Ocaktaki çaydanlıktan buhar çıkıyordu. Dağılmış kâğıtlar arasında bir masa, üzerindeki bol miktarda şarap, brendi, rom, şeker ve limonlarla ışıldamaktaydı.
“Anladığım kadarıyla bu geceki şişeni içmişsin Sydney.”
“Sanırım iki şişe oldu. Bugünkü müvekkille yemek yedim, daha doğrusu o yedi ben seyrettim. İkisi de aynı kapıya çıkar nasılsa!”
“Benzerliğinize dikkat çekmek olağanüstü bir hamleydi Sydney, bunu nasıl başardın? Ne zaman fark ettin?”
“Oldukça yakışıklı biri olduğunu düşündüm. Ben de böyle biri olabilirdim diye düşündüm, tabii biraz şansım olsaydı.”
Puncu hazırlamakta olan Bay Stryver güldü:
“Sen ve şans mı Sydney? Hadi, hadi, biz işimize bakalım.”
Somurtkan çakal elbisesinin yakasını gevşetip yan odalardan birine geçti. Döndüğünde elinde bir sürahi soğuk su, bir leğen ve bir iki tane havlu vardı. Havluları suya batırıp biraz sıktı ve çirkin bir şekilde başına sarıp oturarak aslana döndü: “Artık hazırım.”
“Bugün detaya inilmesi gereken pek iş yok Bay Akıl.” dedi neşeyle Bay Stryver önündeki kâğıtlara bakarken.
“Kaç tane?”
“Sadece iki dosya.”
“Önce en kötüsünü ver.”
“İşte Sydney, başla bakalım.”
Aslan içki masasının yanındaki sofaya arkasını dayayıp oturdu; çakalsa içki masasının diğer yanındaki, üzeri kâğıtlarla kaplı kendi masasında oturmaktaydı. Böylece içki şişeleri ve kadehler sürekli elinin altındaydı. İkisinin de içki masasını ziyaretlerinin haddi hesabı yoktu; ancak tavırları farklıydı. Aslan ekseriyetle bir eli kemerinde ateşi seyrediyor, ara sıra da önemsiz belgelere göz gezdiriyordu. Çakal ise kaşlarını çatmış dikkatli bir yüzle işine öylesine dalmıştı ki; şişeye uzandığında elinin nereye gittiğine bile bakmıyor, bardağı bulup dudaklarına götürebilmesi için birkaç dakika el yordamıyla araması gerekiyordu. İki ya da üç kez üzerinde çalıştıkları dava içinden çıkılmaz hâle geldi. Böyle durumlarda çakal yerinden kalkıp havlusunu yeniden ıslatma ihtiyacını duyuyordu. Sürahi ve leğene yaptığı bu ziyaretlerden kelimelerle tarif edilemeyecek garip bir ıslak başlıkla dönüyor, bu da onun ağırbaşlı tavrıyla birleşince iyice komik bir hâl alıyordu.
En sonunda çakal, aslana mükellef bir yemek hazırlayıp sundu. Aslan bunu dikkatle alıp içinden beğendiklerini seçti, kendi düşüncelerini söyledi ve çakal da bu işlemlerde ona yardımcı oldu. Yemekte iyice tartıştıktan sonra aslan yeniden elini kemerine koyup konuyu özümsemeye yattı. Çakal ise kendine yeniden enerji kazandırabilmek için boğazını ıslatıp zinde bir kafayla ikinci yemeğin hazırlanmasına koyuldu. Bu yemek de aynı şekilde aslana sunuldu. İşler tamamlandığında saatler sabahın üçünü gösteriyordu.
“Ve işte bitirdik Sydney, bir kadeh punç doldur.” dedi Bay Stryver.
Çakal başındaki kurumuş havluları çıkardı, esneyip gerindikten sonra kadehini yuvarladı.
“Savcının yalancı tanıkları konusunda çok haklıydın bugün Sydney. Her soru onları ele verdi.”
“Ben her zaman haklıyım, doğru değil mi?”
“Bunu reddedemem. Neye sinirlendin sen? Bir punç içip rahatlasana.”
Memnuniyetsizlikle homurdanan çakal bu kadehi de bitirdi.
“Hâlâ eski Shrewsbury Okulu’nun eski Sydney Carton’usun.” dedi Stryver, sanki geçmişle bugünün mukayesesini yapar gibi başını sallamıştı. “Eski kararsız Sydney. Bir öylesin, bir böyle. Bir neşeli, bir depresif!”
“Ah!” diye iç çekti öteki, “Evet. Aynı şanssız eski Sydney. O zaman bile diğer çocukların ödevlerini yapardım. Kendiminkiniyse nadiren.”
“Peki neden?”
“Tanrı bilir. Galiba ben buyum.”
Ellerini cebine sokup ayaklarını uzatarak ateşe bakmaya koyuldu.
“Carton.” dedi hükmeder bir edayla ona dönen arkadaşı; sanki şömine, içinde bitmek bilmeyen çabaların dövüldüğü bir demirci ocağıydı ve yapılabilecek en hayırlı iş, eski Shrewsbury Okulu’nun eski Sydney Carton’unu bir omuz darbesiyle bu ocağa itivermekti. “Tuttuğun yol sakat bir yol, eskiden de böyleydi. Ne gücün var ne de bir amacın. Oysa bana bir bak!”
“Off, daraldım!” diye karşılık verdi Sydney keyifle gülerek: “Bana ahlak hocalığı yapma!”
“Başardıklarımı nasıl başardım?” dedi Stryver, “Bugünlere nasıl geldim?”
“Kısmen, sana yardım etmem için bana para vererek sanırım. Fakat bana laf anlatmak için zamanını harcamaya değmez. Ne yapmak istersen onu yapıyorsun. Sen daima ön sıralardaydın, bense hep arkada.”
“Ön sıralarda olmak zorundaydım; nihayetinde orada doğmadım, öyle değil mi?”
“Doğumunda yanında değildim fakat bence öyle.” diyerek yeniden güldü Carton. Stryver da onun kahkahalarına katıldı.
“Shrewsbury’den önce, Shrewsbury’de ve Shrewsbury’den bugüne dek,” diye devam etti Carton, “sen de hep layık olduğun muameleyi gördün, ben de. Paris’te Fransızca, Fransız hukuku ve diğer Fransız zırvalıklarını öğrenirken de farklıydık; sen hep bir yerlerdeydin, bense hiçbir yerde.”
“Peki bu kimin hatası?”
“Ben, senin hatan olmadığından pek emin değilim. Sen daima tuttuğunu koparıyordun ve benim rüyalarımda bile göremeyeceğim bir yere geldin. Ancak gün ağarmaya yaklaşırken insanın geçmişi hakkında konuşması çok can sıkıcı. Haydi, gitmeden konuyu değiştirelim.”
“Peki o hâlde! Güzel tanığın şerefine içelim.” dedi Stryver kadehini kaldırarak. “Bu konu hoşuna gitti mi?”
Gitmediği açıktı; zira yeniden kederlenmişti.
“Güzel tanık.” diye mırıldandı kadehinin içine bakan Carton, “Tüm gün ve gece çok sayıda tanık vardı. Hangisi senin güzel tanığın?”
“Enteresan doktor’un kızı Bayan Manette tabii ki?”
“O kız güzel mi?”
“Değil mi?”
“Hayır.”
“Ne! Sen hâlâ hayatta mısın? Tüm mahkeme ona hayran kaldı!”
“Boş ver şimdi mahkemedekileri. Ağır Ceza Mahkemesi ne zamandan beri güzellik uzmanı oldu? O sadece sarı saçlı bir bebek!”
“Biliyor musun Sydney,” dedi Bay Stryver karşısındakinin yüzüne dik dik bakıp bir yandan da elini kırmızı yüzüne götürerek, “o sarı saçlı bebeğe acıdığında, o sarı saçlı bebeğe ne olduğunu hemen gördüğünde, ne düşündüm biliyor musun?”
“Ne olduğunu hemen görmek mi! Şayet bir kız, bebek ya da değil, bir adamın burnunun dibinde bayılırsa, bunu görmek için dürbüne ihtiyacı olmaz. Şerefine içiyorum ama güzel olduğu fikrine karşıyım. Zaten daha fazla da içmeyeceğim. Gidip yatacağım.”
Ev sahibi aşağı inen merdivenleri aydınlatmak için elinde bir mumla konuğunun arkasından giderken, gün kirli camlara soğuk yüzünü vurmuştu. Carton evden çıktı. Dışarıda hava soğuk ve kasvetliydi; gökyüzünü bulutlar kaplamıştı; nehir karanlık ve bulanıktı. Bu hâliyle şehir, hayat olmayan bir çöle benziyordu. Şafak arifesinde tozlar, etrafta daireler çizerek uçuşuyordu; sanki çölün tüm kumu ayağa kalkmış, bu kumların ilk durağı da şehir olmuştu.
Etrafını kaplayan çölde, içinde acısını duyduğu harcanmış çabalarıyla bu adam, yolunun üzerindeki nehrin kıyısında durup önündeki vahşi sularda bir an için onurlu ihtirasların, özverinin ve azmin serabını gördü. Hayalindeki bu güzel şehirde sevgi ve zarafetin yukarıdan kendisine baktığı havadar balkonları vardı; hayatın olgun meyveleri ağaçlarında sallanıyordu bahçelerinin. Sadece bir an için… Sonra hepsi kayboldu. Evlerden oluşan bir kuyunun üst katlarındaki odasına çıktı, kendisini kıyafetleriyle bakımsız bir yatağa attı. Yastığı, dökülen yaşlarla ıslandı.
Güneş kederle yükseldi gökyüzünde. Üstün becerilere ve güzel hislere sahip olan ancak bunları kendisi için, kendi mutluluğu için değerlendirmekten aciz bu adamın üzerinde daha da büyük bir kederle yükseldi. Ve adam, kendisini yiyip bitiren acılara teslim oldu sessizce.
Бесплатный фрагмент закончился.