Читать книгу: «İki Şehrin Hikâyesi», страница 5
Bölüm 2
Altın Bağ
Beş Yıl Sonra
Temple Bar yakınındaki Telson Bankası bin yedi yüz yetmiş beş yılı için bile modası geçmiş bir yerdi. Son derece küçük, karanlık, çirkin ve kullanışsızdı. Mekanın yanı sıra zihniyeti de eski modaydı. Zira şirketin ortakları onun küçük, karanlık, çirkin ve kullanışsız olmasıyla gurur duyuyorlardı. Aynı zamanda, onun bu özellikleriyle itibar kazandığını düşünüp böbürleniyorlardı. Daha hoş, daha yeni olursa saygınlığını yitireceğine dair aleni bir inanca sahiptiler. Bu pasif bir inanç değil, şirketin elverişli alanlarında hayata geçirdikleri aktif bir inançtı. Söylediklerine göre Tellson geniş ve rahat bir yer istemiyordu, Tellson ışık istemiyordu, Tellson süs istemiyordu. Noakes ve Ortakları veya Snooks Kardeşler bunu isteyebilirdi; ancak Tanrı’ya şükür, Tellson bunu istemiyordu.
Ortaklardan herhangi biri, Tellson’u yenilemek isteyen oğlunu mirasından men edebilirdi. Bu anlamda şirket, ülkeyle aynı zihniyetteydi. Bu ülke de, uzun zamandır şikâyet konusu olan fakat saygınlık unsuru olarak kabul edilen hukuk kuralları ve geleneklerde yenilikler, değişiklikler isteyen evlatlarını sık sık mirasından mahrum bırakıyordu.
Nitekim Tellson, rahatsızlık açısından kusursuz bir zafer kazanmıştı. Lüzumsuz bir hırçınlık eden kapıyı gürültüyle açtıktan sonra, iki basamak aşağıdaki Tellson’un içine düşüyordunuz. Burası iki gişenin bulunduğu sefil bir iş yeriydi. Gişelerin arkasında duran olabildiğince yaşlı iki adam, çeklerinizi rüzgâra kapılmış gibi sallayıp, Fleet Caddesi’nin çamurlu sularıyla sürekli duş alan ve kendi demir parmaklıklarıyla Temple Bar’ın büyük gölgesi yüzünden iyice kararan pencerelerden gelen cılız ışıkta üzerlerindeki imzayı kontrol ederlerdi. İşiniz bankaya gitmeyi gerektirmişse önce hücreye benzer bir tür bekleme odasına alınıyor, burada boşa geçen hayatınızı düşünmeye dalıyordunuz. Siz, insanı melankolik eden alaca karanlıkta zorla gözlerinizi açıp kapatırken, banka görevlisi, elleri ceplerinde geliyordu. Paralarınız, açılıp kapandıkça tozları burnunuza dolup genzinize giden kurtlu ahşap çekmecelerden geliyor veya bunlara konuyordu. Kâğıt paralarınız sanki çabucak çürüyüp dağılıverecek gibi küf kokuyordu. Bozukluklarınız lağım çukurlarının hemen yanında istifleniyor, bu nedenle bir iki gün içerisinde tüm parlaklığını yitiriyordu. Senetleriniz mutfak ve bulaşıkhanelerden bozma uyduruk kasa odalarına konuyor, bankanın havasındaki yağın tümü üzerlerine siniyordu. Aile kâğıtlarınızın konduğu daha önemsiz kutular üst katta, içinde, üzerinde hiç yemek yenmemiş büyük bir yemek masasının bulunduğu bir göz boyama odasına götürülürdü. Burada, bin yedi yüz seksen yılında bile, eski sevgilinizin veya küçük çocuklarınızın size yazdığı ilk mektuplar, Temple Bar’da en vahşi Afrika kabilelerine yaraşır gaddar ve zalim bir duygusuzlukla sergilenen kesik başlar tarafından pencerelerden seyredilmekten yeni yeni kurtuluyorlardı.
Fakat gerçekten de o dönemde ölüm cezası sadece Tellson için değil, tüm ticaret hayatında ve mesleklerde popüler olan bir yöntemdi. Ölüm doğanın her dert için sunduğu bir çareydi; neden kanunlar bu çareden faydalanmayacaktı ki? Bu nedenle sahtekârlar, kalpazanlar, bir mektubu izinsiz açanlar, kırk şilin altı peni çalanlar, at hırsızları, sahte şilin basanlar ya da suçlar âlemine bir şekilde bulaşanlar hep ölüm cezasına çarptırılıyordu. Suçları engellemek için iyi bir yol olarak görülmesine ilaveten –aslında bunun tam tersinin geçerli olması çok daha dikkat çekiciydi– aynı zamanda da her davanın yaratacağı farklı sorunlardan kurtarıyor ve geriye ilgilenilmesi gereken bir şey kalmıyordu. Bu nedenle o günlerde Tellson, aynı dönemde faaliyet gösteren büyük şirketler gibi pek çok can almıştı. Öyle ki bu başlar, gizlice yok edilmek yerine Temple Bar’da yan yana dizilse, zemin kata giren o birazcık ışık bile girmez olurdu.
Karanlık raflar ve dolaplar arasına sıkışmış, tıpkı bir mezardaymış gibi işlerini yapmakta olan yaşlı adamlar vardı. Tellson’un Londra şubesinde genç birini işe aldıklarında, yaşlanana kadar onu bir yerlerde saklarlardı. Tıpkı bir peynir gibi Tellson’un havası ve mavi küfleri üzerine sinene kadar onu karanlık bir yerde tutarlardı. Ancak bundan sonra görülmesine izin verilir, bu adamlar pantolon ve tozluklarıyla büyük defterlere gömülürlerdi.
Tellson’un dışında, çağrılmadıkça asla içeri girmeyen, işinin ne olduğu belli olmayan bir adam vardı. Genellikle kapıcılık ve habercilik yapan bu adam, şirketin ayaklı tabelası gibiydi. İş saatlerinde asla yerinden ayrılmayan bu adam getir götür işlerine baktığındaysa yerine oğlu bakardı. On iki yaşındaki bu afacan, babasının tıpkısının aynısıydı. İnsanlar, Tellson’un bu garip görev adamına büyüklük gösterip müsamaha ettiğini anlıyorlardı. Bu kapasitedeki insanları şirket daima hoş görmüştü ve kader bu insanı bu göreve getirmişti. Soyadı Cruncher’dı ve gençliğinde bulaştığı karanlık işleri bıraktığında Hounsditch’teki bölge kilisesinde kendisine Jerry ismi verilmişti.
Yer Bay Cruncher’ın Whitefriars’ta, Hangingsword yolundaki evi; zaman rüzgârlı bir Mart sabahı, saat yedi buçuktu. Yıl, İsa’dan sonra bin yedi yüz seksendi.
Bay Cruncher’ın evi pek de hoş bir muhitte değildi. İki odalı bir evdi; fakat tek penceresi olduğundan iki odalı demek zordu. Yine de oldukça iyi durumdaydı. O rüzgârlı mart sabahında, saatin oldukça erken olmasına karşın, Bay Cruncher’in yattığı oda temizlenmişti. Çam ağacından yapılmış masaya tertemiz beyaz bir örtü serilmiş, üzerine de kahvaltı için fincan ve tabaklar yerleştirilmişti.
Bay Cruncher kumaş artıklarından dikilmiş bir yatak örtüsünün altında uyuyordu. Yavaş yavaş uykusu hafifledi ve yatakta kımıldanmaya, sağa sola dönmeye başladı. Bir süre sonra uyandı; saçları örtüleri lime lime edecek kadar diken dikendi. Yataktan kalkar kalkmaz müthiş bir hiddetle bağırdı:
“Yine orada değilse Allah belamı versin!”
Hamarat ve tertipli olduğu dış görünüşünden belli olan yaşlıca bir kadın, dizlerinin üzerinde oturduğu köşeden kalktı. Telaş ve korkusundan bu paylamanın muhatabı olduğu belli oluyordu.
“Ne!” dedi Bay Cruncher yatağının yanında çizmesini ararken, “Yine orada mısın sen?”
Ve ardından kadının kafasına bir çizme fırlattı. Bu çizmeler epey çamurluydu ve Bay Cruncher’ın geçim kaynağıyla ilgili garip koşullar hakkında ipucu verebilirdi. Bay Cruncher’ın banka dönüşlerinde ayakkabısı pırıl pırıl olurdu. Ancak sabah uyandığında aynı çizmeleri çamur içinde bulurdu.
“Ne!” dedi yeniden Bay Cruncher, “Yine ne yapıyordun Aggerawayter?”
“Sadece duamı ediyordum.”
“Duanı ediyorsun, öyle mi! Ne iyi bir kadınsın! Dizlerinin üzerine çöküp bana beddua etmen ne demek oluyor?”
“Sana beddua etmiyordum, senin için dua ediyordum.”
“Hayır etmiyordun, eğer öyleyse özgürlüğümü görmeyeyim. Gör işte oğlum! Annen iyi bir kadın, genç Jerry, babanın mutlu olmaması için dua edip duruyor. Hürmetkâr bir annen var evlat. Dindar annen, tek çocuğunun ağzından yağlı ekmeğin alınması için dua ediyor.”
Baba Cruncher bu kötü sözleri ederken anneye dönüp kendisiyle ilgili edilen dualara şiddetle karşı çıktı:
“Seni kendini beğenmiş kadın,” dedi Bay Cruncher bilinçsiz bir tutarsızlıkla, “dualarının ne değeri var sanıyorsun? Kaç paralık dua ediyorsun?”
“Sadece yüreğimden geliyorlar Jerry. Bundan fazla bir değeri yok.”
“Bundan fazla değeri yok, öyle mi?” diye tekrarladı Bay Cruncher. “O hâlde beş para etmezler. Sana söylüyorum, bundan sonra benim için dua etmeyeceksin. Buna katlanamam. Senin sinsi dualarınla şans bulacak değilim. Dizlerinin üzerine çökeceksen bunu kocan ve çocuğun için yap, onlara karşı değil. Yapmacık olmayan bir karım olsaydı, bu çocuğun da yapmacık olmayan bir annesi olsaydı, aleyhime dualar edilmez, kötü şans etrafımı kuşatmaz, geçen hafta biraz para kazanabilirdim.”
Tüm bu zaman süresince giyinmekte olan Bay Cruncher, “Ettiğin dualar geçen hafta kötü şans olup, şeytan bu dürüst tacirin paçasına dolanmadıysa Allah belamı versin. Genç Jerry, giyin oğlum. Ve ben çizmelerimi temizlerken gözün daima annenin üzerinde olsun. Yine dua ettiğini görürsen hemen bana haber ver.” Bay Cruncher yeniden karısına dönüp konuşmaya devam etti: “Sana söylüyorum. Bu yüzden bir daha gitmeyeceğim. Köhne bir araba gibiyim, afyon içmiş gibi sersemim, öyle yorgunum ki bu acıyı çeken ben miyim, başka biri mi onu bile anlamıyorum. Ama yine de cebimde beş kuruş yok. Sabahtan akşama kadar para kazanmamam için dua ettiğinden şüpheleniyorum ve buna daha fazla katlanmayacağım, beni anladın mı Aggerawayter?”
Bir yandan da homurdanmaya devam ediyordu: “A, evet, sen çok dindarsın değil mi? Kocanın ve evladının çıkarlarının karşısında olamazsın, değil mi? Olmamalısın, değil mi!” Bay Cruncher, öfkeyle dolu iğneleyici sözler savurmaya devam ederek çizmelerini temizleyip iş için diğer hazırlıklarını sürdürmeye koyuldu. Bu arada kafası babasınınkilerden daha yumuşak ama yine de diken diken saçlarla kaplı, gözleri babasınınkiler gibi birbirine yakın çocuk, annesini gözetliyordu. Giyindiği odaya girip çıkarak annesini sürekli rahatsız eden çocuk birden, “Anne, seni gördüm, yine dua edeceksin!” diye bağırıp “Baba koş!” diye seslendi. Bu hayalî ikazının ardından saygısızca sırıtarak odaya girip çıkmaya devam etti.
Bay Cruncher kahvaltı masasına geldiğinde öfkesi henüz yatışmamıştı. Bayan Cruncher’ın sofra duasına büyük bir kinle cevap verdi:
“Bana bak Aggerawayter, ne yapıyorsun sen? Yine mi dua?”
Kadın sadece sofra duası ettiğini söylediyse de adamın cevabı değişmedi.
“Dua falan etme!” dedi Bay Cruncher, karısının dualarıyla sofradaki ekmek somununun yok olmasını beklermiş gibi etrafına bakınarak: “Evimin, yuvamın kutsanmasını istemiyorum. Soframdakilerin kutsanmasını istemiyorum. Kes sesini!” dedi.
Bir ziyafete katılıp tüm gece ayakta kalmış gibi, kan çanağına dönmüş gözleri berbat görünen Jerry Cruncher, kahvaltısını etmek yerine yiyecekleri için endişeleniyor, hayvanat bahçesinin dört ayaklı bir sakini gibi etrafına gürlüyordu. Dokuza doğru kızgınlığını bastırıp dışarıdan saygıdeğer bir iş adamı gibi görünmeyi becerdi ve bankaya doğru yola koyuldu.
Kendini “dürüst bir tacir” olarak tanımlamayı sevse de yaptığı işe ticaret demek zordu. Kırık bir sandalyeden bozma taburesinden başka sermayesi yoktu. Bu tabureyi her sabah babasının yanında yürüyen genç Jerry taşır ve bankanın Temple Bar’a en yakın penceresinin altına koyardı. Bu, böylesine garip işe sahip adamın ayaklarının altına, onu soğuktan ve nemden korumak üzere, geçen arabalardan dökülen bir avuç saman da konunca, o günkü karargâh hazırlanmış olurdu. Bay Cruncher bu görev yeri sayesinde Fleet Caddesi’nde herkes tarafından tanınırdı.
Dokuza çeyrek kala yerini alıp, bankaya giren yaşlı çalışanlara üç köşeli şapkasıyla selam veren Jerry, bu rüzgârlı mart sabahın da oğlunu yanına almıştı. Barışçıl emelleri için yoldan geçen yeterince küçük çocukları pataklamadığı zamanlar, oğlu genç Jerry de babasının yanında dikiliyordu. Birbirlerine tıpatıp benzeyen baba oğul, iki göz birbirine ne kadar yakınsa o kadar yakın duran başlarıyla sessizce Fleet Caddesi’nin sabah trafiğini izliyor, bu hâlleriyle bir çift maymuna benziyorlardı. Bu sadece tesadüfi bir benzerlik değildi. Baba Jerry bir saman çöpünü çiğneyip tükürürken oğlu Jerry de bir yandan Fleet Caddesi’ndeki olan bitenleri, bir yandan da babasını dikkatle seyrediyordu.
Tellson’un odacılarından biri başını çıkartıp, “Kapıcı, seni istiyorlar!” dedi.
Çocuk sevinçle, “Yaşasın baba. Erkenden iş çıktı bugün.” dedi.
Babasına selametle gitmesini böylelikle söyleyen genç Jerry, tabureye oturup babasının çiğneyip attığı samana bakmaya başladı.
“Her zaman paslı! Elleri her zaman paslı!” diye mırıldandı genç Jerry. Bu kadar pası babam nereden buluyor? Buraya hiç pas getirmiyor ki!”
Bir Manzara
“Şüphesiz Londra Ağır Ceza Mahkemesi’ni çok iyi biliyorsunuz değil mi?” diye sordu bankadaki yaşlı müdürlerden biri haberci Jerry’ye.
“Evet efendim.” diye cevapladı Jerry kararlı bir biçimde. “Ağır Ceza’yı bilirim.”
“Güzel. Ve Bay Lorry’yi de tanıyorsunuzdur.”
“Ağır Ceza’yı bildiğimden çok daha iyi bilirim Bay Lorry’yi.” dedi Jerry sorgudaki gönülsüz bir tanık gibi. “Dürüst bir tacir olarak Ağır Ceza’yı bilmek istediğimden çok daha iyi bilirim.”
“Çok güzel. Tanıkların girdiği kapıyı bulun ve kapıcıdan bu notu Bay Lorry’ye götürmesini isteyin. Daha sonra sizi içeri alacaktır.”
“Mahkemede değil mi efendim?”
“Evet mahkemede.”
Bay Cruncher’ın gözleri sanki birbirlerine daha da yaklaşmıştı. Sorgudaki tarafları değiştirmek için: “Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz? Mahkemede bekleyecek miyim efendim?” diye sordu.
“Size söyleyeceğim. Kapıcı notu Bay Lorry’ye iletecek ve siz de Bay Lorry’nin dikkatini çekecek bir haraket yaparak bulunduğunuz yeri belli edeceksiniz. Ardından ne yapacağınız, sizden ne yapmanızı isteyeceğine bağlı.”
“Hepsi bu mu efendim?”
“Hepsi bu. Mesajın elden getirilmesini istedi. Bu hareketler sizin orada olduğunuzu belli etmek için.”
Yaşlı banka müdürü ağır ağır mesajı katlayıp üzerini yazarken; iş, kağıdı kurutma aşamasına gelene kadar onu sessizce izleyen Bay Cruncher söze girdi:
“Sanırım bugün sahtekârlık yapanları yargılayacaklar, öyle değil mi?”
“Vatan hainlerini!”
“Bunun cezası parçalanmak.” dedi Jerry, “Ne barbarca!”
“Kanun böyle.” diye fikrini söyledi yaşlı banka müdürü gözlüğünün ardındaki şaşkın gözlerini Jerry’ye çevirerek. “Kanun böyle.”
“Kanun için bile bir adamı parçalarına ayırmak zordur sanırım. Birini öldürmek yeterince zor, bir de onu parçalamak çok zordur efendim.”
“Pek de değil.” dedi yaşlı müdür, “Kanun hakkında doğru konuşun. Hem siz kanunu bırakın da kendi göğsünüzü ve sesinizi koruyun sevgili dostum. Size tavsiyem budur.”
“Göğsümü rahatsız edip sesimi bozan nem efendim.” dedi Jerry. “Ne kadar rutubetli bir işim olduğunu sizin takdirinize bırakıyorum.”
“Evet, evet,” dedi müdür, “her birimiz farklı yollardan hayatımızı kazanıyoruz. Kimisininki yaş, kimisininki kuru. İşte mektup. Haydi gidin.”
Jerry mektubu alıp dışarıya gösterdiğinden daha hürmetsiz bir tavırla, içinden, “Sen de o dar kafalı adamlardan birisin.” dedi. Selam verip odadan çıktı, geçerken oğluna gideceği yeri haber verip yola koyuldu.
O günlerde mahkûmlar Tyburn’de asılırlardı. Bu yüzden o zamandan beri infazlarla anılan Newgate dışındaki cadde, kötü bir şöhrete sahip değildi. Fakat hapishane, berbat bir yerdi. Burada her tür ahlaksızlık ve canilik bulunur, korkunç hastalıklar buradan yayılırdı. Mahkûmlar tarafından mahkemelere taşınan hastalıklar kimi zaman da hâkimleri vurur, onu kürsüsünden ederdi. Öyle ki, siyah başlıklı hâkim kendi ölüm kararını da en az mahkûmunki kadar kesin bir dille telaffuz eder ve ondan önce hayata gözlerini kapatırdı. Diğerleri için Londra Ağır Ceza Mahkemesi, soluk benizli yolcuların arabalar veya faytonlar içerisinde ardı arkası kesilmez bir biçimde öteki dünyaya yolculuğa çıkarıldığı bir tür ölümcül han olarak ünlenmişti. Dört kilometrelik bu yol, iyi vatandaşları utandırıyordu, tabii şayet böyle vatandaşlar varsa. Başlangıçta iyi amaçlara hizmet etmesi arzulanmıştı. Şimdi de oldukça etkili bir amaçla kullanılıyordu. Burası aynı zamanda, eski ve boyutlarını kimsenin önceden tahmin edemeyeceği bir ceza şekli olan boyundurukla teşhir etme, yine eski bir yöntem olan, seyretmesi fazlaca insancıl ve sakinleştirici kırbaçlama cezaları ve ayrıca, dünya üzerinde işlenebilecek en korkunç suçların karşılığında diyet almak için yapılan korkunç işlemlerle de ünlüydü. Kısacası Londra Ağır Ceza Mahkemesi, o tarihte ahlakın alternatif tanımlarından biriydi.
Kötü kokulu kalabalığı yarıp bu korkunç sahnede toplanmış insanların aralarından buna alışık biri edasıyla geçen haberci, aradığı kapıyı buldu ve üzerindeki kapaklı delikten mektubu içeriye uzattı. Zira o dönemde insanlar, tıpkı Bedlam’da oynanan bir oyunu izlemek için ödedikleri gibi, Londra Ağır Ceza Mahkemesi’nde sergilenen oyunu izleyebilmek için de ücret ödüyorlardı. Tabii bu gösteri çok daha kıymetliydi. Bu nedenle Londra Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki tüm kapılar çok iyi korunuyordu. Sadece mahkûmların içeri alındığı kapılar istisnaydı ve bunlar daima sonuna kadar açık bırakılırdı.
Bir müddet bekleyiş ve tereddüdün ardından kapı gönülsüzce aralandı ve Bay Cruncher mahkemeye süzüldü.
“Neler oldu?” diye kendini yanında bulduğu adama fısıltıyla sordu.
“Henüz hiçbir şey.”
“Bundan sonra ne var?”
“Vatana ihanet davası.”
“Parçalama davası, değil mi?”
“Ah!” diye cevapladı adam bir çeşit zevkle. “Önce ipe çekilip ölmeden indirilecek, ardından kendi gözleri önünde parçalara ayrılacak, daha sonra bağırsakları deşilip yakılacak ve başı kesilip bedeni dört parçaya ayrılacak. İşte ceza bu.”
“Tabii suçlu bulunursa demek istiyorsun öyle değil mi?” diye ekledi Jerry.
“Onu suçlu bulacaklar.” dedi diğeri. “Bundan şüphen olmasın.”
Bay Cruncher’ın dikkati, elindeki notla Bay Lorry’ye yaklaşan kapıcıya yöneldi. Bay Lorry peruklu adamlarla bir masada oturuyordu. Masaları, önünde bir yığın kâğıt bulunan peruklu savunma avukatından pek de uzak değildi ve tavana bakıp duran, elleri ceplerinde yine peruklu bir başka adamın çaprazındaydı. Kaba kaba öksürüp elini çenesine sürten ve eliyle işaretler yapan Bay Cruncher nihayet onu aramak için ayağa kalkan Bay Lorry’nin dikkatini çekebildi. Bay Lorry kendisini gördüğünü belli edecek şekilde başını sallayıp tekrar yerine oturdu.
“Onun bu davayla ne alakası var?” diye sordu konuştuğu adam.
“Biliyorsam ne olayım.” diye cevapladı Jerry.
“Peki senin ne alakan var, sorabilir miyim?”
“Bunu da biliyorsam ne olayım.” dedi Jerry.
Hâkimin salona girmesiyle kalabalıkta büyük bir hareketlenme oldu ve daha sonra herkes yerine oturup sustu. Şimdi sanık sandalyesi herkesin ilgi odağıydı. Burada ayakta durmakta olan iki gardiyan çıkıp mahkûmu getirdi ve yerine oturttu.
Artık herkes, tavana bakıp duran peruklu adam hariç, ona bakıyordu. Salonda nefes alan her canlı deniz gibi, rüzgâr gibi ya da ateş gibi ona dönmüştü. Köşelerdeki ve sütunların yanındaki sabırsız yüzler bir kez olsun adamı görebilmek için gayret sarf ediyor, arka sıralarda oturan seyirciler ayağa kalkıyor, ayakta duranlarsa önlerindekilerin omuzlarından destek alıp parmaklarının üzerinde yükselerek, pencere pervazlarına çıkarak onun her santimetrekaresini görmeye çalışıyorlardı. Newgate’in çivili duvarlarının hareketli bir parçası gibi göze çarpan Jerry, ayakta duruyordu. Yolda içtiği biraların kokusu nefesiyle etrafa yayılıyor, diğer bira, cin, çay ve kahve kokularıyla karışıp burnuna doluyor ve arkasındaki büyük pencerelerde pis bir buğu oluşturuyordu.
Tüm bu bakışların ve ilginin yöneldiği kişi, yirmi beş yaşlarında, iyi yetişmiş ve iyi görünümlü, kara gözleri ve güneşten yanmış yanakları olan genç bir adamdı. Genç bir beyefendi gibi görünüyordu. Siyah ya da füme sade bir elbise giymişti. Uzun siyah saçları, süs olmaktan ziyade yüzüne gelmesin diye başının arkasında bir kurdeleyle bağlanmıştı. Zihindeki duyguların kendini kıyafetlerde açığa vurması gibi içinde bulunduğu durumdan ötürü soluklaşan yüzünün yanaklarda kahverengiye dönmesi, ruhunun güneşten daha güçlü olduğunu gösteriyordu. Soğukkanlı bir tavırla hâkimi selamlayıp sessizce durdu.
Bakışlar ve fısıltılarla bu adama yönelen ilgi, insancıl bir ilgi değildi. Çok daha az ürkütücü bir cezaya çarptırılacak olsaydı, vahşet dolu ayrıntılardan birinden şans eseri kurtulabilecek olsaydı, tüm büyüsünü yitirecekti. Utanç verici bir şekilde parçalanacak olan bu beden, tüm bakışları çekmişti. Katledilip parçalara ayrılacak olan bu ölümsüz yaratık heyecan uyandırmıştı. İzleyiciler, kurnazlıkla ve kendilerini kandırarak bu ilgiyi neye yorarlarsa yorsunlar, aslında temelinde yatan şey tekti: Canilik.
Mahkemede sessizlik çağrısı yapıldı ve sanık hakkındaki iddianame okunmaya başladı: Büyük, şanlı, yüce vb. kralımız ekselansın şu şu sebeplerle şu şu koşullarda, Fransa Kralı Lewis’in desteğiyle büyük, şanlı, yüce vb. kralımıza karşı yürüttüğü savaşta, büyük, şanlı, yüce vb. krallığımızın dominyonları arasında gidip gelerek ahlaksızca, sahtekârca, haince ve şeytana yakışır diğer tüm sıfatlarla bahsi geçen Fransa Kralı Lewis’e büyük, şanlı, yüce vb. krallığımızın hangi kuvvetlerinin Kanada ve Kuzey Amerika’ya gönderilmek üzere hazırlık yaptığını bahsi geçen Fransa Kralı’na açıklamak suretiyle vatana ihanet suçuyla yargılanan sanık Charles Darnay, dün aleyhindeki suçlamaları reddedip, masum olduğunu savundu…”
Kafası hukuki terimlerle doldukça saçları daha fazla diken diken olan Jerry, muazzam bir tatmin duygusu içerisinde, olanları güç bela anlıyordu. Adı geçen ve defalarca yinelenen Charles Darnay, mahkeme heyeti karşısında ayakta duruyor, jüri yeminini ediyor ve başsavcı konuşmaya hazırlanıyordu.
Oradakiler tarafından zihinlerde çoktan asılmış, başı kesilmiş ve bedeni dörde ayrılmış olan ve bunu kendisi de bilen zanlı, ne vaziyetinden korkuyor ne de bunda teatral bir yan arıyordu. Sessiz ve dikkatliydi; ağırbaşlı bir şekilde açılış konuşmalarını dinledi ve ellerini önündeki tahta parmaklıklara dayayıp öyle sakin durdu ki, etrafa serpilen otların bir teki bile yerinden kımıldamadı. Mahkeme salonunun her yanı, hapishanedekilerden bulaşabilecek hastalıklara karşı sirkeyle ıslatılmış otlarla doluydu.
Mahkûmun başının üzerine, ışığı ona yansıtabilmek için bir ayna koyulmuştu. Ahlaksızlar ve alçaklar bu aynaya yansımış, tıpkı dünya üzerinden geçtikleri gibi görüntüleri bu aynadan da geçmişti. Denizin ölüleri bir gün yüzeye çıkarması gibi bu ayna da yansımalarını geri getirebilseydi, bu berbat yer hayaletlerle dolardı. Altında duran mahkûm da aynanın aksettirdiği kepazelik ve rezaleti aklından geçirmiş olabilirdi. Mahkûm, duruşundaki değişiklikle yüzüne düşen ışık demetini fark edip başını kaldırdı; yüzünün kızarmış olduğunu görünce sağ eliyle otları ileri doğru itti.
Yüzünün kızarması, başını mahkemenin diğer köşesine çevirdiğinde gördüklerindendi. O köşedeki iki kişiye gözleri takılı kalmıştı ve bunu fark eden diğer tüm gözler de bakışlarını bu iki kişiye çevirmişti.
İzleyiciler, yirmi yaşından biraz büyük genç bir bayan ve babası olduğu apaçık bir beyefendi gördüler. Adam, bembeyaz saçları ve tanımlanamaz bir yoğunlukla dolu, enerjik olmaktan ziyade derin düşüncelere dalmış gibi görünen yüzüyle oldukça göze çarpan biriydi. Bu ifadelerle yaşlı görünüyordu; fakat şimdi olduğu gibi ne zaman kızıyla konuşsa, hayatının baharında yakışıklı bir adama dönüşüyordu.
Kızı, yanında oturan babasının bir elini avucuna almış, diğerini de onun üzerine koymuştu. Bu ürkütücü ortamda babasına iyice sokulmuş, mahkûma acıyarak bakıyordu. Sanığın karşı karşıya bulunduğu tehlike karşısında alnını büyük bir korku ve merhamet ifadesi kaplamıştı. Bu ifade öyle fark edilir, öyle güçlü ve öyle doğal bir ifadeydi ki, sanığa karşı en ufak merhamet duymayan izleyiciler bile kızın bu hâlinden etkilenmişlerdi. Fısıltıyla sorulan soru hep aynıydı: “Kim bunlar?”
Kendi tarzıyla ortalığı gözlemleyen ve bir yandan da parmaklarındaki pası emen haberci Jerry, bu iki kişinin kim olduğunu öğrenmek için kulak kabarttı. Etrafındaki kalabalık bu kişilerin kim olduklarına dair bilgiyi ağızdan ağza dolaştırıyordu ve nihayet Jerry de sorunun cevabını öğrendi:
“Tanıklar.”
“Hangi taraftalar?”
“Aleyhte.”
“Hangi tarafın aleyhinde?”
“Mahkûmun.”
Bakışları herkesin baktığı tarafa dönen hâkim, arkasına yaslanıp bakışlarını bu kez de hayatı ellerinde olan adama yöneltti. Bu arada başsavcı ilmeği hazırlamak, baltasını bilemek ve darağacının çivilerini çakmak üzere ayağa kalkıyordu.