Читать книгу: «Kayıp kıta: atlantis efsanesi»
Yazar Hakkında
11 Mayıs 1865’te Bibury, Gloucestershire’da doğan ancak Yorkshire’da büyüyen Charles John Cutcliffe Wright Hyne, hem lisans hem de yüksek lisans derecesi aldığı Cambridge Üniversitesi’ne girdi.
Mary Elizabeth Haggas’la evlenen Cutcliffe’in bu evlilikten bir kız bir erkek iki çocuğu oldu. Oğlu Charles Godfrey Haggas Cutcliffe Hyne, 18 yaşında Sommes Savaşı’nda yaralandı ve hayatını kaybetti. Kızı Nancy Mildred Cutcliffe Hyne’sa 97 yaşında hayata gözlerini yumdu.
Bugün en çok Kayıp Kıta eseriyle bilinen yazar, bir zamanlar gösterişli bir Deniz Piyadesi olan Kaptan Kettle’ın hayali hikayeleriyle de son derece popülerdi. Kaptan Kettle ilk olarak “Honor of Thieves” romanında bir yan karakter olarak göründü. Ana karakter olarak ilk görünüşü, Pearson Dergisi’nde Başkanı Kaçırmak adlı kısa öyküsünde oldu. Bu ilk kısa öyküyü 1897’de, daha sonra toplanan ve “Kaptan Kettle’ın Maceraları” adıyla yayınlanan bir dizi on iki kısa öykü yine Pearson Dergisi’nde izledi. Sonraki dört yıl boyunca on iki hikâyeden oluşan iki set daha hazırlanıp Over Adventures of Captain Kettle ve Captain Kettle KCB adlarıyla yayımlandı.
Bunların yanı sıra Cutcliffe Hyne, yaklaşık elli roman ve çok sayıda kısa öykü kitabıyla, seyahatnameler, siyasi yorumlar ve bir otobiyografi yazdı. Hyne, 10 Mart 1944’te yetmiş sekiz yaşında öldü.
C.J. Cutcliffe Hyne, 1890’lardan 1930’lara kadar üretken ve popüler bir yazardı. Neredeyse tüm çalışmaları zamanla unutuldu. Ne var ki birçok dilde yeniden basılan ve kayıp medeniyet Atlantis efsanesinin klasik romanı olarak kabul edilen Kayıp Kıta, güçlü ve özgün diliyle okuyucuları halen kendine çekmeye devam ediyor.
Giriş
DEUKALION 'UN1 MIRASÇILARI
Bütün gece açık havada uyumanın sonucunda ikimizin de sırtı bir hayli tutulmuştu, çünkü Büyük Kanarya adasında bile gece çiyinin ve karanlığın getirdiği görece soğuğun hafife alınmaması gerekirdi. Kendi adıma ben, bu gibi durumlarda sabahları canlanmak için biraz koşmayı severim. Ancak burada, adanın ortasındaki bu sert zeminde koşmak için düzgün üç metrelik bir yer bile yoktu ve bu yüzden Coppinger, dambıl olarak kullandığı bir çift pütürlü, büyük lav kayasıyla bir tür halter çalışması yapmaya devam ederken ben de onu örnek aldım. Coppinger, zamanında oldukça sıkıntılı günler geçirse de başka bazı uğraşların -ortalama her iki yılda bir, bir çeşit yeni bir derece almayı başardığı uğraşlar-yanı sıra doktor olarak, sağlık teorileri konusunda çok bilgili olup onları kutsal bir görev gibi uygulardı.
İki gün önce yağmur yağmıştı ve lavların oluşturduğu derin yarığın dibinde hâlâ hafifçe akan küçük bir dere olduğundan, oraya inerek elimizi yüzümüzü yıkadık ve dişlerimizi fırçaladık. Bu tür bir keşif gezisinde bir diş fırçası hayal edilebilecek en büyük lükstü.
“Şimdi,” dedi Coppinger, ceplerimizi boşaltırken, “geriye çok değerli kırıntılar kaldı ve bunları yerel bir İspanyol gazete kâğıdının içinde taşıdığımız için durumları hiç de iyi sayılmaz.”
“Seninkiler daha çok sigara külü gibi.”
“Eğer sonraya bırakırsak daha da kötüleşecekler. Önümüzde çok daha zorlu bir yürüyüş var.”
Yemezsek kötüleşecekleri çok açıktı. Bu yüzden derin yarığın dibindeki derenin yanına oturduk ve geri kalan ne varsa yedik. Gemimizin demir attığı Santa Brigida’da tuzaklarımızı kurmuş olduğumuz yere on altı kilometrelik yolumuz vardı ve Coppinger bu özel mağara grubunu terk etmeden önce daha fazla fotoğraf çekmek ve ölçüm yapmak istediğinden, bir sonraki yemeğimizi yemeye ve REİS’in nefis köy şarabını tekrar tatmaya fena halde hazır olacaktık. İki gözüm kör olsun! Eğer Las Palmas’taki İngiliz otelleri, buradaki bazı dağ köylerinden ne kadar muhteşem şaraplar alabileceklerini -diplomasi yoluyla- bilselerdi, eski bağbozumu bir hafta içinde tarihe karışırdı.
Doğrusunu söylemek gerekirse onun bulduğu iki mumya, benim küçük tutkumu çoktan tatmin etmişti. Mumyaların sarılı olduğu keçi derileri, kâğıt gibi kuruyup gevremişlerdi ve zavallı derilerin kendileri bile dokunulduğu zaman bir kurt mantarı gibi etrafa toz saçıyorlardı. Fakat Coppinger’ın nasıl biri olduğunu tahmin edersiniz. O, burada eski bir Guanche2 üniversitesinin veya kutsal bir akademinin ya da adanın diğer tarafında olduğu gibi bunlara benzer bir yerin izlerine rastladığını düşünüyordu ve kayalığın yüzündeki tüm mağaraların her birini didik didik arayana kadar tatmin olmazdı. Işık vermesi için elinde bir sürü nesne ve Kodak kamerasında yirmi sekiz filmi daha vardı, artık işi bitirebileceğimizi ve sonra dönüş yolculuğuna başlayabileceğimizi söyledi. Böylece levyeyi aldı, ben de ipi omuzladım ve önceki gün güneşten piştiğimiz kayalığın üstüne çıktık.
Elbette bu mağaralara ulaşmak o kadar kolay değildi, yoksa yıllar önce yağmalanırlardı. Prensip olarak bütün bunları bildiğini ileri süren Coppinger, eski Guanche’ler zamanında onların keçi derisinden yapılma ip merdiven kullandıklarını, evdeyken merdiveni yukarı çekerek istenmeyen ziyaretçileri uzak tuttuklarını söylemişti ve benim de başka bir fikrim olmadığından muhtemelen bu konuda haklıydı. Her neyse, mağaraların ağızları uçurumun tepesinden dokuz metre kadar aşağıda, hemen hemen aynı hizada ve alttan da on beş metre kadar yüksekteydi. Şahsen bir İspanyol olarak yürünemeyen bir yere gitmeye pek de meraklı değildim.
Aslında bu tür mağaralara aşağıdan ip merdivenle tırmanmak oldukça külfetli olabilirdi; ama düğümlü, hafif bir ip kolayca taşınabiliyordu ve bunlarla tırmanmak zor olsa da bizim planımız her mağaranın ağzına yukarıdan sarkarak inmek, sonra aşağı kayarak uçurumun altına ulaşmak ve bir sonraki mağara için bu uğraşa tekrar baştan başlamaktı.
Coppinger yeterince cesurdu ve yükseklikte iyi çalışan bir kafası vardı; ama iriyarı oluşunu ve kırk beşten çok elli yaşına yakın olduğu gerçeğini göz ardı etmek mümkün değildi. Onun ne kadar meraklı biri olduğunu anlamış olmalısınız. Elbette her seferinde ben önden gidiyor, mağaranın ağzından içeri giriyor ve ona yardım etmek için elimden geleni yapıyordum ama dik bir uçurumun yüzeyinden aşağıya sadece ayakkabı bağı kalınlığında bir ipin desteğiyle havadan uçarcasına inmek zorunda kaldığınız zaman, aşağıdaki adamın yukarıdakine şans dilemek dışında yapabileceği başka bir şey kalmıyordu.
Onu elimden geldiğince zahmetten kurtarmak istedim, tırmandığım ilk üç mağara küçük ve boştu, sadece depolama amaçlı kullanılan oyuklar gibi görünüyorlardı, o yüzden onları öyle kabul etmesini ve çabasını kalan diğer mağaralara saklamasını istedim. Ancak o, aşağı kayarak her bir mağaraya şahsen girmek konusunda ısrar etti ve benim tahıl ambarı olarak tahmin ettiğim mağaralardan birinin hapishane, diğerinin çömlek yapım atölyesi ve bir diğerinin de genç rahipler için bir derslik olarak kullanıldığı sonucuna varınca, doğal olarak benim hükümlerime fazla güvenemediğini ve bütün mağaraları kendisinin gözden geçirmesi gerektiğini söyledi. Böyle titiz arkeologların nasıl olduğunu tahmin edersiniz.
Fakat gün ilerleyip güneş yükseldikçe Coppinger, bu işten usandığını açıkça belli etmeye başladı. Bununla birlikte çok istekli olduğundan güvenlik sınırını zorlayarak araştırmaya bir süre daha devam etmekte ısrar etti. Bundan hoşlanmadığımı söylemeliyim. Sizin anlayacağınız, kayalığın tepesinden aşağıya iniş yirmi beş metreden az değildi. Fakat sonunda vazgeçmek zorunda kaldı. Ona hemen Santa Brigida’ya gitmeyi öönersem de buna yanaşmadı. İncelenecek üç mağara daha vardı ve eğer onun için bu mağaralara girmezsem kendisi onlara ulaşmak için tekrar çabalamak zorunda kalacaktı. Bu şekilde sadece benim tecrübesiz gözlemlerime dayanan bir raporlama teklif ederek bana çok büyük bir iyilik yaptığını anlatmaya çalıştı; ama ben konuya o açıdan bakmayı reddettim. Ayrıca oldukça yorgundum; sıcaktan sırılsıklam terlemiştim, güneşin şiddetinden başım ağrıyordu ve ip ellerimi kesmişti.
Coppinger yorgun olsa da hâlâ işe devam etmeye hevesliydi. Beni de heveslendirmeye çalışıyordu. “Bak,” dedi, “yukarıda ne bulacağımızı bilmiyoruz ve eğer sen herhangi bir şey bulursan onun sana ait olacağını unutma. Ben hiçbir şekilde bir hak iddia etmeyeceğim.”
“Çok naziksin; ama keçi derisi torbalara sarılmış başka mumyalar bulma konusunda artık benim bir faydam dokunmaz.”
“Peh! Orası bir mezarlık mağarası değil. Mağara ağızlarındaki farklılıkları hâlâ göremedin mi? Şimdi iyi bir arkadaş ol. Diğer mağaralardan eli boş çıkmamız senin yukarıda iyi bir keşifle karşılaşmayacağın anlamına gelmez.”
Bu konuda çok kararlı olduğunu gördüğüm için, “Eh, peki o zaman,” dedim ve sarkan kayaların üzerinden atlayarak alttaki çıkıntıya bastım, sonra bizi ilk başta dolaşmak zorunda kaldığımız üç kilometrelik yoldan kurtaran kayalıktaki o yarığın kenarından yukarı tırmandım. Çengelli levyenin ucunu yerinden çekip yeni bir yere taktım ve sonra her seferinde daha da fazla acıyan ellerimle ipi tutarak kenara doğru gittim. Mağaranın ağzından içeri doğru sallanmak oldukça sıkıntılı bir işti, çünkü üstteki kaya aşağı sarkmış ya da (aynı kapıya çıkar) alttan kırılmıştı; ama sırtımı küt diye yere vurmamla birlikte bir şekilde içeri girmeyi başardım ve aynı zamanda ipi de bırakmadım. İpi elimden kaçırmam hiç iyi olmazdı çünkü Coppinger aşağıdan onu bana fırlatamazdı.
Daha ilk bakışta bu mağaranın diğerlerine göre farklı bir yapıya sahip olduğunu görebiliyordum. Diğerleri genellikle kabaca oyulmuş ve gelişigüzel yuvarlatılmışlardı; bunun ise her açısı yontucu aletlerle düzeltilerek düzgünce belirlenmiş, yanları dümdüz ve pürüzsüzdü. Çatının altına doğru eğimli duvarları, bana daha önce gördüğüm bir mimari tarzını hatırlatsa da nerede olduğunu çıkaramadım ve dahası, burada geçitlerle birbirine bağlanmış birçok oda vardı. Coppinger’ın keşfetmemi istediği diğer mağara ağızlarının sadece buradaki diğer odalardan ikisine ait olan pencere ya da kapı girişleri olduğunu görünce çok sevindim.
Etrafa iyice baktım; ama duvarlarda herhangi bir yazı ya da işaret izi yoktu ve yarasalar dışında içerisi tamamen boştu. Bir sigara yakıp içtim -birisi işini çok çabuk yaptığında Coppinger her zaman onun bu işi üstünkörü yaptığını düşünürdü- sonra ipin olduğu girişe gittim ve dışarı doğru eğilip bağırarak ona haberi verdim.
Yüzünde oldukça endişeli bir ifade belirdi. “İyice araştırdın mı?” diye bağırdı yukarı.
“Elbette araştırdım. Bu kadar zaman burada ne yaptığımı sanıyorsun?”
“Dur, henüz aşağı inme. Bir dakika bekle. Bak, sadece bir dakika bekle diyorum, ihtiyar. İpin ucuna hemen Kodak ve flaş aparatlarını bağlıyorum. Onları yukarı çek ve bana sadece yarım düzine resim al, aferin benim dostuma.”
“Eh, tamam,” dedim ve her şeyi yukarı çekip içeri aldım. Fotoğraflar kesinlikle sıkıcı ve yavan olacaktı. Varsın olsun, Coppinger için bu önemli değildi. Onları bu şekilde görüntülemeyi tercih ederdi. Karanlık iç mekânların fotoğrafını çekerken oluşan bulanıklığa dikkat etmek gerekirdi; ama burada her kapı girişinin yanında bir tür oturma yeri gibi bir çıkıntı vardı, ben de kamerayı sabit duracak şekilde bunun üzerine yerleştirdim ve arkasına geçip flaşa bastım.
Bu şekilde dört odanın resimlerini çektikten sonra girişteki çıkıntının daha yüksek ve geniş olduğu bir odaya geldim. Kamerayı çıkıntıya koydum ve altına taş parçaları sıkıştırarak dengeye getirdikten sonra flaş lambasını şarj etmek için ben de oraya oturdum. Fakat ağırlığımın çıkıntıya binmesiyle birlikte keskin bir çatırtı oldu ve ben on beş santim kadar aşağıya indim.
Tabii ki hemen ayağa kalktım ve kayıp yere düşmeden önce Kodak’ı yakaladım. İtiraf edeyim ki bu beni çok sevindirdi. Burası her halükârda bir tür gizli Guanche dolabıydı ve bu kadar zahmete girerek onu çimentoyla hava geçirmez bir hale getirdiklerine göre, içinde saklanmaya değer bir şey olma ihtimali vardı. İlk başta toz ve döküntüler dışında görülebilecek bir şey yoktu, bu yüzden bir mum yaktım ve bunları temizledim. Fakat o anda, temizlemeye çalıştığım şeyin çimento olmadığını anladım. Düzenli katmanlar halinde parçalandı ve gün ışığına çıkarıp baktığımda, her katmanın iki taraflı olduğunu gördüm. Bir yüzünde talk3 pudrasına benzeyen parlak bir toz vardı ve bunun üzerine balmumu olması muhtemel, koyu karamel renkli bir malzeme sürülmüştü. Bu karamel renkli yüzeyin üstüne birtakım şekiller çizilmişti.
Şimdi bu konularla ilgili herhangi bir bilgiye sahip olduğumu ileri süremem ve bu nedenle Coppinger’ın bana Guanche’lerin âdetleri ve kazanımları hakkında söylediklerini aşağı yukarı doğru olarak kabul ediyorum. Örneğin, bana defalarca bu eski insanların yazı yazmayı bilmediklerini söyleyerek beni bu fikre alıştırmıştı ve ben de aklımdaki bu bilgiyle balmumunun üzerine çizilmiş olan şekillerin eski bir yazıya ait, eski karakterli harfler olduğunu tahmin etmedim, oysa belki de bana kalsa böyle bir tahminde bulunabilirdim. Ancak yine de bunların yağmalanmaya değer olduğu sonucuna da vardım, bu yüzden çizmemin topuğu ve bir çakının yardımıyla bunları yerlerinden söküp çıkarmak için işe koyuldum.
Sayfaların hepsi hemen hemen birbirine yapışmış haldeydi ve bu yüzden onları ayırmak için daha fazla uğraşmadım. İçine konuldukları oyuğa hiç boşluk bırakmayacak şekilde sığdırılmışlardı; ama ben ön tarafı çökerterek onların altına girebildim ve balyayı sağlam tek bir parça halinde çıkarana kadar bıçakla alt katmanları kazıyarak boşalttım. Boyutları tahminen elli santime kırk santim ve yüksekliği kırk santim gibiydi, ama göründüğü kadar ağır değildi ve kalan fotoğrafları çekip bitirdikten sonra onları ipin ucuna bağlayarak Coppinger’a indirdim.
Mağaralarda yapacak daha fazla bir şey yoktu, bu yüzden ben de aşağı indim. Balya halindeki sayfalar yerdeydi ve Coppinger, elleri ile dizlerinin üzerine çökmüş halde onlara bakıyordu. Heyecandan neredeyse delirmiş gibiydi.
“Nedir bu?” diye sordum.
“Henüz bilmiyorum. Ama bu Kanarya Adaları’nda şimdiye kadar yapılmış en değerli keşif, en azından ondan geriye kalanlar ve bunu sen yaptın, seni kıymet bilmez sefil. Ah ulan ah, sen muhtemelen paha biçilmez bir tarihin başlangıcını ve sonunu darmadağın ettin. Ama bu benim kendi suçum. Önemli bir keşif çalışmasına tecrübesiz bir adam getirmemem gerektiğini daha en başından bilmeliydim.”
“Eğer bir şeyler ters gitseydi bunun senin suçun olduğunu söylerdim. Bana bu tarih öncesi Kanaryalıların yazı diye bir şey bilmediğini söyledin, ben de senin sözüne inandım. Bana kalsaydı bunların yiyecek bir şeyler olduğunu düşünürdüm.”
“Bu kesinlikle Guanche’lere ait bir iş değil,” dedi Coppinger, sinirli bir biçimde. “Bunu talk gördüğünde anlamalıydın. Tanrı aşkına be adam, sende hiç göz yok mu? Adanın genel yapısını görmedin mi? Burada talk olmadığını bilmiyor musun?”
“Ben jeolog değilim. Bu yabancı bir yazı mı oluyor o zaman?”
“Elbette. Bu Mısır yazısı, bir bakışta anlaşılıyor. Ama buraya nasıl geldiğine dair henüz bir şey söyleyemem. Gazete gibi okunabilecek bir şey değil bu. Yazının karakteri, şimdiye kadar keşfedilenlerin bir varyantı. Talkın üstüne sürülmüş olan balmumuna benzer maddeye gelince, bu görülmemiş bir şey. Bir tür mineral, sanırım, belki de zift. Hayvansal balmumu gibi eşelenmiyor. Bunu daha sonra tahlil edeceğim. Bir zamanlar bunu icat edip sonra böyle harika bir uygulamayı kullanımdan kaldırmış olmaları çok şaşırtıcı. Ben buna bütün gün hiç doymadan zevkle bakabilirim.”
“Ama,” dedim, “eğer senin için bir şey değişmezse ben bir yemeğe zevkle bakmayı tercih ederim. Demir attığımız yere gitmek için en az on altı kilometre yolumuz var ve ben şimdiden kurt gibi acıktım. Saatin dört olduğunun farkında mısın? Bu mağaraların her birine girmek için yukarıdan aşağı sarkmak ve ardından bir sonraki için tekrar yukarı tırmanmak düşündüğümüzden daha uzun sürüyor.”
Coppinger, ceketini yere sererek tomar halindeki sayfaları çok hassas bir şekilde sarsa da kenarlarının daha fazla kırılmasından endişe ederek bir iple bağlamadı. Ayrıca onu kendisi taşımak için ısrar etti ve Santa Brigida’ya giden yolun büyük bir bölümünde öyle yaptı, ancak yorgunluktan neredeyse yere yığılacak duruma geldiği zaman lütfedip benim onları taşımama izin verdi. Bu konuda da oldukça kabaydı. “Bunları sen de taşısan olur sanırım,” diye terslendi, “ne de olsa onları sen buldun.”
Demir attığımız yere vardığımızda, bana göre orada bulunabilecek en iyi yemeği yedim ve yanında o eski Kanarya şarabından bir şişe içtim, ardından son bir pipo yaktıktan sonra yatağa döndüm. Coppinger da yemek yedi, ama onun pek fazla uyumadığına inanmak için haklı nedenlerim vardı. Her halükârda, onu ertesi sabah hâlâ yaptığımız keşif üzerine düşünürken ve gözlerinden uyku akarken bulsam da yine de coşkuyla doluydu.
“Biliyor musun,” dedi, “sen modern dünyanın şimdiye kadar gördüğü en değerli tarihi elyazmasına rastladın. Ama tabii ki beceriksiz bir şekilde yerinden çıkarırken ona çok büyük hasar verdin. Mesela, üzerlerini ellediğin ve zarar verdiğin en üstteki sayfalar muhtemelen eski Yucatan uygarlığıyla ilgili, kesinlikle benzersiz bir açıklama içeriyordu.”
“Her neyse, o dediğin yer nerede?”
“Meksika Körfezi’nin ortasında. Bugün orası eski bir harabe; ama bir zamanlar Atlantislilere ait çok zengin bir koloniydi.”
“Onları hiç duymadım. Ah evet, aslında duydum. Herodot’un yazılarında söz ettiği insanlar, öyle değil mi? Ama ben onların efsanevi bir halk olduğunu sanıyordum.”
“Onlar tamamen gerçekti. Burada, Kanarya Adaları’nın tam kuzeyinde bulunan yaşadıkları kıta Atlantis de öyle.”
“Sayfanın kenarındaki kanatlı timsah gibi çizilmiş olan şu şey nedir?”
“O eski zamanlarda yaşamış bir tür canavar. Sayfalar bunlarla dolu. Bu bir mağara kaplanı. Şu da devasa bir tür yarasa. Şükürler olsun ki bunu yazan adam her kimse bunları tam anlamıyla resmetme duygusuna sahipmiş, aksi halde biz bu hikâyeyi asla yeniden yazamazdık ya da ne olursa olsun yarısını bile anlayamazdık. Bu yazıların yazılmasından bu yana bütün bu türler yok oldu, tıpkı tüm bir kıtanın yok olması ve üç medeniyetin silinip gitmesi gibi. İşin en kötü tarafı, bunun iyi eğitimli biri olmasına rağmen her nasılsa doğal haliyle çok kötü bir el yazısına sahip bir adam tarafından yazılmış olması. Gece boyu çabalayıp durdum, ama sadece bir oradan bir buradan birkaç cümle kurmayı başarabildim.” Ellerini takdirle ovuşturdu. “Bunu düzgün bir şekilde tercüme etmek benim için bir yıllık zorlu bir çalışma olacak.”
“Herkesin seçimi kendine. Korkarım ki benim bu şeye olan ilgim bu kadar uzun sürmez. Ama bu oraya nasıl geldi? Senin eski Mısırlı, Büyük Kanarya adasına ciğerleri hava alsın diye gelip yukarıdaki o mağarada çok sıkıldığı için mi bunu yazdı?”
“Orada bir hata yaptım. Bunu yazan kişi bir Mısırlı değildi. Beni yanıltan şey, yazı karakterinin benzerliği oldu. Kitap, görünüşe göre bir rahip veya general -ya da belki her ikisi birden- olması muhtemel ve Atlantisli Deukalion diye biri tarafından yazılmış. Oraya nasıl gelmiş, bunu henüz bilmiyorum. Muhtemelen bu, adı lazım değil barbarın birinin onları istiflendikleri yerden çıkarırken çakısıyla mahvetmiş olduğu son birkaç sayfada anlatılmıştır.”
“Pekâlâ, sen beni böyle kötüle. Deukalion mu demiştin? Yunan mitolojisinde bir Deukalion vardı. O, Tufan’dan kurtulan iki kişiden biriydi; aslında onların Nuh’uydu.”
“Atlantis kıtasının sulara gömülmesi, Tufan’la çok uygun düşüyor olabilir.”
“Peki, Pyrrha var mı? Deukalion’un karısı.”
“Henüz onun adına rastlamadım. Ama aynı kişi olabilecek bir Phorenice var. Şu an çıkarabildiğim kadarıyla hükümdar olan İmparatoriçe gibi görünüyor.”
Sayfanın kenarındaki çizimlere ilgiyle baktım. Perspektifleri çok yanlış olsa da ne oldukları kolayca anlaşılıyordu. “O günlerde ülkeyi acayip yaratıklar sarmış gibi görünüyor. Gördüğüm kadarıyla da muazzam büyüklükteler. Vay canına, buradaki, bir mamutu yere sermeye çalışan bir mağara kaplanı olmalı. O günlerde yaşamış olmayı hiç istemezdim doğrusu.”
“Muhtemelen o yaratıklarla savaşmanın bir yolunu bulmuşlardır. Ben çeviriye devam ettikçe bu da ortaya çıkacaktır.” Saatine baktı. “Sanırım kendimden utanmam gerek; ama daha yatağa girmedim. Sen dışarı mı çıkıyorsun?”
“Arabayla Las Palmas’a geri döneceğim. Bu öğleden sonra golf oynamak için birine söz verdim.”
“Pekâlâ, akşam yemeğinde görüşürüz. Umarım benim frak gömleklerim yıkamadan geri gelmiştir. Ah, Tanrım! Çok uykum var.”
Onu yatağa girerken bırakıp dışarı çıktım ve beni götürmesi için bir araba istedim, sonrasında onunla hatırı sayılır bir süre boyunca ayrı kaldığımızı söyleyebilirim. Las Palmas’taki otelde, iş için derhal eve dönmemi bildiren bir telgraf beni bekliyordu ve limanda Liverpool’a gitmek için kalkmak üzereyken son anda yetişmeyi başardığım bir gemi vardı. Onu kaçırmam an meselesiydi ve benim bu acelem nedeniyle kayıkçılar küçük bir servet kazanmışlardı.
Artık Coppinger benim için sadece otelde tanıştığım biriydi ve İngiltere’ye döndüğümde işim başımdan aşkın olduğundan, o zamanlar onun hakkında çok fazla düşünmedim, sanırım. İnsan, yurt dışındayken böyle tesadüfen tanıştığı kişileri fazla hatırlamaz. En az bir yıl sonra, gazetelerden birinde gördüğüm bir yazıda onun bulduğumuz sayfa tomarını British Museum’a verdiğini ve sayfaların tahmini değerinin en düşük on bin pound olduğunu okudum.
Yani, bu biraz vahiy gibi bir şeydi ve o zamanlar Coppinger’ın keşif hakkı dolayısıyla onların bana ait olduğunu defalarca üstüne basarak söylemiş olmasına dayanarak, ona benim malımla her nedense haddinden fazla serbest hareket ediyor gibi göründüğünü belirten, iğneleyici bir not gönderdim. Buna cevaben hemen, “Doktor Coppinger teessüf ediyor,” falan diye başlayan, fazlasıyla resmi bir mektup ve onunla birlikte talk üzerine balmumu elyazmalarının İngilizce çevirisi geldi. Benim hak talebimi “tümüyle kabul ediyor” ve “yayından gelecek kârın herhangi bir zarar için yeterli bir geri ödeme olacağına inandığını” ifade ediyordu.
Bana böyle tatsız bir şekilde tepki göstereceğini hiç beklemiyordum ve bu nedenle ona sıcak bir cevap yazdım; ama buna gelen tek cevap, bundan sonra Dr. Coppinger’la yapılacak tüm iletişimin onlar aracılığıyla yapılması gerektiğini belirten bir avukat firmasından geldi.
Şimdi burada, onun konuyu bu çizgiye taşımasından çok esef duyduğumu kamuoyuna söylemek istiyorum. Ne var ki mesele buralara kadar geldiğinden onun bana yaptığı öneriyi takip etmeye karar verdim. Buna göre, burada eski tarih, sayfalara dökülmüştür, çevirinin getirdiği itibar (ve sorumluluk) Dr. Coppinger’a aittir ve okuyuculardan elde edilecek gelir ne kadar olursa olsun, orijinal talk üzerine balmumu sayfalarını bulan kişiye, yani bana gidecektir.
Eğer bu anlaşmada başka bir değişiklik olursa daha sonraki bir tarihte kamuoyuna açıklanacaktır. Ancak şu anda bu pek olası görünmüyor. Bu arada bakalım metni nasıl çevirmiş.